ALTYAZI 20 YAŞINDA

Söyleşi: Ayşegül Oğuz, Yiğit Atılgan
4 Kasım 2021
SATIRBAŞLARI

2001’e, Altyazı’nın kurulduğu yıla gidelim; yola çıkışınız nasıl oldu?

Fırat Yücel: Altyazı Boğaziçi Üniversitesi’nde bugün kayyum rektörlük tarafından kapatılmakta olan seçmeli sinema derslerinde buluşan, bir araya gelip filmler izleyen, sinema üzerine düşünmeye başlayan öğrenciler tarafından kuruldu. 2001’de, Emek Sineması’nda Liv Ullmann’ın Sadakatsiz filmini izledikten sonra ortaya çıkan bir hayaldi. Farklı disiplinlerden gelen insanların sinema alanını keşfetmesi ve bir kolektif oluşturma ihtiyacına dayanıyordu. Sinema aslında bir bahane olarak da görülebilir. Altyazı zamanla sadece teknik olarak sinemaya kitlenmeyen, bilinçli olarak sinemanın sadece sinema olmadığını düşünen bir noktaya evirildi. O dönem 25. Kare, Geceyarısı Sineması, Popüler Sinema ve Sinerama gibi takip ettiğimiz popüler sinema dergileri vardı. Yurtdışına bakıp Sight & Sound ve Film Comment gibi dergilerin neler yaptığını, Cahiers du Cinéma geleneğinin neye dönüştüğünü inceledik. Bir kısmımız daha akademik bir taraftan gelirken bir kısmımız daha sinefil eğilimlere sahipti, o yüzden akademik dille popüler sinema dergiciliğini bir araya getiren bir dergi olmalıydı. İlk başta Geniş Açı fotoğrafçılık dergisinin Beyoğlu’ndaki ofisini kullanıyorduk. Sinema görsel bir meseleyse dergi de görsel açıdan cazip olmalıydı. Derginin bu tarafını da Geniş Açı’dan arkadaşlarla inşa ettik. O dönem amacımız dergiyi satış ve reklam gelirleriyle üniversiteden bağımsız bir yapı olarak kendi yağıyla kavurmaktı.

Fırat Yücel, Senem Aytaç, Berke Göl

2001 ekonomik krizin damga vurduğu bir yıl, ertesi sene AKP iktidara gelecek. Bu manzarada nasıl bir sinema ortamı vardı? Dergiyi başlatmaya nasıl cesaret ettiniz?

Fırat: Küresel bir kriz ve kırılma hali vardı. Ofisteyiz, televizyonda 11 Eylül’ü izliyoruz… Dergiye başladığımız günlerin görüntüsü bu. Altyazı’yı tanıtmak üzere söyleşiler verdiğimizde de hep bu soru soruluyordu, “Ekonomik krizde sinema dergisi çıkarmak zor iş değil mi?” Biz de sinema dergiciliğinin zaten hep bir çeşit delilik olduğunu söylüyorduk. Sinemanın eleştirisini okumak bir gelenek haline hiç gelmemiş ki, kriz olup olmaması fark etmiyor. Ama bir yandan da o dönem Türkiye’de birçok yönetmen film çekme hayali kuruyordu. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Yeşim Ustaoğlu, Derviş Zaim filmlerini yapmaya başlamıştı. Onlarla sadece sinemaya odaklanmayan, siyasete, hayata, felsefeye, mitolojiye ya da resme dair konuştuğumuz saatler süren söyleşiler yapıyorduk. Sonraki kuşaktan Pelin Esmer, Belmin Söylemez, Özcan Alper, Seyfi Teoman, Emin Alper gibi yönetmenlerin kısa filmler, belgeseller ürettikleri, ilk uzun metrajlarını hayal etmeye başladıkları bir dönemdi. O açıdan bir heyecan da vardı. Krize rağmen devam edebilmemiz film üretiminde kendini göstermeye başlayan bu heyecan sayesinde mümkün oldu.

Dergiye başladığımız günlerde küresel bir kriz ve kırılma hali vardı. Bir yandan da Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Yeşim Ustaoğlu, Derviş Zaim filmlerini yapmaya başlamıştı. Pelin Esmer, Belmin Söylemez, Özcan Alper, Seyfi Teoman, Emin Alper gibi yönetmenlerin kısa filmler, belgeseller ürettikleri, ilk uzun metrajlarını hayal etmeye başladıkları bir dönemdi.

Siz bu sürece nasıl dahil oldunuz?

Berke Göl: Ben Fırat’ın bahsettiği sinema derslerini aldığımdan derginin kurucu ekibiyle dirsek teması halindeydim. Film izlemeyi, filmlere dair yazmayı seviyordum, o ekiple beraber bir şey yapma isteğiyle sürece yavaş yavaş dahil oldum. 2003’te dergi ofisini Boğaziçi Üniversitesi’ne taşıdı, ben editörlüğe başladığımda artık oradaydık.

Senem Aytaç: 2004’te İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde yüksek lisans yapıyor ve araştırma görevlisi olarak çalışıyordum. Üniversitedeki odamda Övgü Gökçe, Zeynep Dadak, Gözde Onaran, Çiçek Kahraman ve Gülengül Altıntaş da vardı. Övgü başından beri Altyazı’ya dahildi ve hepimizi yavaş yavaş dergiye çekti. Bugün üniversitelerin geçtiği sürecin bir öncülü o dönem Bilgi’de gerçekleşmişti. Tül Akbal Süalp, Selim Eyüboğlu ve bölüm başkanı Can Candan gibi akademisyenler işten çıkarıldı. Ben de istifa ettim, 2006’da editör olarak Altyazı’da çalışmaya başladım. Fırat’ın bahsettiği kendi yağında kavrulma ve “tam bağımsızlık” çabası sonrası üniversiteye sığınılmıştı. 2018’e kadar da kampüsün içinde dergiyi çıkardık.

Mithat Alam öğrencileriyle… Soldan sağa: Umut Barış Dönmez, Enis Köstepen, Seyfi Teoman, Emir Benli, Mithat Alam, Övgü Gökçe, Nadir Öperli, Övül Durmuşoğlu, Fırat Yücel, öndekiler: Yamaç Okur, İdil Kartoğlu

Fırat: Tam bağımsızlık aslında espriydi, reklam gelirinin de sponsorluğun da bir bağımlılık olduğunun bilincindeydik. Ama cevval bir yapıydık, içeriğe kesinlikle hiçbir müdahale istemiyor, siyaseten hoşumuza gitmeyen bir reklam almıyorduk. Bu bizim irademizden kaynaklıydı, kolektif bir güce sahip olduğumuzu hissediyorduk. Biraz da ekonomik aymazlık belki. Hesap kitap yapmadan hareket ediyorduk, bu bir güçlenme duygusu da getiriyordu.

Boğaziçi o dönem bir sığınma yeri olmuş, oradaki kilit kişi de Mithat Alam, değil mi?

Berke: Mithat Bey Boğaziçi’nde işletme okumuş. ‘70’li yıllardan ‘90’ların ortasına kadar (Umut Barış Dönmez’in söyleşi kitabında anlattığı üzere) bir işadamı olarak baba mesleğini sürdürmüş ve “birinci hayatı” olarak tabir ettiği bu dönemin her gününden nefret etmiş. Büyük bir sinemasever, çocukluğundan itibaren film defterleri tutan biri. Önce arkadaşlarının da teşvikiyle dışarıdan ders vermeye başlıyor Boğaziçi’nde. Zamanla bir film merkezi kurma fikri ortaya çıkıyor, bütün maddi ve manevi birikimini adayarak bu amaçla üniversiteye büyük bir bağış yapıyor. 2000 yılında Mithat Alam Film Merkezi kurulduğunda biz de Mithat Bey’in öğrencileri olarak etrafında toplanmaya başlamıştık. Aslında merkez ve dergi hiçbir zaman doğrudan bağlantılı olmadı. Ama Mithat Bey dergiyi kuran ekibi yetiştiren kişi, bizim sinema üzerine düşünme ve söz üretme arzumuzun üzerinde büyük etkisi var. Kendisi derginin yayın danışmanı olsa, önerileriyle katkıda bulunsa ve zaman zaman kısa yazılar yazsa da derginin yayın politikasına hep biraz mesafeli oldu. Sinemayı saf sinema olarak gören biriydi, içine belirli bir dozun üzerinde siyaset ve sosyoloji girdiğinde sinemadan uzaklaşıldığını düşünür ve bizi eleştirirdi.

Fırat: Zaman zaman filmlere çok ideolojik baktığımızı düşünüyordu. Belli bakış açılarına karşı bir direnci, iş dünyasından gelen bazı refleksleri ve radikal görüşleri dayatmacı olarak algılama eğilimi vardı. Sınıfa girerken siyasi görüşlerimizi, ahlaki fikirlerimizi ve tabularımızı “portmantoya” bırakmamızı ister, filmin kendi görüşlerimizi başkasına dayatacağımız bir alan olmadığını söylerdi. Ben o görüşleri de duymak istiyordum, o portmanto bana bir fantezi gibi geliyordu. Öte yandan tartışmayı fazlasıyla teşvik eden biriydi, siyasi ve ahlaki tartışmalar da açardı. Mesela Visconti’nin marksist olduğunu not düşer ve bize Lanetliler’in bu açıdan nasıl göründüğünü sorardı. Ya da Angelopoulos’un Yunanistan solundaki yerini gündeme getirirdi. Filmin dünyasının dışına çıkılmasını bazen doğru bulmasa da çoğu zaman muzip bir siyasi bir katalizör rolü oynar, bizi kışkırtır, tartışmamızı, okumamızı, düşünmemizi sağlardı.

Berke: Mithat Bey’in sanata siyaset karıştırmamak olarak özetlediğimiz duruşu bence onun bakışını tam yansıtmıyor. Auteur Yönetmenler başlıklı dersinde dört yönetmenin altışar filmini izleyip filmografileri üzerine tartışıyorduk örneğin, onlardan biri de Fassbinder’di. İkili ilişkilerdeki baskı, zulüm, İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’daki toplumsal ortam… Bence bir filmden bahsederken filmin dışına ne kadar çıkılabileceği konusunda kendince bir sınırı vardı ve onun ötesine geçildiğini düşündüğü zaman uyarıyordu bizi.

Senem: Haftanın belirli günleri Mithat Bey bizi evine çağırırdı. Hangi filmlerin izleneceği önceden belirlenir, film izlenir, üzerine sohbet edilirdi. Herkesin fikrini merak ederdi. Otorite sahibi bir erkek figürü olarak, özellikle düşünsel anlamda hayatımda gördüğüm en eşitlikçi insanlardan biriydi. Herkesin ne düşündüğünü delice merak eder, çevresindekileri sonuna kadar konuşturur, tartıştırır, anlamak isterdi. Hayatta en sevdiği şey sinema konuşmaktı. Hiçbir zaman aramızdaki eşitlikçi ilişkiyi bozmadı, bir kez olsun kendi fikirlerini empoze etmedi.

Tam bağımsızlık aslında espriydi, reklam gelirinin de sponsorluğun da bir bağımlılık olduğunun bilincindeydik. Ama cevval bir yapıydık, içeriğe kesinlikle hiçbir müdahale istemiyor, siyaseten hoşumuza gitmeyen bir reklam almıyorduk.

Siz de “birinci kayyum dönemi”nde üniversiteden uzaklaştırıldınız. Okuldan tasfiye edilmeniz nasıl oldu?

Fırat: Altyazı’nın çıkış öyküsünde bir taraf eksik kaldı. Bizden önce Görüntü dergisinde yer almış, o dönemin sinema kulübünde aktif olmuş kişiler vardı. Bunlardan biri de Yamaç Okur. İşin mali ve idari tarafıyla o ilgilendi, bizim aklımızın ermediği meseleleri o çözdü. Sonradan yapımcılığa geçti, Film Merkezi’nde de bir rolü oldu. O da Mithat Bey de üniversitedeki dengeleri çok iyi bilirdi, diplomatik becerileriyle derginin önemini üniversite yönetimine anlatır ve derginin üniversitede kalması için büyük çaba gösterirlerdi. Geriye dönüp bakınca bizim şımarıklık yaptığımız bile söylenebilir. Sinema, siyaset ve felsefe konuşup dergiyi üretmek ve başka hiçbir şeyle ilgilenmemek istiyorduk. Ben ve Berke Boğaziçi’nde okumuş olsak da bu iç dengelere ilgi duymadığımız için 2017-2018’de, yani ilk kayyum döneminde Yamaç’ın ve Mithat Bey’in eksikliğini hissettik. Onlar olsaydı belki de derginin üniversitede kalması sağlanırdı.

Hrant Dink’in katledilişinin ardından Altyazı’nın 59. sayısının arka kapağı (Şubat 2007)

Senem: Üniversitenin ekonomik durumu iyi gitmiyor diye birçok kesinti yapılıyordu; çalışan servislerinden çeşitli projelerin fonlarına kısıntılara gidiliyordu. Mehmed Özkan döneminde üniversitenin bizden “para kazandırma” talebi oldu. Üniversitenin halkla ilişkiler ve iletişim bölümleriyle toplantılar yapıp para getirecek neler yapabileceğimizi konuştuk, yeni projeler üretmeye çalıştık. Ancak, tabii ki olmadı, birden üniversiteye kazanç sağlayacak bir yapıya dönüşemezdik. Malûm matbu dergi çıkarmak çok masraflı bir şey. Bizim bulunmadığımız bir yönetim kurulu toplantısında Altyazı’nın dijitale dönmesi kararı alındı ve bize bildirildi. Böyle bir karar alınabilir tabii, ama bu kararı ancak biz alabiliriz. Mali ve idari olarak Boğaziçi Üniversitesi Vakfı’nın iktisadi işletmesine bağlı olsak da imtiyaz sahipliği bizde olduğu için Altyazı ismini koruyarak üniversiteden çıkmayı başardık. Çok meşakkatli bir süreçti, onca yıllık derginin hesabını kapatmak kolay olmadı. Mithat Bey ve Yamaç’ın yokluğunda o müzakerelerde yeterince ağırlığımız da olamadı. Fırat ve ben sigortalı çalışanlar olarak üniversiteye tazminat davası açtık, o da hâlâ devam ediyor.

O dönem yaşananların bugünün ayak izleri olduğuna dair bir izlenim edinmiş miydiniz?

Fırat: O dönem, Barış Akademisyenleri’nin okuldan atılmaması pazarlığı yapılıyordu. Bunun pazarlığı mı olur? Akademisyenleri hangi hukuki temelde ihraç ediyorsun? Bu siyasi gidişatı görüyor ve böyle idare edilen bir yerde barınamayacağımızı biliyorduk. Rektörlük bizi okul dışına itmeye çalışırken biz de oradan çıkıp kendi otonom yapımızı kurmayı tartışıyorduk. İlk kayyumluk bir geçiş dönemiydi, daha dikkatli ve naziktiler, ama bizi bir noktada atacakları belliydi. 2003’te üniversiteye döndükten sonra, kurulan diplomatik ilişkiler sayesinde içerik kadrosu olarak mali açıdan önümüzü görememe riskimiz olmamıştı hiç. Üniversite içinde bir özgürlük alanımız vardı, Mithat Bey de bu alanı genişleten biriydi. Okuldan çıkıp dernekleşme sürecine girince bir endişe hissettik, ama heyecan da geldi. Zira gerçek anlamda ilk kez bağımsız yapımızı kuracak ve yılların getirdiği birikimle ne yapabileceğimizi görecektik.

Ülkenin ortamıyla birlikte giderek daha da politize olan, Emek Sineması, Sansüre Hayır gibi politik mücadelelere angaje olmuş bir ekiptik. Sinema yayıncılığı yapıyoruz, ama aynı zamanda Türkiye’deki film kültüründe önemli bir aktörüz. Bu sebeple bu aktivizmi yapısal olarak devam ettirmenin bir yolunu bulmak istedik.

Dernekleşme sürecinde Altyazı Fasikül: Özgür Sinema macerası başlıyor, aynı zamanda matbu yayından dijital yayıncılığa geçiyorsunuz.

Senem: Boğaziçi’yle ilişkimiz koptuğunda önümüzde birkaç seçenek vardı. Uzun, kalabalık toplantılar yaptık. Ülkenin ortamıyla birlikte giderek daha da politize olan, Emek Sineması, Sansüre Hayır gibi politik mücadelelere angaje olmuş bir ekiptik. Sinema yayıncılığı yapıyoruz, ama aynı zamanda Türkiye’deki film kültüründe önemli bir aktörüz. Bu sebeple bu aktivizmi yapısal olarak devam ettirmenin bir yolunu bulmak istedik. Dernek ve derneğin iktisadi işletmesi şeklinde ikili bir yapı kurmak mantıklı ve sürdürülebilir göründü. Derneğin faaliyet alanını sansür başta olmak üzere sinema alanındaki ifade özgürlüğü, cinsiyet eşitliği meseleleri ve hak ihlalleri olarak belirledik, Fasikül fikri de buradan çıktı. İktisadi işletme kısmında da aylık e-dergi çıkaran, web sitesi ve sosyal medya hesapları olan, seminer veren, reklam, sponsorluk ve satış gelirleri elde ederek maliyetleri karşılayabilecek bir model kurduk. Başlangıçta elimizde sermaye yoktu, derneğin kurulma sürecinde EED’den (European Endowment for Democracy) fon aldık, bir de Mithat Alam Eğitim Vakfı Mithat Bey’in vasiyeti doğrultusunda bize bağış yaptı. Amacımız tamamen dijitale geçmek değildi, matbuyu da denemeye devam ediyorduk, ama pandemi döneminde tamamen dijitale geçmek zorunda kaldık. Ayrıca, 2019’da derneği kurduktan sonra Beyoğlu’nda bir ofis tuttuk. Hem Beyoğlu’ndan vazgeçmeme inadımız vardı hem de sinema çevrelerindeki ayrışma ve çözülmeye karşı bir buluşma mekânı kurmayı arzuladık. Ama pandemi sebebiyle o sevdamızdan da vazgeçmek durumunda kaldık. Ofisimiz şu an Kadıköy’de.

Fırat: Fasikül’ün sadece sansür vakalarının ve baskının kaydını tutan bir proje olmadığının da altını çizelim. Fasikül esas olarak baskılanmaya çalışılan isimlerin her şeye rağmen film yapma pratiğine devam etmesini, mücadeleyi yansıtıyor. Bir örnek vereyim, Reyan Tuvi Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek… belgeseli 2014’te sansüre uğradıktan sonra Türkiye’de en zor ele alınabilecek meselelerden birine, sınıra ve ötesine, Rojava’ya bakan bir film yaptı. Birçok video eylemci mevcut, Oktay İnce, Sibel Tekin, Fatih Pınar, Kâzım Kızıl gibi isimler bu pratiği sürdürmeye, Güliz Sağlam kadın emeğinin kaydını tutmaya devam ediyor. Onlar inadına devam ettiriyorsa biz de bu mücadelenin güncel tarihini oluşturabiliriz, oluşturmalıyız diye düşündük. Amacımız baskının değil, görünmezleştirilen mücadelenin kaydını tutmak aslında. Örneğin, son olarak Oktay İnce’nin Kültür ve Turizm Bakanlığı’na ait Sinema Genel Müdürlüğü’nün önünde yaptığı eylemden kurguladığı Sinema GM videosunu yayınladık. İnce orada sadece arşivinin kendisine iade edilmesi için değil, belgesel sinema ve video-eylem üzerindeki baskıların sonlandırılması için de eylem yapıyor. Eylemlilik ile görüntü-ses kayıt pratiğini birbirinden ayrı görmüyor, tam aksine her eylemin aynı zamanda bir film sahnesi olduğunu söyleyen bir video bu, kaydedilmiş olsun ya da olmasın. Bizim Fasikül’de görünürlüğünü artırmak istediğimiz tam olarak da bu gibi şeyler. Ama sinema/eylem alanında pandemiyle birlikte büyük bir atalet oluştu, sadece sinema salonları kapanmadı, aynı zamanda sokakta ve ticari salonlar dışında süregiden gösterimler de sekteye uğradı. Gösterimlerin dijital alana çekilmesiyle birlikte her şeyin üstüne bir perde çekildiği izlenimi oluştu. Fasikül’ün çalışmaları da bundan ciddi anlamda etkilendi. Oysa yakın tarih de içinde bulunduğumuz gerçeklik de böylesi bir duraksamayı kaldıracak halde değil. 2014’te Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde bir mücadele verildi, sonraki yıl sinemacılar İstanbul Film Festivali’ndeki Bakur sansürüne karşı iyi kötü bir araya geldi. Sonrasında eser işletme belgesinin yeni yasayla iptal edilmesiyle her şey düzeldi gibi bir kanı oluştu. Oysa yönetmenlere filmlerinden ötürü davalar açılıyor, bizzat filmleri ya da afişleri suç unsuru sayılarak hapis cezaları veriliyor. Hangi sinemacıyla yan yana gelsek otosansüre, baskı ve tehdit telefonlarına, sosyal medya üzerinden hedef gösterilmelere dair öyküler duyuyoruz. Kimse düşüncesini özgürce dile getiremiyor, filmlerini özgürce yapamıyor. Festivallerde sansür rasyonalize edilmiş durumda, “Olur öyle şeyler” deniyor, o gözle bakılıyor. Dijitalde belli bir özgürlük alanı var, ama sansür de giderek şiddetini artıracak gibi.

Fasikül esas olarak baskılanmaya çalışılan isimlerin her şeye rağmen film yapma pratiğine devam etmesini, mücadeleyi yansıtıyor. Amacımız baskının değil, görünmezleştirilen mücadelenin kaydını tutmak

Senem: Pandemi döneminde YouTube üzerinden İçeriden Dışarıya isimli bir video serisi başlattık. Videoyla uğraşan insanlara, pandemi yüzünden sokaklardan çekilmek zorunda kalmış ve içerilere sıkışmış insanlara “Hadi beraber üretelim” dedik. On bir filmlik bir seri çıktı, oradan Fasikül’e de yeni bir kanal açılmış oldu. Her şey biraz kendi akışında oldu. 2000’lerin başında bizi var eden ortamı yaratan daha önce anlatılmamış öyküler anlatan kendi kuşağımızdan yeni sinemacılardı. Türkiye sineması adına parlak bir dönemdi, şimdi de o insanlarla birlikte sürüklenilen yerde başka bir mücadelenin içindeyiz. Şu an sadece vizyonda film izleyip oturup yazı yazabilecek gibi hissetmiyorum kendimi. Bugün yapabileceğimiz şey, yeni bir şeyin parçası olup onu canlandırmaya ve ondan güç almaya çalışmak.

Fasikül‘ün Serbest Kürsü bölümünde yapımcı Seda Gökçe’nin Türkiye’deki kadın hareketini odağına alan Ölümüne Boşanmak belgeselinin çok politik olduğu gerekçesiyle İstanbul Film Festivali programına dahil edilmediğini anlattığı bir yazı yayınladınız. İKSV gibi köklü kurumların sansürü meşrulaştırma zeminini dayatması hakkında ne düşünüyorsunuz? Türkiye’deki festival anlayışı egemen sinema düzenine ne şekilde hizmet ediyor?

Senem: Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek… ve Bakur vakalarından sonra maalesef sansür özellikle de büyük festivaller tarafından hızla kanıksandı, içselleştirildi ve normalleştirildi. O dönem gösterilen çabalar, yapılan eylemler buna engel olmak içindi, ama maalesef giderek ağırlaşan siyasi cezalandırmalarla da beraber mümkün olmadı. Gücü ve sermayesi olan kültür-sanat kurumları en hızlı teslim olanlar oldu haliyle. Kültür-sanatı, ifade özgürlüğünü değil, kendi kurumlarının akıbetini önemsediler. Geldiğimiz noktada otosansür “ne olur ne olmaz”, “aman şimdi başımıza bir şey gelmesin” gibi bir kültürsüzlük ve politikasızlıkla ilerliyor. O yüzden herhangi bir şeyin herhangi bir anda herhangi bir gerekçeyle sansürlenmesinin bizi şaşırtması artık pek mümkün değil. Fakat tam olarak aynı sebeplerle bu vakaların kaydını tutmayı, onları gündemleştirmeyi de çok önemsiyoruz. Bugün geldiğimiz noktada sansürün bir hafızasının olması onunla mücadele için önemli bir araç.

20 yıla baktığınızda sansürün olmadığı ferah bir dönem hatırlıyor musunuz?

Berke: Belki biz biraz daha dışındaydık, ama Kürtler ya da sol örgütler üzerindeki baskı, inişli çıkışlı bir seyir izlese de her zaman vardı. Tabii ki Türkiye’nin politik iklimiyle birlikte vaziyetin son yıllarda yokuş aşağı gittiğini hepimiz görüyoruz. Bu konuda toz pembe bir dönem hatırlamak ancak daha korunaklı bir atmosferde yaşamakla, daha az riskli alanlara girmekle ya da daha düşük bir politizasyon seviyesiyle olabilir.

Fırat: AKP’nin Gezi sonrası otoriterleşme hikâyesinin bence altı boş. Her zaman çok güçlü bir baskı vardı, biz sadece daha korunaklı bir alanda bulunduğumuz ve daha az müdahil olduğumuz için bunu o zamanlar daha az hissediyorduk. Ama hiç yaşamadık da değil. 2006’da Mithat Alam Film Merkezi basıldı, derginin bir daha çıkmaması için tehdit edildik, bilgisayarlar kırıldı. Nedenini öğrenemedik, failini bilmiyoruz, ama olası sebeplere bakarsak o zamanki durumun bugünkünden çok farklı olmadığını görürüz. Yeni Şafak’ta Brokeback Mountain filmi hakkında “İbne Kovboylar” başlıklı bir yazı çıkmıştı, o yazıdaki homofobiyi eleştiren bir editör yazısı kaleme almıştım. Sonra, Lie With Me isimli bir Kanada filminin vizyona girmesi yasaklanmıştı, biz de bir sansür dosyası yapıp olayı kapağa taşımıştık. Ayrıca, “Niye soykırım dediniz”, “Niye ‘Türkiye sineması’ diyorsunuz” gibi tepkiler hep vardı. Bugün sosyal medyada daha yıpratıcı şekilde yaşanan şeyleri o dönem de yaşıyorduk. Elimizdeki alanlar bize bahşedilmiş değil, mücadeleyle kazanılmış alanlar. 2000’lerin başındaki kolektifler, hareketler ve mücadelelerle, kadın ve kuir sinemacıların bu pratiğe dahil olmasıyla açılmış alanlar. Yıkımından önce Yeni Rüya sinemasında gösterilen son film Miraz Bezar’ın Min Dît’iydi. Emek Sineması’nın yıkımı sadece tarihi bir mekânın değil, o güne kadar gelmiş bir mücadele pratiğinin yıkımı. İşte bunlar da unutuluyor ve görünmezleştiriliyor.

Hangi sinemacıyla yan yana gelsek otosansüre, baskı ve tehdit telefonlarına, sosyal medya üzerinden hedef gösterilmelere dair öyküler duyuyoruz. Kimse düşüncesini özgürce dile getiremiyor, filmlerini özgürce yapamıyor. Festivallerde sansür rasyonalize edilmiş durumda. Dijitalde bir özgürlük alanı var, ama sansür de giderek şiddetini artıracak gibi.

Bugünden bakınca Emek Sineması mücadelesini nasıl değerlendiriyorsunuz? O dönem verilen mücadele Türkiye sinema hafızasında bugün neleri simgeliyor sizce?

Fırat: Geri dönüp süreci o dönem attığımız sloganlar, taşıdığımız pankartlar üzerinden okumayı deneyebiliriz. “Sermaye elini Emek’imden çek”, “Emek’le Sermaye Uzlaşmayacak” ve tabii Mayıs 68’den Emek Sineması mücadelesine taşınan, sonrasında Gezi’de yankılanacak “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam”. Emek Sineması mücadelesi, sözünü anti-kapitalist bir yerden kurdu, bu sayede orta sınıfın ötesine taşarak farklı toplumsal kesimleri bir araya getirdi ve bu sayede Gezi’nin de ilhamlarından biri oldu. Emek’in en önemli tarafının bu olduğunu düşünüyorum. Bugün örneğin, yıkımları meşrulaştırma aracı olarak kullanılan Beyoğlu “Kültür Yolu” olarak adlandırılan projeye bakalım. Sanat yoluyla göz boyama, aklama, turizm rantını genişletme, devlet-sermaye işbirliği… Emek mücadelesinin tabandan gelen, kent hareketleriyle ortaklaşan siyasi izleği, hiçbir yerinde olamayacağımız bu kültür savaşları içinde bir pusula işlevi görüyor. Siyasi anlamda yolumuzu kaybettiğimizde yüzümüzü hâlâ Emek’e, devlet ve sermayenin gaspına karşı Emek’te ortaya konan iradeye dönüyoruz.

Öte yandan, Emek Bizim İstanbul Bizim olarak yaptığımızÖzgürleşen Seyirci filmini dünyanın farklı yerlerinde gösterdiğimizde şunun da iyiden iyiye farkına vardık: Bu küresel çapta bir kültür krizi, küresel çapta bir el koyma. Dolayısıyla mücadele de esasında, karanlıkta sıkça bocalasak da küresel bir mücadele. Ukrayna’ya gidiyorsun ve Sovyetler Birliği tarihinin ilk panoramik sineması olan Kinopanorama’nın özelleştirildiğini, yerine otel yapılmak istendiğini öğreniyorsun. Kiev’de yıkıma karşı mücadele verenler, bu sinemanın önünde Özgürleşen Seyirci’yi gösterdiler. Bunun gibi pek çok an biriktirdik, gördük ki sahiden de “Bu daha başlangıç”mış, çapı da küreselmiş.

Ancak şunu da eklemem gerekir. Evet, Emek önemli bir siyasi pusula, ama tek pusula da değil, olmamalı. Emek Sineması mücadelesinde yer almış olmak, bugün bir tür kendini aklama yöntemi olarak da kullanılıyor. İnsanlar “Emek’te birlikte mücadele verdik, şimdi neredesiniz?” diyerek, kendilerini “doğru”nun, dertli oldukları diğer kültür öznelerini ise “yanlış”ın temsilcisi ilan etmeye başladılar. Ya da sırf Emek’in savunulmuş olması üzerinden “yapacağımızı yaptık” diye düşünenler oluyor. Oysa, Emek sinema sahnesinde verilen tek mücadele değil. Bir turnusol kâğıdı geliştirmeye çalışsak, 2010’dan bugüne sayacağımız o kadar çok şey olurdu ki… Emek’in işaret ettiği siyasi hat sansüre ve otosansüre karşı mücadeleyle, sinema endüstrisindeki cinsiyet eşitliği mücadelesiyle, anadilde siyasi sinema yapma mücadelesiyle, kuir sinema mücadelesiyle iç içe geçmediği sürece yeniden güç kazanamaz. Özellikle de Emek gibi geniş katılımlı mücadelelerin pasif nostaljiye ya da kültürel antagonizmaya meze edilmemesi konusunda gözümüz açık olmalı.

Geçtiğimiz günlerde 30. yıl kutlama etkinliği yasaklanan Mezopotamya Kültür Merkezi (MKM) de başta sinema olmak üzere kültür alanı açısından çok önemli bir odak oldu…

Fırat: MKM çok güçlü bir ekol, Kürt sinemacıların kendi dilleriyle edebiyat ve sinemada üretim yapabilecekleri bir alan bulmaları büyük bir kırılma. MKM’den çıkan yönetmenlerle yaptığımız uzun söyleşiler bizim için de ülke tarihini anlama ve bilinçlenme yönünde bir birikim oldu. O söz alanının, sanatsal pratik alanının açılması çok önemliydi. Altyazı da esasında Beyoğlu’nda üretim yapan derneklerin ve kolektiflerin verdiği heyecanı arkasına alarak var oldu. 2000’lerin başındaki ofisimizin bir-iki sokak yanında belgesel ve kısa film gösterimleri yapan, sinema seminerleri açan İFSAK vardı, MKM’de sinema atölyeleri veriliyordu… Müthiş bir kültürel rönesanstan bahsetmiyoruz belki, ama Beyoğlu siyasi ve kültürel açıdan kesinlikle canlı bir ortamdı.

Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek… ve Bakur vakalarından sonra sansür özellikle büyük festivaller tarafından hızla kanıksandı, içselleştirildi ve normalleştirildi. Gücü ve sermayesi olan kültür-sanat kurumları en hızlı teslim olanlar oldu haliyle.

Senem: MKM’den çıkan yönetmenler kendi görünürlüklerini kendileri kazandılar. Biz Kâzım Öz, Hüseyin Karabey ve Özcan Alper’i içeren kuşağın filmlerini izleyerek tanıştık onlarla. Kürt meselesine dair filmlerin ortaya çıkmasıyla bizim tarihimizde de bir parantez açıldı, bizim için de önemli bir karşılaşma ânıydı MKM filmleri. Türkiye sinemasında daha önce olmayan bir şeylerin olabildiği heyecanını hissettik. Genel olarak da İki Dil Bir Bavul, Bahoz, Press gibi filmler büyük festivallerde gösteriliyordu. Hatta bu filmlerin soru-cevap seanslarında seyircilerle ettiğimiz kavgalar şu an çok kıymetli geliyor. O dönem sinir bozucuydu, ama bugünden bakınca bu tür kavgaları kamusal yerlerde verebiliyor olmak ne güzelmiş.

Bilgi Üniversitesi’nden kalabalık bir kadın ekip olarak Altyazı’ya geçtiğinizden bahsettiniz. Dergideki varlığınız nasıl bir dil, üretim ve arayışa yol açtı?

Senem: Bizim kuşaktaki feminist hareket güçlenirken biz de daha akademik bir yerden feminist sinemayla ilgilenmeye başladık. Feminist reflekslerimiz hayatın doğal akışı içinde kendiliğinden gelişti biraz da. Bu meselelerde hassasiyet gösteren bir ekip olarak yaptığımız editoryal müdahaleler sayesinde söz konusu hassasiyet dile de yansıdı, orada belirleyici oldu elbette. Bir yazının tamamında bir sorun olmasa da, belli bir ifade cinsiyetçi olabilir, bu müdahaleler sebebiyle bazı yazarlarla aramızın bozulduğu da olmuştur. Bu perspektif bugün artık düzenlediğimiz etkinliklerde de kendini belli ediyor. O anlamda birbirimizi sürekli besleyen, geliştiren bir ekibiz.

Berke: Kuir hareket konusunda da benzer bir eğitimden geçtik. Onur Haftası ve KuirFest gibi hadiselerle bu konudaki bilincimiz de zaman içinde çok gelişti. Kürt sineması ve feminist sinemaya dair söylediklerimizi kuir sinema için de söyleyebiliriz, geçtiğimiz haziran ayında bu konuya odaklanan bir dosya hazırladık.

Fırat: Dil konusundaki hassasiyet aslında ideolojik bir hassasiyet. Dil bizim için varoluşsal bir mesele. Bunun “siyaseten doğruculuk” olarak küçümsenmesi ancak insanların kendi dillerine aşık olmasıyla açıklanabilir. Senem ve diğer arkadaşların dergiye katılmasıyla ya da Beyoğlu’ndaki kolektiflerle kurduğumuz ilişkiler vasıtasıyla ben de çok şey öğrenip dilimi değiştirdim. Dil üzerinden gösterdiğimiz hassasiyet (ki bir derginin tabii ki en başat aracı dildir) zaman zaman bir dayatma olarak algılanırken devlet ideolojisiyle şekillenmiş bir dili sorgulamaksızın kullanma talebi nasıl dayatmacı olmuyor? Bugün sosyal medyadaki bu tür tepkiler tamamen sağcı ve reaksiyoner bir yerden yapılıyor bana kalırsa.

Elimizdeki alanlar bize bahşedilmiş değil, mücadeleyle kazanılmış alanlar. 2000’lerin başındaki kolektifler, hareketler ve mücadelelerle, kadın ve kuir sinemacıların bu pratiğe dahil olmasıyla açılmış alanlar. Yıkımından önce Yeni Rüya sinemasında gösterilen son film Miraz Bezar’ın Min Dît’iydi. Emek Sineması’nın yıkımı sadece tarihi bir mekânın değil, o güne kadar gelmiş bir mücadele pratiğinin yıkımı.

Türkiye’nin bu kavurucu ortamında faaliyet yürütürken bazen dünyadan uzaklaştığınız hissine kapılıyor musunuz?

Fırat: Kesinlikle. Örneğin Brezilya Sinemateki’nin bir deposu yanmış, Fasikül’de onun haberini yapıyoruz. Latin Amerika’daki devrimci sinema geleneğinin çok önemli eserleri, kolektif bir birikim yok olmuş. O noktada buradaki sinema pratiklerinde genel ilgisizliğin, kendi siyasetine takılı kalma halinin farkına varıyoruz. Bazen biz de kendimizi uyarıyoruz. Geçtiğimiz ay ABD’deki birçok sinema emekçisi grev hazırlığındaydı, bu son derece önemli hadisenin buradaki karşılığı güçlü olmadı. Bunları elbette düşünüyoruz, buradaki sektörün ve sektör dışı unsurların da bunlarla ilgilenmesine vesile olmaya çalışıyoruz.

Siz kendinizi ve okurunuzu sinefil olarak niteler misiniz?

Berke: Sinefilllik her şeyden bağımsız olarak sinemanın kendisine duyulan aşkı, ilgiyi, merakı, öğrenme arzusunu çağrıştırıyor. Derginin ilk çıktığı dönemde üzerinde daha çok uzlaştığımız bir kavramdı belki, ama bugün bizim için daha değerli olan şey filmler üzerinden hayata, topluma, ülkeye bakmak. Bir film izleyip çok coştuğumuzda bu daha ziyade filmin bizde dokunduğu bireysel ya da toplumsal karşılıkla ilgili.

Senem: Öyle bir fanatizmimiz hiçbir zaman olmadı. Biz hayatta herhangi bir şeyle ilişki kurarken aramıza mesafe koyan insanlarız. Sinemayla da daha eleştirel mesafeden bir ilişki kuruyoruz. Sinefillik o mesafenin neredeyse kaybolduğu bir olgu. Mithat Bey’le ilişkimizi anlatırken bahsettiğimiz ayrım belki biraz da bu tür bir ayrım, bence bizim öyle bir sinema aşkımız hiç olmadı. Evet, sinemayı çok seviyorum ama sinemayla kurduğum ilişki sinemanın tüm problemleri ve çelişkilerini de içeriyor.

Emek Sineması mücadelesinin işaret ettiği siyasi hat sansüre ve otosansüre karşı mücadeleyle, sinema endüstrisindeki cinsiyet eşitliği mücadelesiyle, anadilde siyasi sinema yapma mücadelesiyle, kuir sinema mücadelesiyle iç içe geçmediği sürece yeniden güç kazanamaz. Emek gibi geniş katılımlı mücadelelerin pasif nostaljiye ya da kültürel antagonizmaya meze edilmemesi konusunda gözümüz açık olmalı.

Fırat: Zaten sinema gibi pahalı bir sanat çekincesiz bir şekilde nasıl sevilebilir ki? Sinemada her zaman bir resmi seversin. Bir filme aşık olabilirsin, ama o filmin ardında bir sürü görünmeyen dinamik vardır. Örneğin Herzog gibi, belki bir zamanlar bir nebze düzendışı film yapmaya çalışan bir yönetmenin Fitzcarraldo filminin setinde yüzlerce figüran hastalanmış, hayatını kaybeden yerliler olmuş. O epik film hayata geçsin diye! Şimdi Fitzcarraldo’yu sadece görkemli mizansenleriyle görebilir misin? Bunu yaparsan hikâyesi anlatılan sömürgeci bakışı tekrar etmiş olmaz mısın? Sadece görüntüyü değil, görüntünün ardındakini de konuşabilmeliyiz. Sinemada görüntüye, gerçekliğe layık görülmeyen bir kutsallık atfediliyor. Oysa izlediğimiz şey kutsal filan değil, bir soyutlamadan ibaret. Onun arkasındakini konuşmak, estetik analiz ile üretim koşulları dediğimiz alanı birleştirmeye çalışmak bizim için sinefillikten daha önemli.

YouTube için ürettiğiniz içeriği yayıncılık faaliyetinizde nereye koyuyorsunuz?

Senem: Matbu yayıncılık yaparken para verip dergisini alan çok daha tanımlı, sayısı belli bir kitlemiz vardı. Site, sosyal medya ve YouTube’la birlikte başka tür karşılaşmalar gerçekleşti. Bir videomuzun altındaki yorumları okuduğumda “Bu insanlar kim, nereden geldiler?” diye düşünüyorum bazen. Twitter’da 200 binden fazla takipçimiz var, bu dergiyle asla ulaşamayacağımız ölçüde kalabalık bir kitle. Biz yıllarca yazılarımızı kimin okuyup okumadığını dahi bilemedik, şu an ise çok hızlı ve sürekli bir etkileşim var. Bu çok yönlü bir durum. Karşılaşmaları artırması açısından çok verimli bir alan, Batman izleyip hakkında bir şeyler okumaya gelen birisinin bir Fasikül içeriğiyle karşılaşması hayırlı bir şey. Ama bir yandan da internetin indirgemeci, basitleştirici, nüansları yok eden ve insanları tarafgirliğe iten bir doğası var. Bu da bizi zorlayan yönü. Yazı yazma geleneğinden gelen bizler için tuhaf bir tarafı da var, bir yazıyla günlerce vakit geçiriyor, yazdığımız bir cümlenin on kez üzerinden geçiyoruz. YouTube’da konuşurken ise “Onu keşke öyle demeseydim” gibi durumlar oluyor ve geri dönüp düzeltemiyorsun. Yeterince derinleşemiyor, yazı gibi edebi bir forma getiremiyorsun. Ama mesela matbuda da yaptığımız İzliyorum serisi esas karşılığını YouTube’da buldu. Ya da Altyazı’nın Sevdiği Filmler serisinde kalıcı ve kolay ulaşılabilir bir külliyat birikiyor. Böyle bir mecranın bizim gibi görsel malzemeyle uğraşanlara sunduğu geniş bir oyun alanı var.

MKM’den çıkan yönetmenler kendi görünürlüklerini kendileri kazandılar. Kâzım Öz, Hüseyin Karabey ve Özcan Alper kuşağının filmlerini izleyerek tanıştık onlarla. Kürt meselesine dair filmlerin ortaya çıkmasıyla bizim tarihimizde de bir parantez açıldı, bizim için de önemli bir karşılaşmaydı MKM filmleri.

Fırat: Devlet otoritesi bir tweet’i kolaylıkla bulup insanları bunun üzerinden hedef gösterebiliyor. YouTube’un bir önemi de kolay kontrol edilebilir bir alan olmamasında. O alanda sonsuz bir muhabbet var ve o muhabbet elbette politize olacak. YouTube’un televizyonun yerini aldığının farkındalar, en son fon meseleleriyle de müdahale etmeye çalıştılar, ama bazı şeylerin tespit edilmesi daha zor. Sektördeki cinsiyet eşitsizliği, mobbing, sansür, iktidar baskısı, dağıtım koşulları gibi meselelere dair yapılan YouTube tartışmalarında bir rahatlık oluşmaya başladı.

20 yılın sonunda bir özel sayı yayınladınız ve 200 filmlik bir seçki sundunuz. Bundan sonra Altyazı’nın önünde ne gibi değişiklikler var?

Berke: Özel sayının editörlüğünü Gözde Onaran’la birlikte ben üstlendim, ama bütün işlerimiz gibi kolektif bir işti bu da. Belki on yıl önce yapsaydık sinema tarihinin en iyi 200 filmini seçmeye çalışırdık, ama sosyal medya çağında bu tür listeleri her yerde görmek mümkün. Biz özel sayıdaki filmleri belirli bir perspektifle seçmeye, en iyiden ziyade bizim için önemli olanları bir araya getirmeye gayret ettik. Bu seçki vesilesiyle haberdar olduğumuz filmler var, hiçbir yerde bulunamayan filmler var, sinemanın en büyük başyapıtları arasında sayılan filmler de var. Bazı yönetmenlerin en tanınmış filmleri yerine az bilinen ama önemli olduğunu düşündüğümüz filmlerini seçtik.

Senem: Dil meselesinde olduğu gibi tarih de sürekli geriye dönük olarak müdahale etmemiz gereken bir alan. Sadece sinema tarihinde değil, her konuda tarih yazımında görmezden gelinenlerinin yeniden tarih yazımına dahil edilmeye çalışıldığı bir süreç yaşanıyor. Özel sayıda kendimizi sorgulayarak, tarih yazımının nasıl olması gerektiğine bakarak o tarihi yeniden görünür hale getirme çabasına giriştik. Bundan sonrası için aklımızda dijital dergi ve site dışında matbu yayınları aralıklı da olsa devam ettirmek var. Altyazı’yı yeni yazarların yetişip katkı sunabileceği bir platform olarak devam ettirmek istiyoruz. Fasikül tarafında da deneme-yanılma yöntemiyle gündeme refleks vererek yapacağımız çok iş var. Küçük gösterim programları, video sanatçılarla yapılacak işler… Altyazı dönüşüme açık bir yapı.

Boğaziçi’nde son dönemde görevden ilk alınan isimler Can Candan, Feyzi Erçin, Özcan Vardar ve Seda Binbaşgil gibi sinema ve kültür alanındaki hocalar oldu. Bu resmi nasıl yorumluyorsunuz?

Berke: Akademik kadroda Mehmed Özkan dönemindeki pazarlıklardan gelen bir kırılma vardı. Melih Bulu’nun atanmasıyla bu kırılma biraz aşıldı ve tekrar bir arada hareket etme iradesi oluştu. Ama bir yandan da herkes normale dönme ihtiyacı hissediyor. Hocaların nöbetine ne kadar saygı duysak ve bu direnişi önemli bulsak da öğrencilerin üzerindeki baskıya dair kendilerini, pozisyonlarını siper etme konusunda toplu bir irade gösterilemediğini gözlemliyoruz. Bu yüzden nöbetleri kayıt altına alan Can Candan gibi kendini daha çok öne atan isimler hedef haline geliyor. Daha toplu hareket edilebilse kayyum rektörler bu kadar kolay tek tek eleme yöntemine gidemeyecek. Elbette bu politik bir örgüt değil, üniversitedeki hocalardan ortak bir irade beklemek de bir yere kadar gerçekçi. Ama öğrenciler de yalnız bırakılmış hissediyor, en son Enis Berke Gök ve Caner Perit Özer’in tutuklanması, gözaltı ve polis şiddeti vakalarında hocalarla öğrenciler arasında kopukluk oldu. Direnişin gücü herkesin birlikte hareket edebilmesine bağlı.

Fırat: Bizim Mithat Alam’ın derslerini aldığımız dönemde Tül Akbal Süalp ve Derviş Zaim de Boğaziçi’nde ders veriyordu. Hem film tartışması odaklı, teorik hem de senaryo yazımı gibi pratik düzlemde dersler tasarlandı, bu dersler bir ekol oldu. Merkezin açılmasıyla film çalışmaları sertifikası oluşturuldu, sinema bursları verildi. Kampüste bir sinema salonu açıldı, sinema kulübü ve merkez gösterimler yapmaya devam etti. Boğaziçi’nde bir sinema bölümü olmasa bile, örneğin psikoloji okuyan biri kendi dalıyla sinemayı bir araya getirerek sinema alanında bir şeyler yapabilir. Şu an Boğaziçi’nde bu duygu, sinemaya yönelik bir coşku var. Hedef aldıkları şeylerden biri de bu. Biz Altyazı’yı Boğaziçi’nde çıkartırken yanı başımızdaki kurgu odasında Yeşilçam sinemasına dair Kültür Bakanlığı’nın yapmadığı türden bir görsel hafıza projesi yapan Özcan Vardar’ın söylediği gibi, kültür derslerinin nefesini kesmeye, yeni kurulan iletişim fakültesinde kadrolaşmaya yönelik hedefleri var. Özcan’ın dersi iptal edilirken formel eğitimi olmaması gerekçe gösterildi, oysa o kampüsteki en değerli şeylerden biri akademik eğitimi olan ve olmayanın yan yanalığıyla oluşan pratik.

Senem: Ben de Yabancı Diller Fakültesi’ne bağlı olarak iki dönem film tarihi dersi verdim. Oradaki dışarıdan yarı zamanlı ders veren hocaları tasfiye etmeleri bürokratik açıdan daha kolay, ilk hedefleri de onlar oldu. Boğaziçi’nde sinema bölümü hiçbir zaman olmadı, ama Sinema-TV bölümü bulunan birçok üniversiteden çok daha fazla sinemacı yetiştirildi. Film tarihi dersi verirken bile bunu hissediyordum. Üniversite sınavında o bölümü kazanmış öğrencidense doğrudan sinemaya ilgisi nedeniyle o dersi kovalayan bir öğrenci sinema yapma konusunda daha hevesli oluyor. Son tasfiyeler bu sinema ortamının yok edilmesi anlamına geliyor.

2012 yılında bir trafik kazasında hayatını kaybeden genç yönetmen Seyfi Teoman ardında Tatil Kitabı ve Bizim Büyük Çaresizliğimiz adında iki güzel film bıraktı. (Fotoğraf: Muhsin Akgün)

Boğaziçi’ndeki gelenekten çıkan sinemacılardan biri de 2012’de çok erken kaybettiğimiz Seyfi Teoman’dı. Dilerseniz onu anarak bitirelim…

Fırat: Seyfi için bizim ekibi bir araya getiren insandır diyebilirim. Dergideki yerini anlatmak mümkün değil, her zaman derginin sinema pratiğiyle kurduğu bağın bir parçasıydı. Üniversite yıllarında biz filmleri tartışırken Seyfi hep “Ben yönetmen olacağım” derdi. Sinema üretim alanı ahkam kesen erkek egemenliğinin hüküm sürdüğü bir alan ve bu alana girmek çok zor. Seyfi çok başka bir yerden, farklı tavır ve fikirlerle bu alana girdi; Tatil Kitabı ve Bizim Büyük Çaresizliğimiz gibi ahkam kesmekten imtina eden, berrak, ferah filmler yaparak adım attı. Ayrı bir alan açtı, dergideki birçok kişiyi de düşüncelerini ve hayallerini sinemayla gerçekleştirebileceklerine ikna ederek o alana çekti. Yamaç Okur, Nadir Öperli ve Enis Köstepen’in yapımcılıkla kurduğu bağ Seyfi’nin filmleriyle oldu. Hem dergi ekibini buluşturan hem de aramızdan sinema pratiğine yönelen isimlerin geçişini sağlayan, sonradan sinemacı olacaklara ilham veren kişi Seyfi. Yeri apayrı.

Senem: Aramızda hayata karşı o kadar heyecanlı, iştahlı, meraklı çok kişi yok. Seyfi herkesi yaptıkları ya da yapacakları her şeye dair heveslendirmeyi başarıyordu. Duygusal açıdan en büyük boşluk o galiba.

^