KIBRIS’TA “İKİ DEVLET” CAMBAZLIĞI

Söyleşi: Tuba Çameli
1 Ağustos 2021
KKTC'de Erdoğan protestosu (11 Ekim 2020)
SATIRBAŞLARI

BM Güvenlik Konseyi, Türkiye’nin Kıbrıs’ta iki devlet açıklaması ve Maraş’ın açılması kararını kınadı. Türkiye’ye yönelik bir yaptırım bekliyor musunuz? 

Doğuş Derya: Bir süredir “Federal Çözüm” modeli yerine konmaya çalışılan “iki devletlilik” tezi hem bugüne dek çizilen BM parametrelerinin –iki bölgelilik, iki toplumluluk ve siyasi eşitlik– dışındadır hem de Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan insanların toplumsal iradesi ile bağdaşmaz. Aynı şekilde, Erdoğan tarafından “Maraş Açılımı” olarak sunulan girişim, bir “açılım” olmaktan ziyade, Kıbrıslı Türk toplumunu ve Türkiye’yi uluslararası camiada daha da yalnızlaştıracak bir adımdır, çünkü Rauf Denktaş’tan beridir müzakere masasında ortaya konan taahhütlerin ve BM Güvenlik Konseyi kararlarının tam aksi yönünde. Denktaş, 1977-79 Doruk Anlaşmalarını imzalarken “Maraş’ın BM gözetiminde, yasal sahibi olan Rumlara iade edilmesi” taahhüdünde bulunmuştu. Ocak 2020’den beridir “Maraş Açılımı” olarak sunulmaya çalışılan şeyle bu anlaşmalar ve BM kararları ihlâl edildi, Güvenlik Konseyi bir kınama yayınlamak zorunda kaldı.

Öte yandan, Kıbrıs Cumhuriyeti AB üyesi bir devlet, haliyle AB ülkelerinden de tepkiler yükseldi. Kınama açıklamasından sonra daha sert yaptırımlar olur mu, şimdilik öngöremiyorum, çünkü AB-Türkiye ilişkileri denkleminde Suriye savaşı, göç akını ve şimdi Afganistan’dan gelen yeni mülteci dalgası dengeleri sürekli değiştiriyor. Ancak şurası kesin ki, Erdoğan’ın açıklamaları yanında, Türkiye’nin KKTC’deki seçimlere yaptığı ağır müdahale sonucunda Cumhurbaşkanı olan Ersin Tatar’ın açıklamaları da Kıbrıslı Türklerin Annan Planı döneminden itibaren elde ettiği uluslararası itibarı ve haklı pozisyonu suya atılan şeker gibi eritiyor.

Neler bunlar?

En sıcak konu Kıbrıslı Türklerin sahip olduğu Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportlarının iptal edilmesi. Kıbrıslı Türkler 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurucu ortağı olduğu için, bu devlet AB üyesi olduktan sonra, hepimiz AB vatandaşı olduk. Bu sayede birçok insan seyahat özgürlüğüne kavuştu, iş insanları AB ülkelerindeki uluslararası fuarlara katılmaya başladı, öğrenciler AB ülkelerinde ücretsiz ya da düşük ücretli eğitim alma hakkına kavuştu. Buna benzer birçok açılım yaşadık. Lâkin şu anda AKP-MHP ittifakının Kıbrıs’ta “iki devletlilik” ve Maraş konularında yaptığı gayri hukuki girişimler ile Ersin Tatar’ın kurduğu hamasi cümleler yüzünden pasaportların iptali tartışması başladı. Bu Kıbrıslı Türkleri 40 yıl geriye götüren, dünyadan daha da izole eden bir durum riski taşıyor. Birçok çözüm yanlısı, sol, aydın Kıbrıslı güvenlik gerekçesiyle Türkiye’ye alınmazken, AB yurttaşlığını da kaybetmekle yüz yüze. Yani hepimizi Ada’nın kuzeyine hapsetmeye çalışıyorlar.

“Yavru vatan” edebiyatıyla sürekli olarak Kıbrıslı Türkler adına konuşan bir Ankara var. Halbuki Kıbrıslı Türklerin talebi, bizim adımıza değil, bizimle birlikte konuşan bir Ankara. Ecevit “Kıbrıs’ta bir tane Türk kalmasa bile Ada bizim için stratejik öneme sahiptir” demişti. Ada’ya jeostratejik bir üs olarak bakan, yurt hakkımızı görmezden gelen bir yaklaşım bu.

Bunlara ek olarak, Annan Planı sonrasında edindiğimiz Yeşil Hat Tüzüğü ile kazandığımız ticaret olanakları ile Mali Yardım Tüzüğü de riske ediliyor. Yani yarım asırdan fazla bir süredir dünyadan izole edildiği halde kültürel, siyasi ve mali yapısını korumaya çalışan bir toplum, şoven politikalara kurban ediliyor. En kötüsü de bugüne dek federal çözüm konusunda samimi bir niyet ortaya koymayan Kıbrıs Cumhuriyeti başkanı Nikos Anastasiadis, Türk tarafının yarattığı siyasi iklimde federal çözümü savunma konumuna gelirken, çözüm için sahici bir irade koyan Türk toplumu uzlaşmaz taraf konumuna indirgeniyor. Halbuki bunun gerçekle alâkası yok. Kıbrıslı Türklerin ezici bir çoğunluğu çözüm isterken, güneyde de barış için mücadele eden AKEL Partisi (Emekçi Halkın İlerici Partisi) başta olmak üzere, federal modelin hayata geçirilmesi için çaba gösteren geniş bir topluluk var.

Ancak, şu anda Türkiye hükümeti ve Anastasiadis arasındaki siyasi düelloda Ada’nın her iki tarafında barış ve federal çözüm isteyen taraflar zor durumda kalıyor. Türkiye “iki devletlilik” pozisyonu ile kendisini yalnızlaştırmakla kalmıyor Kıbrıslı Türkleri de zor duruma sokuyor. Bu durum tesadüf değil. Sadece AKP döneminde değil, birçok Türkiye hükümeti, Kıbrıslı Türklerin ne düşündüğüne, nasıl bir gelecek tasavvurunda olduğuna ve toplumsal iradesinin hangi yönde tecelli etiğine bakmadı. “Yavru vatan” edebiyatıyla sürekli olarak Kıbrıslı Türkler adına konuşan bir Ankara var. Halbuki Kıbrıslı Türklerin talebi, bizim adımıza değil, bizimle birlikte konuşan bir Ankara. Bülent Ecevit bir keresinde “Kıbrıs’ta bir tane Türk kalmasa bile Ada bizim için stratejik öneme sahiptir” demişti. Ada’ya sadece jeostratejik bir üs olarak bakan, Kıbrıs’taki yurt hakkımızı görmezden gelen bir yaklaşım bu. Zaten bu yüzden yıllar boyunca Kıbrıslı Türkler dünyanın dört bir yanına göç ederken onların yerine nüfus taşındı. Rauf Denktaş’ın deyimiyle “gelen Türk, giden Türk”tü.

Erdoğan gezecek diye Maraş bölgesindeki bir okulun üzerindeki Yunanca “Helen Ortaokulu” yazısı silindi. Bu neyin göstergesi?

Tarihsel gerçekleri ve insan haklarını yok saymaktan başka bir şey değil. Okulun adını silince tarihsel gerçekleri de silmiş olmuyorsunuz ki! 1974 sonrasında da aynı şey yapılmıştı. Sokakların ve köylerin orijinal isimleri kaldırılmış, yerine Türkiye’deki illerin ve bölgelerin isimleri verilmişti. O kadar çok isim değişikliği yapılmıştı ki, en son köylere isim bulamayınca dönemin Türk komutanlarının içtiği sigaraların isimleri verilmişti, Gelincik Köyü Bafra Köyü… Şimdi Maraş’ta okul ismini silmek de aynı inkârcı bakışın tezahürü.

Erdoğan’ın ziyareti için kapalı Maraş’ta ismi silinen “Helen Ortaokulu”

Maraş’ta atılacak olan adımların bütünlüklü çözüm müzakereleri kapsamında, uluslararası hukuk çerçevesinde ve Kıbrıslı Rumlarla istişare içinde yapılması lâzımdı. Zaten 1974 sonrasında Maraş’ın diğer bölgeler gibi yerleşime açılmaması da bu bölgenin özel bir statüye ele alındığının göstergesi. Denktaş ve Kiprianu’nun 1977-79 Doruk Anlaşmaları’nda da, “Maraş BM gözetiminde eski yasal sahiplerine iade edilecek” ibaresi var. BM güvenlik konseyinin kararları var: 11 Mayıs 1984 tarihli bir karar Maraş’ın herhangi bir bölümünün, asıl sakinleri dışındakiler tarafından yerleşime açılmasına yönelik her türlü girişimi “kabul edilemez” olarak değerlendiriyor. 14 Eylül 1992 tarihinde alınan bir kararda da 1984 tarihli kararın uygulaması için Ada’da 1964’ten bu yana görev yapan Barış Gücü birliklerinin denetimi altındaki bölgenin Maraş’ı da kapsayacak şekilde genişletilmesi gerektiğini yineleniyor. BM kararları görmezden gelinerek adım atılmamalı. Fakat bir bakıyoruz ki, iyi düşünülmemiş, tamamen aceleyle adımlar atılıyor.

Neden?

Bunun bir sebebi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) Türkiye aleyhine Kıbrıslı Rumlar tarafından açılan davalar. Bu davalardan Maraş’la ilgili olanlar sonuçlanmak üzere ve Türkiye erteleme aldı. Binlerce poundluk tazminatlar söz konusu olduğu için Türkiye’nin bu konuda bir adım atması gerekiyordu. Bu adımı bütünlüklü çözüm ekseninde atacağına, tek taraflı olarak “Maraş’ı açıyorum” dedi. Söylemsel düzeyde de ciddi karmaşa yaratıldı. Ersin Tatar’ın açıklamaları tam bir çelişkiler yumağı. Önce “Maraş’ı Las Vegas yapacağız” diyerek Türk iş insanlarını bölgeye yatırım yapmaya davet etti. Halbuki mülkiyet Rumlara ait. Sonra “Maraş vakıf malıdır” gibi tarihsel ve hukuki olarak yanlış bir argüman öne sürdü. Daha sonra da “Taşınmaz Mal Komisyonu aracılığıyla yasal sahiplerine iade edilecek” dedi. Bu tutarsızlıklar silsilesi içinde, AKP iktidarı Cumhurbaşkanlığı seçimlerine yaptığı müdahale ekseninde, seçim yasaklarına rağmen Ersin Tatar lehine pozisyon alarak, Ekim 2020’de Maraş’ın açılışıyla ilgili seremoni yaptı. Çok önemli bir uluslararası meseleyi seçim çerezi haline getirdiler. Üstüne dönüp insanların acıları ve gözyaşları üzerine turizm olurmuş gibi, Maraş’ta “dark (karanlık) turizm” yapacağız dediler. Bu açıklamaları birçok Kıbrıslı Rum ve Türk utançla ve hüzünle, ağlayarak izledi. Aslında oraya millet bahçesi yapmak da, okulunun adının silinmesi de, Maraş’ın yüzde 3,5’lik bir parçasını açılması da, “Rumlar gelsin, KKTC yönetimi altında yaşasın” demek oluyor. Yani Ada’nın birleşmesi hilafına, bölünmeyi kalıcı kılmak isteyen “iki devletlilik” tezinin havucu gibi kullanılıyor. Buradaki en önemli tutarsızlık ve aymazlık nerede biliyor musunuz? Türkiye Cumhuriyeti, KKTC’nin değil, 1960’da kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin garantörüdür. Ve Garanti Antlaşması’nda Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasal düzeni ve toprak bütünlüğü garanti altına alınıyor. Yani Türkiye Ada’nın bölünmesine karşı garantör olmuş ülkelerden biri. Oysa şimdi Ada’nın bölünmesini kalıcı kılacak “iki devletlilik” tezini öne sürüyor. Kendisine yetki veren Garanti Antlaşması’nı ihlâl ediyor.

1974 sonrasında o kadar çok isim değişikliği yapılmıştı ki, en son köylere isim bulamayınca dönemin komutanlarının içtiği sigaraların isimleri verilmişti, Gelincik Köyü, Bafra Köyü… Şimdi Maraş’ta okul ismini silmek de aynı inkârcı bakışın tezahürü.

Erdoğan Ada’ya gelmeden ve bu açıklamalar yapılmadan önce, 50 sandalyeli Cumhuriyet Meclisi’nde, 12 vekile sahip Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) ile üç vekile sahip Toplumcu Demokrasi Partisi (TDP), Erdoğan’ın konuşma yapacağı oturuma katılmama kararı aldı. Neden boykot ettiniz?

CTP olarak oturuma katılmamamızın en temel gerekçeleri Türkiye hükümetinin Kıbrıslı Türk toplumunun demokrasisine, sosyolojisine ve mali yapısına yaptığı müdahalelerdir. Yıllar boyunca Kıbrıslı Rumlara karşı siyasi eşitlik mücadelesi veren bir toplumuz. “Bu ülke bizim evimiz, bu ülkeyi birlikte ve eşit bir şekilde yönetmeliyiz” diyerek müzakere masasına oturuyoruz. Oysa şimdi karşımızda bizi eşit olarak görmeyen, kendi ülkemizle ilgili karar alma süreçlerimize müdahale eden, bizi kendi ülkemizde sürgün durumuna düşüren bir Türkiye hükümeti var. AKP-MHP ittifakı, Kıbrıs’ta yaşayan insanların iradesinin aksine, “federasyon bitti” diyebiliyor. Biz de “hayır, şu anda hem uluslararası kamuoyu hem de uluslararası hukuk açısından tek gerçekçi çözüm federasyon” diyoruz. Ama AKP-MHP iktidarı sonradan uydurulmuş olan Mavi Vatan paradigması (Türkiye’nin Ege ve Akdeniz’deki nüfuz alanını genişletmesi doktrini) ekseninde Kıbrıslı Türklerin iradesini yok saymakla kalmıyor, Kıbrıs sorununun çözümünü Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hesapları çerçevesinde rehin tutuyor. Bizim ve TDP’li vekillerin boykot kararı, tüm bu anti-demokratik tutuma karşılık demokratik yollarla duruşumuzu göstermek içindi. Kutuplaştırıcı ve gerginlik politikalarını besleyen hamasi söylem yerine, “bu ülkede irademize karşı yaptıklarınızı doğru bulmuyoruz” yönündeki duruşumuzu, ülkemize ve irademize sahip çıktığımızı görünür kılmak istedik.

Kamuoyu bu boykotu nasıl karşıladı?

Bu boykot özellikle CTP tabanından gelen çok güçlü bir talep sonucunda ortaya çıktı. Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan birçok insan, gencinden yaşlısına, köylüsünden kentlisine, kadınından erkeğine, her kesimden “sakın ha o meclis oturumuna katılmayın, orada yapılacak hamasetin parçası olmayın, bizim irademiz bu toplantıya katılmamayı gerektiriyor” diye telefonlar geldi.  Partinin organlarında tabanın bu çağrısı değerlendirildi ve bir seri toplantının sonunda boykot kararı alındı. Katılmadığımız Meclis toplantısından sonra da insanlar “iyi ki katılmadınız” dediler. Erdoğan gelmeden önce hamasi söylemlerle devletin adı ve Anayasa değiştirilecek, KKTC tanıtılacak, Libya, Azerbaycan ile bağlantılar kurulacak gibi bir sürü spekülasyon yapılıyordu, şapkadan çıka çıka Külliye ve millet bahçesi çıktı. Betondan beslenen, bir coğrafyayı şantiye alanı gibi gören, koruma alanlarını bile ranta açan, Türkiye’nin doğal kaynaklarını çarçur eden bir zihniyet var ortada. Oysa hem Türkiye’de hem de Kıbrıs’ın kuzeyinde ihtiyaç olan şey  şatafatlı külliyeler ve millet bahçeleri değil. İnsanlar pandemi dolayısı ile işsiz, aç, borç içinde. İnsanların yaşam kalitesinin yükseltilmesine ihtiyaç var. Daha çok okul, daha çok hastane, daha çok sosyal adalete ihtiyacı var. Fakirin daha da fakirleştiği, orta sınıfın eridiği bir dönemde bazı müteahhitlerin cebi dolsun diye kaynakları beton duvarlara harcamak kabul edilebilir bir şey değil.

Türkiye KKTC’nin değil, 1960’da kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin garantörüdür. Garanti Antlaşması’nda Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasal düzeni ve toprak bütünlüğü garanti altına alınıyor. Yani Türkiye Ada’nın bölünmesine karşı garantör olmuş ülkelerden biri. Şimdi Ada’nın bölünmesini kalıcı kılacak “iki devlet” tezini öne sürüyor. Garanti Antlaşması’nı ihlâl ediyor.

Cumhurbaşkanı Ersin Tatar ise boykot kararını “ihanet” olarak niteleyerek, muhalefet partilerinin “Rum tarafı ile işbirliği yaptığını” ileri sürdü…

Federal çözüm için mücadele eden, solda duran insanlar olarak bizlerin çok alışık olduğumuz bir suçlama bu. Gelin görün ki bu dil 1980’lerin dili. Soğuk savaş döneminde Türkiye’deki askeri cunta döneminde “komünist”i nasıl bir küfür gibi kullandılarsa, burada da federalistleri ve barışı savunan insanları “vatan hainleri Güneye” gibi sözlerle hedef alırlardı.  Şimdi bu faşist dili geri çağırıyorlar. Ersin Tatar sık sık şoven bir histeriyle gaza gelip AKP-MHP iktidarına yaranmak için söyleminin tonunu düşüncesizce koyulaştıran, insanları hedef gösteren noktalara savruluyor. Kendisi Cumhurbaşkanlığı makamına halk desteğiyle değil, müdahaleyle geldiği için toplumsal meşruiyeti yok. Bunu farkında olduğu için faşizan söylemlerle ve saraylarla kendine güç halesi oluşturmaya çalışıyor. Sürekli sırtını AKP-MHP iktidarına yaslayarak bir güç gösterisi yapan ve kendi toplumunu ayrıştıran ve hedef alan bir eğilim içinde. Ve ilk defa bir Cumhurbaşkanı kendi toplumu tarafından bu kadar gayri ciddi bulunuyor.

2017’de Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu “BM parametreleri artık bitmiştir” diye bir beyanda bulunmuştu. Bu açıklama Kıbrıs konusunda Türkiye’nin ray değiştireceğinin ilk işaretiydi. Nitekim, son ziyaretinde Erdoğan, “Artık bizim için Kuzey Kıbrıs, Güney Kıbrıs diye bir olay kalmamıştır” derken bağımsız devletten söz etti ve “Kıbrıs Türk devleti” ifadesini kullandı. Türkiye’nin bu ısrarını nasıl karşılıyorsunuz?

2017’de Crans-Montana’da yapılan zirvede iki önemli tıkanıklık olmuştu. Bunlardan biri,  Rum lider Anantasiadis’in bir  BM parametresi olan siyasi eşitliği tartışmaya açmasıydı. İkinci konu ise güvenlik meselesiyle ilgiliydi. Türkiye garantör devlet olarak “tek taraflı müdahale hakkı” ve Ada’daki Türk askeri varlığında ısrar etmişti. Rum tarafı müzakereye “sıfır asker, sıfır garanti” noktasından başlamış, güvenliğin sağlanması için garantörlük sistemi yerine bir uluslararası güvenlik mekanizması önermişti. “Anlaşmanın ilk yıllarında Ada’da asker bulunacaksa bile tedrici olarak bu askerlerin çekilme tarihini görmek istiyorum” diyordu. Türkiye de İttifak Anlaşması’nda öngörülen asker sayısına inebileceği sinyalini veriyordu. Masa çöktükten sonra Türkiye “BM parametreleri bitmiştir” dedi. Elbette bunu derken böyle bir yaklaşımın dünya devletleri tarafından kabul edilmeyeceğini tahmin ediyordu. Ancak, bir süredir Kıbrıs meselesini Mavi Vatan paradigması içinden ele almaya başladıkları için süreç komplike bir hal aldı. Türkiye, Libya ile imzalanan münhasır ekonomik bölge anlaşması ile EastMed doğal gaz boru hattı projesinin –Doğu Akdeniz kaynaklarını Kıbrıs ve Girit üstünden Yunanistan topraklarına ulaştırması beklenen doğalgaz boru hattı; doğal gazın Yunanistan üzerinden İtalya’ya oradan da bütün Avrupa’ya aktarılması planlanıyor– önünü kesmeye yönelik bir hamle yaptı. Bu bir süredir Türk Dış Politikasına hâkim olan Savaş Gemisi Diplomasi’nin –Gunboat Diplomacy, yani bir ülkeye karşı donanma gücünün siyasi baskı yapmak amacıyla kullanıldığı güç gösterme politikası– uzantısıydı. Mavi Vatan paradigması içine alınan Kıbrıs bu anlamda irredentist –“yeniden ele geçirmeci”– bir anlayışla ele alınmaya başlandı ki, bu ciddi anlamda Türkiye’yi yalnızlaştıran da bir politika.  Bu dış politika hamleleri ne Kıbrıslı Türklerin ne de Türkiye’nin yararına.  Müzakere masasında pazarlık payını artırmak için gerginliği yükselten bir tutum izliyor Türkiye. Bunu pek çok zeminde görmek mümkün. Biz de bunun akli bir yol olmadığını, rasyonel olanın federal çözüm ekseninde yeniden masaya oturularak Türkiye’nin de doğal gaz konusunda taleplerini karşılayacak bir formül bulunmasının zorlanması olduğunu dile getiriyoruz. Yani KKTC’nin adını Kıbrıs Türk Devleti yapınca ne Doğu Akdeniz’deki güç ilişkileri ne de müzakere masasındaki dengeler değişiyor. İsim değişikliğinin uluslararası bir karşılığı yok. Zaten ihtiyacımız olan şey de isim değişikliği değil, federal çözüm ekseninde ülkemize uluslararası bir statü kazandırmak.

Kıbrıslı Rumların Varosha’daki kontrol noktasında protestosu (8 Ekim 2020)

Kulislerde konuşulan bir diğer husus yeni bir devlet tarif ederken yeni bir anayasa yapılacağı yönünde. Bu anayasayla Kıbrıs’ın kuzeyindeki parlamenter sistemi yok edip Türkiye’deki gibi “eşi benzeri olmayan”, yetkilerin tek insanda toplandığı ve yargının bağımsızlığının bile ortadan kalkacağı düzenlemeler öngörüldüğü yönünde. Kısacası, Kıbrıs’ın kuzeyini tümüyle Türkiye’ye benzetmek istiyorlar. Kıbrıs’ı vilayet olarak gören bir zihniyetle karşı karşıyayız. Yarım asırdan fazla bir süredir dünyadan tecrit edilmiş bir şekilde yaşamak zorunda bırakılan Kıbrıslı Türkler uluslararası toplum nezdinde siyasi bir entite olarak kabul görmek istiyor. Kendi sanatçıları, sporcuları, bilim insanları, üreticileri ile dünyada yerini almak istiyor. Bunu anketler de açık bir biçimde ortaya koyuyor.

Neler söylüyor anketler?

Ada’nın güneyinde de kuzeyinde de geleneksel olarak sağ oylar her zaman sol oylardan daha fazla. Buna rağmen, Annan Planı’na yüzde 65 “evet” çıktı. Bu ne demek? İç politikada sağ partilere oy veren seçmen de çözüm için “evet” oyu kullandı demek. 2020’de yapılan anketlere göre, Ulusal Birlik Partisi’ne (UBP) oy verdiğini ifade edenlerin yüzde 25’i, yani milliyetçi bir partiye oy verenlerin dörtte biri, “Kıbrıs sorunun BM parametreleri ekseninde adil, demokratik ve eşitlikçi bir çözümüne evet derim” diyor. Seçmenlerin yüzde 95’i de “çözüm formülü fark etmeksizin çözüme evet diyeceğini” söylüyor. Gerçek böyleyken, “federasyon bitti” diye hamaset yapmanın bir karşılığı yok. Kafanızı çevirmeniz manzarayı değiştirmiyor. Ankara da, Kıbrıs’taki hükümet de biliyor bunu. Zaten biraz da bunun için Cumhurbaşkanlığı seçimlerine müdahale ettiler. Seçmen kütüklerini alıp tek tek insanları arayarak “şu sandıkta oy kullanıyorsunuz, o sandıkta Ersin Bey’e kaç oy çıkacak bakacağız” gibi telkinlerden tutun da, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’ın ekibinin gelip sahada çalışmasına kadar. Veya MHP vekili Ahmet Erbaş gibi kişilerin köy köy gezip Ersin Tatar’a oy istemesine, son dakikada sandıklara taşınan insanlara, spor kulüplerine mali kaynak aktarmaya kadar. İnsanların endişe ve korkularını kışkırtarak, “federalist bir aday seçilirse sizlere yaşam hakkı yok, ülkeyi Rumlara satacaklar” dediler. Bizzat Ersin Tatar’ın partisinin vekillerinin “Beyaz Ev” adındaki askeri lokale çağrılarak “Ersin Tatar için çalışacaksınız” şeklinde konuşmalara maruz kaldıkları basına da yansıdı.  Tüm bu yaşananların bir kısmı seçim sonrası raporlaştırıldı. Genel seçimde de bunları yapabilirler. Zaten o kadar pervasızca hareket ediyorlar ki, sanki KKTC Türkiye’nin bir vilayeti gibi. Burada Türkiye’deki siyasi partilerin şubeleri var. Türkiye’den gelen yetkililer, Kıbrıs’ta siyasi partiler yokmuş gibi, burada yaşayan insanlarla doğrudan temas kuruyorlar. Muhalefet partileriyle en önemli konularda bile görüşmüyorlar. Yabancı siyasi partiler Türkiye’de şube açabiliyor mu? Hayır. Ama AKP, MHP, CHP ve İyi Parti’nin Kıbrıs’ta temsilcilikleri var. Mesela Yunanistan partilerinden Syriza veya PASOK gelse ve şube açsa kabul edecek miydik? Tüm bunların yanlış olduğunu söyleyenler “vatan haini” ilan ediliyor, baskı altına alınıyor ve linç ediliyor. Tüm bu baskı ve linç kültürünün bizzat hedefi haline defalarca getirilen biri olarak bunları söylüyorum. Türkiye’de olduğu gibi, Kıbrıs’ta da AKP-MHP ittifakının çizdiği çerçeveye muhalif olanlar tahakküm altına alınmak isteniyor. Beni defalarca “Türkiye Düşmanı” gibi lanse etmeye çalıştılar. Benim gibi ömrünü halkların kardeşliğine adamış, Türkiye halkları ile derin bir sevgi ve saygı ilişkisi kuran insanlara “güvenlik tehdidi” damgası yapıştırıyorlar. Bu yüzden 2016’dan beri Türkiye’ye gitmiyorum.

Bizi kendi ülkemizde sürgün durumuna düşüren bir Türkiye hükümeti var. Kıbrıs’ta yaşayan insanların iradesinin aksine, “federasyon bitti” diyebiliyor. Biz de “hayır, tek gerçekçi çözüm federasyon” diyoruz. AKP-MHP iktidarı Mavi Vatan ekseninde Kıbrıslı Türklerin iradesini yok saymakla kalmıyor, sorununun çözümünü Doğu Akdeniz’deki hesapları çerçevesinde rehin tutuyor.

Ulusal Birlik Partisi, Demokrat Parti ve Yeniden Doğuş Partisi’nden oluşan, Aralık 2020’de kurulan azınlık hükümetinin seçim hükümeti olduğu konuşuluyor. Ufukta bir seçim mi var?

Bu azınlık hükümeti kurulurken hükümet programına seçim tarihi olarak 2021 Ekim’i koydular. Ancak, süreç içinde bu tarihi ötelemek için, anayasa ve meclis iç tüzüğünü ihlâl etmek dahil, her türlü şeyi yaptılar. Azınlık hükümetinin Başbakanı Ersan Saner, daha önce UBP genel sekreteriydi. Ancak, Ankara Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra UBP Kurultayı’na da müdahale edip mevcut iki başkan adayını, Hasan Taçoy ve Faiz Sucuoğlu’nu geri çektirdi, Ersan Saner’in UBP başkanı olmasını sağladı. Yani sadece Cumhurbaşkanını değil, Başbakanı da belirlemiş oldu. Bu arada, daha önce koalisyon ortağı olan ve dokuz milletvekili bulunan Halkın Partisi’nden üç vekilin telkinlerle istifa etmesi ve azınlık hükümetine dışardan nisap desteği vermesi sağlandı. Çünkü koalisyon ortaklarının nisabı yok. Koalisyon ortağı olan üç vekilli DP ve iki vekilli YDP’nin vekil sayısı grup kurmaya yetmiyor. Meclis’te grubunuz yoksa Meclis çalışma organı olan komitelerde temsiliyetiniz olmuyor. Seçim ekim ayında olacaktı, ancak hükümetin büyük ortağı UBP’nin kurultayı var ve ülkeyi kendi kurultay hesaplarına kilitlemiş durumdalar. Yasaları ihlâl ederek, muhalefetin temsilci vermediği bir ad-hoc komite kurdular ve seçim tarihi olarak Nisan 2022 dediler. Bu azınlık hükümeti o kadar pespaye bir durumda ki, seçimin nisana kadar beklemeyeceğini, Ocak 2021 gibi bir erken seçim olabileceğini düşünüyorum. Tabii bu arada atı alan Üsküdar’ı geçiyor ve seri biçimde seçmen yapısını değiştirmek için elinden geleni yapıyor bu hükümet.  

Varosha

Nasıl?

Son altı ayda 4,500 kişiye vatandaşlık verildiği bilgilerini alıyoruz. Sadece Türkiye’den değil, çok çeşitli ülkelerden buraya gelip çalışma izni alan kişiler seri biçimde vatandaşlığa geçiriliyor. Resmi Gazete’de bu bilgiler yayınlanmadığı ve süreç şeffaf yürütülmediği için tam rakamı bilmiyoruz. 2011’den bu yana KKTC nüfusunu da bilmiyoruz. Nüfus sayımı yapılmıyor çünkü. Ada halkı nüfusa yapılan müdahaleler sonucunda kendisini azınlıkta hissetmeye başladı. Mesela 2015-2016 arasında 12,500 kişiye vatandaşlık vermişlerdi, bunların 2,500’ü istisnai vatandaşlık dediğimiz, sadece Bakanlar Kurulu tarafından verilen vatandaşlıklardı. 12, 500 vatandaşlık o dönemde tahmin edilen –tahmin edilen diyorum, zira nüfusu bilmediğiniz için seçmen sayısını da tam bilemiyoruz– toplam seçmenin aşağı yukarı yüzde 6’sına denk geliyordu. Mustafa Akıncı ile Ersin Tatar arasındaki 2020 Cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarına göre, Tatar 67,385, Akıncı ise 62,858 oy aldı. Yani aradaki fark 4,527.  Bu kadar küçük bir nüfusta, altı ayda 4,500 kişiyi vatandaş yapmak, doğrudan seçim sonuçlarına müdahale demektir.

KKTC’nin adını Kıbrıs Türk Devleti yapınca ne Doğu Akdeniz’deki güç ilişkileri ne de müzakere masasındaki dengeler değişiyor. Konuşulan bir diğer husus yeni bir devlet tarif ederken yeni bir anayasa yapılması. Bu anayasayla Kıbrıs’ın kuzeyini tümüyle Türkiye’ye benzetmek istiyorlar. Kuzey Kıbrıs’ı vilayet olarak gören bir zihniyetle karşı karşıyayız..

Yıllardır sürdürülen yanlış vatandaşlık politikası ve nüfus sayımı yaptırmamak tümü seçmen yapısını etkilemeye yönelik. Yıllardır bu ülkede yaşamayan insanlara yurttaşlık veriliyor, ölmüş insanlar seçmen kütüğünden düşülmüyor. Ortaokul öğrencisiydim, seçim zamanları Türkiye’den onlarca uçak kaldırılır, buraya seçmen getirilirdi. Bu ülkede yaşamayan insanlara ülkenin kaderini tayin edin derlerdi.

Öte yandan, vatandaş yapılan insanların insan olduğunu unutan, onlara oy deposu olarak bakan bir zihniyet var. İster Türkiye’den ister Pakistan’dan gelsin, bu insanlar ağır emek sömürüsü koşullarında çalıştırılabiliyor. Birini vatandaş yapacaksanız, önce onun en temel insan haklarını güvence altına alacaksınız. Örgütlenme hakkı olacak, barınma, sağlık, eğitim gibi hizmetlerden yararlanacak. Ama maalesef bu insanların ne yaşadığını kaale almayan bir UBP var. İnsanlara “UBP’ye gelin, üyelik formu doldurun, vatandaşlık işlemlerinizi tamamlayalım” diyen bir hükümet bu. Özellikle Türkiye’den gelenlere, sol partilerle ilgili, örneğin “CTP iktidara gelince sizi vatandaşlıktan çıkaracak, sizi Ada’dan kovacak” diyerek oluşturulan bir yalan ve korku politikası var. Bunun üzerinden gettolaşma yaratılıyor. Halbuki CTP, sosyalist bir parti olarak insana önce insan olduğu için sahip çıkan, etnik kökenine bakmaksızın Ada’yı yurt bilen herkesi sahiplenen bir parti. Biz köken ayrımcılığının ortadan kalkması için etnik kimlik ötesinde bir dil üzerinden sorunları ele alıyoruz.

Bir de yaklaşık elli yıldır Ada’da yaşayan Türkiye’den getirilen insanlar var.

1974 sonrası Ada’ya gelen Türkiyeli kardeşlerimiz burayı vatan bilip çalışıp emek veriyorlar. Çocuklarını burada doğurmuşlar, evleri, yurtları Kıbrıs. Şu anda uygulanan çarpık yurttaşlık politikasına en çok karşı çıkanların başında onlar geliyor. Çünkü bu topraklar onların vatanı ve her gün verilen vatandaşlıklarla ülke ekonomisinin ve sosyolojisinin aldığı hali görüyorlar. Bu insanlar Annan Planı’na çok yüksek oranda “evet” dediler. Çünkü Annan Planı’na göre, çözüm olduğu gün her iki tarafta da yurttaş olan insanlar hem Federal Kıbrıs Cumhuriyeti hem de AB vatandaşı olacaklardı. Eskiden Rum resmi pozisyonu “bütün Türk yerleşikler ülkelerine geri dönecek” noktasındaydı. Mehmet Ali Talât’ın Cumhurbaşkanı olmasından sonra o dönemde sayıları 44 bin olan Türkiye kökenli insanın da bu toprakların insanı olduğu, bir çözüm durumunda Kıbrıslı Türklere verilecek olan statü neyse onların da bu statüye sahip olacağı, yani Federal Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ve dolayısıyla AB vatandaşı olacağı Rumlar tarafından kabul edilmişti. Sonrasında da Akıncı-Anastasiadis arasında yapılan müzakerelerde, Anastasiadis çözüm olduğu gün KKTC vatandaşı olan herkesin yeni devletin vatandaşı olacağını kabul etmişti. Şimdi girilen bu “iki devletli” çıkmaz sokağında, sadece Kıbrıs’ta doğanların değil, Türkiye’den gelip yerleşenlerin da geleceği karartılıyor.

Son altı ayda 4,500 kişiye vatandaşlık verildi. 2015-2016 arasında 12,500 kişiye vatandaşlık vermişlerdi. Ersin Tatar 67,385, Mustafa Akıncı 62,858 oy aldı. Aradaki fark 4,527. Altı ayda 4,500 kişiyi vatandaş yapmak, doğrudan seçim sonuçlarına müdahale demektir.

Suriyeli ve Afganistanlı göçmenler Ada’ya geliyor mu?

Afganlılar gelmedi henüz, ama Suriyeliler var. Mülteci aileleri birleştirmek üzerinden ilerleyen bir program kapsamında Kuzey’e gelen daha sonra Güney’e geçerek bir Avrupa ülkesine geçebilmek için gelenler var. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği ile bağlantılı mülteciler için çalışan STK’ların yardımıyla ailesiyle buluşmak için gidebilenler gidiyor, gidemeyenler Türkiye’ye gidiyor, bu anlamda burada kalan çok az göçmen-mülteci var. Burada devletin kaynakları çok yetersiz olduğu için göçmenlerin/mültecilerin ihtiyaçlarını karşılayacak durumda değil.

Bunun dışında Afrikalı bir öğrenci nüfus var. Turgut Özal döneminde “Ada Üniversite ve Turizm ülkesi yapılacak” diye bir girişim vardı. Ancak, son dönemlerde kumarhanecilerin kara para aklamak için kurdukları paravan apartman dairelerinden bozma üniversiteler açıldı. Buraya gelen öğrenci akışı da kontrolsüz bir noktaya geldi. Bazı öğrenciler, özellikle Afrikalı öğrencilerin bazıları üniversiteye gitmiyor, kaçak işçi olarak çalışıyor. Bazıları insan ticareti mağduru. Bizzat yardımcı olmaya çalıştığım insan kaçakçılığı mağduru, seks kölesi olmaya zorlanmış Afrikalı öğrenciler oldu. Bunun dışında Türkiye’den ve Pakistan’dan gelip inşaatlarda çalışanlar ve ev işçisi olarak gelip hasta ve yaşlı bakımında çalıştırılan Filipinliler, Türkmenler var.

Doğuş Derya Kutlu Adalı anmasında

CTP’nin Kutlu Adalı Araştırma Komitesi kurulması talebi var, ancak mevcut Meclis aritmetiği ile mümkün görünmüyor. Ne olacak?

Sedat Peker’in ifşaatları nedeniyle, bizim için çok önemli olan Kutlu Adalı dosyasının açılması gerekiyordu. Bu ifşaatlar Meclis’in kapanmasına yaklaşık bir ay kala ortaya çıkmıştı. CTP grubu olarak araştırma komitesi önergemizi hemen verdik, ancak azınlık hükümeti komitenin kurulmasını engelledi. Komite üye sayısını bahane ettiler, çünkü bu komitenin çalışmasını istemiyorlar. Komitenin kurulması ve bazı belge/bilgilere ulaşılması demek Türkiye derin devletinin tarihsel süreç içinde Ada’yı nasıl arka bahçesi haline getirdiğinin ifşa olması demek. Uluslararası hukuk dışında tutulan KKTC, Türkiye derin devleti için çok elverişli bir yer. Çünkü uluslararası bankacılık denetim mekanizmaları dışında, kumarhaneler denetlenemiyor, KKTC tanınmadığı için hiçbir uluslararası kuruluşla organize suçları önleme konusunda işbirliği yapamıyor. Aslında Kıbrıs Sorununun çözümüne karşı çıkanlar biraz da bu yüzden Ada’nın birleşmesini istemiyor. Bu yüzdendir ki 1990’lardan itibaren kara para aklamak için off-shore bankalar kuruldu Kıbrıs’ın kuzeyine. Refah- Yol hükümeti döneminde, Türkiye’deki kumarhaneler kapatılıp Kıbrıs’a aktarıldı. Susurluk Komisyonu’nda ortaya çıktı, Kürt iş adamları faili meçhullere kurban edilirken Türkiye’de, Kıbrıs’ta da başta mensubu olduğum CTP olmak üzere sol, demokrat kurumlar ve insanlar baskı altına alındı. Partiler bombalandı. Tarihi eser, uyuşturucu hatta insan kaçakçılığının kökenleri hep 1990’lara dayanıyor. Kutlu Adalı da bunları sorguladığı ve Galip Mendi’nin isminin karıştığı Barnabas Skandalı’nı yazılarında işlediği için öldürüldü. Adalı’nın öldürüldüğü uzi marka silah, Abdullah Çatlı’nın öldüğü arabadan çıkan silahlardan. İsrail’in hibe ettiği, resmi kayıtlara girmeyen bu silahlar, Korkut Eken’in deyişiyle “vatan savunmasında” kullanılıyor. Bunların ipinin ucunu tutuyor olmak demek sadece Kutlu Adalı cinayeti kurgulayanların değil, Ada’nın Kuzeyinde derin devletin nasıl teşkilatlandığının da ortaya çıkması demek. Bu yüzden de bu komitenin çalışmaya başlamasını istemiyorlar. Biz gündemde tutmaya devam edeceğiz. Meclis aritmetiği değişmediği müddetçe de hükümet bu bahaneyi öne sürmeye devam edecek.

Peker’in ifşaatları nedeniyle Kutlu Adalı dosyasının açılması gerekiyordu. Araştırma komitesi önergemizi hemen verdik, azınlık hükümeti engelledi. Araştırma komitesinin kurulması ve bazı belge/bilgilere ulaşılması Türkiye derin devletinin Ada’yı arka bahçesi haline getirdiğinin ifşa olması demek. Uluslararası hukuk dışında tutulan KKTC, derin devlet için çok elverişli.

Türkiye toplumsal muhalefetinden beklentilerinizi neler?

Türkiye’de muhalif, aydın, demokrat insanları ezen mekanizmalar neyse, burada da federalist, demokrat, barış yansılı insanları, bizleri ezen mekanizmalar aynı. Türkiye’deki totaliter yönetim buraya da yansıyor. Benzer süreçlerden geçiyoruz, dolayısıyla ortaklaşıp birbirimizin hikâyesine daha yakından bakabilmek gerekiyor. Türkiye’yi yakından takip ediyorum, kılcal damarlarına kadar her şeyi öğreniyorum. Orada gerçekleşen her şey benim de meselem. Örneğin, İstanbul Sözleşmesi ile ilgili kadın hareketinin aldığı inisiyatif veya Boğaziçi direnişi ayın şekilde heyecanlandırıyor ve besliyor bizi.

Buranın ölçeği küçük olduğu için kimi zaman Kıbrıs’ın sorunları görünmez olabiliyor Türkiye’de. Uzun bir zaman Denktaş’ın ağzından “milli bir dava” olarak dinlemişler, 1990’larda Kıbrıs’ı Televole’lerden gördükleri vur patlasın çal oynasın kumarhane kültürü üzerinden bir sayfiye yeri olarak görmüşler ve hiç merak etmemişler. Türkiye derin devletinin düğümünün çözüleceği yerin Kıbrıs olduğunu düşünüyorum. Mehmet Ağar “bir tuğla çekilirse duvar yıkılır” demişti ya, belki de o tuğlanın Kıbrıs’tan çekilmesi gerekiyor.

Bugün Kuzey’de yaşananlar cumhurbaşkanı veya başbakan belirlemenin ötesine geçmiş bizzat tek tek kurumlara atanan insanlar üzerinden gelişen bir kayyum kültürü var. Buna karşın, Michel Foucault’ nun  da dediği gibi, “iktidarın olduğu her yerde direniş de var.” Türkiye muhalefetinin Kıbrıs sorununu “ezeli düşman” Türk-Yunan ilişkileri üzerinden değil, bugünkü ekonomi politik üzerinden okunabilmesi önemli. Ayrıca Türkiyeli muhalifler Rumların da gündemini takip etmeli. Türkiye’de son derece duyarlı, entelektüel insanlar var, onların da desteğiyle Ada’nın gerçeklerini gündemde tutmak çok önemli.

^