KÜRESEL MEDYA GEZİNTİSİ

Ragıp Duran
4 Ekim 2020
SATIRBAŞLARI

Covid-19 her şeyi değiştiriyor, olumsuz bir şekilde. Freedom House raporu vahim tabloyu verilerle ortaya koyuyor. Müslümanlara ve LGBTİ+ bireylere nefret saçanlar gemi azıya almış durumda. Neyse ki Radiohead, Ella Fitzgerald, Thelonious Monk dinleyenler var. Charlie Hebdo da elli yaşına bastı çaktırmadan. Buyurun haftalık küresel medya gezintisine…

Kâğıda basılı gazetecilik döneminde haberin ömrü 24 saatti. Çünkü o zamanlar, “yıldırım baskı” gibi olağanüstü durumlar hariç, gazete sabah piyasaya çıkar, ertesi sabaha kadar dolaşır ve sonra da ölürdü.

İnternet çağında, haberin ömrü giderek kısalıyor. Bazen bir haber 15 dakika sonra bile eskiyor. Çünkü arkadan habire sağanak gibi haber yağıyor. Yeni haber eskisini ortadan kaldırıyor. Son dönemlerde, haritaların bile 10-15 yılda değiştiğine tanık olduk.

Makale, söyleşi, röportaj ve her türlü derin inceleme-araştırma talep eden yazı türleri, hatta kimi zaman bir fotoğraf, bir karikatür, bir illüstrasyon ise çoğu zaman kalıcı olabiliyor. Arşive hiç girmiyor.

Eylülün son, ekimin ilk haftasında Batı dünyası dört konu ile meşguldü: Trump’un vergi sorunları, Biden-Trump TV tartışması, ABD başkanının covid’e yakalanması ve Azerbaycan-Ermenistan savaşı…

Pandemi hâlâ manşetlerde. Kolay kolay ineceğe de benzemiyor. Pandeminin kitlesel, hatta küresel düzeyde de olsa sadece bir sağlık sorunu olmadığı her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. Virüs işimizi gücümüzü, yaşam koşullarımızı, hatta günlük alışkanlıklarımızı bile çoktan değiştirdi.

Freedom House raporu 66 ülkede, hükümetlerin kendi çıkarına olan yalan haberleri yaydığını saptıyor. Düşünce, ifade ve basın özgürlüğüne getirilen kısıtlamalarla 91 ülkede yurttaşların haberlere erişimi engellendi. Sri Lanka’dan ilginç bir örnek var: Bir önceki başkanın kardeşi şimdi başkan oldu, abisini başbakan yaptı. Damadını da yapabilirdi.

The Guardian’ın 2 Ekim tarihli sayısında “Korona pandemisi sürerken demokrasiler geriliyor” başlığıyla yayınlanan haberde, küresel salgının 1 milyon kişinin ölümüne neden olduğu belirtiliyor. Pandemi ayrıca sağlık alanında eşitsizlikleri teşhir etti, ekonomilerin kırılganlığını gösterdi, elitlerin duyarsızlığını faş etti ve belki de en önemlisi, hükümetlerin beceriksizliğini kanıtladı.

Freedom House’un çarpıcı bulguları

ABD’de, Freedom House’un 30 Eylül’de yayınladığı raporda, incelemeye konu olan 192 devletten en az 80’inde, demokrasi ve insan haklarında kayda değer bir gerileme yaşandığı vurgulanıyor.

Pandemi yüzünden seçmenler birçok ülkede sandığına gidemedi, online oy kullanmak zorunda kaldı. Zaten adaylar da kısıtlamalar nedeniyle doğru dürüst miting, toplantı yapamamıştı. Demokratik olarak seçilmiş iktidarlar bile covid bahanesiyle temel hak ve özgürlükleri tırpanladı.

Pandemi sürecinde müşavere, katılım, ortak hareket gibi demokratik araçlara çok fazla ihtiyaç duyuldu, ama aynı dönemde bu araçlara kısıtlama getirildi.

Freedom House bu raporu, çeşitli ülkelerdeki 398 uzman ve kendi analistlerinin ortak çalışmasıyla kaleme aldı. Demokrasi ve insan haklarının zayıflama derecesi ülkeden ülkeye değişse de, durum genelde olumsuz. Mesela Türkiye’den bir uzman, demokrasinin zaten geri olduğu bir ülkede, yönetimin covid’i kullanarak eskiden beri planladığı baskıcı mekanizmaları kurduğunu söyledi. İsrail, Mısır, Kamboçya ve Zimbabwe’de de benzeri gelişmeler yaşandı. Sırbistan’dan bir uzman “Yargı, yürütmenin bir kolu gibi çalışmaya başladı” dedi. 

Siyah Hayatlar Önemlidir eylemi (Paris, 13 Haziran 2020)

Rapor 66 devlette, hükümetlerin kendi çıkarına olan yalan haberleri yaydığını saptıyor. Düşünce, ifade ve basın özgürlüğüne getirilen kısıtlamalarla 91 ülkede yurttaşların haberlere erişimi engellendi.

Sri Lanka’dan ilginç bir örnek var: Bir önceki başkanın kardeşi şimdi başkan oldu, abisini başbakan yaptı. Seçimlerde pandemi korkusunu yayarak oy topladı.

Rapora göre, pandeminin yarattığı bu olumsuz siyasi durum dünyayı daha en az beş yıl etkileyecek.Her şeye rağmen, pandemi döneminde iki ülkenin olumlu uygulamalar gerçekleştirdiği unutulmamış: Tunus azınlıklara ve göçmenlere yaptığı ek yardımlarla, Gürcistan da “sert ama şeffaf” önlemlerle dikkat çekti.

Kamuoyu anketleri ve gözlemlere göre, pandemi halkların demokrasi ve insan haklarına olan inancını, güvenini ve ihtiyacını azaltmadı, aksine artırdı. Ayrıca pandemi, “kim olduğumuzu, ne halde olduğumuzu bize ayna gibi gösterdi”. 

Müslüman nefreti

Pandemide en çok zarar gören kesimler, yoksullar, azınlıklar, göçmenler, yabancılar, kadınlar, çocuklar, LGBTİ+ bireyler, kısacası yerleşik düzendeki “ötekiler” oldu.

“Avrupa’yı zehirleyen bir sosyal pandemi var: Müslüman nefreti” başlıklı haberde, 28 Eylül tarihli The Guardian, ABD’de Siyah Hayatlar Önemlidir kampanyası sayesinde gündeme gelen ırkçılığa karşı mücadelenin Avrupa’daki yansımalarına bakmış. AB Komisyonunun kararı ile 27 üye ülkedeki politika ve etkinlikleri koordine etmek üzere Brüksel’in kendi tarihinde ilk kez bir “Irkçılıkla Mücadele Koordinatörü” tayin ettiğini yazıyor. Ne var ki, Avrupa’da halihazırda nispeten güçlü bir “Müslüman karşıtı bir kenetlenme” olduğunu hatırlatan İngiliz gazetesi, ırkçılığa karşı güçlü ve sağlam bir birliğin öncelikle ve mutlaka Müslüman nefretine karşı mücadele etmesi gerektiğini savunuyor.

İbn-i Rüşd

The Guardian yazmamış, ama bu aralar sosyal medyada dolaşan İbn-i Rüşd’ün –kendisi Sünni ilahiyatçıların gözünde bir “zındık”tır– bir sözünü araya sıkıştıralım: “Cehalet korku yaratır, korku nefreti körükler, nefret de şiddete yol açar. İşte denklem budur.”

Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un hafta içinde çok tartışılan, Fransa için önerdiği “İslâmi bölücülükle mücadele” ve eskiden beri savunduğu “Fransız usûlü İslâmiyet”, Müslümanlara yönelik nefreti frenleyecekmiş gibi görünmüyor. Hele Fransa gibi beş milyon Müslümanın yaşadığı bir ülkede… 

Böbrek taşı ve “eşitlik gibi aptallıklar”

Müslüman karşıtlığının resmi ideolojinin bir parçası olduğu Polonya’da Eğitim Bakanlığı’na yeni atanan bir avukat LGBTİ+ bireylere karşı savaşa hazırlanıyor. Libération’un 2 Ekim tarihli sayısında Polonya’da yeni eğitim bakanı ‘LGBT ideolojisini’ Nazizme benzetti” başlığı ile yayınlanan haberde Varşova yönetiminin LGBTİ+ bireyler konusundaki politikaları teşhir ediliyor. Başkentte bakanlığın binasının gri duvarlarına kırmızı boya ile Wiktor, Dominik, Zuzia, Michal’in isimleri yazılmıştı. 18 yaşından küçük bu çocuklar cinsel yönelimlerine yönelik baskı, aşağılama ve alaylar yüzünden son aylarda intihar etmişti.

30 Eylül tarihinde bakanlık görevinden ayrılan Piontkowski, konunun özüne hiç değinmeden duvara yazılanları “Bakanlık Taliban gibi barbarların saldırısına uğramıştır” dedi. Yeni bakan Czarnek sabıkalı bir şahsiyet. 43 yaşında bir avukat. Eğitimle tek ilgisi on yıl kadar önce yazdığı bir makale. Orada da çocukları ve öğrencileri cezalandırırken bazen fiziki şiddet uygulamanın gerekli olacağını savunuyor. İktidardaki Hak ve Adalet Partisi zaten Hıristiyan, “öz Polonyalı”, erkek olmayan ve yönetimi benimsemeyen herkesi neredeyse düşman olarak görüyor.

Bu aralar sosyal medyada dolaşan İbn-i Rüşd’ün –kendisi Sünni ilahiyatçıların gözünde bir “zındık”tır– bir sözünü araya sıkıştıralım: “Cehalet korku yaratır, korku nefreti körükler, nefret de şiddete yol açar. İşte denklem budur.”

Czarnek’in LGBTİ+ bireylere özel bir alerjisi var: “Hiç kuşku yok ki, LGBT ideolojisi Neo-Marksizmin devamıdır ve Nazi köklerden kaynaklanmaktadır.” Bakan beye göre LGBTİ+, ailenin varlığını tehdit eden ahlâksız bir hayat tarzı. “Aynı cinsten insanların evlenmesi böbrek taşı üretmekten başka bir işe yaramaz.” Czarnek, açık açık ilan etti haziran ayındaki bir konuşmasında: “Eşitlik ve insan hakları gibi aptallıkları dinleyecek halimiz yok. LGBT’ler normal insanlarla eşit değildir.”

Lublin Katolik Üniversitesi’nde anayasa hukuku dersleri veren Czarnek hakkında bu son açıklamaları nedeniyle soruşturma açılmıştı. Ne var ki bakan, üniversitelerden de sorumlu yetkili olduğu için bu soruşturmanın hemen kapatılması söz konusu.

Demokratların endişeleri yersiz değil. Bu anlayıştaki bir bakanın müfredata müdahale etmesinden kaygılanan muhalifler milliyetçi ve koyu Katolik vizyonun aşırılıklarına dikkat çekiyor. Akademisyenler yeni bakanın en kısa zamanda “Polonya kültürü ve gelenekleri ile uyumsuz” olduğu görüşünü savunduğu için “Toplumsal Cinsiyet” ve “Feminizm” çalışmalarını/kürsülerini ilga edeceğini söylüyor.

Polonya’da LGBTİ+ bireylere yönelik baskılar had safhada. 2016’da yayınlanan bir araştırmaya göre, ülkede genç LGBT bireylerin yüzde 69.4’ünde intihar fikri çok yaygın, oysa aynı yaştaki diğer çocuklarda bu oran yüzde 11.9. En son 28 Eylül günü Kozienice kentinde 12 yaşındaki bir kız çocuğu hayatına son verdi. Arkadaşları ve öğretmenleri kızın cinsel kimliği nedeniyle yoğun baskı altında olduğunu söyledi. Bakan ise “yok böyle bir şey” demekle yetindi.

Polonya devlet başkanı Andrzej Duda’nın LGBTİ+ aleyhine sözlerini protesto eylemi. (Lublin, 15 Haziran 2020) 

Soru sorma sanatı

Bugün ciddi gazeteler hâlâ kitap ekleri yayınlıyor, sayfalarında yeni çıkan kitapları tanıtıyorsa, umudu tamamen kesmemek gerek.

Gazetecilikte hatta günlük hayatta kimi zaman sorular cevaplardan daha ilginç olur. Hatta iyi cevap almak için yerinde, anlamlı, yani doğru soru, iyi bir söyleşinin anahtarı olsa gerek. New York Times’da “Bob Dylan, David Remnick’i ciddi kitaplara nasıl yöneltti?” başlıklı soru-cevapta sadece soruları çevireceğim. Dylan’ın kim olduğunu yazmaya gerek yok, Remnick ise New Yorker’ın editörü.

  • Bu aralar başucu masanızda hangi kitaplar var?
  • En son okuduğunuz en iyi kitap hangisi?
  • Son dönemde ilk kez okuduğunuz klasik bir eser var mı?
  • İyi bir kitap kötü yazılmış olabilir mi?
  • İdeal okuma ortamınızı anlatır mısınız? (Ne zaman, nerede, ne ve nasıl?)
  • Hiç kimsenin bilmediği/duymadığı, ama sizin favori kitabınız nedir?
  • Bugün hayran olduğunuz yazarlar (romancı, tiyatro eseri yazarı, eleştirmen, gazeteci, şair) kimler?
  • New Yorker’ın editörü olarak, işiniz gereği her gün çok farklı konularda bir sürü şey okuyorsunuz. Bu durum sadece zevk için kitap okumayı zorlaştırıyor mu? Meslek/görev için okuma ile kişisel zevk için okumayı birbirinden nasıl ayırıyorsunuz?
  • Herhangi bir kitabı günahkâr bir zevk olarak nitelediniz mi?
  • Ne tür kitaplardan uzak durursunuz?
  • İnsanlar sizin kitaplığınızda hangi kitabı görünce şaşırır?
  • Şimdiye kadar size hediye edilen en iyi kitap hangisiydi?
  • Çocukken nasıl bir okurdunuz? Çocukluğunuzda hangi kitaplar hangi yazarlar sizi çok etkiledi?
  • Zaman içinde okuma zevkleriniz nasıl değişti?
  • ABD’nin bugünkü siyasi ortamına uygun hangi kitabı tavsiye edersiniz?
  • Bir edebiyatçılar yemeği organize ediyorsunuz. Hayatta ya da ölmüşlerden sadece üç yazarı davet edebileceksiniz. Hangi yazarları çağırırsınız?
  • Bundan sonra ilk okumak istediğiniz kitap hangisi? 

İstanbul, Fitzgerald, Monk, Radiohead

Kitap okumakla doğrudan ilgisi yok ama, Libération’un 1 Ekim’de yayınladığı “Siyasi sürgünleri ağırlayan kent: İstanbul” başlıklı yazısı, nasıl desem, pek oturmamış, olmamış. Gazetenin “İstanbul muhabirimiz” diye sunduğu meslektaşın İstanbul’u Türkiye’nin başkenti sanması, dahası editörün bu hatayı düzeltmemiş olması bir yana, Avrupa’daki Türkiyeli siyasi mültecileri omuzlarıyla (!) güldüren bir yaklaşım var haberde.

Muhabir, “İstanbul’da iki milyon Arap yaşıyor. Arap Medya Derneği’nin 2300 üyesi var. İstanbul’dan onlarca Arap televizyonu ve radyosu yayın yapıyor” derken özellikle sayılar konusunda açık bir kaynak göstermediği için bu bilgiler kuşkulu.

Bu hafta nedense siyasi/toplumsal yazılar takıldı “Küresel Medya”nın ağlarına. Yoksa, Ella Fitzgerald’ın yeni keşfedilen “Ella: The Lost Berlin Tapes –1962” konser kaydı, keza Thelonious Monk’un Palo Alto konserinin kaydı hakkındaki değerlendirmeler ve belki de en ilginci “Çağımızın beyaz gruplarının en Siyahı Radiohead” yazıları meraklılara önerilir.

Bulgar asıllı mimar-estetisyen paketçi Christo’nun öyküsü ya da bu yıl elli yaşına basan Charlie Hebdonun Libération’la işbirliği de dosyanın son iki yazısıydı.

Son beş yazı haber değil, dolayısıyla kolay kolay ve hemen eskimez. Haber eskir, yazı kalır.

^