2003’te, Express’in 25. sayısında yayınlanan söyleşinin sunuşu şöyle başlıyordu: “Theope adlı nefis bir oyunu, titiz çevirileri, dikkate şayan polemik kitapları, dahası can-ı yürekten bir tiyatro aşkı var. Gelgelelim, tiyatro camiasının aforoz ettiği bir isim.” Sonraki yıllarda iki romanı yayınlandı, “Fiyasko” (2005), “İkinci Geliş” (2012). Express söyleşisinde, çevirisini yaptığı Irvin Shaw oyunu “Ölüleri Gömün”ün sahnelenmemesini “tiyatro suçu” olarak niteliyordu. Savaş karşıtı bir şaheser olan “Ölüleri Gömün”, Coşkun Büktel’in çevirisiyle, 2010’da İstanbul Tiyatro Festivali’nde Devlet Tiyatroları’nı temsil eden tek oyun olarak üç kez sahnelendi.
6 Kasım’da, çok erken yaşta, hiç hak etmediği koşullarda aramızdan ayrılan bu büyük yeteneği, bu ödünsüz oyun ve roman yazarını 2003’teki Express söyleşisiyle uğurluyor, anısı önünde saygıyla eğiliyoruz. Ruhu şad olsun.
Yeni kitabınızın adı Yönetmen Tiyatrosuna Karşı. Yönetmen tiyatrosuna niye karşısınız?
Coşkun Büktel: Yalnızca yönetmen tiyatrosuna karşı değilim. Gerek son kitabımda, gerekse ondan önceki eleştiri yazılarımı içeren Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları kitabımda, genel olarak, Türk tiyatrosunda hüküm süren vandalizme karşı çıktım. Yalnızca tiyatro metinlerini ahmakça gerekçelerle sahnede tanınmaz hale getiren, yeteneksiz ve muhteris yönetmenlere karşı çıkmadım. Sanatsal olmayan menfaatleri uğruna, o yönetmenlerin dangalaklıklarına boyun eğen oyuncuları da eleştirdim. Tercihlerini daima sanattan yana kullanmak yerine vandalizmden yana kullanan ödenekli tiyatro yöneticilerini de eleştirdim. Vandalizme karşı çıkmayan eleştirmen ve yazarları da eleştirdim. Giriştiğim polemikler, hiçbir zaman eşitlerin mücadelesi olmadı. Yazılarıma cevap vermeye cesaret eden kişilerle tartışmak, benim için kum torbasıyla dövüşmek gibiydi. Bir tek sıyrık bile almadan onları hurdahaş ettiğim için, onlar daima benim yazılarımın okurlara ulaşmasını engellemeye, bu amaçla, gazete ve dergi yöneticilerini kafaya almaya çalıştılar. Onlar benim yazılarımdan haklı olarak korkuyorlardı. Bense onların yazılarından haklı olarak korkmuyordum. O nedenle, bana karşı yazılan tüm yazıları, bir tek kelimesini bile çıkarmadan, her iki eleştiri kitabıma dahil etmekten çekinmedim. Bu sayede, onlara karşı çıkışlarımdaki haklılık, en küçük bir kuşku gölgesine izin vermeden, güneş kadar açık ve aydınlık biçimde görülebiliyor.
Tiyatro camiası sizden pek hazzetmiyor, hatta “kaçık” muamelesi yapıyor. Bunun sebebi o polemikler mi?
Haklı olmak, kabul edilmek anlamına gelmiyor. Bu toplumun birçok alanında olduğu gibi, tiyatro alanında da, haklı olmak, yalnız kalmak anlamına geliyor. Haklılar değil, hemen daima suçlular güçlü oluyor. Ve herkes menfaatini, haklıların yanında değil, güçlülerin yanında olmakta buluyor. Sonunda bir de bakıyorsunuz, yapayalnız kalmışsınız. Kitaplarınızı yayınlamıyorlar, dergi ve gazetelerin pek çoğu yazılarınızı asla basmıyor, hareket alanınız üç-dört dergiyle sınırlanıyor. Yazılarınızı basan o ender dergilerde bile, kitaplarınızdan söz eden herhangi bir yazı yayınlanmıyor. O dergilerde bile hiçbir tiyatro insanı adınızı anmıyor. Vebalıymışsınız gibi, hiçbir tiyatro insanı yanınızda görünmek istemiyor. Türk tiyatrosunda, vandalizme açıkça karşı çıkmanın bedelini ödemeyi göze alabilen, ne yazık ki, tek yazarım. Bu koşullar içinde ulaşabildiğim, daha doğrusu bana ulaşabilen, oyunlarımı, kitaplarımı keşfedebilen, az sayıda okur tarafından çok seviliyorum. Yalnız kalmanın bedeline, kendini profesyonel sanan kaşarlanmış tiyatrocular tarafından aforoz edilmeye, onlar sayesinde katlanabiliyorum.
1960’ları hatırlayanlar vardır, tiyatro çok daha rağbet gören bir sanat dalıydı, bütün gazetelerde tiyatro eleştirileri olurdu, tiyatro eleştirmenlerinin köşeleri bulunurdu. 1960’lardan sonra Türkiye’de tiyatro geriye gitmiştir ve bu gidiş, yönetmen tiyatrosu yüzündendir. ‘70’lerde başladı bu yönetmen tiyatrosu dediğimiz akım, daha doğrusu salgın hastalık.
Yönetmen tiyatrosuna dönersek…
Yönetmen tiyatrosu, onu oluşturan iki sözcükten ne anlaşılıyorsa odur, yani yönetmenin hâkim olduğu bir tiyatrodur. Oyun metninin çok önemli olmadığı, yönetmenin tasarruflarının tek geçerli kriter olduğu bir tiyatro. Bu tiyatro kötü de olabilir, iyi de. Ama Türkiye’de her zaman kötü olmuştur. Çünkü Türkiye’de yönetmen olarak ortaya çıkan insanlar yetersizdir, kültürsüzdür, okumazlar, barlardan çıkmazlar. O nedenle vandaldırlar. Genellikle devletin tiyatro salonlarında devletin imkânlarıyla canlarının istediğini yapabilmektedirler, seyirci gelse de, gelmese de kaybedecekleri hiçbir şey yoktur. Bu yüzden Türkiye’de yönetmen tiyatrosu, birkaç kendini beğenmiş adamın seyirciye kendi tercihlerini vandalca dayattığı ve seyircinin tiyatrodan kaçmasına sebep olan bir anlayıştır. 1960’ları hatırlayanlar vardır, tiyatro çok daha rağbet gören bir sanat dalıydı, bütün gazetelerde tiyatro eleştirileri olurdu, tiyatro eleştirmenlerinin köşeleri bulunurdu. 1960’lardan sonra Türkiye’de tiyatro geriye gitmiştir ve bu gidiş, yönetmen tiyatrosu yüzündendir. ‘70’lerde başladı bu yönetmen tiyatrosu dediğimiz akım, daha doğrusu salgın hastalık.
Biraz daha somutlaştırmak için örnekleyebilir misiniz? Bu mevsim oynanan oyunlar içerisinde yönetmen tiyatrosu örnekleri var mı?
Herkes bildiği için geçen yıldan bir örnek vereyim: Mehmet Ulusoy’un Benerci Kendini Niçin Öldürdü? oyunu –ödül de verdiler– bence tümüyle zekâdan uzak bir kepazelikti. Dekor olarak, devletin milyarlarca lirasını harcayıp çarka benzer, kocaman ve hantal bir döner mekanizma yapmışlar. Söküp takarken sahne emekçilerini daha fazla terletmekten, onlara kök söktürmekten başka işe yaramayan saçma bir mekanizma… Oyunu o mekanizmanın, o çarkın içinde oynuyorlar. Belli ki o çarkın çok derin anlamlar taşıdığını zannediyorlar. Oysa o temsildeki çarkla bir lunaparkın dönmedolabı arasında, Benerci’nin dekoru olmaya uygunluk bakımından hiçbir fark yoktur. Oyunu dönmedolap dekorunda da oynasalar, Necef çölü veya Yedikule zindanı dekorunda da oynasalar hiçbir şey değişmezdi ve Benerci yine aynı derecede saçma olabilirdi. Yönetmen tiyatrosu yapanların önemli özelliklerinden biri, oyun olmayan metinlerden yola çıkmaları. İddiaları şu: “Metin olmadan da olur, iyi yönetmen varsa oyun olur.” Nâzım Hikmet oyun yazmayı bilen biri olduğu halde Benerci’yi oyun olarak değil, şiir olarak yazmış. Ama ne gam! Yönetmen tiyatrosu yönetmenleri böyle meşhur şiirleri sahneye çıkarmaya bayılır. şiiri oyunculara bölerler, sen şu dizeyi okuyacaksın, sen şu dörtlüğü, sen şu ikiliyi okuyacaksın diye… Böylece bir şiir pat diye bir oyun olmuş olur! Onlar da oyun olmayan bir metinden oyun yaptıkları için kendilerini yaratıcı gibi hissetmiş olur.
Kitaba dönelim yine, işaret ettiğiniz budama ve diğer müdahalelerle ilgili eleştirilerinize ve gösterdiğiniz çeviri yanlışlarına karşı, suçladığınız kişilerden bir yanıt geldi mi?
Eleştirdiğim oyunların doğrudan muhatabı olan kişilerden, yani Yücel Erten, Nesrin Kazankaya, Işıl Kasapoğlu, Kenan Işık gibi adını vererek mantık hatalarını gösterdiğim kişilerden hiçbir yanıt gelmedi. Tek cevap, eleştirilerimin doğrudan muhatabı olmayan Devlet Tiyatroları yönetmeni Yılmaz Onay’dan geldi. O da zaten, cevabında bana karşı yönetmen tiyatrosunu savunmaya kalkışmadı. Tam tersine, sayın Onay, kitabımda kendisini yönetmen tiyatrosunu destekleyenler arasında göstermeme itiraz ediyordu. Evrensel gazetesinin pazar ekinde art arda iki hafta tam sayfa olarak, beni ve kitabımı, sırf o nedenle eleştirdi. Kendisinin de yönetmen tiyatrosuna karşı olduğunu söyledi. Ama hayır, yönetmen tiyatrosunu savunanlardan Yönetmen Tiyatrosuna Karşı adlı kitabıma hiçbir yanıt gelmedi.
Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları kitabınızda sizin yazdıklarınıza gelen cevaplara da yer vermişsiniz. Yücel Erten’le polemiğinizde, Erten’in son verdiği yanıt sadece hakaretten oluşuyor. Neydi mesele?
Yücel’in (Erten) genel müdürlüğü sırasında, Kenan Işık’ın Olmayan Kadın isimli bir oyunu oynandı. Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları yazılarımda, bu prodüksiyonu –ki bir faciadır– eleştirirken, bu prodüksiyonun Devlet Tiyatrosu sahnesini işgal etmesinden sorumlu herkesi, bu arada bunu onaylayan genel müdür Yücel Erten’i de suçladım. Yücel yırtıcı bir adamdır, hakkını bırakmaz, bu yazılara birkaç kez cevap verdi, ama sonunda cevap verdiğine vereceğine çok pişman oldu ve havlu atıp tartışmadan çekildi. Ben tiyatroyu ciddiye alıyorum ve söylediğim her sözcüğün arkasında duruyorum. Somut belgelerle kanıtlamadığım hiçbir şeyi de söylemiyorum. O nedenle, başlangıçta tartışmaya giren Yücel, sonunda “benim sana ayıracak vaktim yok” diyerek ve somut bilgilere kısaca ve küfürle karşılık vererek tartışmayı terketti. Daha sonra yayınladığım Yönetmen Tiyatrosuna Karşı kitabıma da hiçbir yanıt vermemeyi tercih etti. Oysa son kitabımda, ilk kez, Yücel’in “sanatını” yargılamıştım. Bir yönetici olarak yaptığı yolsuzluklarla suçlamayı bırakıp onu ilk kez bir yönetmen olarak yaptığı mantıksızlıklarla suçlamıştım. Devlet Tiyatroları’nda yönettiği Ferhad ile Şirin temsilini ayrıntılı biçimde incelemiş, Yücel’in tüm mantık hatalarını sergilemiştim. Yücel’in yaptığı prodüksiyonu kitabıma karşı niçin savunmaya kalkışmadığını elbette çok iyi anlıyorum, ama yine de garip geliyor: Biri benim hakkımda o kitapta yazdığım şeylere benzer şeyler yazsa, asla yanına bırakmaz, kendimi, yapıtımı sonuna kadar savunurdum. Böyle bir durumda asla susamazdım. Ben susmaya dayanamam. Hep söylüyorum. Ben yalnızca maddi sefalete dayanıklıyım ve bununla övünüyorum. Vandallar ise yalnızca manevi sefalete dayanıklılar ve tabii ki, bununla övünemiyorlar. Susmak zorunda kalıyorlar.
İddia şu: “Metin olmadan da olur, iyi yönetmen varsa oyun olur.” Nâzım Hikmet oyun yazmayı bilen biri olduğu halde Benerci’yi oyun olarak değil, şiir olarak yazmış. Ama ne gam! Yönetmen tiyatrosu yönetmenleri böyle meşhur şiirleri sahneye çıkarmaya bayılır.
Ama belki bir kitap dolusu eleştiriye bir kitapla karşılık vermek gerekir ve hayatın akışı içinde bu öncelikli bir yer tutmayabilir herkes için.
Yönetmen tiyatrosu yönetmenleri, elbette ki, her eleştiri kitabına cevap vermek zorunda değiller. Her kitabı cevaplamaya vakitleri yetmeyebilir. Ama Türkiye’de, yönetmen tiyatrosu üzerine, yönetmenlerin cevap vermesini gerektirecek yüz tane kitap yok. Elli tane de yok, on tane de yok, beş tane de yok. İki tane bile yok. Yönetmen Tiyatrosuna Karşı, konusunda yazılmış tek kitaptır. Bu kitap tüm yönetmen tiyatrosu yönetmenlerini, Yücel Erten, Nesrin Kazankaya, Işıl Kasapoğlu, Kenan Işık gibileri, somut kanıtlara dayanarak, isim vererek, vandallık ve yetersizlikle suçlamaktadır. Onların cevap vermesini gerektiren yeryüzündeki tek kitaptır. Ama okurların bildiği üzere, öyle kolayca “cevap verilebilir” bir kitap değildir.
Polemiklerinizde, yazdığınız ilk oyun olan Theope’nin sahnelenmemesi çok belirleyici. Bunu Türkiye tiyatrosunun temel bir sorunu olarak gösteriyorsunuz; tiyatro camiasına, yerleşik tiyatro anlayışına savaş açmanız da böyle başlıyor.
Theope’nin sahnelenmemesi ya da başına gelenler, tiyatromuzun acıklı durumu için çok önemli bir göstergedir. Bu oyunun oynanmaması değil tiyatromuzun bütün sorunu, ama Theope’nin oynanması, bir umut ışığı olabilir. Theope Türkçe yazılmış en iyi oyun olduğu halde bugüne dek sahnelenmedi. 1990’da, şehir Tiyatroları’nda vandalca budanarak sahnelenmesini sahneleme saymıyorum –o prodüksiyonu protesto etmiştim. O prodüksiyondan sonra eleştiri de yazmaya karar vermiş, Evrensel Kültür dergisinde yayınladığım ve sonradan kitaplaştırdığım yazılarla, tek tek isim vererek, sorumluları teşhir ederek tiyatro esnafıyla bir hesaplaşmaya girmiş ve tabii ki, tiyatro camiasınca aforoz edilmiştim. Anlamak mümkün değil: Böyle bir herif var, bu yazıları yazıyor, bu adama niye cevap verilemiyor, bu herifler bu adama cevap veremedikleri halde nasıl sokağa çıkıyorlar diye kimse hesabını sormuyor. Yalnızca Feridun Çetinkaya adlı, Dil-Tarih-Coğrafya’dan tiyatro mezunu bir genç, yani bu konularda yazı yazmaya hakkı olan genç bir çocuk, Tiyatro Tiyatro dergisine kendini kabul ettirmiş, orada birkaç eleştiri yazısı yayınlamıştı, işte o çocuk “seninle ilgili yazacağım” diyordu, ben de ona “yazma, seni dergide barındırmazlar” diyordum. Hakkımda yazmasını hem istiyor hem istemiyordum. Çünkü karşımdaki insanlar, yani vandallar, dostlarıma, örneğin Hamdi Alkan’a karşı ne kadar iğrenç yöntemler kullanabileceklerini daha önce kanıtlamışlardı. Feridun daha fazla susmayı kendine yediremediği için, “Coşkun Büktel Tiyatro Oligarşisine Karşı” başlıklı bir yazı yazdı ve bu yazıyı, Tiyatro Tiyatro dergisinin Mart 2002 sayısında, nasıl olduysa yayınlatmayı başarabildi. Ama yazıya gelen tepkiler derginin sahibi Mustafa Demirkanlı’yı öylesine pişman etmişti ki, Demirkanlı, derginin bir sonraki sayısında, özür dileyen bir yazı yazdı. Benim ya da Feridun’un bu yazıya cevap vererek sıraladığı yalanları açığa vurmamızı, açığa vurarak kendisini paçavraya çevirmemizi engellemek için de, yapabileceği tek şeyi yaptı: Sansüre sığındı. Cevap yazarsak cevabımızı dergisinde yayınlamayacağını, yazısının son paragrafında açıkça ifade etti. şöyle dedi: “Feridun Çetinkaya ve Coşkun Büktel yanıt haklarını kullanmak isterlerse, şunu bilmeliler ki, başvuracakları yer İstanbul Mahkemeleri’dir. Tekzip kararını getirirler ve yanıt hakları sayfalarımızda yer alır.” İşte karşımdakilerin düzeyi bu! Sıradan bir demokrat olmayı bile uzun süre başaramıyor, sonunda umarsızca sansüre sığınmaktan ve beni desteklemeye cesaret eden herkesi aforoz etmekten başka çare bulamıyorlar.
Diyelim ki Theope herhangi bir müdahaleye uğramadan sahnelendi ve çok beğenildi. O zaman belki de bütün bu kavga olmayacaktı. Ama tiyatronun sizin anlattığınız durumu da değişmeyecekti. O zaman bu mücadeleyi yapar mıydınız?
Bir mücadelem mutlaka olurdu. Sonunda mutlaka bu heriflerle kavga edecektim. Ama benim onaylayacağım bir Theope prodüksiyonu gerçekleştirilmiş olsaydı, bu, Türkiye’de tiyatronun çıtasının yükselmiş olduğunu kanıtlayacaktı. İnsanlar Theope’yi aşmaya çalışacaklardı. Bak neler olacaktı, söyleyeyim. On yıldan beri bir sürü yazar çıktı konservatuarlardan. Onlar Coşkun Büktel gibi oturup, öyle psikopat gibi on sene falan kafa yorarak oyun yazmak gerekmediğini anladılar bu ülkede. Birtakım formülleri şak şak uygula, insanlarla iyi geçin, hap yap, parayı kap… Bu ülkede ancak bu yöntemin geçerli olduğunu öğrendiler. On yıldan beri bu yazarların kitapları okuyuculara sunuluyor, oyunları sahneleniyor. Ne değişiyor? Hiçbir şey. Ama senin dediğin gibi olsaydı, yani bu ülkede hakkı verilerek bir Theope sahnelenmiş olsaydı, yazarlık konusunda en azından kriterler çok değişmiş olacaktı. Yani yazarlar, vandallara boyun eğerek, “piyasanın” koşullarını gözeterek “işini yürütmeye” özenmek yerine, Theope’nin yazarına özenecekti. şimdi öyle bir özenme yok, özenseler de bir Theope yaratma umutları yok. Yönetmenler, onların yazdıklarını esas almıyor. Onların yazdığı oyunlar, sanatçı kartviziti taşıyan maaşlı ve kadrolu vandallar tarafından müsvedde olarak kullanıldığı için, oyun yazarlarımız oyun yerine ancak oyun müsveddesi yazıyor. Bir Theope yazmaya çalışmayı, bunun için yıllarca yorulmayı, yıpranmayı “rantabl” bulmuyor.
Biraz geçmişe gidelim, İzmir Namık Kemal Lisesi, sonra da İstanbul İngiliz Filolojisi, değil mi?
Lisede dünyadan habersizdik biraz. O sıralar bilinçsizcesine anarşist bir tavrım olduğunu söyleyebilirim. İzmir’de Karabağlar diye bir gecekondu bölgesinde oturuyorduk. Orada sakalla gezen bir ben, bir de Erdinç Özdemir diye bir arkadaşım vardı. Mini etekle gezen bir genç kız Ümraniye’de ne kadar dikkat çekerse, Erdinç’le ben Karabağlar’da dolaşırken o zamanlar öyle dikkat çekiyorduk. Laf atanlar filan oluyordu, kahvehane önlerinden geçerken. Aldırmıyorduk. Kendi kendimize böyle uyumsuz bir yanımız vardı.
Ben susmaya dayanamam. Ben yalnızca maddi sefalete dayanıklıyım ve bununla övünüyorum. Vandallar ise yalnızca manevi sefalete dayanıklılar ve tabii ki, bununla övünemiyorlar. Susmak zorunda kalıyorlar.
Kaç doğumlusunuz?
‘68, ‘69, ‘70 solun yükseldiği dönemler, o sıralarda siz 18-20 yaşlarındasınız…
Solun yükseldiği dönemleri İzmir’de habersiz geçirdik.
Tiyatro aşkı sizde ne zaman, nasıl doğdu?
Bilmiyorum, tiyatro oyunlarını, sinemayı çok severdim. Babam İzmir Belediyesi’nin sinema kontrol memurlarından biriydi, sinemayı o da çok severdi. Sabah sinemada ilk seans başlamadan önce bir önceki günün son bilet numarasını yazar, akşam ayrılırken de o günkü son biletin numarasını yazar, böylece belediyeye verilecek verginin hesaplanması için gerekli doneleri sinemanın defterine kaydederdi. Böyle bir işi vardı babamın. O sayede bütün filmleri izlerdi. Filmleri seyretmekle yetinmez, gördüğü filmleri, evdeki birtakım özel defterlerine yazardı. Filmlerin el ilanlarını ve sinema mecmualarını saklardı. Defterlerinde her oyuncuya ayrı bölüm ayrılmıştı. Diyelim John Wayne’in 83 filmini görmüş, akşam gelir, 84. sıraya o akşam gördüğü yeni filmin adını ve sekizinci dereceye kadar rol almış bütün oyuncuların adını kaydederdi. Herhangi bir filmde yoldan geçen adamı kim oynamış en iddialı sinema eleştirmenleri dahil, hiç kimse bilemez, babam bilirdi. Beş yaşından sonra haftada üç-dört akşam babamla sinemaya gittim. 15 yaşından sonra babamsız gitmeye başladım. Bütün sinemalarda babam gibi bir görevli memur bulunduğu, hepsi de babamın arkadaşı olduğu için, sinema bana bedavaydı. Bu sayede çok film seyrettim.
O günlerden sizde çok yer etmiş oyuncular, yönetmenler kimler?
Benim en çok beğendiğim Paul Newman’ın birkaç filmi, mesela The Sweet Birds of Youth, o zaman Gençliğin Tatlı Kuşu diye oynamıştı; İngilizce bilmeden, bu filmlerin İngilizce adlarını öğreniyordum. Gençliğin Tatlı Kuşu mesela, bakardım, Tennessee Williams’ın bir oyunundan uyarlanmış ve çok beğenmişim. Sonra Kızgın Damdaki Kedi’yi çok beğenmişim. Derken öğrenirdim ki o da Tennessee Williams’ın bir oyunundan… Yani o iki filmi sevmiş olmamın tesadüf olmadığını fark ederdim. Yine çok sevdiğim İhtiras Tramvayı, o da Tennessee Williams. Bu adamın oyunlarını okumalıyım demiş ve bulup okumuştum. Böyle çok önemli oyunlar var sinemada keşfettiğim. Arthur Miller’ın, Edward Albee’nin, Eugene O’Neill’in filan oyunlarıyla tiyatrodan önce sinema perdesinde karşılaştım.
İstanbul’a gelişiniz nasıl oldu?
Aslında İstanbul’a gelirken sinema aktörü olmak istiyordum. Ama sinemaya geçmek çok kolay olmadığı için bulabildiğim ilk tiyatroya, Beklan Algan’ın İstanbul şehir Tiyatrosu’nun Tepebaşı’nda o zamanlar marangozhane olarak kullanılan sahnesinde açtığı tiyatro kursuna girmiştim. Yanmış Tepebaşı Sahnesi’nin kalıntısında Beklan Algan gazete ilanıyla elli kişi toplamıştı. Ben de o ilanın kurbanlarından biriydim.
Theope sahnelenmiş olsaydı, yazarlık konusunda en azından kriterler çok değişmiş olacaktı. Yani yazarlar, vandallara boyun eğerek, “piyasanın” koşullarını gözeterek “işini yürütmeye” özenmek yerine, Theope’nin yazarına özenecekti.
Yaşınız kaç o zaman?
22 filan.
İstanbul’a gelişiniz üniversite için mi?
O gelişim üniversite içindi. Ama daha önce liseyi bitirdiğimde de gelmiştim. Bilinçsiz bir anarşist olduğum için, liseden sonra üniversite sınavını bile protesto edip sınava girmemiştim. Salakça her şeye karşı çıkma huyum vardı o zamanlar. İlk geldiğimde, öylesine bomboş dolandım İstanbul’da, sokaklarda filan yattım aylarca. Bitlendim.
Dört senelik boşluk var, o arada ne yaptınız?
İlgi alanlarım okul müfredatıyla uyuşmadığı için iyi bir öğrenci değildim ve ancak yirmi yaşında bitirdim liseyi, 1970’de. İki sene İstanbul’da öylesine dolaştım. İki sene sonra merkezi sistemde bir yere girmeye karar verdim, yoksa Afyon’a jandarma er olarak celbim çıkmıştı. Kesinlikle Afyon’a gitmemeye karar verdim. Tek yol üniversite. Kimya filan gibi fen derslerini çalışmam mümkün değil. Neyse ki filolojiler var, yabancı dil puanıyla alıyorlar. Lisede Fransızca okuyup nefret ettiğim için, İngilizce öğrenmeye karar vermiştim. İngiliz dili diye Türkçe yazılmış bir kitap aldım, yazar Uğur Doğrugüven diye biriydi. O kitabı çok iyi okudum. Onunla başladım. Bu arada bir arkadaşımın Marmaris’te turistik eşya dükkânı vardı. Erdinç Özdemir’le birlikte, Selahattin Turgut adlı o arkadaşın dükkânında çalışıyorduk. Ve üç arkadaş o minicik dükkânın tavan arasında yatıyorduk… O arada turistlerle pratik yaparak üç ayda İngilizce öğrendim. Ve İngiliz Filolojisi’ni kazandım.
Filoloji döneminde mi Beklan Algan kursuna başvurdunuz?
Evet, filoloji döneminde. Filolojiden önce, sokaklarda yatmamak için gazete satıyordum geceleri. “Yarınki gazeteler” diye koşan herifler vardı, bilmem hatırlıyor musunuz? Günaydın gazetesi gece 12’de basılmış olurdu, 02’de filan Cumhuriyet çıkardı. Sabaha kadar “yarınki gazeteler” diye koşturup dururduk. Üniversiteye girinceye kadar geceleri çalışıp gündüzleri sokakta yatıyor, bazen de öğrenci yurtlarında kaçak kalıyordum. Gündüzleri daha emindi parklarda filan yatmak. Üniversite dönemimde, öğrenci kredisi almaya ve artık İngilizce öğrenmiş olduğum için, otel resepsiyonculuğu gibi daha ciddi işlerde çalışmaya başlayınca, sokakta yatmaktan kurtuldum..
Yatmak için hangi parkları tercih ediyordunuz?
Taksim parkı… Bir keresinde Galata köprüsünün altında yattım… Bir karakol vardı, eski köprünün altında. Karakolun dışında rahat, eski, meşin bir koltuk görmüştüm. İçerideki polislere sormuştum, şurada oturabilir miyim diye, hava soğuk, zaten kimse oturmuyor, o koltukta gecelediğimi hatırlıyorum. Çok rahat olmuştu benim için, nasılsa paltom vardı. Bulduğum her yerde yatıyordum, bazen de param olunca Sirkeci’de 10 liralık otellerde kalıyordum. Ama haftada en çok iki kere filan kalabiliyordum otelde. Daha sonra bir yurda girdim, Fatih Camii’nin avlusundaki Vakıflar Talebe Yurdu’na… Orada da neredeyse linç ediliyordum, çünkü Akıncılar hâkimdi yurda…
Shakespeare’i ancak İngilizce öğrenip İngilizce okuduktan sonra gerçek anlamda sevdim. Çünkü Türkçe çeviriler berbat. Türkçeden okuyup da Shakespeare’i sevmek bana aptalca geliyor. Bu aptallığı ben de yıllarca yaptım. Sıkılıyor, sıkıldığımı kendi kendime bile itiraf edemiyordum. Beğenmiyorsam, sorun Hamlet’te değil, herhalde bende olmalı diye düşünüyordum. Shakespeare’i Türkçeden okuyup da beğenmezseniz, sakın kendinize kızmayın.
Siz solcu muydunuz?
Solcuydum, ama fraksiyonlara bölünmeyi, solcuların solcuları vurmasını hiçbir zaman onaylamamıştım. Ayrıca solcu arkadaşlarımın “kapitalizm yıkılacak, sosyalizm gelecek, bu kaçınılmaz, tarih geri çevrilemez” gibi lafları bana çok kaderci geliyordu. Tarih kaçınılmazsa, yani olacak olan olacaksa, bizim devrim için bir şey yapmamıza gerek yok ki diyordum. Ama şunu da itiraf edeyim: Bu tartışmaların daha akıllıca yapılması muhtemel çevrelere girebilmiş değildim.
İstanbul’a sinema oyuncusu olmayı düşünerek gelmiştiniz, sonra niye vazgeçtiniz?
Oyunculuğa ilk kez Eminönü Halkevi’nde teşebbüs etmiştim. Cağaloğlu’nda bugün Diyanet Vakfı Kitabevi’nin bulunduğu yerde, eskiden su deposu gibi bir bina vardı. Eminönü Halkevi orasıydı. Sokakta kaldığım ilk dönemde orayı keşfetmiş ve orada tiyatro çalışmasına katılmıştım. Haşmet Zeybek’in Irgat oyununu çalışıyorduk. Geceleri orada birkaç arkadaşla birlikte sandalyeleri birleştirerek yatıyorduk. Daha sonra başka gruplar da o mekâna prova yapmaya veya başka amaçlarla geldiler. Bu arada, Yavuz Özkan da, Macit Koper ve başka arkadaşlarıyla birlikte, Sakko ile Vanzetti’nin Çilesi diye Howard Fast’ın romanından uyarladıkları bir oyun hazırlamışlar, gelip orada prova yapmaya başladılar. Fakat gene o sıralarda, bizim binanın çaprazındaki, önünde Turan Emeksiz’in küçük bir büstü bulunan Milli Türk Talebe Birliği binasından, kendilerine ülkücü diyen birtakım kişiler de bizim binaya sık sık gelmeye başladılar. Bizden ne istediklerini şimdi pek anımsamıyorum, ama bizim binada atış talimleri filan yaparak gözdağı vermeye çalışıyorlardı. Başarılı olmadıklarını söyleyemem. Yani bir yanda faşistler atış talimi yapıyor, diğer yanda, Yavuz Özkan, Macit Koper filan, onlar geliyor, gayet solcu bir oyunu prova ediyorlar. Öyle bir ortam… Sonunda, ben oradan silah atışları, tehditler başlayınca, kimvurduya gitmemek için Yavuz Özkan ve Macit Koper’lerin grubuna katıldım. Kendilerine “Taban Oyuncuları” diyorlardı. Sakko ile Vanzetti’nin Çilesi’ni Aksaray’daki TÖS salonunda çalışmaya başladık. Ama prömiyerden kısa süre önce 12 Mart oldu ve polis salonu bastı. Tuhaf bir salondu. Kalorifer petekleri salon duvarlarının dibinde değil, yukarısında, tavana yakın olarak asılı dururdu. Polis baskını sırasında, üzerimdeki Ant dergisini o kalorifer peteklerinden birinin üstüne attığımı hatırlıyorum. Baskından sonra Taban Oyuncuları dağıldı, Sakko ile Vanzetti, bildiğim kadarıyla, asla oynanmadı.
Yazmaya nasıl başladınız?
Yazmaya, enteresan bir şey, yine bir oyunla başlamıştım. 1970’te İstanbul’a geldiğimde 15 sayfa filan ilerlemiş bir oyun taslağım vardı, ama tiyatro adamı olmayı hiç düşünmemiştim. 15 sayfası bitmişti, yarım bıraktım.
Neden yarım bıraktınız?
İlkel bir şeydi herhalde. Üniversiteye filan da gidince beğenmedim. Sonra üniversitede kısa bir oyun yazdım. Enteresan, çünkü tiyatrocu olmayı düşünmüyordum, hatta tiyatro sıkıcı geliyordu bana, ben roman seviyordum.
Yazmaya oyun yazarak başladınız…
Ondan önce bir hikâye yazdım galiba. İstanbul’a temelli gelmeden önce, okul tatillerinde İstanbul’daki akrabalarımıza gelirdik. Sahafları filan gezerdim. Bir hikâyem vardı, Yaşar Nabi’ye okutturmuştum. Bir hafta sonra cevap vermiş, beğenmediğini söylemişti.
Gerekçesi neydi?
Sadece yetersiz demişti. Ben de inanmıştım. Kızmamıştım, ama biraz hayal kırıklığına uğramıştım. Kendime güvenim eksilmişti. Dediğim gibi, 19 yaşında filandım, yarım kalan oyun daha sonra geliyor herhalde.
Neydi en sevdiğiniz romanlar, yazarlar?
İlk önceleri herkesin okuduğu klasikleri, Dostoyevski, Steinbeck, Hemingway, Stendhal okurdum. Polisiye filan okumazdım. şimdi biraz polisiye de okumak gerektiğini düşünüyorum. Yine de hayatta on taneyi bulmaz okuduğum polisiye.
Yerli yazarlardan kimleri severdiniz?
İngilizce öğrenip çevirilerin ne kadar iğrenç olduğunu görünce, Türkçenin tadının yerli roman okumadan çıkarılamayacağını keşfettim. Refik Halid Karay, Orhan Kemal, Yaşar Kemal gibi yazarları okumaya başladım. Aslında Yaşar Kemal, Talip Apaydın, Fakir Baykurt, Cengiz Tuncer gibi köy romancılarını lisede de okuyordum. Ama üniversitede daha bir sistemli okumaya koyuldum.. Üniversitede Sabahattin Ali’yi keşfettim. Onun bütün eserlerini üniversite zamanında Beyazıt Kütüphanesi’nde okudum. Çok sevmiştim.
Neydi Sabahattin Ali’de sizi bu kadar çeken?
Sabahattin Ali’de bana daha sıcak gelen bir şeyler vardı, çok kanlı, çok canhıraş şeyler anlattığı halde… Belki de adamın akıbeti etkilemişti beni. Madem ki başını ezdiler, inadına okumalıyım diye düşündüm sanıyorum. Dostoyevski’nin de idam mangasının karşısına çıkmış olması, ölümü beklerken üç dakika sonra affedilmesi, Sibirya’da yaşamış olması etkilemiştir beni. Böyle adamlar okunmaya değer geliyordu bana. Böyle adamların size söyleyecek şeyleri olması gerekir diye düşünüyorum.
Çeviriye gelelim biraz da: Yönetmen Tiyatrosuna Karşı’da epey dalga geçmişsiniz Kısasa Kısas’ın çevirileriyle.
Aşk anlamına gelen “love” ile hukuk anlamına gelen “law” sözcüklerini bile karıştıranlar Shakespeare çeviriyor ve bu çevirilerini yayınlama olanağını bulabiliyorlarsa, yazılarını ve kitaplarını yayınlayabilmek için göbeği çatlayan benim gibi bir yazarın bu duruma tepki vermesi gerekli elbette. Ben Shakespeare’i ancak İngilizce öğrenip İngilizce okuduktan sonra gerçek anlamda sevdim. Çünkü Türkçe çeviriler berbat. Türkçeden okuyup da Shakespeare’i sevmek bana aptalca geliyor. Bu aptallığı ben de yıllarca yaptım. Örneğin, Hamlet’i okuyordum lisede. Ve beğenmiyor, sıkılıyor, ama sıkıldığımı kendi kendime bile itiraf edemiyordum. 176 sayfalık kitabı zor bitirebilmiş, ama kendimi Hamlet’i beğendiğime inandırmaya çalışmıştım. Çünkü bu Hamlet’ti yani. Bunu beğenmiyorsam, sorun Hamlet’te değil, herhalde bende olmalı diye düşünüyordum. Ancak İngilizce öğrendikten sonra sorunun kimde olduğunu anladım. Shakespeare’i Türkçeden okuyup da beğenmezseniz, sakın kendinize kızmayın.
Can Yücel’in Shakespeare çevirilerine ne diyorsunuz?
Yok, Can Yücel’in çevirilerini kabul etmiyorum, bana fazla sululuk gibi geliyor.
En çok sevdiğiniz Shakespeare hangisi?
Hamlet.
‘60’larda tiyatro seyircisi çoktu, tiyatro dünyası çok hareketliydi demiştiniz.
Evet ama, ‘60’larda seyrettiğim oyunları bugün seyretsem beğenir miyim, bilemiyorum. O çağdaki bakışımla, 17-18 yaşımda seyrettiğim oyunlar beni çok heyecanlandırıyordu, o oyunlar sayesinde, o oyunlardan aldığım keyif yüzünden tiyatro yazarı oldum diyebilirim… Mesela AST’ın İzmir’e turneye gelen o zamanki oyunlarına bayılırdım. Oyun sonunda kalkar, ayağa fırlardık, “Bağımsız Türkiye” diye bağıranlara katılacak kadar gaza gelmesek bile, o coşkuya katılırdık. Oyuncu kadrosu da çok esaslıydı herhalde o zamanlar. 70’lerden sonra işler çok kolaylaştı, yozlaştı..
Beğendiğiniz oyun yazarı ve yönetmen var mı?
Beni bir kenara atarsak, Güner Sümer, Murathan Mungan, Memet Baydur’u beğenmek zorunda kalıyorum. Unuttuğum bir-iki kişi daha olabilir belki. Oktay Arayıcı, mesela… Ama dediğim gibi, hatalıdır yazdıkları şeyler. Teknik olarak çok zaafları vardır. Yeri gelmişken, Devlet Tiyatroları genel müdürü Lemi Bilgin’le İstanbul şehir Tiyatrosu genel sanat yönetmeni Nurullah Tuncer’e seslenmek isterim. Bu iki yönetici savaşa karşı görünmeye özen gösteriyor, tiyatro bütçesinden savaşa karşı ilanlar veriyor, savaşa karşı oyunlar sahneliyormuş gibi bir izlenim yaratmaya çalışıyorlar. Ama savaşa karşı olmak için, seyirciye yalnızca All My Sons (Hepsi Oğlumdu) gibi, savaşla dolaylı olarak ilgili, “soft” oyunları sunmak yetmez. Dünya tiyatro edebiyatında, savaşa karşı yazılmış en etkili oyun, Irvin Shaw’un Bury The Dead (Ölüleri Gömün) adlı oyunudur. Ölüleri Gömün, İkinci Dünya Savaşı öncesinde, Amerika’da, Savaşa Karşı Oyunlar yarışmasında birincilik ödülü almıştır. Savaşın dehşetini sahnede dolaysız olarak, tüyler ürpertici bir çarpıcılıkla canlandıran Ölüleri Gömün, dünya tiyatrosunun savaşa karşı verdiği en yaratıcı, en sarsıcı, en vurucu, en soylu cevaptır. Bu oyun Coşkun Büktel çevirisiyle Eleştiren Oyunlar adlı antolojide yayınlandığında, çeviriyi okuyan Oxford University Press Eğitim Direktörü Toros Öztürk, “Ölüleri Gömün’ü oynamamak tiyatral bir suçtur” demiştir. Lemi Bilgin ve Nurullah Tuncer, bu tiyatral suçu işlemeye devam ettikleri halde, yani savaşa karşı dünyanın en etkili oyununu aforoz ettikleri halde, savaşa karşıymış gibi görünmeye devam ediyorlar. Express okurlarının, bu tiyatro suçunu, bu ikiyüzlülüğü unutmamalarını, bulabildikleri her platformda bu suçun hesabını Lemi Bilgin ve Nurullah Tuncer’den sormalarını istediğimi belirterek, şimdilik, son sözümü söylemiş olayım.
Express, sayı 25, Mayıs 2003