Bugün 24 Temmuz, basın ve ifade özgürlüğü istikrarla nakıs. Bu yıl da “Gazeteciler ve Basın Bayramı”nı idrak ediyoruz: Hükümlü gazeteciler, tutuklu gazeteciler, sansür ve oto-sansürle susturulan gazeteciler, işsiz gazeteciler… Şimdiye dek misli görülmemiş sayılar… Öbür tarafta iktidarın maşası, amigosu, malzemecisi, masörü, “post-truth” uzmanları, efendilerin kalemleri, ekran yüzleri. 2018 Basın Almanağı’nı hazırlayan DİSK Basın-İş’in başkanı Faruk Eren’den baskının ve direnişin, alçaklığın ve haysiyetin, basının yüzkaralarının ve yüzaklarının güncel tarihini dinliyoruz.
Basın-İş, gazetecilere yönelik baskının kaydını tuttuğu 2018 yılı Basın Almanağı’nı yayınladı. Bu almanağı yapma fikri nasıl ortaya çıktı?
Faruk Eren: Basın ve ifade özgürlüğüne yönelik saldırılara karşı düzenli raporlamalar yapıyorduk. Sendikamızın kıdemli üyesi Murat İnceoğlu “bu raporları almanak haline getirelim” dedi. Her güne bir olay bulmanın zor olacağını düşündüm önce. Murat diğer arkadaşlarımızla çalışmaya başladı ve ortaya çıkan sonuç karşısında dehşete düştük. Her gün gazetecilere karşı bir olay olmuş. Bu şok edici bir şey. Türkçe ve İngilizce yaptık almanağı. Paramız olmadığından bastıramadık. 2016’da, Fransa’nın en büyük sendika konfederasyonu CGT’den DİSK’i ziyaret etmek için temsilciler gelmişti. Ben de Basın-İş’in başkanı olarak onlara Türkiye’deki gazeteciliğin durumunu anlattım ve almanağı gösterdim. Çok etkilendiler ve “bunun yayınlanmasına yardımcı olabiliriz” dediler. Fransa’dan birkaç sendikanın desteğiyle, yani sınıf dayanışmasıyla 2016 ve 2017’nin almanaklarını yayınladık. 2018 almanağını bastırmak için kaynak bulamadık, internet üzerinden yayınladık. 2019 için çalışmalarımız sürüyor.
2018 Almanağı’nda basın mensuplarının her gün ayrı bir baskı ve şiddete hedef olduğunu görmek çok çarpıcı. Bu tablo basına yönelik baskının tırmanışını da gösteriyor.
Türkiye’nin birçok yerinde gazetelere yönelik baskılar var. Neredeyse her ilde gazetecilere açılan davalar var. Elimizden geldiğince gazetecilere açılan davaları takip ediyoruz… DİSK’in genel başkanı Arzu Çerkezoğlu’nun güzel bir lafı var: “Demokrasi olmadan emek mücadelesi olmaz, emek mücadelesi olmadan demokrasi olmaz” diyor. Sendika olarak normal bir sendika faaliyeti yürütemiyoruz. Vaktimizin çoğu basın ve ifade özgürlüğüne yapılan baskılarla mücadele etmekle geçiyor. Simon Kuper’in bir kitabı var, Futbol Asla Sadece Futbol Değildir diye, gazetecilik de “asla sadece gazetecilik” değil artık. Hakikate yönelik acayip bir baskı var. Gerçeklerin kamuoyu tarafından bilinmemesi isteniyor. Bunun için medyayı büyük ölçüde ele geçirdiler. Buna karşı gazeteciler çok onurlu bir mücadele yürütüyor. Yeni mecralar bulup seslerini kamuoyuna duyurmaya çalışıyorlar. Rabia Naz vakası mesela… Bir gazeteci Twitter’da yaptığı haberler ve yürüttüğü kampanyayla kamuoyunu harekete geçirdi. Metin Cihan bu işi yapmasaydı kamuoyunun Rabia Naz cinayetinden haberi olmayacaktı.
Yabancı meslektaşlarımız bizlerle röportaj yaptıklarında sürekli “korkmuyor musunuz” diye sorar. Mesele korkup korkmamak değil ki. Mazoşist değiliz, hapse girmek veya işsiz kalmak istemeyiz. Bu ülkenin geleceği için birçok şeyi göze alıyoruz. “Bedeli ne olursa olsun hakikati anlatacağım” diyen birçok gazeteci var.
George Orwell’in 1984 romanının kahramanlarından birinin görevi “tarihi değiştirmek”. Time dergisinin eski sayılarındaki makaleleri yok ediyor. Sadece bugünü değil, geçmişi de yok etmeye çalışıyorlar. Balyoz ve Ergenekon davaları sırasında yazılan yazıların birçoğunu bugün bulamazsın. Hürriyet’in eski ombudsmanı, RTÜK’ün yeni üyesi Faruk Bildirici geçenlerde Kabataş yalanının yazısının Star gazetesinin internet sitesinden çıkarıldığını yazdı. Bu çok vahim bir durum. Yabancı meslektaşlarımız bizlerle röportaj yaptıklarında sürekli “korkmuyor musunuz” diye sorar. Mesele korkup korkmamak değil ki. Mazoşist değiliz, hapse girmek veya işsiz kalmak istemeyiz. Bu ülkenin demokrasisi ve geleceği için birçok şeyi göze alıyoruz. “Bedeli ne olursa olsun hakikati anlatacağım, sözümü söyleyeceğim” diyen birçok gazeteci var.
Almanakta azımsanmayacak sayıda yerel gazetecinin saldırılara ve baskılara maruz kaldığını görüyoruz…
Birincisi, Kürt basınına yönelik dehşet bir baskı var. Haber ajansları, televizyonlar, gazeteleri kapatıldı. Çizgi film yayını yapan Zarok TV’yi bile kapattılar. Bazı matbaa işçileri Özgür Gündem’in basıldığı matbaada çalışıyorlar diye tutuklandılar. Anadolu’da her ilin kendi gazeteleri vardır. Bu gazeteler çok güç koşullarda gazetecilik yapmaya çalışıyorlar. Hem iktidarın hem de yerel iktidarın baskısı altındalar. Birtakım usûlsüzlükleri yazdıklarında doğrudan şiddete maruz kalıyorlar yerel güçler tarafından. Gazeteciler dövülüyor, failler yakalanıp bırakılıyorlar. Neredeyse madalya verecekler. Bandırma’da Güney Marmara’da Yaşam gazetesi yayın yönetmeni Cihan Hayırsevener ve Adana’da Azadiya Welat gazetesi çalışanı Kadri Bağdu öldürüldü. Yerel basında çalışan birçok meslektaşımız da tüm bu baskılara rağmen cesurca gazetecilik yapıyor. Biz de davalarla boğuştuğumuz için onlara ancak mesaj yayınlayarak destek olabiliyoruz.
Pek çok gazeteci “hükmün açıklanmasının geri bırakılması” gibi bir ceza alıyor. Bu cezalar ne anlama geliyor?
Hükmün açıklanmasını geri bırakıyorlar veya hükmü erteliyorlar. Benim davamda hükmün ertelenmesine karar verildi. Bir yıl üç ay hapis cezası aldım. Bu süre içinde benzer bir dava açılır ve ceza yersem tutuklanacağım. Ayrıca iki cezayı birden yatacağım. Birçok arkadaşımızın üstünde bu Demokles’in kılıcı gibi duruyor, yargılanan herkes başka bir dava açılmayacağının güvencesinin olmadığını biliyor. “Durayım da başıma bir şey gelmesin” gibi bir şey yok. Attığın tweet’ten, bir Facebook paylaşımından tekrar dava açabiliyorlar. Kural yok, standart yok, hukuk yok. TELE1 kanalında HDP Eş Genel başkanı Sezai Temelli’nin konuşması yayınlandı. “Kürdistan” dedi diye TELE1’e ceza verdiler. Daha sonra Binali Yıldırım Diyarbakır’da “Kürdistan” dedi. Şimdi TELE1 Binali Yıldırım’ın konuşmasını yayınlasın mı, yayınlamasın mı? Birisi yaparsa suç, başkası yaparsa suç değil. Özgür Gündem’e baskıların arttığı dönemde dayanışmak için bir gün yayın yönetmenliği yaptık. Sembolik bir hareket. Yayın yönetmenlerine ceza verdiler. Normal bir ülkede bu davaların açılmaması gerekir. Ne yazık ki normal bir ülke değiliz.
Almanakta gazetecilerin ev baskınları ile gözaltına alındığı birçok vaka görülüyor. Bu ev baskınlarını nasıl yorumluyorsunuz?
Türkiye’de gazetecilik tarihi bir tür şiddet tarihidir. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin internet sitesine girin, “öldürülen gazeteciler” diye bir bölüm vardır. Türkiye tarihinde yetmişin üzerinde gazeteci katledildi. Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Metin Göktepe, Hrant Dink, Musa Anter… Bu katliamdan en çok nasibini alan da Özgür Gündem oldu. Gazetenin binası bombalandı. Çok sayıda köşe yazarı, muhabiri, dağıtımcısı öldürüldü. Davalar ve tutuklamalarla baskı kurmaya çalışıyorlar, ama sadece bununla yetinmiyorlar. Erol Önderoğlu, Şebnem Korur Fincancı ve Ahmet Nesin, Özgür Gündem’le dayanışmak için nöbetçi yayın yönetmeni oldular ve tutuklandılar. Biz de onlarla dayanışmak için adliyedeydik. Erol’un evinde toplandık, ailesine destek olmak için. Bir oğlu var Erol’un, babası hapishaneye konduğu için ne olduğunu anlayamıyordu. Ahmet Şık’ın kızı geldi, “üzülme, haftada bir gidip görebiliyorsun, mektup yazıyorsun” demişti. Bir çocuk başka bir çocuğa cezaevi deneyimi aktarıyor… Birçok gazetecinin çocuğu babası, annesi hapisteyken büyüyor. Bu dehşet bir şey. Bir gazeteci arkadaşımın evini sabaha karşı kar maskeli polisler bastı. Gözaltına alıp yargıladılar, daha sonra beraat etti. O baskının dehşetini anlatıyor, sanki silahlı bir örgütün evini basıyormuş gibi… Daha vahimi, çocukları buna tanıklık ediyor. “Evde çoluk çocuk var mı” diye düşünmüyorlar. Sahada açık tehditler var. Ne yazık ki baskıyı yaşıyor gazeteciler. Bir kameramana silah dayandığını hepimiz hatırlıyoruz.
Kural yok, standart yok, hukuk yok. TELE1 kanalında HDP eşbaşkanı Sezai Temelli’nin konuşması yayınlandı. “Kürdistan” dedi diye TELE1’e ceza verdiler. Daha sonra Binali Yıldırım Diyarbakır’da “Kürdistan” dedi. Şimdi TELE1 Binali Yıldırım’ın konuşmasını yayınlasın mı, yayınlamasın mı?
2016 Basın Almanağı’nda Yürüyüş dergisinden Ebru Kızılırmak’ın sırtından vurulmasının kaydını tutuyorsunuz mesela…
Maalesef… Bizim üyemiz Refik Tekin, Cizre’de çekim yaparken ayağından vuruldu mesela. O kurşun vücudunun herhangi bir yerine gelse ölürdü. Refik yaralıyken bile görüntü çekmeye devam etti. Anadolu Ajansı, Refik’in vurulma haberini “sözde kameraman” diye verdi. Hürriyet, CNN gibi kurumlar AA’nın bu haberini alıp kullandı. Halbuki Refik, İMC TV’nin kameramanıydı. Kimse İMC TV’yi arayıp “ne oluyor” diye sormadı. Gazetecilere yönelik şiddet silahla vurmaya kadar geldi. Bu, gazetecilere ve topluma yönelik bir mesaj. Ama gazeteciler cesur çıktı.
Kadın gazeteciler şiddetin daha farklı boyutlarıyla karşı karşıya. Almanakta yer alan önemli kayıtlardan biri de kadın gazetecilere yönelik şiddet boyutu…
Türkiye’de erkek egemen toplumun egemenliğinden dolayı kadınlar kıyıma uğruyor. Gazetecilik de bundan azade değil. Çok sayıda kadın meslektaşımız var, ama yönetici düzeyinde kadın gazeteci çok az. Toplumda kadınlar ne yaşıyorsa, kadın gazeteciler de maalesef onu yaşıyorlar. Ofiste ve sahada tacize uğradıklarını biliyoruz. Haber yaparken polisin şiddeti ve tacizine maruz kalıyorlar. Seslerini çıkardıkları sürece öğreniyoruz bunu. Basın-İş’in müdahil olduğu böyle vakalar var. Onların izni olmadan bu örnekleri vermem doğru olmaz, ama böyle bir sorun var.
Basına yönelen baskı tarihinin içinde Cumhuriyet gazetesine açılan davaların önemli bir yeri var. Bir açıklamanızda “Gazetede bir kavga olduğu ortada, ancak bu yansıtılmak istendiği gibi, ‘Kemalist-liberal kavgası’ asla değildir. Vakıf yönetimi, iktidarın müdahalesiyle değişmiştir” dediniz. Ne söylemek istersiniz bu süreçle ilgili?
Cumhuriyet davası denen hikâye bir yalanla başladı. Eskiden gazetenin vakıf yönetiminde olan insanların iftiralarıyla başlayan bir süreç. Bir sabah Cumhuriyet gazetesi çalışanlarının evleri basıldı ve gözaltına alındılar. Arkadaşlarımız gözaltındayken savcı birtakım insanları ifadeye çağırdı. İfade verenlerden biri de Alev Coşkun’du. Savcıya hazırlık yaparak elinde gazete kupürleriyle gitmiş, “gazetenin logosunun yanında Fethullah Gülen’in fotoğrafı var” diyor. Esas garip olan, bu saçmalıkların tutuklamalarla sonuçlanması. Vakıf başkanı Akın Atalay o sırada Almanya’daydı. Tutuklanacağını bile bile Türkiye’ye geldi. Havaalanında gözaltına alıp tutukladılar. Tahliye isteğini “kaçma şüphesi var” diye reddettiler. Kaçma şüphesi olan biri buraya gelir mi? Arkadaşlarımız içerdeyken gazete devam etmeye çalışıyordu. Dokuz ay sonra çıkan iddianame akıllara zarar… ETS Tur’u aramışsın, onda bylock var” gibi “delillerle” iddianame çıktı. Komik buluyoruz bunları, ama ağır cezalar isteniyor.
Anadolu Ajansı, Refik Tekin’in vurulma haberini “sözde kameraman” diye verdi. Hürriyet, CNN gibi kurumlar AA’nın bu haberini alıp kullandı. Halbuki Refik İMC TV’nin kameramanıydı. Kimse İMC TV’yi arayıp sormadı.
İddianamede savcı tarafından bazı Cumhuriyet çalışanlarının ifadeye çağrıldığı ve arkadaşlarımızın aleyhinde ifade verdiklerini gördük. TGS İstanbul şube başkanı Ali Açar, şimdiki yayın yönetmeni Aykut Küçükkaya keza… Yasalara göre savcı çağırırsa gitmek zorundasın, ama ne dediğin önemli. Şükran Soner’i de çağırmışlar, ama hiçbir şey dememiş. Bunlarsa şehvetle konuşmuşlar. Cumhuriyet’le benim yolum kötü bir şekilde ayrıldı. Bazı kendini bilmez köşe yazarları buna “Kemalist-liberal” kavgası dedi. Bana liberal diyenin alnını karışlarım. Orhan Erinç’e “Kemalist değil” diyenin de alnını karışlarım. Esas kavga, iyilerle kötülerin kavgası. Ahmet Şık “organize kötülük” demişti ya mahkemede, işte o kötülüğün bir parçası da o insanlardı. Cumhuriyet davası basit bir hikâye değil. Musa Kart, Önder Çelik, Güray Öz, Mustafa Kemal Erdemoğlu, Emre İper, Hakan Kara hapishanede yatıyor şu anda.
24 Haziran’da Gezi davası başladı. Bir tarafta, önümüzdeki sürecin “daha iyi olacağını”, diğer bir tarafta ise rejimin daha da sertleşeceğini düşünenler var. Siz nasıl görüyorsunuz yakın geleceği?
Bu “her şey güzel olacak” işi şu: İktidar birçok büyük şehri kaybetti. Türkiye nüfusunun büyük bir çoğunluğu iktidarın elinden gitti. Bu büyük bir yenilgi. Ekrem İmamoğlu iyi bir rüzgâr yakaladı ve bir çocuğun sözleri seçim sloganı oldu. İktidar İstanbul seçimini yenilediğine pişman oldu ve tarihi bir hezimete uğradı. Erdoğan’ın yenilmezliği algısı kırıldı. Bundan sonrasının ne olacağı biraz kehanet gibi geliyor bana. Demokratikleşme yolunda adım atıp atmayacağını hep birlikte göreceğiz. Osman Kavala iki yıla yakındır cezaevinde ve emirle tutuluyor. Niçin tutulduğu bile belli değildi ve bir “Gezi davası” uyduruldu. Gezi, dünya tarihinin en ilginç direnişlerinden biriydi. Normalde bu çöpe atılması gereken bir iddianame. Silivri’de duruşmaları izlerken hem Osman Kavala’nın hem de Yiğit Aksakoğlu’nun serbest bırakılacağını umuyorduk. Hem yargılananlar hem de avukatları iddianamenin saçmalığını gözler önüne serdiler. Ne yazık ki, sadece Aksakoğlu tahliye edildi. Bir kişinin emriyle insanlar hapiste tutuluyor veya serbest bırakılıyor. Devasa ekonomik ve uluslararası sorunlar var. Bu ülke bu zihniyetle daha ne kadar yönetilebilir? Bu saçmalık sürdürülebilir bir durum değil. Son birkaç günde yaşadıklarımıza bakalım. Kapatılan Özgür Gündem gazetesinin eş genel yayın yönetmeni, yaşı 70’in üzerindeki Hüseyin Aykol cezaevine kondu. Hakkında 60’ın üzerinde dava var. Daha geçtiğimiz günlerde, Ertuğrul Mavioğlu, Bakur belgeseli nedeniyle 4 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı. Cumhuriyet davasından altı kişi herkesin farkında olduğu bir hukuksuzluk nedeniyle aylardır hapiste. Ve ne yazık ki sadece bunlarla sınırlı değil baskı. Binlerce örnek var.
DİHA muhabiri Nedim Türfent’in yargılanması “bu haberleri yapmışsan kesinlikle örgütle bağlantın vardır” gibi bir iddia ile yürüyor. Hukuki bir kanıttan farklı olarak “kanaat” ile oluşturulmuş bir suçlama ile karşı karşıyayız. Bu “kanaat rejimi” hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türkiye’de yargının bağımsız olmamasından kaynaklanan bir durum bu. Bütün gazeteci davalarında, haberin içeriğinden öte, çekilen fotoğraflar bile bir suç delili olarak gösteriliyor. Haber, görüntü ve fotoğraf suç delili sayılamaz. Yargı buna ceza veriyor. Türkiye’de genel hukuksuzluk problemi böyle absürtlüklere yol açıyor.
Absürtlük demişken, almanaktan aktaralım: Dokuz8 Haber muhabiri Murat Güreş’e, Rus anarşist Bakunin’in “hukuk iktidarın fahişesidir” sözünü paylaştığı için, “Türklüğü aşağılamak”tan dava açılıyor. Murat Güreş, “yargılanması gereken biri varsa, o da 1876 yılında yaşamını yitiren Bakunin’dir” diye savunma yapıyor…
Durum o kadar saçma ki, herhangi bir sözden cumhurbaşkanına hakaret davası açılıyor. İstemedikleri her habere yasak koyabiliyorlar. Cumhuriyet’in bir haberine erişim engeli koydular, daha sonra Cumhuriyet bu erişim engelinin haberini yaptı. Ona da erişim yasağı koydular. (gülüyor) Bir yazıyı paylaşıyorsun, ardından sana dava açılıyor, ama o yazı hâlâ internette duruyor. Haber-yorum sitesi sendika.org’u gerekçesiz kapatıyorlar, onlar da “sendika1.org” diye tekrar açıyorlar. Şu anda 63’teler sanırım.
Ahmet Şık dehşet bir örnek. İmamın Ordusu Gülen cemaatinin emniyet bürokrasisi içindeki örgütlenmesini anlatıyordu. “Ergenekoncu” diye tutukladılar. Erdoğan, Avrupa Konseyi’nde Ahmet için soru sorduklarında “bazı kitaplar bombadan daha tehlikelidir” demişti. Ahmet o davadan beraat etti, bir süre sonra “cemaatçi” diye içeri alındı.
Bu dönemin simgelerinden biri de, adliye koridorlarında duruşma bekleyen gazeteci ve akademisyen kalabalıkları. Basın-İş olarak BAK akademisyenleriyle nasıl dayanışıyorsunuz?
Gazeteci ve akademisyen davalarını çok kalabalık izliyorduk, ama sayı giderek düşmeye başladı. Evrensel’in yayın yönetmeni Fatih Polat’la “bu kadar kalabalığız, ama sayımız giderek azalacak” diye konuşuyorduk. Maalesef ilgi azaldı. Akademisyenlerin ilk yargılamaları sırasında adliyenin önü miting alanı gibi olurdu. İlginin düşmesinin birkaç nedeni var. Yargılamalar hafta içi oluyor. Dava takibi yapmaya çalışsanız işe gidemez duruma gelirsiniz, çünkü her gün duruşma var. Bazı günler iki-üç duruşma oluyor, adliyede katlar arasında koşuşturuyoruz. İkincisi, kutuplaşmadan muhalefet de payını aldı, herkes her davayı izlemiyor. Ben bir sendikanın başkanıyım. Mart ayında karar duruşmam vardı ve ceza alacağım belliydi. Yirmi kişi izlemiştir duruşmayı. Basın örgütleri adına sadece iki kişi vardı. Sendikam Basın-İş’in temsilcisi, bir de Sınır Tanımayan Gazeteciler’den Erol Önderoğlu. Kalabalığın diğer kısmı dostlarım ve ailemdi. Diğer gazeteci örgütlerinden bir temsilci gelmedi. Ne yazık ki herkes kendisine yakın gördüğünün duruşmasını takip ediyor.
Avrupa’nın basın örgütlerinin ve AİHM’in Türkiye’deki gazetecilere yapılan baskılara tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Basın-İş, Uluslararası Gazeteciler Federasyonu (IFJ) ve Avrupa Gazeteciler Federasyonu’nun (FIJ) üyesi. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü ile yakın ilişkilerimiz var. Davaları izlemeye geliyorlar, Cumhuriyet davasını çok yakından izlediler. Bu bize moral veriyor. Sadece gazeteci örgütleri değil, tekil olarak bazı yabancı gazeteciler de bizimle dayanışma halinde. Burada çalışan yabancı gazeteciler için de ortam çok zor. Hepsine doğrudan ajan muamelesi yapılıyor. Sahada çalışmaları engelleniyor ve basın kartı verilmiyor. Açıkçası ben AİHM’in iktidarı ürkütmemeye çalıştığını düşünüyorum. Hayal kırıklığı yaratacak kararlar alıyor. Birçok Avrupa ülkesinin bu konulara politik yaklaştığını düşünüyorum. Bu gazetecilere yapılan saldırılara karşı iktidara yeterince baskı yapmıyorlar. Batı ülkelerinin ikiyüzlü davrandığını düşünüyorum.
2002’de AKP özgürlük ve adalet vaadiyle iktidara geldi. Bugünkü durum bunun tam tersi. Nasıl yorumluyorsunuz bu 17 yılda basın özgürlüğünün geldiği noktayı?
Evet, özgürlük ve adalet vaat ederek iktidara geldi, ama gelir gelmez gazetecilere yargı yoluyla baskı uygulamaya başladı. Erdoğan’ın açtığı ilk dava Musa Kart’ın çizdiği bir karikatüredir. Ardından, bu absürtlüğü gündeme getiren Penguen dergisi “Tayyipler Âlemi”ni çizdi. İşin ayarı o kadar kaçtı ki, “Tayyipler Âlemi”ni paylaşan kişilere cezalar verildi. Ergenekon, Balyoz ve KCK operasyonları sırasında toplu gazeteci tutuklamaları başladı. Ahmet Şık bu konuda dehşet bir örnek. Daha basılmayan bir kitabından dolayı hapse atıldı. İmamın Ordusu, Gülen cemaatinin emniyet bürokrasisi içindeki örgütlenmesini anlatıyordu. “Ergenekoncu” diye tutukladılar Ahmet’i. Erdoğan, Avrupa Konseyi’nde Ahmet Şık için soru sorduklarında “bazı kitaplar bombadan daha tehlikelidir” demişti. Ahmet daha sonra tahliye oldu. Davası sürerken 15 Temmuz darbesi oldu. Ahmet Şık o davadan beraat etti, bir süre sonra “cemaatçi” diye içeri alındı… Şu anda 150’nin üzerinde gazeteci hapiste. Yargılananların hesabını bile bilmiyoruz. Binlerce dava var. Ben AKP iktidarlarına ilk günden beri şüpheyle baktım. Bizim duruşumuz bellidir, biz sosyalistiz. Sağ iktidarlardan hiçbir umudumuz yok. Bu özgürlük söyleminin sahte olduğunu söyledik. Hatta birçok meslektaşımız kızdı.
Utandığım hikâyelerden biridir: Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin ödül töreni vardı. Uluslararası basın kuruluşlarından birinin temsilcisi geldi dedi ki, “biz daha önce gazeteciler tutuklandığında buraya geldiğimizde, başka gazeteciler bize ‘onlar terörist’ dedi. Şimdi başkaları içerde, bu sefer de başkaları ‘bunlar gazeteci değil, terörist’ diyor”… Kulaklarıma kadar kızardım, mesleğimiz açısından bu utanç verici. Brüksel’de bir toplantıya Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin o zamanki başkanı Ahmet Abakay davetliydi. O toplantıda “Türkiye’de basına büyük baskı var” dediğinde, başka bir gazeteci “hayır, yalan söylüyorsun, AKP iktidarı basın özgürlüğü için çok önemli şeyler yapıyor’” diyor. Ertesi seneki toplantıda, aynı gazeteci “basının üzerinde büyük baskı” var diyor. Bunu Ahmet Abakay kitabında yazdı. Konjonktüre göre davranan, evrensel basın ilkelerini önemsemeyen, sadece kendi çıkarlarını düşünen, iktidar ne yaparsa yapsın alkışlayan bir gazeteci kitlesi de var. Bunun son örneğini “Öcalan’ın açıklaması” olayında gördük.
Siz nasıl tutum aldınız bu süreçte?
Altı-yedi yıl önce, bir grup gazeteci ve sendikacı, Türkiye’de gazetecilere yönelik büyük saldırıların olacağını öngördük. Varolan gazeteci örgütleri bu saldırıyı göğüsleyebilecek zihniyette değildi. Bu yüzden yeni bir sendika kurma fikri ortaya çıktı. Makine Mühendisleri Odası bir toplantı yaptı, otuz- kırk gazeteciyle. Daha sonra Çalışma Bakanlığı iş kolları yönetmeliğini değiştirdi. Yeni yönetmeliğe göre, matbaa işçilerinin ve gazetecilerin aynı sendikada örgütlenebildiği bir durum oluştu. DİSK’in kurucu sendikalarından biri Basın-İş. DİSK yöneticileri “gelin, burada sendika var, örgütlenin” dedi. Daha sonra dört-beş toplantı yaptık ve o toplantılara 200’e yakın gazeteci geldi. Herkes DİSK’in görkemli tarihinden dolayı çok heyecanlandı. Biz bu baskıları daha öncesinden öngördük, biliyorduk bizim üstümüze geleceklerini. İktidarlarını yalanla sürdürebilirlerdi ve yalanı ancak gazetecilere baskı yaparak sürdürebilirlerdi.
Gazeteciliğe en büyük ihanetlerden biri Aydın Doğan’ın sendikayı yok etmesidir. Örgütsüz bir gazetecilik yaratıldı. Bunun zararını kendisi gördü. Elinden medyasını aldılar. Tüm bu süreç neredeyse gazeteciliğin imha olmasına neden oldu.
Gazeteduvar yazarı Kemal Can’ın “Acayip Zamanlar” başlıklı yazısından bir bölüm geliyor akla: “Post-truth döneminin gerçekle bağları kopartan pratiği, kişisel düzeyde de, toplumsal alanda da ‘acayiplikler’ üretiyor. Acayiplik bazen beklenmedik bir tepkiyle, bazen de beklenenin olmamasıyla kendini gösteriyor. Yüzüne karşı ‘yalan söylüyorsun’ dediğin biri, ‘ama siz kaybettiniz’ diye cevap veriyor.”
Otuz yıldır aralıksız gazetecilik yapıyorum. 90’lı yıllarda da gazetecilik yaptım, o zamanlarda çok farklı şeyler vardı. Bu yeni dönem medyası kadar bir “acayiplik” olmamıştı. Oğuz Haksever’in mikrofonunun açık kalması ve sonrasında yaptığı açıklamayı düşünün. “Ben sayın cumhurbaşkanına demedim, mimarına dedim” diyor. Oysa o binanın mimarı da Erdoğan. Aslında kendisi de memnun değil AKP iktidarından, ama yalan söylüyor. Oradan aldığı maaş veya statü için iktidar yalakalığı yapıyor. Aslında iktidar destekçisi değil, bunun adı yalakalıktır. Eskiden bazı haberlerin girilmesini istemezdi gazete yöneticileri. Bunu genelde alçak sesle yaparlardı. Şimdi iş öyle hale geldi ki, Gezi’den sonra ODTÜ’de orman kıyımına karşı öğrenciler ayaklandığı dönemde bir yazı işleri müdürü gazetenin ortasında “ODTÜ haberleri girilmeyecek” diye bağırıyordu. Patronun duymasını istediğinden bağırıyor. Durum bu kadar iğrençleşti. Bir gün “sayın Öcalan”, ertesi gün “terörist başı” deniyor. Böyle bir gazetecilik oluştu.
Express’in yaz sayısında yayınlanan söyleşide, Hamit Bozarslan, mevcut rejimin ana unsurlarından birinin “rasyonalitenin imhası” olduğunu söylüyor. Bu imhada medyanın rolü hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu bir çılgınlık hali. Trabzon’da sel oluyor, kimse orada aslında HES borusunun patladığını bilmiyor. Kadın cinayetleri ve iş cinayetleri konusunda da medyanın çoğu sağır durumda. Bir yanılsama yarattılar. Bütün kanallarda aynı şeyler anlatılıyor. Ürkütücü bir durum var. Medya eskiden de iyi durumda değildi. 1990’larda Dinç Bilgin ve Aydın Doğan’ın tahakkümü vardı, zaman zaman aralarında çatışırlardı. O dönem medya patronları iktidardan ihaleler alarak nemalanıyorlardı. Gazeteciliğe en büyük ihanetlerden biri Aydın Doğan’ın sendikayı yok etmesidir. Örgütsüz bir gazetecilik yaratıldı. Bunun zararını kendisi gördü. Elinden medyasını aldılar. Tüm bu süreç neredeyse gazeteciliğin imha olmasına neden oldu.
SETA, geçtiğimiz günlerde “Uluslararası Medya Kuruluşlarının Türkiye Uzantıları” isimli bir rapor yayınladı. Rapora Basın-İş’in de aralarında bulunduğu pek çok meslek örgütü tepki gösterdi. Sizin bu raporla ilgili düşünceleriniz neler?
Türkiye’de gazetecilere yönelik baskılar tüm şiddetiyle sürüyor. Bu rapor da bu baskının bir ürünü. Bu nedenle ilk ortaya çıktığı andan itibaren andıç ve fişleme diye nitelendirildi. Hatta kendi cenahlarından bile tepki çekti. Ben de bir tür fişleme olarak görüyorum ve raporda adı geçen meslektaşlarımız için endişeleniyorum. Bu rapor birçok şeyin de itirafı aslında. Birincisi, iktidarın çeşitli operasyonlarla medyanın ezici bölümünü ele geçirmesi ya da en azından sessizleştirmesinin hiçbir işe yaramadığının itirafı. Kamuoyu haber ihtiyacını alternatif mecralardan elde etmeye çalışıyor. Ele geçirilen, el konan medya organları değersizleşti ve kamuoyu gözünde hiçbir inandırıcılıkları kalmadı. Bir diğer itiraf da şu: Batı medyasının Türkiye’ye ilgisi, buradaki muhabir sayılarının artması Türkiye’de basın ve ifade özgürlüğünün olmayışından, sağlıklı bilgi akışı olmayışından. Esas önemli olan şu: Yüzlerce meslektaşımız işsiz kaldı, mahkemelerde yargılanıyor, hatta hapishanelerde yatıyor. Bunca baskıya rağmen Türkiye’de gazeteciler haber yapmaya, kamuoyunu bilgilendirmeye devam ediyor. Bu, sadece raporda adı geçen Batılı medya organları tarafından değil, burada yayın yapan internet siteleri ve gazeteler aracılığıyla da devam ediyor. Aslında Türkiye’de bunca rezalete rağmen bir gazeteci direnişi de var. Bir avuç gazeteci mesleklerinin onurunu korumak için büyük bir mücadele veriyor, bu övünülmesi gereken bir şey.