Bedreddin hakkında bir film yapma fikri ne zaman, nasıl oluştu?
Hakan Alak: Şeyh Bedreddin üzerine film yapma fikri aslında yeni bir şey değil. Bizden önce de buna çalışanlar oldu. Yazılmış birçok senaryo var, ama Bedreddin ile ilgili bir film çekilemedi. Hakikat yapımcıları arasında da yer alan Ali Şahin’in üzerine çalıştığı bir kısa filmdi ve ben daha sonra dahil oldum. Üç yıl önce, senaryoyu uzun metraja dönüştürme düşüncesi doğduğunda, kendimi filmin yönetmeni olarak buldum. O günden bugüne, Ali’nin fikri üzerine inşa edilmiş, ama onlarca kez yazılmış bir film oldu Hakikat.
Bedreddin, malûm, çok boyutlu bir tarihi kişilik. Sizin gözünüzde hangi yönü, niçin öne çıkıyor?
Bizim filmimiz Nâzım Hikmet’in Şeyh Bedreddin Destanı’ndan “Ahmet’in Hikâyesi”nin serbest bir uyarlaması. “Ahmet’in Hikâyesi” destanın sonunda yer alır. Nâzım’ın mahpus arkadaşı Ahmet’in çocukken, “Balkan Savaşı’ndan hemen önceydi” diye bahsettiği bir tarihte, Edirne’de bir gece Bedreddinîlerle tanışmasını anlatır. Filmimiz, o gece Ahmet’in öğrendikleriyle bakıyor Şeyh Bedreddin’e ve Karaburun isyanına.
Bedreddin Anadolu’nun en karmaşık dönemlerinden birinde, Osmanlı’nın Timur’un ordularına yenik düştüğü 1402’deki Ankara Savaşı’ndan 1420’lerin başına kadar süren “Fetret Devri”nde, dini ve siyasi bir figür olarak ortaya çıktı. Siyasi kimliğindeki en önemli etken, tebaa olmaktan başka hiçbir anlam yüklenmeyen köylüleri gözetmesidir. Biz Nâzım’ın Bedreddin’ini ve Börklüce Mustafası’nı “yorumladık”. Eşit ve adil bir dünya düşüncesinin bu topraklardaki simgesi Şeyh Bedreddin hikâyesi.
Filmimiz Nâzım Hikmet’in Şeyh Bedreddin Destanı’ndan “Ahmet’in Hikâyesi”nin serbest bir uyarlaması. Biz “o Ahmet kimdir?” sorusuyla yola çıktık ve Ahmet’in Bedreddinîlerle buluşmasını hayal ettik.
Bedreddin hakkında koca bir külliyat var. Filmin senaryosunu yazarken hangi eserler sizin için yol gösterici oldu?
Bu konuda yazılmış birçok şeyi okuduk. Romanlar, incelemeler, döneme ait tarihsel çalışmalar… Radi Fiş’in Ben de Halimce Bedreddinem ve Erol Toy’un Azap Ortakları adlı romanları, İsmet Zeki Eyuboğlu’nun Varidat’ı, Michel Balivet’inn Şeyh Bedreddin –Tasavvuf ve İsyan adlı çalışması, Börklüce Mustafa’nın Tasvirü’l Kulub’u, Şeyh Bedreddin’in torunu Halil’in kaleme aldığı Menakıbname bunlardan bazıları. Nedim Gürsel’in Şeyh Bedreddin Destanı Üzerine başlıklı çalışması da önem verdiğim bir eser. Karaburun’da, 2016’da düzenlenen Uluslarası Börklüce Mustafa Sempozyumu’na sunulan bildirilerden oluşan 650 sayfalık çalışma da hep yanıbaşımızda durdu. Ancak söylemeliyim ki, biz çok karmaşık bir tarihsel dönemden çok özel bir hikâye anlatmak için yola çıktık. Ve aslında özgün bir hikâye anlattık. Film sonrası söyleneni en başta söyleyelim, biz bir hikâye anlattık, belgesel çekmedik. Akıcı, seyirciyi içine çekecek bir hikâyeyi aradık.
Bu “özgün hikâye”nin ana hatları neler, nasıl bir temel fikir üzerinden ilerliyor?
Biraz önce bahsettiğim gibi, bu “Ahmet’in Hikâyesi”. Biz “o Ahmet kimdir?” sorusuyla yola çıktık ve Edirne’deki o geceyi, Ahmet’in Bedreddinîlerle buluşmasını hayal ettik. Karaburun’da üç savaş yapıldı. İki savaşta, Börklüce Mustafa’nın ordusu, Hakikat Savaşçıları Osmanlı ordusunu yendi. Üçüncü ve son büyük savaş yapıldı… Ahmet seyirciye işte bu son büyük savaşın hemen öncesinden anlatıyor hikâyeyi.
Nasıl bir açılış sahnesi çektiğimizi değil ama, neyi çektiğimizi söyleyecek olursam, çok bilindik bir cümleyi söylerim: “Halk ağır vergiler altında eziliyordu.”
Bedreddin rolü için müzisyen Suavi’yi seçmeniz nasıl oldu?
Suavi abi filme benden de önce dahil olmuştu. Yapımı üstlenen Ali Şahin ve Özer Çalık’ın en başta görüştükleri isimlerdendi. En başından beri bu filmin destekçisiydi Suavi abi. Ancak elbette oyuncu olmamasının dezavantajları vardı ve rolün üstesinden gelmesi için, filme bir oyuncu koçuyla hazırlandı. Suavi abi çok disiplinli birisi. Çok ciddiye aldı işini ve disipliniyle beklentimin üstünde performans gösterdi.
Diğer roller için seçimleri neleri göz önüne alarak yaptınız?
Bu filmin dünyasını anlayabilecek oyuncularla yürümek zorundaydık. Bu filmin arkasında büyük yapım şirketi yok. Geniş bir destek ağıyla yapım süreci kotarıldı. Pandemi ve karantinaların hepimizin hayatını belirlediği bu dönemde, böyle bir film, ancak ona daha fazla özveri göstererek tamamlanabilirdi. Biz de birçok zorluğu böyle aştık. Tüm oyuncularımız, ekibimiz bu filme bu sorumlulukla yaklaştı. Börklüce’yi canlandıran Bülent Parlak, Torlak Kemal’i canlandıran Saygın Soysal, kurmaca bir karakter olan Ali Ferid’i canlandıran Ali Barkın ve Orhan Alkaya, Ezgi Esma Kürklü, Eif Nur Kerkük, Kerem Fırtına, Sinan Tuzcu, hepsi çok özenliydi.
Bedreddin sadece Türkiye’de değil, Balkanlarda da hâlâ yaşayan bir isim. Halk sadece zaferlerini değil, yenilenlerini de bağrında taşır. 600 yılı aşkındır bu isimleri söylüyorsak, bu kahramanlar artık kendilerinden daha fazla mânâya bürünmüş demektir.
İzleyiciler nasıl bir açılış sahnesiyle karşılaşacak?
Filmimiz Şeyh Bedreddin Destanı’ndan birçok dizeye göndermeler içeriyor. Destandaki dönem tasvirlerinden biri de filmin açılışında yer alacak. Nasıl bir açılış sahnesi çektiğimizi değil ama, neyi çektiğimizi söyleyecek olursam, çok bilindik bir cümleyi söylerim: “Halk ağır vergiler altında eziliyordu.”
Bugünün dünyasında 600 yıl öncesinin bu halk kahramanı ne ifade ediyor, bize neler söylüyor?
Şeyh Bedreddin sadece Türkiye’de değil, Balkanlarda da hâlâ yaşayan bir isim. Börklüce Mustafa, Torlaklar… Halk sadece zaferlerini değil, yenilenlerini de bağrında taşır. 600 yılı aşkındır bu isimleri söylüyorsak, bu isimlere, düşüncelerine yeni yeni anlamlar yüklüyorsak, bu kahramanlar artık kendilerinden daha fazla mânâya bürünmüş demektir. Şeyh Bedreddin Destanı’nda “Ahmet” Nâzım’a şöyle der: “Bizim muhitimiz de Bedreddin’i, Börklüce Mustafa’yı, Torlak Kemal’i, onların bayrağı altında dövüşen Aydınlı ve Deliormanlı köylüleri yaratabildiği için, ben şuurlu Türk proleteri, milli bir gurur duyuyorum. Milli bir gurur duyuyorum, çünkü derebeylik tarihinde bile bu milletin emekçi kütleleri (yani nüfusunun 9/10’u) Sakızlı Rum gemiciyi ve Yahudi esnafını kardeş bilen bir hareket doğurabilmiştir. Çünkü unutmayın ki ‘başka milletleri ezen bir millet hür olamaz’…” Unutmayalım, “başka milletleri ezen bir millet hür olamaz”.
“AHMEDİN HİKÂYESİ”
Sözü, bakışı, soluğu çıkıp gelecek
Nâzım Hikmet’in Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı’nın sonunda yer alan “Ahmedin Hikâyesi”ni kısaltarak aktarıyoruz.
“(…) Bütün koğuş arkadaşları ‘yolculuğumu’ öğrendiler. Ahmet:
– Bunu yaz işte, diyor. Bir ‘Bedreddin Destanı’ isteriz. Hem sana ben de bir hikâye anlatayım, onu da kitabın sonuna koyarsın.
Ahmedin anlattığı hikâyeyi işte kitabımın sonuna koyuyorum.”
Balkan harbinden hemen önceydi. Dokuz yaşındaydım. Dedemle, Rumeli’nde bir köylüye misafir olduk. Koyu mavi gözlü ve bakır sakallıydı.
Köyün adını hatırlamıyorum. Yalnız yola kadar bizimle gelen jandarma bu köyün insanlarını dünyanın en inatçı, en vergi vermez, en dik kafalı köylüleri diye anlattıydı.
Jandarmaya göre bunlar ne Müslüman ne gâvurdu. Belki kızılbaştılar. Ama tam da kızılbaş değil.
Kulağımda çocukluğumdan kalma birçok konuşmalar vardır. Fakat, hiçbir konuşma mavi gözlü köylüyle dedemin o geceki konuşmaları gibi bütün hayatım boyunca etkili olmamıştır.
Dedemin yumuşak, çelebice bir sesi vardı. Ötekisi kalın ve inanmış bir sesle konuşuyordu. Onun kalın sesi diyordu ki:
– Hünkârın iradesi ve İranlı Molla Haydar’ın fetvasıyla Serez’de, çarşıda, yapraksız bir ağaç dalına asılan Bedreddin’in çırılçıplak ölüsü sallanıyordu. Geceydi. Çarşının köşesinden üç adam belirdi. Birisinin yedeğinde kır bir at vardı. Eğersiz bir kır at. Bedreddin’in asıldığı ağacın altına geldiler. Soldaki pabuçlarını çıkardı. Ağaca tırmandı. Bedreddin’in ince boynuna sarılmış olan ıslak, sabunlu ipin düğümünü kesmeye başladı. Bıçağın ucu birdenbire ipten kaydı ve ölünün boynuna saplandı. Kan çıkmadı. İpi kesmekte olan delikanlı sapsarı oldu. Sonra eğildi, yarayı öptü, doğruldu. Düğümü elleriyle açarak Bedreddin’in ölüsünü aşağıda bekleyenlerin kollarına teslim etti. Onlar çıplak ölüyü çıplak atın üstüne koydular. Ağaca çıkan aşağıya indi. Çıplak ölüyü taşıyan çıplak atı yedeğinde çekerek bizim köye geldi. Ölüyü yamacın tepesinde kara ağacın altına gömdü. Ama sonra hünkâr atlıları köyü bastı. Atlılar gidince, delikanlı ölüyü kara ağacın altından çıkardı. Bir daha köyü basarlar da cesedi bulurlar diye. Bir daha da dönmedi.
Dedem soruyor:
– Bunun böyle olduğuna emin misin?
– Elbette. Anamın babası anlattı. Ona da dedesi söylemiş. Onun dedesine de dedesi. Bu böyle gider…
Odada sekiz on köylü daha var. Ocağın kızıla boyadığı alaca aydınlık dairenin kıyılarında oturuyorlar. Bakır sakallının sesini duyuyorum:
– O gelecek yine. Çırılçıplak ağaca asılan çırılçıplak gelecek yine.
Dedem gülüyor.
– Bu itikadınız diyor, Hıristiyanların itikadına benziyor. Onlar da İsa peygamber tekrar dünyaya gelecektir, derler.
Dedemin bu sözlerine birden karşılık vermiyor. Kalın parmaklı elleriyle dizlerini tuta tuta doğruluyor. Şimdi bütün gövdesiyle dairenin içindedir. Kavga eder gibi konuşuyor:
– İsa ölüsü etiyle, kemiğiyle, sakalıyla dirilecekmiş. Bedreddin’in ölüsü kemiksiz, sakalsız, gözün bakışı, dilin sözü, göğsün soluğu gibi dirilecek. Bu yalandır. Biz ahrete, kıyamete inanmayız ki, dağılan bedenin bir araya toplanıp dirileceğine inanalım. Bedreddin yine gelecek diyorsak, sözü, bakışı, soluğu bizim aramızdan çıkıp gelecektir, diyoruz.
Dedem Bedreddin’in geleceğine inandı mı, inanmadı mı, bilmiyorum. Ben dokuz yaşında buna inandım, otuz yaşımda yine inanıyorum.
1+1 Express, sayı 177, Eylül-Kasım 2021