Ortadoğu’da bir kere daha savaş için geri sayım başlarken, Atlantik dünyasında üst perdeden esip yağmalar ve kutsal savaş naraları arasında, üzerinde durmamız gereken şey, konu etrafındaki laf kalabalığı değil, mevcut uluslararası durumun temelindeki parametrelerdir. Bugün Washington’daki Cumhuriyetçi yönetimin çizgisi, bundan önceki ABD politikalarından ne anlamda bir kopuşu temsil ediyor? Şayet kopuş doğruysa, bu süreksizliği nasıl açıklayacağız? Değişimin muhtemel sonuçları nelerdir?..
Bu sorulara yanıt bulmak için, görünen o ki, yakın tarihte cereyan eden olaylar yerine, daha uzun bir döneme bakmak gerekiyor. ABD’nin dünya üzerindeki rolü, mevcut politik yelpazenin tamamında giderek faklılaşan bir tavırlar manzumesi oluşturmaktadır. Bu karmaşık meselelerden sadece birkaçını ele alabileceğiz burada. Ama klasik sosyalist teorinin sadağından bazı oklar çıkarmak hiç yoktan iyi olabilir.
II. Dünya Savaşı’nın ardından
Amerikan politikasını planlayanlar, II. Dünya Savaşı’nın son yıllarına kadar uzanan, ABD devletinin küresel hesaplarını yapan geleneğin izinden yürüyorlar. 1943-45 yılları arasında, Roosevelt yönetimi, Rusların kayıpları ve Britanya’nın borçları artarken, Almanya ve Japonya üzerinde kazanılan zaferin ortaya çıkaracağı Amerikan güç sisteminin şekli üzerinde çalışıyordu. Washington, başından beri, birbirini tamamlayan iki ayrı stratejik amaç güdüyordu. Birincisi, ABD, dünyayı kapitalizm için güvenli bir yer haline getirecekti. Bu, önceliğin, SSCB’nin ablukaya alınmasına ve, Doğu Avrupa’da olduğu gibi, savaş ganimetleri üzerinde doğrudan kavgaya girmeksizin, devrimin sınırları ötesinde genişlemesinin önlenmesine verilmesi anlamına geliyordu. İkincisi, Washington dünya kapitalizmi içinde Amerika’nın hâkimiyetini rakipsiz kılmaya kararlıydı. Bu, ilk planda, Britanya’yı ekonomik olarak bağımlı hale getirmek, Almanya ve Japonya’da savaş sonrası bir askeri denetim mekanizması kurmak anlamına geliyordu…
Washington, başından beri iki ayrı stratejik amaç güdüyordu. Dünyayı kapitalizm için güvenli bir yer haline getirecekti ve dünya kapitalizmi içinde Amerika’nın hâkimiyetini rakipsiz kılmaya kararlıydı.
Soğuk Savaş yılları boyunca, ABD politikasının bu iki temel hedefi arasında çok az gerilim vardı ya da hiç gerilim yoktu. Asya’da Çin Devrimi’yle birlikte artan, her yerde kapitalist sınıfların karşısına dikilen komünizm tehlikesi, fiilen hepsinin Washington tarafından korunmaktan, yardım edilmekten ve gözlenmekten mutlu olacağı anlamına geliyordu. Kültürel olarak Britanya’ya pek yakın olmayan ve askeri bakımdan Almanya ve Japonya’ya göre daha bağımsız olan Fransa, De Gaulle döneminde, ancak kısa süreli bir istisna oluşturmuştu.
Bu parantez dışında, bütün ileri kapitalist dünya, çok fazla gerilim yaşanmadan, sınır taşlarını Bretton Woods, Marshall ve Dodge Planları, NATO ve ABD-Japonya Güvenlik Antlaşması’nın oluşturduğu gayrıresmi bir Amerikan emperyal yönetimine girdi. Bu zaman zarfında, Japon ve Alman kapitalizmi ABD’ye ekonomik alanda giderek daha ciddi rakip olacak kadar gelişirken, Bretton Woods sistemi 70’li yılların başında Vietnam Savaşı’nın baskısına dayanamayıp çöktü. Ama Özgür Dünya’nın ideolojik birliği bundan pek etkilenmedi. Her zaman daha zayıf, daha küçük ve daha yoksul olan Sovyet Bloku, yirmi yıl daha azalan büyüme ve tırmanan silah yarışına dayanabildi, ama sonunda 90’ların başında yıkıldı.
SSCB’nin yok oluşu, Soğuk Savaş’ta ABD’nin tam bir zafer kazanması anlamına geliyordu. Ama, aynı şekilde, Amerikan küresel stratejisinin temel hedeflerini bir arada tutan düğüm de gevşemeye başlamıştı. Aynı mantık artık iki hedefi tek bir hegemonya sistemi içinde birleştiremiyordu. Çünkü komünist tehlike masadan kalkınca, Amerika’nın önceliği bir bütün olarak yerleşik düzenin güvenliğinin otomatik gerekleri olmaktan çıktı. Potansiyel olarak, sistem içindeki, artık sadece firmalar arasında değil, devletler arasında cereyan eden kapitalist rekabet bir kere daha ayyuka çıkmış ve bu arada –teoride– Avrupalı ve Doğu Asyalı rejimler, totaliter felaket zamanında akıllarından geçirmedikleri bağımsızlık oranları üzerinde düşünmeye başlamıştı. Ama bu değişimin başka bir özelliği daha vardı: Amerikan tahakkümünün rızaya dayalı yapısı artık eski dışsal payandalardan yoksun kalır kalmaz, ezici üstünlüğü birdenbire kaba bir biçimde ve tüm çıplaklığıyla kendini gösterdi. SSCB haritadan silindiğinden, artık dünyada ABD askeri kudretinin karşısına dikilebilecek bir denge unsuru yoktu. Vietnam’da yenildiği ya da Güney Afrika’da dostlarının yenilgisiyle acı çektiği günler geride kalmıştı. Birbiriyle bağlantılı bu değişimler, önünde sonunda ABD’nin dünyadaki rolünü değiştirecekti. Gücün kimyasal formülü çözülmüştü.
BM: Amerika’nın duyuru organı
Amerikan hegemonyasının işleyiş sürecinde güçle rıza arasındaki dengenin yapısal kayması, pratikte, bir on yıl kadar gizli kaldı. 90’ların belirleyici çatışması onu tamamen maskelemişti. Irak’ın Kuveyt’i işgali, bölge rejimlerinin istikrarı bir yana, önde gelen bütün kapitalist devletlerin muhtaç olduğu petrol fiyatlarını tehdit ettiğinden, G-7 ülkeleriyle Arap müttefikleri Sabah hanedanlığını yeniden tahta geçirmek üzere çabucak ABD’nin etrafında toplandı. Çöl Fırtınası’nın yabancı destek güçlerinin genişliğinden daha önemli olan, ABD’nin yürüttüğü savaşta Birleşmiş Milletler desteğini tam olarak arkasına almayı başarmış olmasıydı. SSCB’nin devredışı kalmasıyla, Güvenlik Konseyi bundan sonra tek süper gücün kalkıştığı işler için taşınabilir bir ideolojik ekran olarak giderek daha fazla kullanılabilirdi. Görünüşe bakılırsa, sanki Amerikan diplomasisinin rızaya dayalı ufku eskisine göre daha da genişlemişti.
Ne var ki, böylesine genişleyen rıza, özel türden bir rızaydı. Rusya ve Çin’in elitleri, kuşkusuz taklit edilecek normlar olarak maddi ve kültürel Amerikan başarısının albenisine kapılmaya hazırdı. Bu bağlamda, Gramsci’nin her tür uluslararası hegemonyanın temel bir özelliği olarak düşüneceği, en büyük devletin seçilmiş değer ve vasıflarının bağımlı güçler tarafından içselleştirilmesi ivme kazanmaya başladı. Ama bu rejimlerin nesnel karakteri, Güvenlik Konseyi’nde her yaptığına müsamaha gösterilmesini sağlayacak güvenilir bir garanti oluşturma yönündeki öznel beklentiler açısından, ABD kalıplarının çok uzağındaydı. Bunun için, Gramsci’nin bir zamanlar tespit ettiği üçüncü bir kaldıraç –güçle rıza arasında, ama rızaya daha yakın duran bir araç– gerekiyordu: Rüşvet.
1990’larla beraber, Gramsci’nin her türlü uluslararası hegemonyanın temel özelliği olarak düşüneceği, en büyük devletin değer ve vasıflarının bağımlı güçler tarafından içselleştirilmesi ivme kazanmaya başladı.
BM, otomatik olarak ABD’nin duyurularını yaptığı bir organ olarak çalıştığı, Kore Savaşı’nın patladığı fırtına öncesi sessizlik günlerindekine benzer bir şeye dönüşmüştür. Zaman zaman ABD sultasına karşı çıkan, küçük de olsa rahatsızlık yaratan bir genel sekreterin ayağı kaydırılarak yerine, ABD’nin Balkanlara mücadele için bastırdığı bir sırada Ruanda’daki soykırımı örtbas ettiği için ödüllendirilen Beyaz Saray’ın bir adamı –Kofi Annan– yerleştirildi. 90’ların sonunda BM fiili olarak, nasıl IMF Hazine Bakanlığı’nın bir kolu haline gelmişse, Dışişleri Bakanlığı’nın bir kolu haline gelmişti.
Bu koşullarda, Amerikan politika plancıları, eşine rastlanmadık bir biçimde ellerinin serbest olduğu bir Soğuk Savaş sonrası dünyası buldular; ilk öncelikleri, Rusya’nın, ekonomik ve politik olarak özelleştirilmiş bir ekonominin kurulması ve demokratik seçim sisteminin kilit mevkilerine iş dünyasının önde gelen simalarının yerleştirilmesiyle, küresel sermaye düzenine kilitlendiğinden emin olmaktı. Clinton yönetimi, bütün diplomatik ağırlığını bu noktaya vermişti, ikinci öncelik konusu, Sovyet nüfuzuna açık iki sınır bölgesini –Doğu Avrupa ve Ortadoğu– güven altına almaktı. Birincisinde, AB’nin Doğuya yayılmasından çok önce, Washington NATO’yu Rusya’nın geleneksel sınırlarına kadar yaydı ve Yugoslavya devletini tasfiyeye girişti. İkincisinde, Kuveyt için girilen savaş, Suudi Arabistan ve Körfez’de ileri askeri üsler kurmasına, Kürdistan’da bir himaye yönetimi oluşturmasına ve Filistin ulusal hareketini İsrail’in dayattığı bir ara bölgeye sıkıştırmasına imkân sağlayan bir fırsat kapısı oldu. Bütün bunlar, bir dereceye kadar, Soğuk Savaş zaferinin ortaya çıkardığı dertlerin getirdiği acil görevlerdi.
Ulusal egemenlik ve insan hakları
Körfez ve Balkan Savaşları, (Reagan-Thatcher döneminden beri neoliberalizmin bindiği gemi) serbest piyasayı (Ortadoğu Avrupa’nın liberalleşmesinin simgesi) serbest seçimlere ve (Kürdistan ve Balkanlarda savaş sloganı) insan haklarına bağlayarak, çok daha kapsayıcı bir doktrinin billurlaşmasına yardımcı oldu. Bunların ilk ikisi, değişen tonlarda, her zaman Soğuk Savaş repertuarının bir parçasıydı, ama şimdi bunlar çok daha güvenle ortaya sürülüyordu. Ama dönemin başlıca yeniliği ve stratejik hattı en çok değiştiren üçüncüydü. Çünkü o, ulusal egemenlik kapısını açacak maymuncuktu.
İçişlerinde ulusların özerkliğini savunan geleneksel ilkeler, hiç kuşkusuz, Soğuk Savaş döneminde iki tarafça da düzenli olarak çiğnenmişti. Ancak, diplomatik gelenekte –ve özellikle BM Sözleşmesi’nde– altı çizildiği gibi, bu ilkeler, Üçüncü Dünya’da genellikle küçük ve hemen her zaman zayıf birçok devletin doğumuna yol açan sömürge yönetimlerinin tasfiye dönemindeki güçler dengesinden çıkmıştı. Yasal açıdan, ulusal egemenlik doktrini, rekabetleri yüzünden karşı tarafa çok fazla ahlâki avantaj sağlayacağı korkusuyla bu ilkeyi açıkça bir kenara atamayan, iki süper gücün tehditleri karşısında belli bir koruma sağlayabilmiş halklar arasında eşitliği varsayar. Ama Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte ve sermaye cephesinin karşısında herhangi bir karşı güç kalmayınca, uluslararası güçlerin başka türlü bir ilişkisini ifade eden, artık işlevsiz hale gelmiş çerçevelere çok fazla dikkat etmeye gerek kalmıyordu.
Postmodern koşullarda, sermayenin hegemonyası hiçbir türden kitlesel seferberlik gerektirmez. Politik hareketsizlik ve kamusal hayata dair beklentilerin son bulmasıdır gereken.
İlk kez Baba Bush tarafından muzaffer bir edayla, ama hâlâ geleneksel terimlerle ilan edilen Yeni Dünya Düzeni, Clinton döneminde, uluslararası evrensel adalet ve insan hakları camiasının meşru davası haline geldi; demokratik bir barışın koşulu olarak bunlar ne zaman tehlikeye girse, devlet sınırları tanınmaksızın, müdahale hakkı doğuyordu. Demokratların yönetimde olduğu dönemde, ortam olağanüstü uygun hale geldi. İçeride spekülatif bir patlama, dışarıda ise ülke içi ideolojik gündeme uygun bir dizi Avrupalı rejim vardı. Neoliberalizmin Üçüncü Yol versiyonu, “uluslararası toplum”un buyruklarına ve onun ortak evrensel insan hakları davasına çok uygundu. Elbette, pratikte, Amerika’nın öncelikleri nerede müttefik kaygılar ya da hedeflerle çatışsa, birinci ağır basıyordu. Çok katmanlı retoriğin altında yatan politik gerçekler bu yıllarda bir kere daha su yüzüne çıktı. ABD, 1992 yılında, Bosna’da, Avrupa’nın inisyatifini kabul etmektense, etnik temizliği ilerletme pahasına da olsa kendi çözümünü dayatmayı tercih ederek, Lizbon antlaşmalarını çöpe yolladı; Rambouillet’ye Kosova’da kapsamlı bir savaş tezgahlaması için ültimatom verdi; NATO’yu Beyaz Rusya ve Ukrayna sınırlarına soktu ve Çeçenistan’ın Ruslar tarafından yeniden fethedilmesini kutsadı –Clinton bir katliamın ardından gelen “Grozni’nin özgürlüğüne kavuşmasını” alkışlarla karşılamıştı, halbuki Grozni yanında Saraybosna bir piknik yeri gibi kalıyordu.
Şu ya da bu biçimde, arka bahçesindeki bütün bu hamleler AB’nin boyunu aşmış ya da AB duyarlılıklarını köreltmişti. Ama hiçbir olayda bu duyarlılıklar kaba bir biçimde ya da göz göre göre hakir görülmedi. Aslında, ikinci Clinton dönemi sırasında, Avrupa’nın resmi sözcüleri serbest seçimlerle serbest piyasanın birbiriyle bağlantılı olduğunu ve insan hakları adına ulusal egemenliğin sınırlanması gereğini ilan etmekte Washington’dan bile daha cömert ve hevesliydiler. Politikacılar ve entelektüeller, bu karışımdan canlarının istediğini seçip alabilirlerdi. Chicago’daki bir konuşmasında, Blair yeni bir askeri hümanizm konusunda Clinton’ı geride bırakmıştı; bu arada Almanya’da Habermas gibi bir düşünür, Yugoslavya’nın bombalanmasında Kıta Avrupa’sının hedeflerini Anglo-Amerikan güçlerin salt araçsal hedeflerinden ayrı bir yere koyarak, insan hakları idealine tarafsız bir bağlılığı bizatihi Avrupalı kimliğinin bir tanımı haline getiriyordu.
90’ların sonuna doğru, Washington’daki stratejik plancıların ortaya çıkan bilançodan memnun olmamak için hiçbir nedenleri yoktu. Rusya yere serilmiş, Avrupa ve Japonya kontrol altına alınmış, Çin giderek daha fazla ikili ticari anlaşmaların içine çekilmiş, BM istenildiği zaman izin alınan bir makama indirgenmişti; ve bütün bunlar her dile geldiğinde uluslararası anlayış, demokratik iyi niyetten dem vuran ideolojilerin en yumuşağına uydurularak başarılmıştı. Yeryüzünde barış, adalet ve özgürlük kol geziyordu.
11 Eylül’ün getirdiği imkân
İki gelişme, hedefe giden yolların köklü bir değişimine neden oldu. İlki, kuşkusuz, 11 Eylül şokuydu. Amerika’nın gücü karşısında hiçbir anlamda bir tehdit oluşturmayan failler, dışarıdan bir saldırıyı akıllarından ucundan geçirmeyen bir halkı dehşet ve öfke içinde bırakacağını hesapladıkları bir gösteriyle, sembolik binaları ve masum insanları hedef aldı ve kendi aralarında bir mevsimde öldürdüklerinden daha çok insanı bir hamlede öldürdü. Hangi parti işbaşında olursa olsun, bu katliamı kat kat aşan çarpıcı bir karşılık otomatik olarak ilk görev olacaktı. Ama mevcut durumda, küçük ve tartışmalı bir çoğunlukla iktidara gelen yeni yönetim, haleflerinin diplomatik maskesini ve göstermelik gerekçelerini –Roma, Kyoto vb. – tamamen bir kenara bırakarak, dışarıda daha saldırgan bir ulusal tavır sergileme niyetini açıkça belli etti. 11 Eylül, yeni yönetime, Amerikan küresel stratejisinin koşullarını aksi halde mümkün olmayacak bir kararlılıkla yeniden biçimlendirmesi için bulunmaz bir fırsat sunmuştu. Aynı zamanda iç kamuoyu da Soğuk Savaş’la kıyaslanabilecek bir mücadele için hazır hale getirildi.
ABD’deki Cumhuriyetçi ve Demokrat yönetimler arasındaki fark, Avrupa’da Merkez Sağ ve Merkez Sol’a göre daha büyük. Bunu akılda tutmak gerekiyor her zaman.
11 Eylül’le önemli bir ayak bağı ortadan kalkmış oldu. Postmodern koşullarda, sermayenin hegemonyası hiçbir türden kitlesel seferberlik gerektirmez. Bunun tam tersi doğrudur; politik hareketsizlik ve kamusal hayata dair her türlü beklentinin son bulmasıdır gereken. Son Britanya seçimlerinden sonra Britanya Maliye Bakanı’nın dediği gibi, oy kullanmama, doymuş seçmene delalettir. Bu sav hiçbir yerde, başkanların düzenli olarak yetişkin nüfusun dörtte biri tarafından seçildiği ABD’de olduğundan daha yaygın kabul görmemiştir. Ama –işte asıl fark buradadır– Amerikan önceliklerinin hayata geçirilmesi, ülke içi statükoya rıza göstermenin ötesinde, halkın galeyana getirilmesini gerektirir. Halkın galeyana gelmesi de çok nadir olan bir şeydir, sürekli sağlanamaz. Körfez Savaşı, Kongre’de çok küçük bir çoğunlukla kabul edildi. Bosna’ya müdahale, seçmen kitlesinin ilgisizliğinden gelen korkuyla uzun süre ertelendi. Hatta Haiti’ye asker çıkarılması bile çok kısa kesilmek zorundaydı. Burada Beyaz Saray ve Pentagon üzerinde son derece sıkı sınırlamalar her zaman olmuştur; halkın kayıplardan duyduğu korku, dış dünya hakkındaki yaygın cehalet, ülke dışındaki çatışmalara geleneksel ilgisizlik… Aslında, Amerikan imparatorluğunun hükmünü sürdürmek için ihtiyaç duyduğu askeri-politik operasyonların çapıyla Amerikalı seçmenlerin ilgisi ya da bağlılığının boyutları arasında sürekli bir yapısal uçurum vardır.
Özetlersek, türlü tehlikeler neredeyse kaçınılmazdır. Bu anlamda, Pearl Harbour’a çok benzer bir biçimde, 11 Eylül’ün failleri, zaten Amerika’nın ülke dışında savaş nedenini değiştirmek isteyen bir başkana, aksi halde kolaylıkla ipinin çekilmesine neden olabilecek hızlı ve hırslı bir dönüş yapma imkânı sundu.
Daha az önemli olmayan ikinci gelişme, 90’ların ortalarında ortaya çıktı. Avrupa’daki Amerikan hâkimiyetinin bir gösterisi olarak Balkan Savaşı ve sonrasında Miloseviç’in alaşağı edilmesi, sanal ama sonucu etkileyici bir tür ödül de getirmişti. Burada ilk kez, uzmanların bir süreden beri eli kulağındaki “askeri devrim” olarak tahmin yürüttükleri, ideale yakın koşullar test edilebildi. RMA, silahlara ve iletişim sistemlerine elektroniğin kapsamlı bir biçimde uygulanmasıyla, savaşın doğasında temelli bir değişim anlamına geliyordu. Yugoslavya’ya karşı NATO harekatı, bu yeniliklerin kapısını açtığı tek yanlı tahribat imkânı açısından, birçok teknik kusuru ve hedef şaşırmayla birlikte, hâlâ ilk deneylerdi.
Ama sonuçlar yeterince çarpıcıydı ve Amerikan ateşli silahlarının hedefi kesin buluşu ve etkisinde devasa bir sıçrama olacağına dair ipuçları veriyordu. El Kaide’ye karşılık verme planlarının hazırlık aşamasında olduğu dönemde, RMA çok gelişmişti. Uyduların, akıllı füzelerin, radara yakalanmayan bombardıman uçaklarının, pilotsuz uçakların ve özel güçlerin tümden seferber edildiği Afganistan harekâtı, Amerikan silah gücüyle geriye kalan dünyanın bütün devletlerinin silah gücü arasındaki teknolojik uçurumun ne kadar derin olduğunu ve yeryüzünün herhangi bir köşesine yapılacak askeri bir müdahalede insani kayıpların, elbette Amerika açısından, ne kadar düşük olabileceğini göstermişti.
Koşullardaki bu iki değişime –içeride 11 Eylül sonrasında popüler milliyetçilik dalgasının yükselmesi ve dışarıda RMA’nın sağladığı yeni boyut– bir ideolojik kayma eşlik etmektedir. Bu, ABD’nin mevcut küresel stratejisindeki temel süreksizlik unsurudur. Clinton yönetimi uluslararası adaleti sağlama ve demokratik bir barış tesis etme davalarından söz ederken, Bush yönetimi terörizme karşı savaş bayrağını açmıştır. Sonuçta, muazzam bir karşıtlık boy göstermiştir. Cheney ve Rumsfeld’in yönettiği terörizme karşı savaş, Clinton-AIbright yıllarındaki vaazlarına göre, cazırtılı da olsa, çok daha haşin bir savaş narasıydı. Bu iki yaklaşımın doğrudan politik meyvesi de farklıydı. Washington kaynaklı yeni ve keskin çizgi, insan hakları söyleminin eskiden olduğu gibi şimdi de özellikle ödüllendirildiği Avrupa’yı daha da zor duruma düşürdü. Burada hegemonik söylem olarak birinci çizgi açıkça daha üstündü.
Yeni bir Irak’a doğru
Bush’un daha seçim kampanyası sırasında verdiği sinyallere bakarak, uzun bir süreden beri devam etmekte olan Anglo-Amerikan bombardımanının zaten yoğunluk kazandığı 11 Eylül’den çok önce Baas rejimine karşı sert bir politika bekleniyordu. Başlangıçta öngörülen Saddam’ın devrilmesine ilişkin gizli operasyonlara hız verilmesinden şimdiki doğrudan doğruya işgal önerilerine giden yolda üç unsur belirleyici rol oynadı. Birincisi, terörizme karşı savaşta daha bitirici ve gösterişli bir sonuca duyulan ihtiyaçtır. Kendi başına oldukça tatmin edici olan Afganistan zaferi büyük oranda görünmeyen bir düşmana karşı kazanılmıştı ve El Kaide’nin gizli ajanları tarafından yapılacak yeni saldırı uyarılarının sürmesi yüzünden psikolojik olarak etkisini bir derece kadar yitirmişti. Kamuoyunu yüksek düzeyde alarmda tutma işlevi görmekle birlikte, bu tema hiçbir rahatlatıcı çözüm getirmedi.
Irak’ın işgaliyse daha büyük ve çok bildik türden bir oyun, zaferle sonuçlanması çok başlı bir yılana benzeyen düşmanın gerçek anlamda etkisiz hale getirildiği duygusu verebilecek oyun imkânı sunuyor. Yeni bir güvensizlik duygusuyla şaşkın Amerikan kamuoyu açısından, Kandahar ve Bağdat arasında yapılan şer güçler sınıflandırılmasındaki ayrımların pek önemi yoktu. Ancak bu genel havanın ötesinde, Irak’a saldırma dürtüsü çok daha stratejik bir niteliği olan rasyonel bir hesaba denk düşüyor. Açık ki, hiçbir ilke temelinde savunulması imkânsız geleneksel nükleer oligopolün, atom silahları yapmak ucuzlayıp kolaylaştıkça pratikte her geçen gün daha çok tehdit altına girmesi kaçınılmazdır. Kulüp daha şimdiden Pakistan ve Hindistan tarafından delinmiştir. Katmerleşen bu tehlikeyle baş etmek için, ABD olası adaylara karşı, canı istediğinde, önleyici darbeler vurabilmeye ihtiyaç duyuyor…
Bağdat üzerine yürümenin üçüncü nedeni, ideolojik ya da askeri değil, doğrudan doğruya politiktir. Burada risk oldukça fazladır. Soldaki herkes gibi Cumhuriyetçi yönetim de 11 Eylül’ün sadece şer güçlerin nedensiz bir eylemi olmadığını, ABD’nin Ortadoğu’da yaygın bir nefret uyandıran rolüne bir tepki olduğunu pekâlâ biliyor. Avrupa, Rusya, Çin, Japonya ya da Latin Amerika’nın aksine, burası öyle bir bölgedir ki, Amerika’nın kültürel ve ekonomik hegemonyasına etkili geçiş noktaları sunabilecek kadar güvenilir bir üs niteliğinde hiçbir ülke yoktur. Dost Arap devletleri emre amadedir, ama onlar da halk desteğinden tamamen yoksundur; hanedanlar arası ilişkilere ve gizli polise dayanan bu devletler tipik olarak ABD’ye fiilen köleliklerini medyadaki Amerika’ya karşı, kapıları kapamanın ötesinde, büyük düşmanlıkla ikame ederler. Aslında, iyi bir örnek olarak, Washington’ın bölgedeki en eski bağımlısı ve en değerli müşterisi Suudi Arabistan, dünyada Kuzey Kore’nin peşinden ABD’nin kültürel etkisine karşı en kalın duvarları örmüş ülkedir…
Elbette, Irak’ın yeniden kurulması masraflı ve tehlikeli bir iş haline gelebilir. Amerika’nın kaynakları bol ve Washington, ABD kuşatması altında geçen on ölüm ve umutsuzluk yılı ardından bir Nikaragua etkisi bekleyebilir; yaptırımların sona ermesi ve ABD işgali altında petrol ihracatının tam kontrol altına alınması Irak halkının çoğunluğunun hayat koşullarını o kadar iyileştirecektir ki, halihazırda ülkenin Kürt bölgesinde olan türden istikrarlı bir Amerikan himayesi kurulması için potansiyel yaratılacaktır. Zaman içinde, bir parlamenter rejim modelinin yaşam tarzlarını modernleştirmek ihtiyacı duyan Arap elitleri ikna edebileceği ve Arap kitlelerine Amerika’yı görünmez kılabileceği hesaplanmaktadır. Müslüman dünyanın geneline bakarsak, Washington daha şimdiden Kalıcı Barış’ın Mezopotamya’da da tekrarı konusunda İranlı mollaların (muhafazakâr ve reformcu, farketmiyor) olurunu cebine koymuş görünüyor. Bu koşullarda, stratejik hesaplara göre, orijinal olarak FKÖ’yü Körfez Savaşı ardından Oslo’da hizaya getiren türden bir saflaşma bir kere daha karşı konulamaz hale gelecek ve böylelikle Filistin sorununun Şaron’un kabul edebileceği koşullarda nihai bir çözüme kavuşması mümkün olacaktır.
Avrupa savaşa karşı mı?
Neden bir savaş ihtimali, Arap Birliği’nin formalite icabı tepkiler sergilediği Ortadoğu’da değil de, Avrupa’da böylesi bir rahatsızlık doğurmuştur? Bunun nedeni kısmen, Avrupa’da milyonlarca Müslümanın yaşıyor olmasında, Irak’ın işgalinin bu cemaatleri harekete geçirebilecek olmasında yatıyor; bu, muhtemelen, bir parça özgür ortam bulduğunda, Arap sokaklarında istenmeyen çalkantıları tetikleyecektir; işgalden sonra tepkiler, işgali engelleme konusundaki acizliğin aksine, çok daha kuvvetli olabilecektir. Uluslararası arenada askeri ya da politik aktörler olarak çok zayıf olan AB ülkeleri, eskiden beri ABD’ye oranla çok daha temkinlidir. Elbette, Britanya bir istisnadır; burada sadık uşak mantığı öteki uca savrulmaya neden olacak ve otomatik olarak şu ya da bu biçimde okyanusun karşı kıyısından gelecek hamlelere göre tavır alınacaktır.
Avrupa devletleri ABD’ye tabi olduklarını biliyor ve bu statülerini kabul ediyor olmalarına rağmen, kamuoyu önünde bunun açıkça sergilenmesinden hoşlanmazlar. Bush yönetiminin Kyoto Protokolü’nü ve Uluslararası Adalet Divanı’nı tanımaması da politik doğruluğun şekli unsurlarına gönülden bağlı olanları ayrıca kırmıştı. NATO Afganistan operasyonunda gıkını çıkarmamıştı ve Bağdat’a yönelik girişimleri de tamamen görmezden geliyordu. Bütün bunlar Avrupa duyarlılıklarını incitiyordu. Irak’a saldırı planının soğuk karşılanmasının bir başka nedeni, aydın kesimin bu harekâtın Balkan ve Afgan operasyonlarını örten hümaniteryan maskeyi düşürebileceği ve yeni militarizmin ardında yatan emperyal gerçekleri tüm çıplaklığıyla ortaya çıkarabileceği yönünde haklı kaygılarının oluşudur. Bu kesim insan hakları retoriğine büyük yatırım yapmıştır ve şimdi tezgahlanmakta olan fütursuz hamleler karşısında açık düşmenin rahatsızlığını duymaktadır.
Pratikte, böylesi kaygılar, “ne tür bir savaş olursa olsun, en azından BM’in kağıt üzerinde onayıyla olsun” yolundaki bir talepten çok fazla bir anlam taşımıyor. Cumhuriyetçi yönetim, mükemmel bir açıklıkla, Amerika’nın eğer çok taraflı davranabilirse her zaman bundan memnun olacağını, ama bu olmuyorsa, tek taraflı davranacağını ifade ediyordu. Bir Güvenlik Konseyi kararı, bir tür ültimatomun hemen ardından Irak’a bir Amerikan saldırısının Avrupa vicdanını rahatlatmaya yetmesini ve Pentagon’un savaşı sürdürmesini sağlayacak kadar muğlak bir çerçeve çizmişti. Bu güz Londra’daki muazzam savaş karşıtı gösterilere rağmen, Britanya kamuoyunun dörtte üçü, BM’in bir incir yaprağıyla örtmesi koşuluyla, Irak’a saldırıyı destekleyecekti. Bu olayda, kuvvetle muhtemeldir ki, Fransız çakalı da ölecektir. Almanya’da, Schroeder seçim yenilgisinden kurtulmak için savaşa karşı halk muhalefetine arka çıktı, ama ülkesi Güvenlik Konseyi üyesi olmadığından, bu jestlerin maliyeti yoktur. Sonuç olarak, Avrupa’nın bu harekâta onayına kesin gözüyle bakılabilir.
Avrupa ve Amerika’nın farkı Amerika’nın ayrıksılığı, ülkenin kapitalist gelişme açısından en uygun coğrafi ve sosyal koşullar sunan uygunluğunda yatar: Hiçbir ulus devlete nasip olmayacak biçimde, bir kıtayı kapsayan toprakları, iki okyanusun koruduğu kaynakları ve pazarları ve ayrıca yerel sakinleri, köleler ve dinsel inançlar dışında neredeyse hiçbir pre-kapitalist geçmişi olmayan ve yalnızca demokratik bir ideolojinin soyut ilkeleriyle birbirine bağlanan bir toplum oluşturan yerleşimci göçmen bir nüfus. İşte çarpıcı bir ekonomik büyüme, askeri güç ve kültürel karışımın bütün koşulları bu topraklarda karşılanacaktır. Politik bakımdan, sermaye her zaman başka ileri endüstri toplumlarında görülmedik boyutlarda emek üzerinde hâkimiyet kurmuş olduğundan, ortaya bu ülkelerin oldukça sağında bir ülke manzarası çıkmıştır.
Buna karşılık, Batı Avrupa’da Amerikan denkleminin neredeyse bütün terimleri tersine dönmüştür. Ulus devletler ya küçük ya da orta boydadır, kolaylıkla kuşatılabilir ya da işgal edilebilirlerdi; nüfus genellikle neolitik zamanlardan kalmadır; sosyal ve kültürel yapılar kapitalizm öncesi kaynakların izlerini taşır; güçler dengesi emeğin büyük kayıplara uğramasına izin vermez; din büyük oranda devre dışına itilmiştir. Sonuç olarak, Avrupa politik sisteminin çekim merkezi Amerika’nın solunda kalır; sağ hükümetlerin yönetiminde bile, sosyal korumacı ve refahçıdır. Dolayısıyla, Avrupa’yla ABD arasındaki ilişkilerde bol bol sürtüşme, hatta patlama malzemesi vardır.
Yeni Dünya Düzeni’ne tipik Avrupalı yaklaşımı, AB içinde aşamalı bütünleşme biçimindeki kendi iç deneyiminden kaynaklanır: Anlaşma temelli diplomasi, egemenliğin giderek daha çok bir havuzda toplanması, formel kurallara bağlılık, insan haklarına büyük ilgi… Kendi eyaletleri arasındaki tekerlek-dingil kavrayışına dayanan Amerikan stratejik pratikleri incelikten yoksundur ve daha iki yanlıdır.
Savaşa karşı çıkmak
Eğer olursa, savaşa karşı çıkmak gerektiğini söylemek zorunlu mudur? On yıldır, yüz binlerce insan hayatı pahasına, Irak’a uygulanan ambargoyu haklılaştıran yalanlar ve acımasız uygulamaları burada yeniden anlatmaya gerek yok. Baas rejiminin sahip olduğu kitle imha silahları İsrail’in elindekilerle kıyaslandığında çocuk oyuncağı kalır ve “uluslararası topluluk”un görmezden geldiği Irak’ın Kuveyt’i işgali, Batı Şeria’nın sicili yanında çok sönüktür; Irak’ın kendi yurttaşlarını öldürmesi, son günlerine kadar Washington ve Bonn tarafından desteklenmiş olan Endonezya’daki diktatörlük tarafından fersah fersah aşılmıştır. Birbiri ardına Amerikan yönetimlerinin ve çeşitli Avrupalı beslemelerinin düşmanlığını çeken, Saddam Hüseyin’in zulmü değil, onun Körfez’deki emperyal düzenlemelere ve Filistin’deki kolonyal istikrara karşı potansiyel bir tehdit olmasıdır. İstila ve işgal ülkenin Çöl Fırtınası günlerinden itibaren boğazlanmasının mantıki bir sonucudur. Batılı başkentlerde bir an önce sonuç mu alınmalı, yoksa havasızlıktan ölmesini mi beklemeli yolunda yürütülen tartışmalar zamanlama ve taktik farklılıklarına dayanır, insanlıkla ya da ilkeyle alâkalı değildir.
ABD’deki Cumhuriyetçi ve Demokrat yönetimler aynı değil; fark Avrupa’da Merkez Sağ ve Merkez Sol’a göre daha büyük. Aralarındaki bu farklılığı akılda tutmak gerekiyor her zaman. Ama bunlar nadiren azalan iyi ya da kötünün bir ahlâki süreklilik çizgisi boyunca dağılmıştır. Karşıtlıklar hemen her zaman oldukça karışıktır. Bugünkü durum da farklı değildir. Bush yönetimi Uluslararası Adalet Divanı’nın sessiz sinema oyununa son verdiği ve Kyoto Protokolü’nün incir yaprağını çekip aldığı için dövünmenin bir anlamı yoktur. Ama bu yönetimin Amerika’daki sivil özgürlükleri budaması karşısında direnmek için her türlü neden mevcuttur.
Önleyici savaş doktrini gelecekte hegemon gücün ya da müttefiklerinin iradesine karşı gelebilecek her devlet için bir tehlikedir. Ama bunun nükleer silahlanmanın sınırlandırılması yerine insan hakları adına yapılmış olması arasında fark yoktur. Balkan ördeğinin sosu neyse Mezopotamya kazının sosu da odur. Olduklarından farklı görünen protestocular onların ortak varsayımlarına göre hareket etmemek için canla başla uğraşanlardan daha az saygıyı hak ediyor. “Uluslararası topluluk”un küstahlığı ve onun dünya çapındaki müdahale hakkı bir tesadüfi olaylar dizisi ya da bağlantısız parçalar değildir. Bunlar bir sistem oluşturur ve bu sisteme karşı en az onun kadar tutarlı bir mücadele gerekir.
Express, sayı 23, Mart 2003
Çeviren: Abdullah Yılmaz