Sorgucu subay “Çıktığınızda öyle bir gençlikle karşılaşacaksınız ki, ne onlar sizi tanıyacak, ne de siz onları” demişti. Peki hapsettikleri, işkencelerden geçirdikleri nasıl bir gençlikti, ne istiyorlardı? 12 Eylül’ün cezaevlerinde onlara neler yapıldı? Erzincan, Mamak, Metris ve Çanakkale cezaevlerindeki zulmü yaşayan, İnsan Hakları Derneği, Tutuklu ve Hükümlü Yakınları Birliği ve 78’liler Vakfı’nın faal üyesi Seza Mis Horoz’u dinliyoruz. Express’in “12 Eylül’ün 25. yılı” özel sayısından naklen…
1980 öncesinde neredeydin, ne yapıyordun?
Seza Mis Horoz: Hakikaten de bizim kuşaktan çoğumuzun yaşamında ‘80 öncesi ve ‘80 sonrası diye bir bölünme oldu. 1973’te liseyi bitirinceye kadar küçük bir kasabadaydım, Iğdır’da. Sekiz kardeşin dördü olarak, abilerim ve kardeşlerimle okumak için İstanbul’a geldik. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne kaydımı yaptırdım. Aslında puanım yüksekti, daha iyi bir okula gidebilirdim, ama çalışmak zorunda olduğum için devam mecburiyeti istemeyen bir okulu tercih etmek zorundaydım. Bizim kuşağın bir özelliği de oydu; hem okuyorduk, hem çalışıyorduk, hem de politikanın içindeydik.
Nerede çalışıyordun?
Üniversiteyle aynı anda, SSK Bölge Müdürlüğü’ne memur olarak girdim. Politik konuları orada öğrenmeye başladım. Memleketteyken pek haberimiz yoktu, büyük kent ve üniversiteyle beraber dünyamda çok hızlı bir gelişme oldu. Ufkum açıldı…
Üniversitedeki siyasal ortam nasıldı?
Sürekli çalıştığım, okula vizeden vizeye gittiğim için kendimi üniversiteliden çok, hep emekçi, işçi olarak gördüm. Hatta bazen rüyamda üniversiteyi bitirmemişim gibi görüyorum.
Siyasallaşmanda öğrenci hareketinin etkisi olmadı yani…
Çalışmaya başladığım dönemde, grev ve toplu sözleşme haklarını ellerinden alma maksadıyla işçilerin memurlaştırılma sürecine girilmişti. Memurlar olarak, işçilerin direnişine destek verdik. İlk politikleşme sürecim böyle oldu. Orada gerçeği görmeye başladım: Kar kış demeden, birçok insanı işten attılar. Memurluğu şirin göstermek için bize fazladan üç-dört ikramiye verdiler. Birçoğumuz aldığımız ikramiyeyi olduğu gibi işçilere aktardık. Muazzam bir şeydi benim için, işçilerin direnişine yürekten katılıyorduk, bir dayanışma vardı.
Belli bir sendika, örgüt var mıydı o direnişin başını çeken?
İşçilerin bağlı olduğu Sosyal-İş Sendikası vardı, Memurların Mem-Der diye dernekleşme süreci vardı, ayrıca çeşitli sosyalist, devrimci, demokrat insanlar bu tür direnişlere katılıyordu. Bu arada, öğrenci hareketinin mitinglerine mutlaka gidiyordum. Amfilerde de ortam çok politikti, tartışmalar vardı… Öğrenciler aydınlanmaya, araştırmaya eğilimliydi, hayatı anlamaya çalışıyorlardı, şu anda YÖK’ün öğrencizede yaptığı insanlardan çok farklıydı. İş, okul, mahalle yaşamı, sendikalar, dernekler, gecekondu çalışmaları, hepsi bir aradaydı…
İkili bir duygu yaşıyorduk, bir taraftan mücadele yükseliyordu, birçok insan katılıyordu. Bir yandan da yanı başımızda şehit düşen, yaralanan insanlarımız oldu. Genelde anlayışım, yaralarımızı sarıp mücadeleyi devam ettirmekti. Haklı bir davaya inanmışlığın verdiği bir rahatlık vardı. Mutlaka yenebileceğimize inanıyorduk, çünkü karşımızdakiler haksızdı, zalimdi.
Daha örgütlü mücadeleye nasıl geçtin?
Memleketteyken, MHP’ye yakındık. Ama bizimki milliyetçi, faşist bir MHP’lilik değildi. Azeri kökenliyiz, Azeriler Rusya’ya karşı olduğu için, biz de MHP’liydik. İstanbul’a geldikten sonra, CHP’li oldum. (gülüyor) Ecevit’in işçiler, emekçiler, öğrenciler dediği zamanlardı…
CHP’de faaliyetlere katılıyor muydun?
Çalıştığım için öyle bir fırsatım olmadı, ama işimi riske atıp mitinglerine gidiyordum. Süreç içinde, işyerinde, daha sonra derneklerde politik arkadaşlarla karşılaştım. Sosyalist düşünceleri, devrimci düşünceleri öğrenmeye başladım, hızlı ve yoğun bir şekilde politik sürece katıldım.
Ne gibi siyasal çalışmalarda yer alıyordun?
Önceleri, memurların örgütlenmesi, dernek çalışmasıydı. O dönemde birçok şey bir arada yapılabiliyordu, gecekondularda gecekondu halkıyla bir mücadele vardı, çeşitli işçi direnişlerine katılıyorduk, öğrenci derneklerine, etkinliklerine gidiyordum. İşçi, memur, öğrenci, gecekondu halkı, karma olarak ilgi alanım içindeydi, o dönemdeki birçok genç gibi.
’70’lerin ikinci yarısında atmosfer giderek değişiyordu, İstanbul Üniversitesi’ndeki 16 Mart katliamı, saldırıların yoğunlaşması… O sıcak dönemi nasıl yaşadın?
İkili bir duygu yaşıyorduk, bir taraftan da mücadele yükseliyordu, birçok insan katılıyordu. Birçoğumuz o gücü, birlikteliği görebiliyorduk. Haklılığımıza inanıyorduk. Yanı başımızda şehit düşen, yaralanan insanlarımız oldu. Genelde anlayışım, yaralarımızı sarıp mücadeleyi devam ettirmekti, öyle bir ruh hali içindeydik. Tabii bir sürü provokasyon da oluyordu. Mahalledeki, işyerindeki insanlarla, okuldaki dostlarımızla saldırıları göğüslemeye çalışıyorduk. Haklı bir davaya inanmışlığın verdiği bir rahatlık vardı. Mutlaka yenebileceğimize inanıyorduk, çünkü karşımızdakiler haksızdı, zalimdi diye düşünüyorduk. ‘79 Şubat’ına kadar İstanbul’daydım. Üniversiteyi bitirdikten bir sene sonra, doğu illerine, Erzincan’a, Elazığ’a gittim.
O dönemde hangi grubun içinde yer alıyordun?
Partizan grubunun içerisindeydim. Zaten ilk onlarla tanışmıştım.
Yani CHP’den Partizan’a mı geçtin?
Evet. (gülüyor) Bende ani bir sıçrama oldu. İstanbul’a geldikten bir sene sonra, çok farklı bir insan olmaya başladım. Birçok konuda kafam açıldı, çekingenliğimi attım, yaşamın birçok alanına el atabildim, politikleşme beni çok hızlı geliştirdi.
Devrimci harekete seni çeken neydi?
İnsanların birbirine çok yakın olması, haksızlığa karşı çıkmaları… Yürekli bir şekilde, doğal bir refleksle, adaletsizliğe, haksızlığa karşı çıkma, eşitliği savunma, kadın-erkek eşitliğini savunma… Benim için büyük bir özgürlüktü. Feodal değer yargılarının hâkim olduğu bir yerden gelmiştim, kadın olarak beni çok daha fazla cezbediyordu sosyalist düşünceler… Gecenin birinde, ikisinde eve gittiğim oluyordu; eski zamanda olsa, kadındır, evde oturur denirdi. Erkeğin yapabileceği her şeyi kadının da yapabileceğini, özgürlük mücadelesinin insanı çok daha yetkin kılacağını gördüm ve bunlar cezbetti. Tabii en önemlisi, haksızlığa, sömürüye karşı durmak, adaletli, daha eşit bir toplum, dünya istemek… Bunları ilk duyduğumda, herkesin, ailemin, patronların, devletteki insanların da sosyalizmi kabul edeceğini düşünmüştüm. Çünkü çok güzeldi, insaniydi. İnsanın emeğine karşılık verecek, iş olanağı olacak, sosyal devlet olacak… İnsanca yaşamak isteyen herkes buna evet der diye düşünüyordum. Bunu savunanların büyük bir zulümle karşılaşacağını, büyük bir şiddet yaşayacaklarını hiç düşünemezdim. Gelenek ve göreneklerin bu kadar tepki vereceğini ilk başlarda hiç bilmiyordum. Kendi mantığımda o kadar rahat kabul etmiştim ki, herkese öyle gelir sanıyordum. Hayata atıldıkça, kariyer duygusunun, mülkiyet duygusunun ne kadar etkili bir güç olduğunu görmeye başladım. Devletin zalimliğini yaşayarak gördük. Ve ayağım yere basmaya başladı.
İstanbul’da yaşarken, üniversite mezunu olmuşken, önünde o kadar “nimet” varken, doğuya gitme kararını almakta hiç tereddüt yaşadın mı?
Kesinlikle yaşamadım. Güzel şeyler için mücadele ettiğimizi, herkesin daha mutlu olacağı, daha adaletli, daha insanca yaşayacağı bir toplum istediğimizi biliyordum, o açıdan hiç arkaya dönüp bakmadım. Belki şu anda çok zorluk çekiyorum ama, şimdi de asla pişman değilim. Gönlümüzün istediği şeyi yaptık.
1979’da darbenin yaklaştığını görür, hisseder olmuş muydunuz?
Aslında, tartışılıyordu. Çeşitli provokasyonların olması, sivil faşistleri üzerimize saldırtmaları, Maraş katliamı, bunlar hep darbenin ayak izleriydi. “Kardeş kavgası var, sağa da, sola da karşıyım” söylemiyle darbenin geleceği yorumları yapılıyordu. Cunta esas olarak da bunun üzerine kuruldu. İnsanlarda “birileri bizi kurtarsın” havası yaratmak açısından provokasyonlar yapılıyordu.
Feodal değer yargılarının hâkim olduğu bir yerden gelmiştim, kadın olarak beni çok daha fazla cezbediyordu sosyalist düşünceler. Erkeğin yapabileceği her şeyi kadının da yapabileceğini, özgürlük mücadelesinin insanı çok daha yetkin kılacağını gördüm ve bunlar cezbetti.
Maraş katliamını nasıl hatırlıyorsun?
O zaman İstanbul’daydım. Müthiş öfke duymuştum, müthiş üzülmüştük. Her şeye rağmen, vahşetin bu kadarı da olmaz diye düşünüyorsun. Hamile kadınlar, çocuklar öldürüldü, insanlar yakıldı… Bu daha çok öfke uyandırdı; mücadeleye daha sıkı sarılıyorsun. Ama tabii, herkeste aynı olmuyor. Bu şiddet karşısında, “devlet bu kadar zalimse, aman kenarda durayım” diyenler de oluyordu. Bizim kuşakta çok hızlı bir ilerleme ve bu hızlı ilerlemenin getirdiği kimi sağlıksızlıklar da oldu. Bir çocuk emekler, yürür, büyür… Bizde öyle olmadı, kendimize gelir gelmez koşma süreciyle yüz yüze kaldık. Birtakım şeyleri derinlemesine inceleme, derinlemesine içe sindirme, kişiliğini ona göre şekillendirme noktasında eksikliklerimiz oldu. Ama bu doğaldı, kimse yadırgamamalı ve ayıplamamalı.
12 Eylül gününü nasıl yaşadın?
Elazığ’dan Erzincan’a geçmiştik. Eşimle birlikte Erzincan merkezinde, evimizdeydik. Darbe olduğunu radyodan öğrendik. Sıkıyönetim, sokağa çıkma yasağı daha bir terörize eder boyuta ulaştı. Tanklar her tarafı sarmıştı. 12 Eylül öncesi, biliyorsunuz, cumhurbaşkanı seçimi krizi vardı. Bir türlü cumhurbaşkanı seçilemiyordu, oy pusulalarından Bülent Ersoy’un bile adı çıkıyordu. Ben radyodan darbe haberini duyunca, “cumhurbaşkanı kim olacak?” diye sordum gayrı ihtiyari. (gülüyor) Eşim “ne cumhurbaşkanı, kimse kalmadı, her yere askerler geldi” dedi. Tabii yaşam çok daha zorlaştı.
Ne zaman evlenmiştin?
Doğuya gitme kararı aldığımızda evlenmiştik. Bir buçuk yıl kadar sürdü evliliğimiz, ama o yoğunlukta bir buçuk ay bir arada ya kaldık ya kalmadık. Ben yakalandıktan iki ay sonra da o yakalandı.
Yakalanman nasıl oldu, nereye götürüldün?
12 Eylül’den kısa bir süre sonra, 30 Ekim’de, otobüsle Erzincan’dan Elazığ’a giderken aldılar. Etrafımızı çevirdiler, doğrudan benim üzerime geldiler. Ondan önce bir grup arkadaşla beraberdik, sanıyorum oradan birileri söylemiş. O dönemde ihbarlar çok fazlaydı. Beni Elazığ’a götürdüler. Kıyıda köşede Nazi kampı gibi yerlere götürüyorlardı insanları. Elazığ’da, şehrin dışında, 1800 Evler diye bir yerde, MİT ve Kontrgerilla’nın birlikte çalıştığı, tabelasında Trafik Bölge Müdürlüğü yazan bir binaya götürdüler. İlk sorgulama orada başladı.
Sorgulama süresi de doksan güne çıkarılmıştı, değil mi?
Evet, ama ben 115 gün kaldım. Kendi kimliğimleydim, aranır durumda değildim, onun için geçiştiririm diye düşündüm. Kadınlı erkekli bir sürü polis geldi, soydular, üstümü aradılar. Hemen sorguya aldılar, o dönemdeki politika oydu, isim verirsen yakalayabilsinler diye. Çünkü yakalandığın anlaşılınca, arkadaşların önlem alacaktır. O nedenle, ilk saldırı müthiş oluyor. Beni soydular, askıya aldılar. Bir taraftan elektrik veriyorlar. Ne olduğunu anlayamadım. Kimsin, nesin, nereden nereye gidiyorsun, kimlik araştırması filan yok.
Hemen askıya mı alındın?
Evet, soydular ve hemen askıya aldılar, o çok panikletiyor, amaçları da bu zaten.
Gözaltına alınmış çok kişi var mıydı?
Tabii, çığlık çığlığa… Tanıdık olup olmadığını bilmiyorsun, hemen gözünü bağlıyorlar. İlk beş-on dakika askıda kaldım. Ne olduğunu şaşırdım. Bizim kuşak her şeyi yaşayarak öğrendi. Askıdayım, “lütfen beni indirir misiniz?” dedim… (gülüyor) Onlar kahkaha attılar, “hanfendiyi indirecekmişiz!” diye. O kahkahanın üzerine, “aman Seza” dedim, “nerede olduğunu, gerçeği bil artık”.
Kaç yaşındaydın o zaman?
Üniversiteyi yeni bitirmiştim, 23 yaşındaydım.
Küfür, hakaret de var mıydı?
Müthiş bir küfür vardı, anlamakta zorlanıyordum. Cinsel tacizler, cinsel küfürler, o kadar aşağılık geliyordu ki… Her şey bir aradaydı. Askı, elektrik, küfür, falaka, dayak… Yine de kendimi çabuk toparladım. Katlanabileceğimi hissedince rahatladım. Daha güzel bir dünya, daha iyi bir toplum istiyordum; inanarak, isteyerek girmiştim bu davaya. Bedeli neyse göğüsleyeceğim ve kimseyi ele vermeyeceğim diye kafam netleşince, dayanma gücüm yükseldi.
Ne kadar sonra işkenceyi durdurdular?
İlk gün epeyce hırpaladılar. Bıraktılar, sonra tekrar askıya aldılar. Altı-yedi saat uğraştılar benimle. Bıraktılar, aldılar, bıraktılar, aldılar… İlk sorguda çözdün, çözdün, yoksa insanlar biraz daha kendini toparlayabiliyordu. Her aldıkları kişiye “beş silah, beş adam” diyorlar. Daha azını istemiyorlar yani. Çok yüklendiler. Daha ilk işkenceye aldıklarında zaten sağ kolum gitti, tutmaz oldu. Bir süre sonra, tek kişilik bir hücreye attılar. 25 gün tek başıma kaldım. İlk günlerde duvara çizik atıyordum, yirminci gün artık vazgeçtim. O arada sürekli işkenceye alıyorlardı.
Haksızlığa, sömürüye karşı durmak, adaletli, daha eşit bir toplum, dünya istemek… Bunları ilk duyduğumda herkesin, ailemin, patronların, devletteki insanların da sosyalizmi kabul edeceğini düşünmüştüm. Çünkü çok güzeldi, insaniydi. İnsanca yaşamak isteyen herkes buna evet der diye düşünüyordum.
Sağ çıkamayacağını düşündüğün oldu mu hiç?
Tabii, ifade vermeyince buradan çıkamazsın psikolojisi yaratıyorlar zaten. Bir kere, çok yoğun bir işkenceden sonra, kapının önüne bıraktılar. Kapı açık. Gidebilirsin. Kaçarken vurduk diyecekler. O kapının önünde, bir an, gerçekten bir çelişki yaşadım: Kurtuluş yok, gideyim, vursunlar ve bitsin bu işkence. Yine de yaşama sarılma ağır bastı. Bir aya yakın sürekli işkence yaptılar. Pankart astınız, slogan attınız diye grup halinde ortaokul öğrencilerini getiriyorlardı… “Abi! Abi!” diye yalvaran çocuk çığlıkları… Anneleri, babaları köyden getiriyorlardı, oğlunu, kızını teslim etsin diye… Sürekli işkence çığlığı, yaşlıların çığlıkları, çocukların çığlıkları… Dehşet vericiydi. Oradaki son günümde komiser geldi geceyarısı, “bugün ya konuşacaksın, ya öleceksin” dedi. Hınçla aldı, götürdü beni. Başka bir polis geldi yanıma, “kızım, benim de senin yaşında kızım var, her gece uykularım kaçıyor, bu kadar acı çekmene dayanamıyorum, bir-iki şey söyle, yaşama şansın olur…” Papaz rollerinde. “Bu kadar vicdanlıysan, böyle bir yerde görev yapmazsın” dedim, çekti gitti. Beş-altı kişi odaya doldular. Komiser gözümdeki bağı da açtı. Dışarıda görsen, öğretim üyesi filan dersin, grand tuvalet, parfümlü… Ama müthiş derecede vahşi. “Senden korkmuyorum, eninde sonunda konuşacaksın!” dedi. Bir de iddiaya girmiş. Ben ufak tefeğim, “eksik etek” direniyorsun, gururuna da yediremiyor. “Senden korkmuyoruz” lafı benim için müthiş kamçılayıcı oldu. Bir aydır oradayım, saçlarım uzun, karışmış, bitler dolaşıyor, her tarafım morarmış, şişmiş. Aynaya baktırdılar, dehşetti, kendimden korktum. O halimle, “senden korkmuyorum” lafı, “bunlar aslında bizim haklılığımızdan korkuyor” diye düşündürdü. “Bugün bu iş bitecek!” dedi. Eline kocaman bir değnek aldı. Doğal olarak, kafamı korumak için kolumu kaldırdım, ilk vuruşta, çat diye kırıldı kolum. Biri zaten tutmuyor, öteki kolum da kırıldı. “İki kolumu da aldınız, bir de benden isim mi istiyorsunuz” dedim. Değneği bırakıyor, copla vuruyor, copu bırakıyor, elektrik takıyor… İlk defa çırılçıplak soydular, önceden donum kalıyordu üzerimde… Tuvalete götürdüler, kasım sonu, hava soğuk, tazyikli soğuk su püskürttüler üzerime. Sonra askıya aldılar. İlk defa kendimden geçtiğimi hissettim. Sonra, beni giydirmişler, aşağı, kadınların bulunduğu bir hücreye atmışlar. Köyden getirdikleri birkaç kadın vardı.
Tecavüz tehdidi oluyor muydu?
Çok oluyordu. Fiilen tecavüz olmadı, ama sürekli cinsel taciz vardı. Bir keresinde, işkenceden hücreye götürülürken, yaşlı bir asker vardı, çavuştu herhalde, iğrenç bir tip. Koluma girmişler, beni sürükleyerek götürüyorlar. O arada göğüslerimi sıkıyor. Midem bulandı. Sonra, elektrik verirken, vajinana sokuyorlar, müthiş bir şey, sanki bütün iç organların oradan dışarı fırlayacakmış gibi geliyor. Göğüs uçları da çok etkiliyor, kalbe çok yakın olduğu için…
Bütün bu işkenceler arasında sana dayanması en ağır geleni hangisiydi, ya da böyle bir kıyaslama yapılabilir mi?
Dayanması en zor olanı askı, müthiş bir şey. Kolun senden ayrılacakmış gibi oluyor. Ayağın bir anlığına bir noktaya değse, cennete varacakmışsın gibi geliyor. Askı çok dehşetli. Elektrik de çok kötü, o anda kalbin duracakmış gibi oluyor. Ama, çekilince rahatlıyorsun. Bir de tabii yoğun falaka vardı. Ayaklarımızın altı paramparçaydı. Hâlâ hatırlarım, Ahmet adında bir gardiyan vardı, gördükleri yüzünden hakikaten çok acı çekiyordu, o yardımcı olmaya çalışıyordu. Herkes gittikten sonra, ayaklarım kangren olmasın diye beni tuzlu suda dolaştırıyordu.
Bir ayın sonunda, kadınların bulunduğu o hücreye bırakıldıktan sonra ne oldu?
Kendime geldiğimde, öleceğim diye kadınlar etrafımda ağlaşıyordu. Kapıya vuruyorlardı, “ölecek, hastaneye kaldırın”… Tekrar işkenceye almadılar, üç gün orada öyle acı içinde tuttular. İşkenceye çekmemelerinin nedeni de, benden bir gün sonra, bir çocuğu katletmeleri. Gecenin yarısı, duyuyoruz, oradan oraya vuruyorlar, çarpıyorlar, çocuğun çığlıkları geliyor. Sonra birden çığlıklar kesildi. Müthiş bir sessizlik oldu. Ardından koşuşturmalar başladı. Ertesi gün kimseyi işkenceye almadılar. Sonra o çocuğun öldürüldüğünü öğrendik.
İşkencelere katılan doktorlar var mıydı?
Bilemiyorum, ama işkence yapanlara mutlaka akıl verenler vardı, mesela öldürmemek için elektriği bir yere kadar yükseltiyorlardı. Üç gün sonra, beni Elazığ Askeri Hastanesi’ne götürdüler. 12 Eylül henüz her tarafta kadrolaşmamıştı, birçok yerde hâlâ iyi, vicdanlı insanlar vardı. Ayşe adında bir başhemşire ve doktor kocası vardı. Beni o halde görünce, müthiş öfkelenmişlerdi. Saçlarım darmadağın, leş gibiyim, iki kolum da gitmiş, bitler, pireler, kendimden iğreniyorum, insanlıktan çıkmış bir haldeyim… “Kusura bakmayın, çok kötü durumdayım” diyorum. Onlar “sen nasıl böyle dersin, bunun utancı seni bu hale getirenlerde” dediler. Bana çok yakın davrandılar, saçlarımı kestiler, sağımı solumu temizlediler.
Çeşitli provokasyonların olması, sivil faşistleri üzerimize saldırtmaları, Maraş katliamı, bunlar hep darbenin ayak izleriydi. “Kardeş kavgası var, sağa da, sola da karşıyım” söylemi üzerine cunta kuruldu. İnsanlarda “birileri bizi kurtarsın” havası yaratmak açısından provokasyonlar yapılıyordu.
Başında asker ya da polis var mıydı?
Tabii, bayan polisler nöbet tutuyordu. Onlardan da üçü yakın davranıyordu, iyi bakmaya çalışıyordu. Aslında, 12 Eylül herkes için şoktu. Onlar da yakınıyordu, kaldırmakta zorlanıyordu. Diğer üç tanesiyse tam faşist kafalıydı. Ellerimin ikisini de kullanamadığım için, bana yemek yedirmek zorundalar. Ağzıma basarak, üzerime dökerek yedirirdi biri. Doktor en az bir buçuk ay tedavi görmem gerektiğini söyledi ve bir buçuk aylık rapor verdiler. Dokuz gün sonra, bir ekip geldi. Beni o halde alıp bir Renault’ya bindirdiler, Ankara’ya götürdüler. İğrenç bir yolculuktu, sürekli taciz, hakaret…
Ankara’ya götürülme nedenin neydi?
İfade yok, örgütsel bağ açığa çıkmadı, bir şey yapamadılar. Ankara’da Müteferrika diye bir yer var, oraya götürdüler. Operasyonla getirilmiş 28-30 kişilik bir grup vardı, beni onlara dahil etmek istediler. Kimseyi tanımadığımı söyledim. Getiren polisler de “burada bir şey söylersen, biz seni çekip vuracağız” diyorlar. “Elazığ’ın çözemediğini başka bir yer çözemez” diye böbürleniyorlar. Bir ay DAL’da (Derin Araştırma Laboratuarı) kaldım. İlk birkaç gün üzerime çok geldiler. Sonra, “bundan bir şey çıkmaz” dediler. İki kolum da alçıdaydı, öyle attılar. Ankara’da bir davaya sokamadılar beni. Yüklendiler, İstanbul’a, Gayrettepe’ye getirdiler. İstanbul’daki operasyonlarda alınan insanların yanına koymak istediler. Burada da kimseyle bağlantım yok dedim. İstanbul felâketti, müthiş kalabalıktı. Derneklerden, sendikalardan kimi bulurlarsa getiriyorlardı. Küçücük hücrede dokuz-on kişi kalıyorduk, kıpırdayacak yer yoktu, nefes alamıyorduk, sırayla herkes mazgaldan kafasını uzatıyor, nefes alıyordu. Üzerimizde bitler dolaşıyordu. Tuvalet dehşetti, feci keskin bir koku vardı, beynin yerinden oynayacak gibi oluyordu. Hatta polisler, “sizin yüzünüzden karılarımız bizi eve almayacak, giderken üstümüze bir şişe kolonya döküyoruz, yine de koku çıkmıyor” diye söyleniyorlardı. Yüzlerce, binlerce insan aylarca orada kalıyor. Yanımıza hamile bir kadın getirdiler. Ona “konuşursan bırakacağız” dediler. Kadın “çocuğum sakat doğacak” paniği içinde… Kime ne diyeceğini bilemiyorsun. Bir taraftan, çözülmemek gerek, başka insanların yaşamı söz konusu. Bir taraftan da o kadını anlamaya çalışıyorsun. Ona “direnmek zorundasın, bunlara güven olmaz” diyorduk. “Bana söz verdiler, beni bırakacaklar” diyordu. Kadın gitti, bildiği isimleri yazdı. Onları da getirdiler. Tabii kadını bırakmadılar. Çıldıracak gibi oluyordu, kafasını duvarlara vuruyordu, “çocuğum burada sakat doğacak!” diye kriz geçiriyordu. Onun o halde çırpınışı bizim için diğer işkencelerden daha ağır bir işkence olmuştu.
Sen o arada işkenceye çekiliyor muydun?
Tabii, götürüp getiriyorlardı, “burası İstanbul, burada herkes çözülür” diyorlardı. Kollarım alçıda olduğu için askıya atamıyorlardı, taciz ediyorlar, sağıma soluma copla vuruyorlardı. Yasal 90 günün sonunda bırakırlar diye düşünüyordum. 15 gün de fazla tuttular. Sonra, Ankara’ya getirdiler tekrar. Tek kişilik bir örgüt davası açtılar bana.
Gerekçe neydi?
141/5’ten, örgüt üyeliği, Partizan üyeliği. Ankara’da şehrin ortasında bir yer vardı, Dil Okulu diyorlardı, oraya getirdiler. Cennete gelmiş gibi hissettim kendimi. (gülüyor) Kolumdaki alçı çıkarıldı, arkadaşlar beni yıkadılar, keselediler. Gözaltına alındıktan sonra, ilk o zaman, üç buçuk ay sonra yıkandım.
Orada da baskı, şiddet var mıydı?
İlk dönem, kadınların üzerine “sizi kandırmışlar, temiz aile çocuklarısınız, gidin savcının istediği ifadeyi verin, yaşamınızı kurun” yollu bir propagandayla geldiler. İstiklal Marşı söylememizi istediler. Birileri operasyonda yakalandı mı, hapishaneden tekrar sorguya alınabiliyordun. Her an tekrar şubeye gitme ihtimali de psikolojik bir işkenceydi. 200’e yakın bayan vardı. Koğuş sistemiydi. Devrimci örgütlerin hepsi vardı. İlk dönemler bizi satın almaya çalıştılar, dört çeşit yemek çıkıyordu mesela. Bizi Mamak’la tehdit ediyorlardı. Siyasal kimliğimizi ezmeye çalışıyorlardı. Direnişi nasıl örgütleyeceğimizi tam bilemiyorduk. Aramızda çok yeni olanlar var, herkes aynı düzeyde değil. Ama bir yerden de başlamak gerek diye düşünüyoruz.
Size de askerî eğitim yaptırıyorlar mıydı?
Çeşitli yaptırımları oldu. İlk, İstiklal Marşı’nı getirdiler. Bir kısmımız söylemeyelim, bir kısmımız söyler gibi yapalım dedi, tartışmalar oluyordu. “Sizi kışkırtan üç-beş elebaşı vardır, onları verin, siz hanım hanımcıksınız” diyorlardı hep. Bir keresinde İstiklal Marşı’nı bir kısmı söyledi, bir kısmı söylemedi. Üzerimize geldiler. Herkes yere oturacak dediler. Ne yapacağımızı tam bilemiyoruz, toplu hareket etmek gerek. Yedi-sekiz arkadaş ayakta kaldık, diğerleri oturdu. Ve coplarla, tekmelerle müthiş saldırdılar. Sonra, çok güzel bir şey oldu, aynı filmlerdeki gibi: Bir baktık, tek tek, önce biri kalktı, sonra biri, derken bütün kadınlar ayağa kalktı, hepimiz eşit olduk. Çok hoş bir şeydi.
Askı, elektrik, küfür, falaka, dayak… Katlanabileceğimi hissedince rahatladım. İnanarak, isteyerek girmiştim bu davaya. Bedeli neyse göğüsleyeceğim ve kimseyi ele vermeyeceğim diye kafam netleşince, dayanma gücüm yükseldi.
O olay direniş için bir dönüm noktası oldu denebilir mi?
Evet, bir anlamda gerçekten öyle. Askerler panik oldu. Toplam 200’e yakındık, bizi 60 kişi aldılar, kalorifer dairesine indirdiler. Lağım akan bir yer, fareler dolu, pencereleri siyaha boyalı, havasız, rezalet bir yer. Ranzalar var. Ertesi gün geldiler, “siz de askersiniz, rahat, hazırol yapacaksınız!” dediler. Orada da sürekli Mamak tehdidi vardı: “Direnirseniz, Mamak’a götürülürsünüz!” Üç-dört gün bizi müthiş derecede ezdiler, müthiş dayak, ayılanlar, bayılanlar…
Kadın polisler de dayağa katılıyor muydu?
Tabii, özellikle faşist kafalılar müthişti. Bir keresinde, kolum daha alçıdayken, çok halsizdim, o kadın polislerden biri beni dövüyordu. Birkaç genç arkadaş vardı, biri dayanamadı, “o hasta, ona vurma” diye kadının üstüne saldırdı. Herkes fırsat bildi, kadının üstüne atıldı, saçını başını yolanlar, cimcikleyenler, yumruk atanlar… Kadın panikledi, geri çektiler…
Kalorifer dairesinden sonra ne oldu?
Orada bir haftaya yakın kaldık. Sonra hepimizi derleyip toparlayıp Mamak D Blok’a götürdüler.
Cezaevinde ne kadar kalacağını biliyor muydun?
Hiç kimse tam olarak bilmiyordu. Aslında, cuntanın ilk dönemlerinde cezalar şimdiki kadar ağır değildi. O zaman, örgüt üyeliği dört yıl iki aydı, bir arkadaşımız örgüt yöneticiliğinden beş yıl ceza aldı. Bana da dört yıl iki ay verilmişti.
Mamak’taki ilk izlenimlerin nasıldı?
İlk gün bizi kocaman, uzun bir koğuşa koydular. 50-60 kişiydik. İki katlı tahta ranzalar vardı, suç aleti yapılmasın diye her şey tahtadandı. Döşekler felaketti, uyumak mümkün değildi. Yemekler iğrençti, üzerinde zift gibi yağ olurdu, o yağı atardık, içindeki nohutu filan sudan geçirirdik. “Rahat, hazırol”, içtima yaptırmak istediler. Ama karşı koyduk. Mamak’ta erkekler üzerinde yoğun baskı vardı ama, teslimiyet de vardı, erkekler söylenene daha çok uyuyordu.
Dayanması en zor olanı askı, müthiş bir şey. Kolun senden ayrılacakmış gibi oluyor. Ayağın bir anlığına bir noktaya değse, cennete varacakmışsın gibi geliyor. Elektrik de çok kötü, o anda kalbin duracakmış gibi oluyor. Ama, çekilince rahatlıyorsun. Bir de tabii falaka; ayaklarımızın altı paramparçaydı.
Kadınların daha fazla direnmesini neye bağlıyorsun?
Kadınlar özgürlüklerini daha fazla savunmak istiyordu. Devrimciliğin sana kattığı değerleri yaşatmanın çok önemli olduğunu düşünüyordun. Devrimcilik gündelik yaşam anlamında kadınlara çok daha fazla şey katıyor. Politik yaşama atıldığında, dünyan tamamen değişiyor, daha etkin oluyorsun. Bu kazandıklarına sahip çıkmak zorunda hissediyorsun kendini. Bir de, kadınların inadı farklı oluyor bence. Ayrıca, biz o ruhu yakalamıştık. Tek tek çözülmeler oluyordu tabii, ama daha direngendik. Mesela, bize “ya komutanım diyeceksiniz ya da elinizi açacaksınız” diyorlardı; coplayacaklar. O coplar da ciğerini söküyor. Komutanım demiyorduk, elimizi açıyorduk. Aslında, elini açmayacaksın ama, birçok şeyi yeni öğreniyorduk. Bir keresinde, bir arkadaşımız açtı ellerini, asker vurdu, vurdu, kıpkırmızı oldu artık, kendi yoruldu, “indir, indir ulan orospu!” diyor. Biz de kıza, “etme, eyleme, sakat kalacaksın” demeye başladık. Nitekim, asker pes etti, gitti. Tabii arkadaş aylarca ellerini kullanamadı.
Hatırladığın çözülme anları var mı?
Oluyordu tabii, mesela bizi kalorifer dairesine indirdiklerinde, kenara çekilip “ben kabul ediyorum” diyenler olmuştu. Bu tür tavırlar insanların politik kariyerleriyle hiç bağlantılı değil. Çok kariyeri olan biri vardı, ilk günden kenara çekildi, gencecik sempatizan çocuklar vardı, sonuna kadar direniyorlardı. O tür çözülmeler yaşanıyordu.
Mamak’ta ne kadar kaldın?
Az kaldım, çünkü orada da beni ne yapacaklarını bilemediler. (gülüyor) Sonra, Erzincan Askeri Cezaevi’ne götürdüler. Orada mahkeme sonuçlandı, o kadar tantana, toplam bir buçuk yıl yattım. O dönemde, özellikle bazı kadınları sürekli televizyonda “flaş, flaş” diye gösteriyorlardı, çeşitli isimler veriyorlardı: Ahtapot Filiz, Bombacı Leyla… Bir keresinde, o Dil Okulu’ndayken, televizyon seyrediyorduk, bir baktım benim fotoğrafım: Dişi terörist aranıyor! (gülüyor)
Erzincan Cezaevi’nde nasıl bir atmosfer vardı?
Daha küçük bir yerdi, dokuz bayandık, daha sakindi. ‘82’nin ortalarında Erzincan Cezaevi’nden tahliye oldum.
Eşin nasıl yakalanmıştı?
Eşim Erzincan’da yakalanmıştı. Onu da Ankara’ya getirmişler. Beş yıl hapis almıştı, iki buçuk yıl kadar yattı.
Tahliye olduktan sonra ne yaptın?
Ailemin yanına, İstanbul’a döndüm. Muhasebecilik yapıp ekmeğimi kazanmaya çalıştım. Sultanahmet’te Ermeni bir vatandaşın yanında çalışıyordum, polis onu da rahatsız etmiş. “Kusura bakma, benim de başım belaya girecek, artık yanımda çalışamazsın” dedi. İşsiz kaldım. Bilgimi, becerimi artırayım diye daktilo kursuna, sağlık kurslarına gittim… Polisler rahat vermedi bir türlü, sürekli peşimdeler, ailemi de huzursuz ediyorlar. Epeyce insan gözaltına alınmış, dernekler, sendikalar kapatılmış, müthiş terörize bir ortam var. Baktım olacak gibi değil, yaşam kuramıyorum, evden ayrıldım. Tekrar politik yaşama devam ettim. 1984 Mart’ında tekrar alındım.
Bu sefer nerede, nasıl alındın?
İstanbul’da. Bir arkadaşımız randevu yerini polise vermiş.
Bu durum nasıl bir duygu uyandırıyor, büyük bir ihanet duygusu mu, yoksa olayın olağan bir parçası gibi mi geliyor?
Çok kötü bir duygu. Onun adına çok utanıyorsun. Müthiş bir kızgınlık duyuyorsun. Aslında, çok fedakâr, mütevazı bir arkadaştı. Geçmişini biliyorsun. İki duygu yaşıyorsun: Birincisi, her şeye rağmen, ihanet etmemek lâzım. Bu işe kimse kimsenin zoruyla girmiyor. Bir taraftan da işkencenin insanları ne hale getirdiğini görerek öfke duyuyorsun. Eziklik duyuyorsun.
Erkek miydi, kadın mı?
Erkek bir arkadaşımızdı. Kadınlardan hiç darbe yemedim. (gülüyor)
Devrimcilik, gündelik yaşam anlamında kadınlara çok daha fazla şey katıyor. Politik yaşama atıldığında dünyan tamamen değişiyor, daha etkin oluyorsun. Bu kazandıklarına sahip çıkmak zorunda hissediyorsun kendini. Bir de, kadınların inadı farklı oluyor.
Bazı insanların çok feci işkencelere dayanması, kimilerinin de birinci fiskede çözülmesi açıklamaya gelmez bir şey mi, yoksa senin zihninde bunun bir açıklaması var mı?
Bence ilk fiskede çözülme, aslında dışarıda bir çözülmedir, dışarıdayken inancı zaten yıpranmıştır, çözülmüş olarak gelmiştir. Bir davaya girmek basit bir şey değil, sürekli hesap ederek, kendini güçlendirerek hareket etmek gerekir. Kendi gerçekliğini bilmen lâzım. İnsanlar kaldırabilecekleri oranda sorumluluk üstlenmeli. İnsanlar bir yere kadar dayanıyor, bir yerden sonra çözülebiliyor. Yine de ilk fiskede çözülmeye kimsenin hakkı olmaması lâzım.
İkinci kez yakalanışından sonrası nasıldı?
Yine meşhur Gayrettepe’ye götürüldüm. Bir buçuk ay kadar orada kaldım.
Sorgulama yine aynı yöntemlerle, aynı şiddette miydi?
Yöntemler aynıydı, şiddet biraz daha azalmıştı galiba. Yine falaka, askı, elektrik, kaba dayak… En yoğun olan, meydan dayağı dedikleri kaba dayaktı, bir tür linç yani. Sonra Metris’e gönderildim.
Duruşmaya ne zaman çıktın?
Duruşmaya ilk olarak iki yıl kadar sonra çıktım. Bizim 380 kişilik bir üçüncü davamız vardı, dört yıl sonra ilk duruşmaya çıktılar. Ve o ilk duruşmada 49 kişi tahliye edildi. Yakalandıktan iki-üç ay sonra duruşmaya çıksalardı, o zaman tahliye olacaklardı. Cunta döneminin en yoğun zulmünü dört yıl yaşadılar, çoğu da beraat etti.
1984’te Metris nasıldı?
O zamanlar arama adı altında işkence yapıyorlardı. Havalandırmaya çıkmak için de arama yapmak istiyorlardı, aratmıyorduk ve aylarca havalandırmaya çıkamıyorduk. Koğuşlar çok kalabalıktı. Aynı ranzada üç kişi yatıyorduk. Üstteki ranzalarda bazen düşmemek için kendimizi bağlıyorduk.
Bizi mümkün olduğu kadar ayrı tutmaya çalışıyorlardı. Sanki siyasî olanlar erkekler de, biz tesadüfen oradaymışız gibi davranıyorlardı. Bu bizi daha çok kamçılıyordu. Onun için, ortak örgütlenme, ortak direniş sergileme bizim için önemliydi.
Tek tip elbise uygulaması var mıydı?
Tabii, tek tipi dayatmışlardı. Ona karşı 28 günlük bir açlık grevi oldu. Kadınlara tek tip dayatmadılar ama, erkek arkadaşlara dayatılan her şeye biz de karşı çıktık. Görüşe çıkarken sıraya girmemizi istiyorlardı. Görüşe sırayla gitmek mümkün değil. Amaç siyasal kimliğimizi ezmek. Duvara çocuk ya da manzara resimleri asıyorduk, onları koparıyorlardı. Yaşamla hiçbir bağımızın olmamasını istiyorlardı. Onlar koparıyordu, biz asıyorduk. İrade savaşıydı. Bir resim için günlerce dayak yediğimiz oluyordu. Mesele resim değil, ilgi duyduğun her şeyi yok etmek istiyorlar. İlk dönemlerde gazete, mektup, kalem yasağı, görüş yasağı vardı… Zihnimizdekileri birbirimize anlatıyorduk, beynimiz körelmesin diye. Bilmece çözmeye çalışıyorduk, tiyatro oynuyorduk. Herkes bildiğini birbirine öğretiyordu, biri matematik öğretiyor, diğeri İngilizce, beriki başka bir şey. Beynimizin dumura uğramaması için elimizden geleni yapıyorduk. Sık sık su yasağı verirlerdi, ki kadınlar için daha da önemli, regl dönemleri oluyor, her şey suyla. Küçücük bir tas suyla banyo yapabilir olmuştuk.
Regl dönemleri de o koşullardan etkileniyordu, değil mi?
Özellikle işkencelerden dolayı çoğumuzun regl dönemi müthiş sancılı oluyordu. Birçok arkadaşımızınki düzensiz oldu, bazıları çok sık oldu, bazıları iki-üç ayda bir… Kadınlar bu konuda çok fazla zorluk yaşadı. İşkencelerde de zaten “sizin soyunuzu kurutacağız, rahminizi kurutacağız” diyorlardı. Kadınlara en büyük tehditleri buydu: “Bir daha doğuramayacaksın”. Ben de doğurabileceğimi düşünemiyordum doğrusu. O kadar hırpalanıyorsun ki! Ama insan bedeni müthiş bir mekanizma, kendini yeniliyor.
Vücuda yabancı madde sokmak, vajinadan elektrik vermek yaygın yöntemler miydi?
Tabii, vajinaya elektrik vermek çok yaygın yapılıyordu, bazılarına cop sokmuşlardı. Kızlara karşı belki biraz daha tedirgin oluyorlardı ama, kadınlara karşı sınır tanımıyorlardı.
Tecavüze uğrayanlar var mıydı?
Vardı tabii.
Kadınlar bu tür işkenceleri birbirine anlatır, paylaşır mıydı?
Bilinç düzeyine göre, yaşamı algılayışına göre değişiyordu. Çekinen, sıkılan oluyordu, bazıları saklardı. Çok eziklik duyardı, sorun yaşardı. Biz hissettiğimizde, birbirimize anlatmaya, paylaşmaya, yardımcı olmaya çalışıyorduk. Kendini toparladıkça, yakın ilgi gördükçe, bu tür şeyleri anlatıp kendilerini biraz daha tedavi ediyorlardı. Anlatmayanlar da vardı. Hem hatırlamamak, olayı bir kez daha yaşamamak istiyorsun. Hem de tabii ki o feodal değer yargıları da var. İnsanlar aşağılanma, kirlenme duygusu yaşıyorlardı.
Metris’te ne kadar kaldın?
Yirmi yıl ceza verdiler bana.
Bu sefer neyle suçlanıyordun?
Bu sefer terfi etmiştim. (gülüyor) 168/1, yani çete kurmak, çete reisliği… Ya, reis de oldum. (gülüyor) Metris’te çok uzun kalmadım, kısa süre sonra Çanakkale’ye gittim.
Metris deyince aklında en çok kalan ne oldu?
Aramalara karşı koyduğumuz direnişler kaldı, dostluklar, arkadaşlıklar kaldı. Güzel şeyler yaşadık gerçekten. Erkek arkadaşlarla haberleşmek için yaptığımız çabalar…
Erkeklerle nasıl haberleşiyordunuz?
Bizi mümkün olduğu kadar ayrı tutmaya çalışıyorlardı. Sanki siyasî olanlar erkekler de, biz tesadüfen oradaymışız gibi davranıyorlardı. Bu bizi daha çok kamçılıyordu. Onun için, ortak örgütlenme, ortak direniş sergileme bizim için önemliydi. Onlara bir şey yapıldığında, bize yapılmış gibi hareket ediyorduk. Mahkemelere gidip gelirken, koridordan geçerken haberleşmeye çalışıyorduk. Ya da duvardan mors alfabesiyle… Daha sonra, uzun çabanın ardından bir hava hattı kurduk, inanılır gibi değildi.
Nasıl yaptınız onu?
Bizim koğuşla erkeklerin koğuşu arasında havalandırma vardı. Erkekler koğuşlarının pencerelerinden, ucunda ağırlık olan bir ipi bizim pencereye atacaktı, geceler boyu pencerenin önünde bekliyoruz, olmuyor bir türlü. Sonunda bir gece mucize gerçekleşti.
Bir makara sistemi mi oluşturdunuz?
Evet. Eskiden minik notlarla haberleşirdik, büyüteçle ancak okuyabilirdik. Hava hattını kurunca, mektuplar gönderildi, resimler gönderildi, özel yazışmalar oldu. İnsanlar birbirinin resmini gördü, tanıdı. Daha sonra, mücadeleyle, kütüphane hakkı kazandık. Haftanın belli günlerinde kütüphaneye çıkıyorduk.
Hapisten çıktığımda en yadırgatan şey, her şeyin parayla ölçülür olmasıydı. Eskiden birbirimize sımsıkı sarılırdık, bir araya geldiğimiz zaman büyük coşku duyardık. Onları azalmış buldum. Bir de, politikaya ilginin azlığı. 12 Eylül, asıl hedefine dışarıda ulaşmıştı.
Metris firarı esnasında oradaydın, o nasıl oldu?
Firar benim için çok özeldi. (gülüyor) Bayanlar koğuşunda bir tek benim haberim vardı. Firarı yoğun olarak bizim arkadaşlar örgütlüyordu. Sibirya bloğu dediğimiz bir yer vardı, oradan çıkacaklardı. Bana ilk anlattıklarında inanamadım. O zaman “Metris’ten kuş uçmaz” deniyor. Olamaz diyorum, korkuya kapılıyorum. İki duygu yaşıyordum: Özgürlük ve ölüm. Başarısız olurlarsa, kesin imha! Az insan da değil, 29 kişi.
Tünel ne kadar sürede kazıldı?
Dört-beş ay sürdü.
Kaçış gününü de biliyor muydun?
Evet. Çünkü orada nişanlım da vardı. (gülüyor) İlk eşimle ayrılmıştım. Nişanlımla mahpusta tanışmıştık.
Firar gününü nasıl geçirdin?
Dehşet bir şeydi. Uyuyamadım. Gece 12 ile sabah 5 arası firar edeceklerdi. 29 kişi oldukları için peyderpey çıkıyorlardı. Tabii ben o gece öldüm öldüm dirildim. Hiçbir şey bilmiyorum. Hem korkuyu, hem sevinci bir arada yaşadım. Sabah sayımında idare fark ediyor. Koğuşta cezası az kalan birkaç kişi kalmış. Asker “nerede bunlar?” diyor. Oradaki arkadaş “firar ettiler” diye cevaplıyor. Asker “gırgır geçme, çıksınlar!” diyor. İnanamıyorlar, her yeri arıyorlar.
Firardan sonra baskı, şiddet arttı mı?
Öyle sanıyorduk ama, olmadı. Şok oldular. Sonra, sevkler başladı. Ben de Çanakkale Cezaevi’ne gönderildim ve 1991’e kadar orada yattım.
Çanakkale nasıldı?
’89’dan sonra, belli bir mücadelenin de sonucu, belli haklar alınmıştı. Birçok insan idam ya da müebbetti. 12 Eylül’ün ilk dönemindeki cezaevi koşulları biraz hafiflemişti. Orada daha fazla hakkımız vardı, erkek arkadaşlarla görüşebiliyorduk, bayramlarda açık görüş vardı, dışarıdan yiyecek alabiliyorduk.
Özel durumlar dışında rutin günler nasıldı?
Dışarıdaki yaşamım o kadar doluydu ki, günde beş-altı saat uyurdum, hep koşuştururdum. Cezaevinde, dört duvar arasında yaşamayı tahayyül edemezdim. Ama, toplam dokuz yıl yattım ve orada da zamanım iyi geçti. Cezaevinde de gece 12’de yatardım, sabah 6’da kalkardım. Sabahları spor yapardım, bolca kitap okurduk, yazardık, eğitim faaliyetlerimiz vardı. Elişi yapmayı severdim, şapka örerdim, kalemlik örerdim. Bazen parasız kalırdık, onları satardık.
Firardan sonra, nişanlın ne oldu?
Bir buçuk ay sonra, dokuz kişi yakalandılar. Metris’e gönderildiler, oradan da sürgüne Bartın’a yollandılar. Nikâh yapmak için ben de sevkimi Bartın’a istedim. Sonra, bir engel çıktı, nikâh yapılmadı. Derken, ikimiz de kısa aralıklarla Çanakkale Cezaevi’ne getirildik. 8 Mart 1990’da nikâh yaptık.
Evlendikten sonra cezaevinde birbirinizi görebiliyor muydunuz?
Evet. Eş görüşleri vardı, ayrıca erkek arkadaşlarla da görüşebiliyorduk.
Eşin ne kadar ceza almıştı?
Müebbet aldı, ‘9l’de şartlı tahliyeyle çıktılar.
1991’de, dışarı çıktığında toplumsal ortamı nasıl buldun?
Tabii en yadırgatan şey, her şeyin parayla ölçülür olmasıydı. Eskiden birbirimize sımsıkı sarılırdık, bir araya geldiğimiz zaman büyük coşku duyardık. Onları azalmış buldum. Bir de, politikaya ilginin azlığı. 12 Eylül asıl hedefine dışarıda ulaşmıştı. İçeride hâlâ yakınlarımız, arkadaşlarımız olduğu için sürekli demokratik kurumlardaydık, ailelerle buluşuyorduk. Bir süre sonra, eşim de çıktı, beraber devam ettik dışarının çalkantısında…
12 Eylül gençliğin büyük bir kısmını yaşamın dışına attı, politik olarak, kültürel olarak, yaşamda etkinlik olarak… Bencilliği fetişleştirdi, değerleri altüst etti… Buna rağmen, politik direniş gösteren bir gençlik de var, ama kimseyi toplumdan soyutlayamazsın. Daha bireyci olmanın, daha az özverili olmanın izlerini taşıyorlar, ama daha sorgulayıcılar.
Çocuk doğurmaya hemen mi karar verdiniz?
Çocukları çok seviyordum ve çocuk olsun istiyordum. Bir korku da vardı. O kadar badire yaşamıştım ki, hemen olacağını da sanmıyordum. Ama herhalde ilk gece hamile kaldım. (gülüyor) Eşim çıktıktan sonra, neredeyse içeride geçirdiğimiz zamanı telafi eder gibi yaşadık. Dağ tepe gezdik, yürüyüşler yaptık, arkadaşlarla görüştük, çok deli dolu bir yaşamdı, hayatımda ilk defa denize girdim… Bir gün, arkadaşlarımızla beraberiz, benden sıvı boşaldı, diş etlerim çekildi. Hamileymişim. Oğlum şimdi 14 yaşında.
Bu arada, eşin tekrar cezaevine girdi, değil mi?
2001 yılında aldılar, 15 yıl verdiler.
Bugünün cezaevi koşullarını 1980’lerle karşılaştırırsan…
F tipi koşulları gerçekten çok ağır. Onca zulme rağmen, biz bir aradaydık. F tipi iğrenç, çok insanlık dışı. Eşim Tekirdağ F Tipi’ndeydi, şimdi Bolu’ya sürüldü. Bolu’daki şartlar daha da ağır.
Ne kadar daha yatması gerekiyor?
Aslında 2012’ye kadar, ama bakalım yeni yasa nasıl uygulanacak? İki-iki buçuk yılı var diye düşünüyoruz. Bugün cezaevinde siyasî tutuklu olmak çok daha zor. F tiplerinin amacı bütün topluma gözdağı vermek. İçerideki kişiler şahsında toplumu sindirmek, toplumu politika dışı tutmak. Ama her koşulda insanlar mücadele ediyor, tümden sindirmeleri mümkün değil.
F tiplerine karşı yapılan ölüm orucu eylemlerini ve o süreçte onca insanın ölmesine, sakat kalmasına rağmen yaygın ve güçlü bir tepki oluşamamasını nasıl değerlendiriyorsun?
Ölüm oruçlarını mücadelenin en üst aşaması olarak değerlendirmek lâzım. Çünkü yaşamdan öte bir şey yok. Gelinen en son nokta diye düşünüyorum. Toplum şunu görebilmeli: İnsanlar yaşamını ortaya koymuşsa, orada yaşanan çok vahim bir şeydir. İnsanlara ölümden beter şeyleri dayatıyorlar: Yalnızlığı, siyasal kimlikten arınmayı… 19 Aralık katliamı da bunun bir göstergesiydi, vahşeti naklen yayınladılar. Bu imha politikasına karşı, insanların bedenlerini açlığa yatırmalarından başka çareleri yoktu. Büyük bedeller ödendi, ağır şeyler yaşandı. Ama toplumda bir karşılık bulamadı ne yazık ki. Bu, bir cezaevi sorunu değildi, 12 Eylül’ün toplumu getirdiği noktanın bir sonucu bu. Toplumda karşılık bulamayınca, bir aşamadan sonra bırakılması gerekirdi. Nitekim, birçok siyaset durumu değerlendirip bir aşamadan sonra ölüm orucunu bıraktı. Sonuçta, bunların hepsi tarihe mal olacak. Ölene değil, öldürene bakmak gerek diye düşünüyorum.
Toplumun geneline göre daha sorgulayıcıydık, ama devrim gibi çok iddialı bir konuda çok daha derinden sorgulamamız gerekirdi. Geleneksel ilişkileri daha derinden sorgulamak ve onun büyük bir bela olduğunu algılayıp kendi yaşamımızda da bunları aşmak gerekiyordu. Öyle bir eksiklik vardı, kadın-erkek ilişkisi de onun bir parçası.
Bugünkü muhalif genç kuşağı ’80 öncesindeki kendi gençliğinle karşılaştırdığında temel olarak ne gibi farklar görüyorsun?
12 Eylül gençliğin büyük bir kısmını yaşamın dışına attı, politik olarak, kültürel olarak, yaşamda etkinlik olarak… 12 Eylül’den sonra doğmayı gençler için talihsizlik olarak görüyorum. Umutlarını öldürdü, bencilliği fetişleştirdi, değerleri altüst etti… Buna rağmen, politik direniş gösteren bir gençlik de var, ama doğal olarak, bugünkü hiçbir kimseyi toplumdan soyutlayamazsın. Daha bireyci olmanın, daha az özverili olmanın izlerini taşıyorlar, ama daha sorgulayıcılar.
1980 öncesine dair oluşan “bacı” edebiyatı için ne diyorsun?
Yaşananları kendi koşullarında düşünmek lâzım. O dönemde, ilişkilerde belli bir feodallik vardır, ama oraya takılıp kalmak haksızlık olur. O dönemde, birçok kadın politik mücadeleyle tanıştı, belli ölçüde özgürleşti, etkin hale geldi. Tabii ki politik mücadelede erkeklerle kadınların dengesini sağlamak hemen mümkün olamadı. Gerçek bir sosyalist bilinç herkeste hemen hâkim olamıyor. İkinci planda kalmak söz konusu olabildi dönem dönem. Ama bugünkü kadınların haline baktığımız zaman, toplumdan uzak, güvensiz bir kadın toplumu var. Ben kendi adıma o sürecin bana çok şey kattığını düşünüyorum. Annemden, kız kardeşimden çok farklı davranıyorum. Kendi eşimi seçebileceğimi, politik mücadeleye katılabileceğimi, ailemin itirazına rağmen yaşamda yer alabileceğimi düşünüyordum. Bunu bana sağlayan politik mücadele oldu. Tabii ki mücadeleye erkeklere göre eşitsiz başlıyorsun. Kendini kabul ettirmek için daha erkek gibi davranma zorunluluğunu hisseden kadınlar da oldu. Erkekleşerek bir yere gelme, kendi cinsine yabancılaşma gibi duygular yaşandı. Bugün de yaşanıyor. O zaman belli bir devrimci kültür vardı, pantolon giyerdik, makyaj yapmazdık, giyime önem vermezdik. Tabii eksiklikti, fakat gönüllü benimsediğin bir şeydi. Ama biraz daha yumuşak tutabilirdik. Şimdi değerlendirdiğimizde, bazı anlayışlar sekter gelebilir, ama makyaj yapmak için yanıp yakılmıyorduk da. Kendimizi mutlu hissettiğimiz bir hayat yaşıyorduk, başarılı, güvenli hissediyorduk. Ekmeğini kazanıyorsun, ailene yardım ediyorsun, üniversitede okuyorsun, mücadelenin içindesin… Bugün insanlar sadece iş yaşamıyla başa çıkamıyor. Ya da sırf okulla başa çıkamıyor… O zaman, birçok şey yapabiliyorduk, bunların üstesinden geliyorduk ve kendimize güvenimiz vardı. Bu arada tabii yaşadığımız eksiklikler vardı, kadınlığımızı daha iyi yaşayabilirdik, daha öne çıkartabilirdik, bu hoş bir şey.
Bugünden, genel olarak o dönemin devrimci hareketine baktığında, gördüğün en temel eksikler, hatalar nelerdi sence?
Siyasî olarak daha derinden, daha sorgulayıcı olmamız gerektiğini düşünüyorum. Toplumun geneline göre daha sorgulayıcıydık, ama devrim gibi çok iddialı bir konuda çok daha derinden sorgulamamız gerekirdi. Ayrıca, varolan davranışları, gelenekleri, alışkanlıkları, köhne bir dünyayı aşmak istiyorsun. Onun için de, yaşamın her alanındaki köhneliklerle, alışkanlıklarla sürekli mücadele etmek gerekiyor. O noktada eksiklik olduğunu düşünüyorum. Geleneksel ilişkileri daha derinden sorgulamak ve onun büyük bir bela olduğunu algılayıp kendi yaşamımızda da bunları aşmak gerekiyordu. O malûliyeti yaşadığın sürece toplumu ileriye taşıyamazsın. Öyle bir eksiklik vardı, kadın-erkek ilişkisi de onun bir parçası.
O dönemden, sahip çıkılması gereken olumlu miras ne olabilir?
Haksızlığa karşı çıkma refleksi, araştırma duygusu, adaletli bir toplum isteme, iyi bir dünya isteme… Haksızlığa karşı çıkılabileceği ve haklar kazanılabileceği bilinci, arzusu çok önemli. Bunu bugüne aktarmalıyız. 12 Eylül, güzel bir dünya isteme düşünü insanlardan aldı. Haksızlıklarla baş edebilme bilinci insanlardan silindi, insanlar edilgenleştirildi. Bugün sorun Kenan Evren’in ya da üç-beş generalin yargılanması değil. 12 Eylül’ün yarattığı sonuçların yargılanması, mahkûm edilmesi gerekiyor.
12 Eylül, güzel bir dünya isteme düşünü insanlardan aldı. Haksızlıklarla baş edebilme bilinci insanlardan silindi, insanlar edilgenleştirildi. Sorun Kenan Evren’in ya da üç-beş generalin yargılanması değil. 12 Eylül’ün yarattığı sonuçların yargılanması, mahkûm edilmesi gerekiyor.
Yine de darbenin sorumlularının ve çeşitli düzeylerdeki uygulayıcılarının yargılanmasını istemiyor musun?
Tabii kesinlikle, nasıl istemem! Bu, toplumda haksızlık yapanlar yargılanır bilinci de yaratacağı için gerekli. Ama sadece yargılansınlar dediğin zaman, intikamcı bir duygu olur. Bugün sorun, bana yapılanlardan öte, 12 Eylül’ün bütün toplumu dinamitlemesi. 12 Eylül’ün hukukunun, kültürünün, ideolojisinin yargılanması gerekir. Bunun uygulayıcılarının da mutlaka. Başka ülkelerde yargılandılar ve bakıyorsun, o ülkelerde daha sağlıklı direnişler, toplumlar yetişiyor. Mesela Yunanistan, yanı başımızda, çok daha demokratik şeyler yaşanabiliyor. Arjantin de öyle. Yargılayan toplumlarda, halkta haksızlığa karşı çıkış refleksi de gelişiyor. 12 Eylül zihniyeti, topluma, devlet yargılanamaz, devlete karşı çıkılamaz anlayışını yerleştirmek. Yoksa, onlar bir Kenan Evren’i gözden çıkarırlardı. Birbirlerini kullanır, kirli mendil gibi bir kenara atarlardı. Eğer 25. yıl bu noktada bir katkı sağlayabilirse, toplum adına bir sevinç yaratır.
Bugün neler yapıyorsun, nelerle uğraşıyorsun?
12 Eylül bizi hep yaşamın dışına atmaya çalıştı, biz de inatla yaşamın içinde olmak, yaşamın öznesi olmak istiyoruz. Cezaevleriyle çok yakından ilgileniyorum, cezaevleriyle ilgili her etkinliğe, her demokratik kuruma omuz vermeye çalışıyorum. Tutuklu ve Hükümlü Yakınları Birliği (TUYAB) üyesiyim. Dayanışma Ağı diye bir demek oluşturduk. Ayrıca, 78’liler Vakfı’ndayım. O süreci yaşayan akranlarımla birlikte, 12 Eylül’ün yargılanması, kuşaklar arasındaki yabancılaşmanın ortadan kalkması için karınca kararınca bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. İnsan hakları mücadelesinin olduğu her yerdeyim.
Geçimini nasıl sağlıyorsun? Geçmişin iş bulmanda engel oldu mu?
Tabii. Cezaevinden çıktıktan sonra, on yıl eşimle birlikte sosyalist basın emekçiliği yaptık. Arkadaşlarla beraberdik, karınca kararınca geçinmeye çalışıyorduk. Eşim tutuklandıktan sonra, daha çok cezaevi eksenli mücadele etmeye başladım. Ekonomik olarak kendi gücüme dayanarak ayakta kalmaya çalışıyorum. İş olarak gazeteciliği iyi biliyorum, on yıl gazetecilik yaptım. Ama burjuva gazetelerinde gazetecilik yapmam mümkün değil, ne onlar beni alır, ne ben onlara giderim. Temizlik yaparak ekmeğimi kazanıyorum. Başka iş olanağı yok. Masa başı bir iş bulsam izin alamıyorum. Benim için cezaevine ziyarete gidebilmek çok önemli. Bunca yıllık politik yaşamdan sonra, sırf karın doyurmaya yönelik bir yaşam ağır geliyor. Onun için, evlere ve bürolara temizliğe gidiyorum, böylece zamanımı ayarlayabiliyorum.
Express, sayı 53, Eylül 2005