6 ŞUBAT DEPREMİ –ARAMA-KURTARMA ÇALIŞMALARINDAKİ MADENCİLERİN TANIKLIKLARI 

Söyleşi: Bekir Avcı, Anıl Olcan
3 Mart 2023
Peter Booth, "Kıyamet manzarası", 1983
SATIRBAŞLARI

İlk günden başlayalım. 6 Şubat’ta, ilki Maraş, ikincisi Antep merkezli iki deprem oldu. Haberini duyduğunuzda ne hissettiniz, deprem bölgesine gitmeye nasıl karar verdiniz?

Alparslan Türkoğlu: 6 Şubat gecesi madendeydim. Sabah vardiya bitince madenden çıktım. Telefonumu açtığımda WhatsApp gruplarında arkadaşlarımın “Deprem olmuş, sabaha kadar uyuyamadım” gibi şeyler yazdığını gördüm. Başta tam anlayamadım. Sonra birkaç haber okudum, depremin büyüklüğünü öyle anladım. Topladık kazmayı küreği, apar topar yola çıktık.

Resul Demir: Televizyonlarda detaylı bir haber yoktu. Deprem bölgelerine ulaşım olmadığı için can kaybının ve yıkımın büyüklüğü hakkında tam bir bilgiye sahip değildik.Başta eşe dosta sordum, ama net bilgi alamadım. Sendika çağrı yapınca toplandık, gittik.

Sendikadaki toplantıda neler konuşuldu, nasıl organize oldunuz?

Gökay Çakır: Sabah 7 gibi uyandığımda deprem olduğunu öğrendim, haberi duyar duymaz sendika yöneticilerine mesaj attım. Sonra sendikada toplandık. Ne yapabiliriz diye düşünmeye başladık. “Bir an önce maden işçilerini çağırıp otobüs kaldıralım” dedik. Çağrıyı yaptık, işçi kardeşlerimiz bizi kırmadı. Zaten madenciler afetlerde her zaman göreve hazırdır. Soma’daki 15 bin madencinin 3 bini bir saatte bize ulaştı. “Başkanım ben de gitmek istiyorum” diyen çoktu. Madenciler yerin yedi kat altında çalışır. Hayatın değerini iyi bilir. Baretini, kazmasını, küreğini alan koştu geldi.

Konya’ya vardığımızda yollar kar sebebiyle kapanmıştı. Bir metreye yakın kar vardı ve bir tane bile kar küreme aracı yoktu. Deprem bölgesine on saat geç vardık. On saat böyle bir afette çok kritik. Birçok insanımızı kurtarabilirdik.

Çetin Erkalkan: 6 Şubat’ta en önemli şey deprem bölgesine ulaşım sağlayabilmek ve ekipman ayarlayabilmekti. Akhisar Belediyesi sayesinde otobüs ayarladık. Ama modern ekipmanlarımız yoktu. Ekonomik gücümüz olmadığı için bir jeneratörümüz yoktu mesela, keşke olsaydı. Soma Belediye Başkanı Ali Tulup’u aradık. Bize kaymakamla toplantıda olduğunu söyledi. Toplantının yapıldığı hükümet binasına gittik. Ali Tulup’a “Deprem bölgesine gideceğiz, ekipman lâzım” dedim. Tulup “Siz deprem bölgesine gidin, kamyonlarla malzeme gelecek” gibi komik bir açıklama yaptı. “Deprem bölgesinde bu ekipmanları temin etmemiz mümkün değil, en azından bir-iki ekipman verin” dedim. “Malzeme sıkıntısı çekerseniz size göndeririz” gibi saçma bir şey söyledi yine. Yiyeceğin, içeceğin bile ulaşmadığı Samandağ’a ekipman nasıl ve kaç günde ulaşacak? Baktım olacak gibi değil, eşten dosttan, esnaf arkadaşlardan birtakım malzemeler ayarladık. Otuz kişilik bir madenci ekibiyle saat 19’da, kazma, kürek, tokmak, manivela demiri gibi ilkel ekipmanlarla Soma’dan yola çıktık. 

Yoldaki durum nasıldı?

Erkalkan: Konya’ya kadar her şey iyiydi. Konya’ya vardığımızda yollar kar sebebiyle kapanmıştı. Bir metreye yakın kar vardı ve bir tane bile kar küreme aracı yoktu.

Soldan sağa: Çetin Erkalkan, Alparslan Türkoğlu, Gökay Çakır, Resul Demir

Beklemek zorunda mı kaldınız?

Türkoğlu: Bekleyemedik, bekleyemezdik. Tıkanık trafiğin başına kadar yürüdük. Baktık, araçlar yola saplanmış. Kara saplanan arabaları kaldırıp kenara çektik.

Eralkan: “Madenci kendi yolunu açar” düşüncesiyle indik otobüsten. Otobüsün önündeki kara saplanmış araçları sağa sola çekerek yolu açmaya çalıştık. Şoförümüz sağolsun, kar buz demeden sürdü. Madenci kendi gücüyle yolu açtı. Konya’yı on saatte geçtik. Arkamızdaki araçlar maalesef hâlâ trafikteydi. Bizden önce çıkan otobüsleri bile geçmiştik. Yine de deprem bölgesine on saat geç vardık. On saat gecikme böyle bir afette çok kritik.

Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu “Yollar açıktı” diyordu…

Erkalkan: Yalan söylüyorlar, yollar açık değildi. Karayolları çalışanları işini doğru dürüst yapmış olsa biz on saat önce Samandağ’a varacaktık. Birçok insanımızı kurtarabilirdik.

Maraş yolu da öyle miydi?

Demir: Soma’dan 6 Şubat’ta ilk ekip yola çıktıktan sonra biz de bir başka ekip olarak 7 Şubat sabahı Maraş’a doğru yola çıktık. Konya’da biz de trafiğe takıldık, ama kardan dolayı değildi. Yollar çok kalabalıktı. Ancak 8 Şubat sabahı Maraş-Elbistan’a varabildik. İlk iş AFAD koordinasyon merkezine gittik. “Biz madenciyiz, bu işin piriyiz. Bize yer gösterin. Nerede umut varsa gidelim, çalışalım” dedik. AFAD “bekleyin” dedi. Bizi bir okulun bahçesinde üç saat beklettiler.

8 Şubat sabahı Maraş-Elbistan’a varabildik. İlk iş AFAD koordinasyon merkezine gittik. “Biz madenciyiz, bu işin piriyiz. Bize yer gösterin. Nerede umut varsa gidelim, çalışalım” dedik. Bizi bir okulun bahçesinde üç saat beklettiler.

Oraya can kurtarmaya gitmişiz, sabrımız taştı tabii. En sonunda sözlü tartışma oldu. Tartıştıktan sonra bize bir adres verdiler. Denizkent isimli bir siteye gittik. Hakikaten de Denizkent’ti. Sitedeki binaları deniz kumundan yapmışlar. Koca site toprak yığınına dönüşmüştü.

Oraya gidince AFAD’ın rezilliğini gördük. Cenazeleri bize çıkarttırmaya çalıştıklarını anladık. AFAD’la bağlantımızı kopardık. Kendi kafamıza göre çalıştık. Baktık, nerede bir çalışma var, oradaki ekiplere “Biz madenciyiz, beraber çalışalım, ama içeriye biz girelim” dedik. Böyle daha faydalı oldu. Yani kendi kendimize, duruma göre organize olduk.

AFAD’la birlikte çalışmayınca enkazlarda canlı olup olmadığının bilgisini almak zor olmadı mı?

Demir: Olmadı. Her bölgede sendikadan arkadaşlarımız vardı, bize bilgi veriyorlardı. Zaten Maraş’ta her yer enkazdı. Nerede canlı olduğu aşağı yukarı biliniyordu. Mesela bir enkazda çalışırken halktan birisi, “Komşum enkaz altında, WhatsApp durumunu güncellemiş, çamaşır makinasının yanına sıkışmış, kurtarılmayı bekliyor” diyordu. Biz de gidiyorduk.

Sahada TÜBİTAK’tan geldiğini söyleyen ve enkazlarda canlı tespiti yapan bir ekiple tanıştık mesela. O ekip bize haber veriyordu. Onlar sayesinde asansörde sıkışmış bir aileyi sağ salim kurtardık. Enkazda üç-dört saat çalışıp yedi-sekiz metre ilerledik, depremin 84. saatiydi. Onları kurtarınca çok mutlu olmuştuk. Bir de, AFAD gönüllüsü kadın bir çalışan vardı, o da bize haber veriyordu.

Bağımsız Maden-İş üyesi madenciler ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi itfaiyesi çalışanları, Samandağ, Hatay

Enkaz altındaki insanlar sosyal medyada yer bildirimleri yapıyor, elden ele bazı adresler yayınlanıyordu. Bu işinizi kolaylaştırıyor muydu?

Eralkan: Samandağ’da internet çok sınırlıydı. Çoğu yerde telefon çekmiyordu. Bize o şekilde bir kere ihbar geldi. Samandağ Shell benzinliğinin arkasında bir enkazdı. O enkazdan iki kız kardeş çıkardık. Maalesef ikisi de hayatını kaybetmişti.

Samandağ’daki atmosfer nasıldı, insanlar ne diyordu?

Türkoğlu: Karmakarışıktı her yer. Bazı insanlar şehirden çıkmaya çalışıyordu. Samandağ’a iner inmez insanlar elimize kolumuza sarılıp “Çocuğum enkazın altında, abim, kardeşlerim, annem…” diyorlardı. Böyle rahat anlattığıma bakmayın, bunlar çok ağır şeyler. Gerçekten de her yerden ses geliyordu. Bunlara yetişebilmek için küçük ekiplere ayrıldık, herkes bir yere koştu. Samandağ’a vardığımızda AFAD’ın profesyonel arama-kurtarma ekibinden kimseye rastlamadık. Bir-iki AFAD gönüllüsüyle karşılaştık. Onları görünce, “ne yapalım?” diye sorduk. Bir enkazdan ses duyduklarını söylediler. Hemen o enkaza gittik. Bir saat kadar çalıştıktan sonra Samira isimli bir kız çocuğunu kurtardık.

AFAD görevlileri çalışmıyordu, gönüllüler çalışıyordu. Takım elbiseli AFAD’cılar bizi görünce “şuraya git, şunu yap” diyor. AFAD orada krallık ilan etmiş. İşi ehline bıraksalar daha çok canlı çıkardı.

Eralkan: İnsanlar etrafımızı sardı, çünkü kurtarma ekibi yoktu. AFAD’dan iki-üç kişi vardı Samandağ’da. Düzce’den gelen bazı gönüllü kurtarma ekipleri vardı. Jandarma zaten şaşkın ve yetersizdi. İlk 24 saat uyumadık. Organizasyon sıfırdı, sıfır! Daha önce İzmir’de buna benzer bir ortamı yaşadık, ama oradaki deprem küçük çaplıydı. Bu kadar büyük bir yıkıntı görmemiştik, tecrübemiz yoktu.

Otuz kişilik ekibi altı kişilik gruplara böldük. Beş grup halinde canlı ihbarı duyduğumuz yerlere dağıldık. Ben ekipleri organize ediyordum. Bu organizasyonu sağlamak da zor. Telefon çekmiyor, ulaşım yok. Çalışma alanları arasında koşuşturuyordum.

Arama-kurtarma faaliyeti yürüten ekiplerin yöntemleri çok farklılaşıyor muydu?

Türkoğlu: Samandağ’a vardığımızda 13-14 yaşlarında Hıdırcan diye bir çocuğun olduğu bir enkaza gittik. AFAD yetkilileri Hıdırcan’ın ailesine “burası riskli, çocuğunuzu alamayız” deyip gitmiş. Yoldan geçen arabalardan kriko ve testere bulduk. Hıdırcan’ın olduğu yere çok dar bir delikten girdik, dizüstü bir bilgisayar genişliği kadar en fazla. Çok zordu. Dört saat uğraştık enkazda. Dört saat sohbet ettim Hıdırcan’la. “Geldik, seni kurtaracağız” dedim ona. Şimdi Hıdırcan’la aramda farklı bir bağ var.

Demir: Biz de Maraş’ta Alparslan’ın anlattığına benzer şeyler yaşadık. Her ekip farklı şekilde çalışıyor. Kurtarılabilecek kişinin kurtarılmasını geciktiriyorlardı bazen. İş bilmezlik çok fazlaydı. Çok can gitmiştir öyle.

Madenci Alparslan Türkoğlu enkaz altından kurtardığı Hıdırcan’ı hastanede ziyaret ediyor

Neden bu kadar büyük bir organizasyon eksikliği vardı sizce?

Çakır: Türkiye geriye dönüp bakmıyor, ders almıyor. Geriye döneceksin ki önünü göresin. Yoksa önün bir anda karanlık, kapalı olur. 1999 depreminden Türkiye toplumu olarak hiç ders almamışız. İhmallerden dolayı çok insanımızı kaybettik, gerçek bu. Soma’da 301 madenciyi kaybettik. Bu sene Bartın’da 41 kardeşimizi kaybettik. Soma’da “fıtrat”, Bartın’da “kader planı” dediler. Ders alındı mı bunca şeyden? Bırak sendika genel başkanlığını, ben köyden gelmiş bir koyun çobanı olarak bunlardan ders çıkarmamız gerektiğini söylerim. İnsanlar enkazda bedavadan öldü, bedavadan!

Ben 12. gün enkazdan bir cenaze çıkardım. Belki de bir saat önce ölmüştü. 12 gün kurtarılmayı beklemiş insanımız enkazda! Telefon çekmiş çekmemiş, önemli değil ki. Zaten orada çalışan görevli yok. AFAD görevlileri çalışmıyordu, gönüllüler çalışıyordu. Takım elbiseli AFAD’cılar bizi görünce “şuraya git, şunu yap” diyor. AFAD orada krallık ilan etmiş. Sadece adı var AFAD’ın. İşi ehline bıraksalar daha çok canlı çıkardı.

Enkazdan çıkan cenazenin bir saat önce canlı olduğunu nasıl anladınız?

Çakır: Sıcacık cenazeydi yahu! Ben köyde çok cenaze yıkadım. Madende elimde, kucağımda insanlar öldü. Rahmetli Tahir Çetin ve Ali Faik’in (İnter) cenazelerinin yanına ilk varan benim. Biz cenazeleri her zaman gören insanlarız. Ölüm nedir, cenaze nedir, bilirim. Sıcacıktı o cenaze enkazdan çıktığında.

Özetle, ekipmanlarınız iyi bir arama-kurtarma çalışması yapmak için yetersizdi…

Demir: Dedim ya, kazma-kürek yola çıktık. Bunlar yetmez tabii ki. Fakat Maraş’ta iş insanı bazı kişilerle tanıştık. İstanbul’dan getirdikleri jeneratör, hilti, spiral gibi teçhizatı bize verdiler. Eksiğimizi böyle kapattık. Daha sonra da teçhizat dağıtan ekiplerle tanıştık, güzel bir dostluk kurduk.

Hilti ve jeneratör gerekliydi. Ama bizde yoktu. AFAD arabasında hangi teçhizatı arıyorsan var, ama bilgi ve enkaza girecek yürek yoktu. Üçüncü günün sonunda, bir jandarma astsubayı “AFAD aracındaki ekipmanlardan hangisini istiyorsanız kullanın” dedi. Tüm ekipmanlarımız vardı artık. Ama artık çok geçti.

Samandağ’da durum nasıldı? Depremden üç gün sonra, 9 Şubat’ta, Bağımsız Maden-İş’in Twitter hesabından bir duyuru yayınladınız, Samandağ’da kriko, fosforlu yelek gibi temel malzemelere ihtiyacınız olduğunu söylediniz. Yani, depremden üç gün sonra bile, size verileceği söylenen malzemelerden mahrumdunuz. Çağrınızın bir karşılığı oldu mu?

Eralkan: O listeyi yayınlanması için ben hazırlamıştım. Samandağ’da en büyük eksiğimiz termal kameraydı. Termal kamera bize bir türlü ulaşmadı. Depremin dördüncü gününde enkaz altındaki insanlar ses veremeyecek halde olur. Bu insanları tespit etmenin tek yolu termal kameradır. Termal kamera olmayınca ne aradığımızı bilemeyiz. Zaten Samandağ’dan bir hafta sonra ayrılma nedenimiz de bu. Enkazda canlı olduğunu tahmin ediyoruz, ama bunu termal kamera olmadan nasıl tespit edeceğiz? Tamamen kendi uzuvlarımızla canlı aradık. Bu ne kadar başarılı olur ki?

Bazı beton blokları kırmak için hilti ve jeneratör gerekliydi. Ama bu ekipmanlar bizde yoktu. AFAD arabasında hangi teçhizatı arıyorsan var, ama bilgi, birikim ve o enkaza girecek yürek yoktu. Biz o araçtaki bazı ekipmanları kullandık. Üçüncü günün sonunda, bir jandarma astsubayı bana “AFAD aracındaki ekipmanlardan hangisini istiyorsanız kullanın” dedi. Ama bu üçüncü günün sonunda oldu. Termal kamera dışında tüm ekipmanlarımız vardı artık. Ama artık çok geçti. Allah rahmet eylesin, 14 yaşında Ali isimli bir evladımız hayattaydı mesela. Ölümü bütün ekibi çok üzdü. Yaklaşık 12 saat uğraştık çıkarabilmek için. Enkazın altına girdik, Ali’nin yanına kadar vardık. Sağlık görevlilerine danışarak Ali’ye meyve suyu bile verdik. Elimizden geldiğince Ali’yi hayatta tutmaya çalıştık. Ama olmadı…

Madenciler arama-kurtarma çalışmasında, Elbistan, Maraş

Ekipmanınız olsaydı Ali kurtulabilir miydi?

Türkoğlu: Tek sorun ekipman değildi. Ali’nin sıkıştığı enkazın başında profesyonel gözüken ekipler vardı, onlar çalışıyordu. Adamların hidrolik makastan tut, her ekipmanı vardı. Ali’nin belden yukarısı meydanda, kalçasının altı komple kirişin altındaydı. Biz de onlara güvendik, bıraktık. Orada AFAD’dan biri de vardı. Ona “Senin mesleğin ne?” diye sordum. Bilmem nerenin Gençlik ve Spor Müdürlüğü’nde çalıştığını söyledi. Kurtarmacı değil yani!

Manisa valisini aradım. “Kaç kişi çıkarabilirsin?” dedi. “İstemediğin kadar çıkarırım” dedim. Bir çağrı yaptık. Bir saat dolmadan 250 madenci geldi. Sonra bana “Sizin adam toplamanıza gerek yok” dediler. Bir şirkette 5700 madenci çalışıyor, deprem bölgesine 500 işçi gönderiyor. 500’ü ocakta kalsın, 5200 madenciyi göndersene!

Bir anneyi ve kızını çıkarmak için ayrıldık Ali’nin yanından. Dördüncü gün, canlı insanları kurtarma telaşındayken, biri “Ali hâlâ enkazda” dedi. “Ali nasıl çıkamaz?” dedim. “Çıkarılamadı” dedi. Yanımda Yücel ve Mehmet isminde iki madenci arkadaşım vardı. Üçümüz koştuk gittik Ali’nin yanına. Oradaki ekip Ali’yi hâlâ çıkaramamıştı. “Siz ne yapıyorsunuz burada?” dedim. Yanlış yerden ilerliyorlardı. Ekipmanları vardı, ama bilgileri eksikti. Çocuğun altındaki betonları boşaltmamışlar, sağındaki solundaki kirişleri kırmamışlar. Bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı, ama ne yaptıklarını kendileri de bilmiyordu.

Onların hidrolik makaslarını ve tilki kuyruklarını kullanarak kapının altını boşalttım. Enkaza girdik. Dördüncü gündü. Çocuk soğuktan titriyordu, konuşmaya mecali yoktu. Sağlıkçılar Ali’nin belden aşağısına kan gitmediğini söyledi. “Pis kan” denen bir şey oluşuyormuş. Hidrolik kriko ile Ali’nin üstündeki kolonu yavaş yavaş kaldırmaya başladım. Hızlı yapmadım ki birden o “pis” denilen kan vücuduna yayılmasın. Bu arada Ali’ye serum bağladılar. Yaklaşık bir saat kadar çalıştım. Ali’yi aldım sonunda. Aldım ama, yani… Kucağımda can verdi Ali…

Yurtdışından gelen arama-kurtarma ekipleriyle karşılaştınız mı? Beraber çalışma fırsatınız oldu mu?

Çakır: Hollandalılarla beş cenaze çıkardım. Onlar her aşamada insana insan gibi değer veriyordu.

Türkoğlu: 130. saatte Adil diye bir çocuğu çıkarmaya çalışan Fransız bir arama-kurtarma ekibiyle karşılaştık. Baca ağzını açıp girmişlerdi enkaza. Kolonlar ve duvarlar çok dengesizdi, hafif bir sarsıntıda yıkılacak gibiydi. “Biz girelim buraya” dedik. Önce izin vermediler. Ekibin tercümanı bize “buraya girerseniz ölürsünüz” dedi. Bir şekilde tehlikeyi bertaraf ettik, girdik içeri. Adil’i bir saatte aldık. Orada da bizi kimse görmedi.

“Görmedi” ne demek? Sahada sizi küçümsediklerini mi hissettiniz?

Çakır: Madenci yerin yedi kat altında çalışırken ölümle burun buruna olduğunu bilir. Ama madenci yaptığı işin değerini kendi de bilmiyor. Sen kendi değerini bilmezsen toplum da senin değerini bilmez. Başka insanlar kibrit çöpü kadar bir şey yapar, ama kendine değer verir. Madenciler taşı sıkar, suyunu çıkarır, ama hiç!

Eralkan: AFAD malûm, “ben her şeyi bilirim” tavrında, büyüksünüyorlar. Ama işin başında hep geride duruyorlar. Madenci işi sonuna kadar getiriyor, son noktada AFAD devralıyor. Puan AFAD’a yazılıyor. Bu emek hırsızlığıdır. Buna kızdık, ama o ortamda bunun kavgası yapılmaz.

Demir: AFAD hikâye. Ya çalışan kepçeleri izliyor ya da hiç dikkat etmeden kepçeleri enkaza sokturuyordu AFAD. Aslında yaptıkları şey enkaz kaldırma çalışmasıydı. Tesadüfen canlı gelirse de “canlı kurtardık” diye meydana çıkıyorlardı. Ya da bizim yaptığımız çalışmaların önüne geçip “biz kurtardık” diyorlardı. Kameraya oynuyorlar, hep şov. Biz işin reklamında değiliz. Demeçleri onlar versin, önemli değil. Halk gerçeği biliyor. Orada halk, madenciler ve belediyelerden gelen arama-kurtarma ekiplerinin dayanışması vardı. Mesela bizim teçhizatımızı Tekirdağ’dan gelen Vatan Kablo diye bir firma sağladı. Bir telefon ediyorduk, hemen malzeme getiriyorlardı. Hiçbir şey bulamazlarsa motorlu testereyle ağaç kesip tahkimat için malzeme yapıyorlardı. 

Spiralle enkaz altında inşaat demirlerini kesmeye çalışan madenci

Tahkimat nedir, nasıl yapılır?

Erkalkan: Yeraltında “baca” dediğimiz, ilk tünelin açıldığı yerlerde tahkimat yaparak ilerlenir. Orada bulduğunuz taş, sopa, odun vs. ile destekleyerek bir tünel açıyor, öyle ilerliyorsunuz. Deprem bölgesinde de bu yöntemle çalıştık. Televizyonlarda belki madencilerin koydukları ağaçları görmüşsünüzdür. O ağaç destek beton blokların altına konur. Bunu madencilerin yüzde 99’u bilir, tanır, nasıl yapılması gerektiği hakkında ufak da olsa bilgiye sahiptirler. “Ufak da olsa” diyorum, çünkü madende herkes tahkimat ustası değildir. Elektrikçisi vardır, mekanikçisi vardır, ajöstörü vardır. Hepsinin farklı görevleri vardır. Bu farklı görevleri yapanlar tahkimattan çok iyi anlamaz belki, ama o tahkimatı görmüştür ve bilir.

Türkoğlu: Ben madende tamir-tarama, yani göçük ustalarının yaptığı işi yapıyorum. “Baca”da yaptığım iş bu. Tamir-tarama işinde planlı olarak bir göçük işlemi yaparsın, daha iyisini koymak için tahkimatı sökersin. Aldığın tahkimatın üstü boş olur, altında çalışma yapacağın işin üstü boştur yani. “Ayna” denen bir kısım açılır. Herkesin anlayacağı şekilde söylersem, bir tünel yapılıyor, ayağa doğru giden bir tünel. Araları yaklaşık 30-40 santim olan bir tahkimat kuruluyor. Boyun duruyor, iki de direği vardır yanında. Bu, çelik tahkimattır. Arka arkaya sürekli sıralanır. Tünel bundan oluşur zaten. Bazı yerlerde baskı çok oluşur. Sağdan, soldan ya da yukarıdan gelen baskıdan dolayı o çelik tahkimat bile bükülür, çok kalın bir malzeme olmasına rağmen. Yer de kabarır. Yolu açman gerekir. Oradan bir kasayı söker, tarama ağzı açarsın. Baskının olduğu yer yamulduğu için onu alır, yeni bir kasa koyarsın. Bu ardı ardına gider. O kasayı aldığın zaman ortada büyük bir boşluk olur. Planlı bir göçük yaparsın. Orada baskıyı yaratan malı alır, indirirsin, tekrar yeni bir kasa koyarsın. Biraz karışık gelebilir şimdi duyanlar için, ama biz madenciler için basit bir işlemdir.

Madencilerin enkaz altında inşa ettikleri bir domuz damı. Fotoğraf: @zonguldakspor

Duyduğumuz tekniklerden biri “domuz damı”…

Erkalkan: “Domuz damı” bir yöntem, evet. Ama onu her enkazda kullanamazsınız, çünkü yerin geniş olması lâzım.

Türkoğlu: “Domuz damı” sağlam bir direktir aslında. Malzemeyi tutar, aşağı inmesini engeller. Normal bir direk koyduğunuzda kırılma ihtimali vardır. Ama “domuz damı”nı bir metrelik kalın bir direk yapmış gibi düşünebilirsiniz. Çok güçlüdür. Beton kolondan daha güçlü olur. Jenga oyunu vardır hani, içinden taş çekersiniz, ama diğerleri düşmez. Onun gibi bir döşeme mantığı vardır, birbirinin üstüne yükü de dağıtarak. Bir de sallanmasın diye sağdan soldan “sıktırma” denen malzemeler vardır, onları da çakarsın, kafan rahat olur.

Demir: “Domuz damı” Zonguldaklı madenciler sayesinde meşhur oldu. Ben Soma’dayım şimdi, ama Ankara’da ve Trakya’da çalıştım. Soma ve Ankara bölgesinde tam mekanize, yani makineli sistemle çalışma vardır. Zonguldak havzasında ise ağaç tahkimatla çalışılır. Çünkü orada kömür buradaki gibi düz değil, dik damardır. Orada makineli çalışma olanağı yoktur. Sürekli ağaç tahkimatla çalıştıkları için “domuz damı” meşhurdur. Bizim Soma’da nadiren kullanılır. Yani biraz doğa durumuna göre değişiyor malzeme kullanımı.

Altı gün kaldık Samandağ’da. İlk günlerde yiyecek bir şey yoktu. Kekle, bisküviyle, meyve suyuyla idare ettik. Ne bulduysak yedik, bazen portakal bahçesinden portakal alıp yedik. Üç gün sonra biraz yiyecek gelmeye başladı.

Zaten temel ekipmanlarınız yetersizdi. Bahsettiğiniz teknikleri uygulamak için gerekli malzemeleri, örneğin tahkimat için gerekli odunu tedarik etmek zor olmadı mı?

Türkoğlu: Başa döneceğim yine, deprem olduğunda işten çıktık, balyozundan kazma küreğine ya da manivela demirine, kimin evinde neyi varsa topladık. Sırtımızda ceket dahi olmadan, dımdızlak oraya gittik. Gittiğimizde orada tahtaya, testereye ihtiyacımız oldu tabii. Buradan götürdüğümüz o üç-beş parça eşyayla, mesela testereyle, yıkılmış evlerin ahşap kasalarından tahta elde ettik. Ev içlerinde bulunan ahşap kapıların kasaları sağlam malzemelerdir. Bu yüzden tahtadan yana sıkıntımız olmadı. Yine mesela hidrolik krikoya, en az üç tonluk hidrolik krikoya ihtiyacımız oldu. Onları da sağdaki soldaki arabalardan temin ettik. Lastik değiştirmek için kullanılan krikolar olur ya, onlardan aldık, kullandık. Fakat tilki kuyruğu lâzım oldu, yoktu örneğin. Bir yerden demir testeresi bulmuşlar, onunla işimizi gördük. Elimizdeki imkânlarla idare etmeye çalıştık. Yeri geldi, bir taş parçasını bulup taşı taşa vurarak işlem yaptık. İmkân yoktu çünkü. Her şeyi, kullanabileceğimiz her şeyi kullandık.

Türkoğlu: Madenci yeraltında çalışırken bir yerin göçüp göçmeyeceğini az buçuk kestirir. Tabii görünmez her yer, kafandaki küçücük lambayla çalışırsın. Yani görmediğin, her an seni öldürebilecek bir şeyle karşı karşıyasındır aslında. Fakat öyle bir ortamda bile onun tahminini yürütebilir madenci. Yeraltında durum buyken, deprem bölgesindeki bir enkaz ya da göçükte durum daha farklıdır. Orada madencinin gözü her şeyi görür. Bu bir avantajdır. Bu yüzden bize basit bile geldi enkazda çalışmak. Çünkü bizler yeraltında göremediğimizle savaşırken, bir enkazda –çok sınırlı imkânlarla bile olsa– her şey kendini bize gösteriyor; nasıl açılacak, nasıl düşecek, bunu biliyoruz.

Çakır: Alparslan’ın dediği gibi, yeraltında sadece kafa lambasıyla önünü görür madenci, küçücük ışıkla kendini kurtarır. Adeta köstebek gibidir. Bu yüzden yer üstünde aydınlıkta çalışınca daha kabiliyetli olur. Bir binanın içinde köstebeğin toprak altında gezdiği gibi gezer.

Demir: Madenci sürekli göçükte çalışır, yani bir nevi sürekli enkazın altındadır. Ha bina enkazı ha maden enkazı. Bu yüzden bir göçüğü nasıl kaldıracağını, nasıl tamir edeceğini bilir.

Türkoğlu: Madenci ölümden korkmaz, çünkü onunla yaşar. Ama yeraltında çalışırken biz madenciler için her şeyden önce kendi emniyetimiz, yanımızdaki arkadaşımızın güvenliği gelir. Bize ve yanımızdaki insanlardan herhangi birine zarar gelmesin diye çok temkinli çalışırız.

Sizin tecrübenizin, birikiminizin afet zamanlarında ne kadar hayati olduğu ortada. Bunun önemi ve değeri devlet yetkililerince biliniyor mu sizce?

Çakır: Türkiye’de 220 bin madenci var. Hesapladık, enkaz başına 47 maden işçisi düşüyordu. Doğru dürüst ekipmanlı 47 madenciyi o enkazların başına dikseydik, 500 yerine 5 bin insan kurtarırdık, bir tane cenaze bırakmazdık enkaz altında. Ama ne oldu? Devlet yetkilileri “cenaze kalmadı” dedi. Ben Samandağ’da kepçeleri durdurmuştum, her binanın altında cenaze vardı çünkü. Şimdi ne oldu? Enkazlara kepçeyle dalıyorlar…

Madenci arkadaşlarımın hepsinin psikolojik desteğe ihtiyacı var. Bunu kendimden biliyorum. Soma’ya döndükten sonra uyurken “Hadi şu aleti verin, çabuk olun, şöyle yapın” diye söyleniyormuşum, eşim anlatıyor. Yorganın altından sanki eşim enkaz altında bir cenazeymiş gibi onu çıkarmaya çalışıyormuşum sarılarak.

Bağımsız Maden-İş Sendikası olarak Kütahya’dan üç, Çorum’dan dört, Ermenek’ten sekiz, Soma’dan dört otobüs kaldırdık. Depremden etkilenen illere 500-550 madenci gönderdik. Cebimizde bir kuruş para yoktu. Maden işçilerine “gerekirse yayan gidelim, ama gidelim” dedik.

Bunu dedim diye Soma’daki beş maden şirketinin kapısına varamıyorum. Neden varamıyorum, biliyor musunuz? Bizim sendikamız konuşulmasın istiyorlar, bizi istemiyorlar çünkü. İşçiler gelmek istiyor, ama işçinin üstündekiler izin vermiyor. Ama “biz izin verdik” diyorlar. Manisa valisini aradım. Vali bana “kaç kişi çıkarabilirsin?” dedi. “İstemediğin kadar insan çıkarırım” dedim. Bir çağrı yaptık. Bir saat dolmadan 250 madenci geldi. Sonra bana “sizin adam toplamanıza gerek yok” dediler. Bak, görüyor musun, valisi, kaymakamı şirketle siyaset yapıyor. Bir şirkette 5700 madenci çalışıyor, ama deprem bölgesine 500 işçi gönderiyor. 500’ü ocakta kalsın, 5200 madenciyi gönder deprem bölgesine, göndersene! Böyle bir sistemde yaşıyoruz işte.

Bu patron baskısı deprem bölgesine giden madencilerde işten atılma korkusu yarattı mı?

Demir: Biz Elbistan’a giderken 29 madenci vardı. İşten atılmak kimsenin umurunda değildi. Geri döndüğümüzde de çalışma arkadaşlarımızın çoğu “biz de ismimizi yazdırdık, ama bizi götürmediler” diyordu.

Deprem bölgesinde teknik imkânsızlıkların yanında bir de temel insani ihtiyaçlar vardı elbet. Örneğin mola vermek, kısa da olsa kestirebilmek için yeriniz var mıydı?

Erkalkan: Samandağ’da soğuktan, koşturmaktan uyuyamadık ilk günlerde. Üç-dört günün sonunda bir konteynır ayarlayabildim. Onun içine bir de ısıtıcı ayarladım. O konteynırda uyuyabildi arkadaşlar günler sonra. Ancak o zaman biraz dinlenebildik.

Türkoğlu: Sadece bir kere yattım vallahi o konteynırda.

Madenciler ateş başında dinlenirken, Samandağ, Hatay

Yeme-içme?

Türkoğlu: Altı gün kadar kaldık Samandağ’da. İlk günlerde yiyecek bir şey yoktu. Kekle, bisküviyle, meyve suyuyla idare ettik. Ne bulduysak yedik, bazen portakal bahçesinden portakal alıp yedik. İlk üç gün böyle geçti. Üç gün sonra biraz yiyecek gelmeye başladı.

Erkalkan: Birisi çorba yapmıştı, bir kâse çorba içtim ve üç gün o çorbayla durdum. Üçüncü günün sonunda yiyecek ve içecekler gelmeye başladı.

Demir: Elbistan’da durum farklıydı. Şimdi arkadaşlar anlatınca biraz utandım. Bize yiyecek geldi, su da geldi. Yola çıkarken Soma’daki A-101’de çalışan arkadaşlar kendi aralarında, kendi ceplerinden topladıkları paralarla erzaktır, bezdir, vermişlerdi, gittiğimiz yerlere götürmemiz için. Götürdük, orada dağıttık. Yerel halk da duyarlıydı. Yemek vardı, ama yemeye vaktimiz yoktu.

Ya tuvalet? Deprem bölgesindeki en büyük problemlerden biri hâlâ tuvalet.

Erkalkan: Şantiye ortamı oluşturduk Samandağ’da. Oraya yakın portakal bahçeleri vardı. İhtiyaçlarımızı gidermek için oraya gittik. Zaten doğru dürüst bir şey yemeyince tuvaletin de gelmiyor.

Demir: Biz madenciyiz. Madende sekiz saat çalışıyoruz, bazen 10-11 saate varıyor. Orada da ihtiyaçlar doğuyor. Neresi uygunsa orada ihtiyacını gidermen gerekiyor. Deprem bölgesinde de öyle yaptık. Eksi 24 dereceyi gördüm Elbistan’da, buzlu suyla taharet aldım.

Asansörden çıkardığımız aile fertleri bellerine kadar suyun içindeydi, eksi 24 derecede. Sekiz yaşındaki kızlarının üzerinde bir damla su yoktu, çünkü dört gün boyunca omuzlarında taşımışlar çocuğu. Onları gördükten sonra umudunu nasıl kaybedersin? Hiç umudumuzu kaybetmedik. O yüzden enkaz kaldırma kararını duyunca lanet ettik.

“İlk gittiğimizde insanlar bize sarılıp yakarıyordu” demiştiniz. Başka ne diyor, ne söylüyor, ne istiyorlardı?

Türkoğlu: Otobüsten ilk indiğimizde bize “Allah rızası için, çocuğum şurada”, “Ne olur yardım edin, şurada babam var” diyenler vardı. Biz böyle olunca Çetin (Erkalkan) abiye yönlendiriyorduk. O da insanları dinliyor, işaret ettikleri yerlere bir plan çerçevesinde bizleri yolluyor, organize ediyordu.

Erkalkan: İnsanlar önce yakınlarını kurtarma derdindeydi. Otuz kişilik bir ekibiz. Bir organizasyon sağlamamız gerekiyordu. Beş ekibe böldüm otuz kişiyi, altışarlı gruplar halinde. Beş farklı noktada çalışmalarımıza başladık. Çok sayıda insanı, yanlış hatırlamıyorsam 21 kişiyi canlı çıkardık. Çıkardığımız cansız bedenleri sayamadık bile. Daha sonra iş maddi ihtiyaçlara döndü. Canını kurtaran malının derdine düştü diyeyim. Mesela, bir kadın ağlayarak geldi, çok hasar almış bir binada harçlığı olduğunu, alması gerektiğini söyledi. İki göz iki çeşme ağlıyordu. Bizler fakir, ezilmiş insanlarız. Paranın nasıl güç kazanıldığını biliriz. Alparslan, “ya abi, çıkayım, beş dakikada alır gelirim” dedi. Orada yaşadığım pişmanlıklardan biridir. O da öyle deyince, “tamam, beş dakikan var, ablayla çıkıp hemen beş dakika içinde alıp geliyorsunuz” dedim. O beş dakika bir ömür gibi geldi bana. Ya o sırada artçı bir deprem olsa, ya bina yıkılsa, ya enkazın altında kalsalar… Bendeki senaryoları anlatamam. Ömrümden ömür gitti!

Türkoğlu: Kadın Çetin abiye neredeyse yalvarırken denk geldim ben. Çetin abiyle konuştuktan sonra kadınla beraber girdik içeri. Çelik kapıyı balyozla kırdım. Vurduğum anda duvarlar dağıldı, çok kötüydü. Kapı açıldığı gibi kadın yatak odasına koşturdu. Gardırop vardı, çok büyüktü, yatağın üstüne devrilmişti, onun üzerine de şifonyer devrilmişti. Onları kaldırınca ziynet kutusu gibi bir şey vardı, onu ve içinde para olan bir çantayı buldum, aldım ve kadına teslim ettim. Sonra çıktık. Aşağıya indiğimde Çetin abi çok tedirgindi. Benim adımı sayıklıyordu, kendini oradan oraya atıyordu. Onu hiç öyle görmemiştim.

Bağımsız Maden-İş üyesi madenciler, Maraş

Depremden sonra ruh haliniz, psikolojiniz nasıl?

Türkoğlu: Küçük çocuklar, yetişkinler, yaşlılar… O kadar çok cansız beden çıkardık ki, çok farklı, çok kötü şeylerle karşılaştık. İnanıyorum ki, beraber gittiğimiz madenci arkadaşlarımın hepsinin psikolojik desteğe ihtiyacı var. Bunu kendimden biliyorum. Deprem bölgesinden Soma’ya döndükten sonra uyurken, sabahlara kadar, “hadi şu aleti verin, çabuk olun, şöyle yapın” diye söyleniyormuşum, eşim anlatıyor. Yorganın altından, sanki eşim enkaz altında bir cenazeymiş gibi onu çıkarmaya çalışıyormuşum sarılarak.

Demir: 6 Şubat’taki büyük depremlerden sonra, 21 Şubat’ta, Hatay’da büyük bir deprem daha oldu. Umut-Sen’den örgütlenme uzmanımız Başaran (Aksu) abi aradı beni. O depremde yıkılan bir binanın fotoğraflarını gönderdi. Zemin katta garaj olan bir bina. Binanın üst katları sağlam, sadece birinci katı çökmüş. Bu binadan iki-üç kişinin kurtarıldığını, ama 14 yaşında bir çocuğun bulunamadığını söyledi Başaran abi.

Oradaki arkadaşlarla, enkazda kalanların yakınlarıyla görüştük telefonda. Nasıl bir çalışma yapmaları gerektiğine dair fikir edinmek istiyorlardı. Fotoğraflara bakarak konuştum. En son şuna karar verdik: Çok tehlikeli olmasına rağmen ikinci kattan, yani göçen kısmın bir üst katından içeriye girip, çocuğun koridorda olduğunu düşünerek, yukarıdan hilti ile kırıp alt kata ulaşacaktık…

Bu telefon konuşmasını yaptığımızda gece vardiyasındaydım. Ertesi gün, vardiya dönüşü gündüz uykudayken, bir anda uykumdan irkilerek uyandım. O çocuğu çıkarıyordum rüyamda, kan revan içindeydi… O gün bir daha uyuyamadım.

Deprem bölgesinden dönünce mesai mi yaptınız?

Demir: Oraya maaştı, yevmiyeydi, paraydı puldu düşünmeden gittik tabii. Geri döndüğümüzde de yaşamımızı sürdürmek için tekrar çalışmamız gerekiyordu. Evimizde çoluğumuz çocuğumuz var, giderlerimiz var. Mecburen işe dönmemiz gerekiyordu. Bir hafta aradan sonra iş başı yaptık.

Depremdeki göçüklerden gelip maden ocağına girmenin yarattığı his nasıldı?

Türkoğlu: Ocağa girmekte bir sorun yoktu, alışkınız, maden zaten evimiz olmuş, girip çıkıyoruz. Mesai arkadaşlarımız da sağolsunlar, bize moral verdiler hep. Ama yastığa kafamı koyduğumda, uyumak isterken kötü oluyorum. Bazen de bir yerde otururken, çay içerken mesela, boşluğa dalıyorum. Bir çocuk ya da birisi geçiyor, o kişiyi ceset olarak görüyorum.

Demir: İki buçuk yaşında bir oğlum var, çocuk odasındaki ranzadan aşağı oyuncak arabalarını atıyor. O seslere uyandım irkilerek, yıkılıyor mu, ne oluyor diye. Yine mesela masada oturuyoruz, çocuklar masayı sallıyor, o an deprem olduğunu düşünüyorum, tedirginlik duyuyorum. Çünkü Elbistan’da enkaz altında çalışma yürütürken birkaç artçı deprem oldu. Madende bu duyguyu yaşamadım ama.

Erkalkan: Sokakta yürürken birden burnuma ceset kokusu geliyor. O esnada binalara bakıyorum. Akşamları yatarken gözümü kapattığımda merdiven boşluğunda ölmüş olan insanları görüyorum.

Demir: Deprem bölgesinde yaşadığım bir şeyi daha aktarmak istiyorum. Depremin beşinci günüydü, uyuyordum. Sabaha karşı 4 buçukta termal kamera kullanan bir arkadaş aradı. Bir enkazda sıcaklık aldığını, oraya gitme şansım olup olmayacağını sordu. Ben de otobüs şoförünün uyuduğunu, oraya gidebilmem için araca ihtiyacım olduğunu söyledim. Araç temin ettiler, beş kişilik bir ekiple oraya vardık. Binaya girip çalışmaya başladık.

Depremden sonraki dördüncü günde o binadan beş kişi çıkmış, ikisi canlı, üçü hayatını kaybetmiş. Üç yaşında bir çocuğunsa içeride kaldığını söylüyordu yakınları. Şu an anlatırken de kafamı tam toparlayamıyorum açıkçası, dalıp gidiyorum orada yaşananlardan dolayı…

Sabah 5’te enkaza girdik. Akşam 8’e kadar termal kamerayla, Polis Arama Kurtarma’nın detaylı ses dinleme cihazıyla, köpeklerle falan çalıştık. O enkazdan sağ çıkan annenin hastaneden telefonla verdiği bilgileri takip ettik. Çocuğun olabileceği yer tarifiyle çalıştık. Binanın en alt katında market varmış, ama market falan yok, kaybolmuş, öyle bir enkaz! Çalışma yaptığımızda en son, marketin içindeki makarna poşetlerini bulduk ve sıcaklığı kaybettik. O çocuğu bulamadık yani.

Böyle bir kader yok, böyle bir fıtrat yok. Sorun nerede başlıyor peki? Yasalar gerektiği kadar caydırıcı değil. Hırsızlığın bir cezası olmalı. Müteahhitlerin yaptığı, belediyelerin yaptığı, yapı denetçilerinin yaptığı hırsızlıktır. Adalet herkese eşit cereyan etmeli.

Sonra AFAD’ın görevlileri geldi, bizi oradan çıkardı. Onlar da binanın diğer tarafında çalışma yapmaya çalışıyorlardı kepçeyle. Bizim çalışmamızı durdurup bizi çıkardılar. Ertesi gün başka bir yerde, Melisa Ülkü diye bir kızı çıkardık.

O sıralarda bizim o üç yaşındaki çocuğu çıkaramadığımız yerde çalışma olduğunu duyduk. Oraya tekrar gittik koşarak. Sonra gördük ki, tam da bizim çalışma yaptığımız yer. Enkazın içine bir taraftan altı metre girdik, Jandarma Arama Kurtarma’nın termal kamerası sıcaklığın 8-12 metre mesafede olduğunu söyledi. Orayı bıraktık, bu kez binanın diğer kısmından girdik, beş metre de oradan ilerledik. Yani saatlerce muazzam bir çalışma yaptık. Bizim girdiğimiz yerin yüksekliği bir metre civarındaydı.

Ertesi gün geldiğimizde AFAD ekiplerinin binanın birinci katının üstündeki betonu kırıp oraya girdiklerini gördük. Bu çocuk birinci katta, bina beş katlı, dört katı kepçeyle almışlar! Bizi enkaza sokmadılar. Uzaktan gördüğüm kadarıyla 50-60 santimetre yükseklik kalmıştı. Kepçeyle çalışma esnasında o enkazı oynatıp orayı götürmüşlerdi. Çocuk için çok umutluyduk ilk başta. Nihayetinde çıkarıldı, hipotermi geçirebileceğini düşünerek vücut ısısını yükseltmeye çalıştılar, ama sonrasında ceset torbasına sarıldı ve oradan çıkarıldı. O çocuğu hiç unutamıyorum…

Madenci bir enkaza bakıp başka bir teknik öneriyor, AFAD başka bir şey dayatıyor. Ve anlattığınız gibi, bu bazen ölümcül olabiliyor.

Demir: Daha önce de söyledim, biz madenciler olarak ya tünel kazıp ya da enkazın içinde tahkimat yaparak ilerlemeye çalışıyoruz. Biz hiç kepçeyle çalışmadık. AFAD ne yapıyor? Geliyor, enkazın üstüne kepçeyi çıkarıyor, kepçeyle enkazdaki molozları temizliyor ya da vinçle kaldırıyor. Onların çalışma prensibi çok farklı. O üç yaşındaki çocuk ceset torbasıyla çıktığında biz ekip olarak, oradaki AFAD gönüllüleriyle birbirimize sarıldık ve saatlerce ağladık. Çünkü biz o çocuğu kurtaramadık. Neden? AFAD yüzünden!

“AFAD gönüllüleri” dediğiniz kimler? Eleştirirken araya bir fark koyuyorsunuz çünkü. “Gönüllüler”in haricindeki AFAD görevlilerine, “yönetici” gibi davrananlara mı öfkeniz ve eleştiriniz?

Demir: Aynen öyle. Gönüllülere hiçbir şey diyemem. Onlar da bizim gibi gönüllü. Enkaza, göçüğe nasıl girilir, bizim kadar bilmiyorlardı belki, ama bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı. Bize malzeme tedarik edip adres teyit ediyorlardı, hiçbir şey yapamazlarsa çorba kaynatıyorlardı bizim için. Eleştiri yönelttiğim kesim onlar değil, AFAD’da görevli olanlar, yönetici gibi davrananlar, karar alıcılar daha çok.

Erkalkan: AFAD organizasyonda da, kurtarmada da, hiçbir şekilde etkili değildi.

Bu yaptıklarının ya da yapmadıklarının aksine, AFAD ne yapmalıydı?

Demir: Benim AFAD’dan beklediğim şu: Oturursun koordinasyon merkezine, sağdan soldan istihbaratları toparlarsın, oralara sismik dinleme cihazlarını, termal kameraları gönderirsin, teyit alırsın bir canlı olduğuna dair, ondan sonra da arama-kurtarma ekiplerini yönlendirirsin. Bunu yapmadılar!

Ne yaptılar?

Erkalkan: Karşıdan enkaza bakıyorlardı. Belki inanmayacaksınız ama, gerçekten durum buydu.

Depremin 12 ya da 13. gününde arama-kurtarmanın yerini iş makineleriyle enkaz kaldırma çalışmaları almaya başladı. Bu kararın ilan edilişinde de AFAD’ın adını duyduk. Bunu duyunca ne düşündünüz?

Erkalkan: Canlı canlı gömdüler insanları.

Demir: Daha önce bahsettiğim, asansörden çıkardığımız aile fertleri bellerine kadar suyun içindeydi, eksi 24 derecede. Ailenin yanında sekiz yaşındaki kızları vardı, kızın üzerinde bir damla su yoktu, çünkü dört gün boyunca omuzlarında taşımışlar o çocuğu. Onları gördükten sonra umudunu nasıl kaybedersin? Biz hiçbir zaman umudumuzu kaybetmedik. O yüzden enkaz kaldırma kararını duyunca lanet ettik.

O sırada Elbistan’dan Maraş’a gitmiştik, o “meşhur” Ebrar Sitesi’nin olduğu yere. Sekiz blok ve 15 kattan oluşan, her katında dört dairenin olduğu bir site, yerle bir olmuş. AFAD orada kepçeleri, iş makinelerini çalıştırıyordu. Gittiğimizde makineleri durdurup, dinleme yapıp, termal kamerayla görüntü alıp enkaza güvenli bir şekilde girebileceğimiz ortam yoktu. Makineler durduğunda “neden duruyorsun, cenazemizi vermiyorsun” diyen de oluyordu. İş şiddete kadar varıyordu. Bizim için güvenli bir ortam kalmamıştı maalesef. Bu yüzden Maraş’tan Elbistan’a geri döndük.

Sizce bundan sonrası için nasıl bir organizasyon olmalı, neler yapılmalı?

Demir: Sohbetin başlarında söz etmiştim: Biz Elbistan’dayken İstanbul’dan gelen biri avukat, biri inşaat mühendisi, biri bir firmada üst düzey yönetici, diğeri de tekstilci dört abimiz vardı. Aralarında para toplayıp bir sürü malzeme almışlar, iki pikapla gelmişlerdi. Pikabın biri komple malzeme doluydu, jenaratör, hilti… Diğer pikapta da kıyafet ve erzak yardımı vardı. Bu arkadaşlarla sendikamız adına, profesyonel, eğitimli, tam teçhizatlı bir arama-kurtarma timi kurma çalışması içindeyiz.

Devletten beklentim ise şu: Türkiye genelinde 220 bin madenci var. Ama böylesi durumlarda madenlerin hepsini boşaltıp madencilerin hepsini afet bölgelerine seferber etmek mümkün değil. Madenleri boşaltırsan bir hafta, on gün sonra o madenlere tekrar giremezsin, sıfırdan girer gibi olursun. O yüzden madenlerin ayakta kalmasını sağlayacak bir kısım ekibi bırakarak, tüm şirketlerdeki diğer madenciler deprem bölgesine sevk edilmeli. Devlet madenciye malzemeyi sağlasın, AFAD koordinasyon görevini yapsın, madenci gitsin çalışsın.

Erkalkan: Ben farklı bir pencereden bakıyorum. Madenciye de, AFAD’a da, sivil toplum örgütlerine de ihtiyaç olmaması lâzım. Olması gereken, depreme dayanıklı binaların inşa edilmesi. Bu binalar inşa edildiğinde arama-kurtarma ekiplerine de ihtiyaç olmayacak. Sıkıntı şu: Kural var, yasa var, ama uyan yok. Yapı denetçileri görevini yapmıyor, belediye görevini yapmıyor, siyaset hakeza. Bana göre, derhal Türkiye genelindeki riskli yerlerde yapılar elden geçirilmeli, depreme dayanıklı evler inşa edilmeli.

Çakır: Siyasetçiler, zenginler bize bugünleri unutturacak. Unutmamamız lâzım. Bugünleri unutmazsak bir daha başımıza bu felaket gelmez. Müteahhitlerin amacı sadece para olmasın, vicdanlarıyla düşünsünler. Binaları böyle yapmamak lâzım.

Demir: Japonya’da 9 şiddetinde deprem olup bir tek bina yıkılmıyorsa, bizde 7 şiddetindeki depremlerde şehirler yerle bir oluyorsa oturup düşünmek lâzım. Müslümanız, ama en çok da biz çalıp çırpıyoruz, en büyük hırsızlığı biz yapıyoruz. Önce herkesin elini vicdanına koyması gerekiyor. 

Erkalkan: Türkiye deprem ülkesi, depremlere engel olmamız mümkün değil, depremlerle yaşamaya alışmak zorundayız. Ama “bu bizim kaderimizde var, fıtratımızda var” gibi sözler yanlış. Bizi yönetenler bize Müslümanlık dersi vermeye kalksa da biz dinimizi biliyoruz. Dinimizde elinden geleni yapıp sonrasını Allah’a bırakmak vardır. Bugün siyasetin yaptığıysa hiçbir tedbir almadan “fıtrat”, “kader” demek. Böyle bir kader yok, böyle bir fıtrat yok. Sorun nerede başlıyor peki? Kurallar ve yasalar gerektiği kadar katı ve caydırıcı değil. Hırsızlığın bir cezası olmalı. Bugün müteahhitlerin yaptığı, belediyelerin yaptığı, yapı denetçilerinin yaptığı hırsızlıktır. Adalet herkese eşit cereyan etmeli.

^