“Perişan haldeler.” “Vahamet.” “İnsanlık dışı.” Türkiye’deki milyonlarca mültecinin kahir ekseriyetinin durumu özetle bu. Bunun sürmemesi, mültecilerin Covid-19 ile katmerlenen çilelerini hafifletmek için didinen örgütlenmelerden biri olan Halkların Köprüsü Derneği’nin başkanı Üstün Bilgen Reinart ve genel sekreteri Yusuf Ak’ı can kulağıyla dinliyoruz.
28 Nisan günü 19 yaşındaki Suriyeli Ali El Hemdan’ın polis tarafından kalbinden vurularak öldürülmesiyle birlikte mültecilerin korona günlerindeki durumu yeniden gündem oldu. Nisan ortalarında, İzmir Harmandalı Geri Gönderme Merkezi’nde bekletilen 200 kadar mültecinin Yunan adalarına geçmeleri salık verilerek yol kenarlarına bırakıldıklarını derneğiniz sayesinde öğrenmiştik. Mülteciler virüsün en saldırgan olduğu bugünlerde ne haldeler?
Üstün Bilgen Reinart: Perişan haldeler. Mülteciler zaten yoksulluk içinde yaşıyor. Sağlıklı beslenebilmeleri imkânsız. Fiziki mesafeyi koruyabilmeleri mümkün olmayan kalabalık ortamlarda yaşıyorlar. Temiz suya ve hijyen malzemelerine ulaşmaları çok zor. Büyük risk altındalar. Çanakkale’de, İzmir’de yol kenarında bırakılan mülteciler bir gün sonra Göç İdaresi’nin gönderdiği otobüslerle kayıtlı oldukları yerlere geri götürüldüler ve böylece görünmez oldular.
Yusuf Ak: Rusya’nın 27 Şubat’ta İdlip’e düzenlediği hava saldırısı sonrasında, mülteciler Avrupa’ya gidebilecekleri vaadiyle Edirne-Pazarkule sınır kapısına taşındılar. Aç, susuz, iletişim araçlarından yoksun ve biber gazının altında günlerce bekleyen insanlar sonunda bunun bir anlamının olmadığını düşünerek daha önce yaşadıkları illere dönmek istediler. Fakat pandemi ile birlikte, 15 günlük karantinaya alınmaları için çeşitli illere gönderilmeler başladı. 10 Nisan’da ilan edilen sokağa çıkma yasağını fırsata çevirenler ise mültecileri sahil bölgelerine ve yol kenarlarına bıraktılar. 13 Nisan’ı unutamıyoruz. İzmir otogarına alınmayan 200 kadar mülteci havalar soğuk olduğundan, battaniye ve gıda ihtiyaçlarının giderilmesi için haykırıyordu.
Sahaya çıkmanın riskleri olsa da, yerel yönetimle iletişim kuramasak da, bu çağrıya duyarsız kalamadık. İki öğrenci arkadaşımız aynı akşam Suriyeli, Afgan, İranlı mülteci dostlarımıza kısıtlı da olsa destek sunabildi. Bu insanlık dışı uygulama basında yoğun bir şekilde yer alınca, 14 Nisan’da Göç İdaresi ve ASAM-SGDD (Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği) yetkilileri 200 mülteciyi otobüslere bindirerek kayıtlı oldukları illere gönderdiler. Şu anki durumları iç açıcı değil. Manisa, Nevşehir gibi şehirlerden kira ve gıda desteğinde bulunmamız için talepler geliyor. Dernek olarak sadece dostlarımızın ayni ve nakdi bağışlarıyla gerek gıda, giyim, beyaz eşya gibi temel ihtiyaçlar gerekse de birkaç aylık kira desteği verebiliyoruz.
1951 Cenevre Sözleşmesi’ni de hatırlayarak, Türkiye’nin bu süreçteki tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Reinart: Utanç verici… Mültecilerin yaşam sorunlarına kalıcı çözüm üretmeye çalışılmadan, bir yandan bazılarının ucuz işçi olarak kullanılması, diğer taraftan AB ile pazarlık malzemesi yapılması, bir “koz” olarak kullanılması, Avrupa sınırları kapalı olduğu halde “sınırları açtık, haydi gidin” denmesi, Cenevre Sözleşmesi’ni hiçe sayan, bizim kabul edemeyeceğimiz uygulamalar. Bu süreçte mülteci aileler perişan oldu. Tam da dünya Covid-19 telaşıyla tedbir almaya başlamışken, açıkta, soğukta, suya, sabuna ulaşımın çok zor olduğu şartlarda, aç, evsiz ortalıkta bırakıldılar. Türkiye, ne yazık ki, tüm dünyanın gözleri önüne çok kötü bir insanlık manzarası serdi, çok kötü bir sınav verdi.
13 Nisan’ı unutamıyoruz. İzmir otogarına alınmayan 200 kadar mülteci havalar soğuk olduğundan, battaniye ve gıda ihtiyaçlarının giderilmesi için haykırıyordu. Bu insanlık dışı uygulama basında yoğun bir şekilde yer alınca, 14 Nisan’da 200 mülteciyi otobüslere bindirerek kayıtlı oldukları illere gönderdiler.
Ak: 2011’de başlayan Suriye iç savaşı sonrasında Türkiye’ye kayıtlı olarak 3,6 milyon kadar Suriyeli sığındı. Ülkede yaklaşık 5, 5 milyon kayıtlı mülteci yaşıyor. 1951 Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi ve 1967 New York Protokolü, mültecilerin uluslararası düzeyde yasal haklara sahip olmalarını sağlayan önemli tarihsel gelişmelerin sonucu. Türkiye ise Cenevre Sözleşmesi’ni coğrafi sınırlama şerhi koyarak imzalamıştır. Sözleşmeye coğrafi sınırlama ile taraf olan tek Avrupa Konseyi ülkesi olduğunu da belirtmek gerekir. 2013’te yayınlanan 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nda da görüldüğü üzere, Türkiye’de, sadece Avrupa’dan gelenler mülteci statüsü kazanabiliyor. Kimlik alabilen milyonlarca kişi “geçici koruma statüsü”nde kabul ediliyor. Türkiye’de icat edilmiş bir ara form olarak “misafir” diyoruz. Sığınanlara mültecilik statüsü verilmediği, sürekli Avrupa’ya karşı bir koz olarak kullanıldıkları, eğitim, sağlık ve hiçbir haktan faydalanamadıkları sürece bu sorunlarla karşı karşıya kalmaya devam edeceğiz.
Ali El Hemdan’ın öldürülmesiyle mültecilerin çalışma şartlarının ağırlığı da gündeme geldi tekrar. Araştırmalar 18 yaş altı Suriyeli çocukların en az üçte birinin çalışmak zorunda olduğunu gösteriyor. Sizin çalışmalarınız, gözlemleriniz ne yönde bu konuyla ilgili?
Reinart: Mültecilerin ucuz iş gücü olarak kullanılmasına ve çocuk işçiliğine göz yumulduğunu biliyoruz. Kayıtsız ve güvencesiz çalışan, sokakta atık kağıt ve şişe toplayanlar çoğunlukla mülteciler. Tekstil ve ayakkabı imalathanelerinde düşük ücretle çalışıyorlardı. Bugünlerde o da çok azalmıştır. Şu salgın ortamında zaten düşük olan gelirlerini kaybediyorlar.
Ak: Mülteci aileler yükselen konut fiyatlarını karşılayabilmek için hem kendileri hem de çocukları tarlalarda, tekstil atölyelerinde, inşaatlarda ya da vasıfsız işlerde günde 11-16 saat arasında çalışmak zorunda kalıyor. CİMER’in açıklamasına göre, Ocak 2016 ile Eylül 2018 tarihleri arasında, çalışma iznine başvuran Suriye uyruklu 41 bin 343 kişiden, 27 bin 930’una çalışma izni verilmiş. Çalışma çağında ve ihtiyacındaki Suriyeli nüfusun büyüklüğü düşünüldüğünde karşımızda duran sorunun vahameti ortada. Keşke, “Geçici Koruma Sağlanan Yabancıların Çalışma İzinlerine Dair Yönetmelik” ya da yapılması gereken hukuksal düzenlemelerden söz edebilseydik. Ama bu insanlar mülteci statüsü kazanamadıkları sürece bu sorunla yaşamak zorunda kalacaklar.
Maske dağıtımının bile bir krize dönüştüğü bu zamanlarda mültecilerin sağlık hizmetlerine erişimleri ne durumda? Derneğinizin bu meseleyle ilgili gözlemleri neler?
Reinart: Mültecilerin sağlık hizmetlerine erişimi çok sorunlu. Aralık 2019’da değiştirilen bir yasayla artık kayıtlı mülteciler yalnız bir yıl sağlık hizmetlerine ulaşabiliyor. Kayıtsız olanlar ise ancak trafik kazası gibi acil vakalarda hastaneye gidebiliyor. Hastalıktan korunabilmek, yayılmasını engellemek için maske takılması zorunlu dendi, devlet herkese haftada beş maske dağıtılacağını söyledi, ama maske başvurusu e-devlet üzerinden yapılıyor. Yalnız kayıtlı mültecilerin e-devlet şifresi var ve zaten mülteciler arasında birçok insanın internet erişimi yok, Türkçeleri de kısıtlı. Mültecilerin çoğu maskeye bile ulaşamıyor. Sabun, kolonya gibi hijyen malzemeleri, hatta temiz giyecekleri de eksik. Devlet toplum sağlığını korumakla yükümlü, ancak bu ölümcül virüs karşısında mültecilerin korunma ve tedavi ihtiyaçlarının karşılanmıyor olması bu yükümlülüğün ihlâli demek oluyor.
Sadece Avrupa’dan gelenler mülteci statüsü kazanabiliyor. Kimlik alabilen milyonlarca kişi “geçici koruma statüsü”nde kabul ediliyor. Türkiye’de icat edilmiş bir ara form olarak “misafir” diyoruz. Avrupa’ya karşı koz olarak kullanıldıkları, hiçbir haktan faydalanamadıkları sürece bu sorunlarla karşı karşıya kalmaya devam edeceğiz.
Ak: “Geçici koruma” altındaki Suriyeliler ve şartlı mülteciler Göç İdaresi Müdürlüğü’nün öngördüğü şehirde yaşadıkları sürece Genel Sağlık Sigortası’ndan yararlanabiliyor. Birinci basamak sağlık hizmetleri kapsamında Göçmen Sağlığı Merkezleri’nde sunulan hizmetlerden yararlanabiliyor ya da aile hekimliklerine başvurabiliyorlar. Buna karşın iş, sosyal ağlar ya da başka nedenlerle Göç İdaresi tarafından belirtilen şehirlerde ikâmet etmeyen “geçici koruma” altındaki kişiler ve şartlı mülteciler Genel Sağlık Sigortası’ndan yararlanamıyor. Kayıtsız/belgesiz göçmenler ise sağlık hizmetlerine erişimlerinde bu kişileri kapsayan bir mevzuat bulunmaması nedeni ile sorunlar yaşıyorlar. Hastanelere erişimleri yok denecek kadar kısıtlı. Acil durumlarda ise bazı hastaneler sağlık turizmi genelgesini uyguluyor, bazı hastanelerde ise sağlık sigortası olmayan bir kişi gibi değerlendiriyorlar. Bunların yanı sıra, bazı hastaneler kayıtsız/belgesiz göçmen kişilerin başvurması durumunda kolluk kuvvetlerine haber verebiliyor.
Covid-19 ile mücadele kapsamında, 13 Nisan 2020 tarihli 2399 sayılı Cumhurbaşkanı kararıyla, herhangi bir sosyal güvencesi olup olmamasına bakılmaksızın herkesin kişisel koruyucu malzemelere, tanı testlerine ve ilaç tedavisine ücretsiz erişebileceği güvence altına alındı, ama biz bunun uygulanabilirliği hakkında pek bilgi sahibi değiliz. Ucuz işgücü olarak çalıştırılan mültecilerin işten çıkarılmalarıyla yük daha da sırtlarına biniyor. Hem ekonomik destekten yoksun kalıyorlar hem de hizmetlerden kısıtlı bir biçimde faydalanıyorlar. Mesela Edirne’den İstanbul’a giden mülteciler haftalarca otogarda beklemek zorunda kaldılar. Kimlikleri olmayan mültecileri ne otobüs firmaları kabul ediyordu ne de hastalananlar hastaneye gidebiliyordu. Derneğimize sağlık sorunlarına ilişkin çok ciddi şikayetler geldi. İzmir Barosu’nun hazırladığı İzmir Harmandalı Geri Gönderme Merkezi Korona Pandemisi Raporu okunmalı. Kayıtsız/belgesiz ve Genel Sağlık Sigortası olmayan göçmenlerin tanı ve tedavi sürecinde hastanelerde kayıt sorunu yaşamamaları için HSYS sistemine “vatansız” olarak giriş yapılabiliyor. Ancak bu düzenlemenin yazılı bir mevzuat olarak yayımlanması ve mültecilere de duyurulması gerekiyor. Merkezi yönetimin yanı sıra bu süreçte en çok belediyelere iş düşüyor.
Ocak 2016-Eylül 2018 arasında Suriye uyruklu yabancılara ilişkin çalışma iznine başvuran 41 bin 343 kişiden, 27 bin 930’una çalışma izni verilmiş. Çalışma çağında ve ihtiyacındaki Suriyeli nüfusun büyüklüğü düşünüldüğünde karşımızda duran sorunun vahameti ortada.
Halkların Köprüsü Derneği’nden bahsedelim biraz. Ne zaman ve neden kuruldu, hangi alanlarda faaliyet gösteriyor?
Reinart: Halkların Köprüsü Derneği 2014 yılında bir grup gönüllümüz tarafından, Türkiye’yi oluşturan halklar arasında eşitlik, özgürlük ve barış temelli köprü oluşturmak iddiası ile kuruldu. Amacımız tüm ötekileştirmeleri reddederek, insanların sahip olduğu kimlikleriyle birbirleriyle temas edebilmesi, dolayısıyla eşit bir ortamda barışın savunuculuğunu yapmaktır. Buna yönelik çalışmalar yaptık, İzmir Barış Girişimi’nin kurucularından olduk. Biz mülteci derneği değiliz, ancak yanı başımızda yaşanan savaş sonrası ülkemizin göç sahası olması, mülteci akınıyla ortaya çıkan insanlık trajedisi karşısında sessiz kalamazdık ve doğal olarak çalışmalarımız bu alana kaydı. Sorun devasaydı ve haftada iki-üç defa saha çalışması yaptık 2015-2016 yıllarında. Bu duruma kayıtsız kalmayan genç, kadın, öğrenci, öğretmen, doktor, hemşire, her yaştan ve her meslek grubundan çok geniş bir gönüllü grubu ortaya çıktı. Bizi sosyal medyadan takip eden binlerce gönüllümüz var. İzmir merkezli bir derneğiz ve çalışmalarımızın büyük çoğunluğunu da burada gerçekleştiriyoruz. İzmir’de olan dost ve gönüllülerimiz bize el veriyor, burada olmayan gönüllülerimiz de bağış ile destek sunuyor.
Ak: 2013 yılında başlayan çözüm sürecine katkı koymak amacıyla, halklar arasında eşitlik, adalet ve özgürlük temelinde kamusal dostluk kurmak ve dayanışma halinde olmak şiarıyla kurulmuş bir dernek olsak da, İzmir’e doğru yaşanan kitlesel mülteci akımı, şehrin geçiş noktası olarak kullanılması, insanların hayatlarının yanı başımızdaki denizde sonlanması ve her trajik hikaye, bizleri bu meseleye karşı duyarlı kıldı. Tespit ettiğimiz sorunların çözümü için valilik, kaymakamlık ve belediye gibi kamu kurumlarının harekete geçmesini sağlamaya çalışıyoruz. Sağlıkçılar, akademisyenler, psikologlar, öğretmenler, avukatlar, insan hakları savunucuları herkes kendi ruhunu katarak var ediyor bu dayanışma grubunu.
Bizleri farklı kılan şey hiçbir çıkar ve beklenti içinde olmadan, bir kişinin dahi hayatına dokunabilmeyi amaçlamamız. Çünkü aslında kendi hayatımıza dokunuyoruz. Bu dayanışmanın somutlaşmış halini ise Edirne-Pazarkule’de bekleyen mültecilere destek götürürken yaşadık. Dostlarımızın hiçbir şüpheye mahal vermeden ayni ve nakdi yardımlar yapması, duygusal olarak yanımızda olduklarını hissettirmeleri, Edirne yolculuğumuz esnasında yüzlerce hikâye biriktirmemiz… Bunları sözlerle anlatamayız. Fakat Halkların Köprüsü, mültecilerin yanı sıra Romanlar, kadınlar, engellilerle birlikte hak odaklı çalışmalar üretmekte. Kürtçe veya Arapça biliyorsan tercüman oluyorsun. Müzikle uğraşıyorsan bir koro oluşturmaman için önünde bir engel yok. Çokça film izliyorsan festival yapabilirsin ya da. Haftalık pazartesi toplantılarımızda birbirini hiç tanımayan insanlar bir araya gelip tartışmalar yürütüyor. İlk defa gelenin önerisi de, yıllardır dernekte emek harcayan bir köprüdaşımızın önerisi de aynı değerde. Herkes dernek yürütmesi kadar söz sahibi. Kendimizi amatörlükle profesyonelliğin tam ortasında görüyoruz. Ekvator çizgisi aşıldığında ilkelerimizden ödün vermiş oluyoruz.
Hastanelere erişimleri yok denecek kadar kısıtlı. Acil durumlarda bazı hastaneler sağlık turizmi genelgesini uyguluyor. Bazı hastaneler kayıtsız/belgesiz göçmen kişilerin başvurması durumunda kolluk kuvvetlerine haber verebiliyor.
AB ya da benzeri projelerde yer almadığınızı, almayacağınızı vurguluyorsunuz derneği anlatırken. Ve bir STK olmadığınızı da…
Reinart: AB ya da benzeri büyük sponsorlardan para alındığında çok önem verdiğimiz bağımsızlık ilkesi tehlikeye girebilir. Aynı şekilde akademik bilgi toplama amacıyla da çalışmıyoruz. Varlık nedenimiz halklar arasında dayanışmayı geliştirmek. Bunu sadece üye ve gönüllülerimizin özverili katkılarıyla yapıyoruz.
Sabancı Vakfı’nın vermek istediği para ödülünü reddettiğinizi hatırlıyoruz. Neydi nedeni?
Reinart: Büyük şirketler küresel çapta oyunculardır. Savaşlarla, insanların ezilmesiyle semirirler. Siyasete, insanlık krizlerine müdahale etme imkânları varken, bunu yapmazlar. STK’lara ödül vermeleri göstermelik, halkla ilişkiler girişimleridir. Böylece kendi kimliklerini ve hatta rollerini aklamaya çalışıyorlar ve bağımsız kurumları ehlileştirmek için adım atıyorlar. Bu oyuna dahil olmamak ve hak temelli olmayan yapılardan para almamak için Sabancı ödülünü kabul etmedik.
İzmir, tarihi boyunca göçmenlerle iç içe olmuş bir Doğu Akdeniz şehri olarak son göç dalgasından da payını çokça aldı. İzmir’de durumlar nasıl? Halkın göçmenlerle ilişkisi ve göçmenlerin şehirdeki hallerine dair neler söylemek istersiniz?
Reinart: İzmirlilerin yaklaşımının homojen olmadığını düşünüyorum. Suriyeliler gitsin diyenler de var, dayanışma içinde olanlar da. Mülteciler İzmir’de orta sınıf halkın pek tanımadığı semtlerde yaşamlarını sürdürüyorlar. Dolayısıyla, İzmir’in bir kısmı bu yoksul insanları zaten görmüyor. Görünür olmadıkları, İzmirlilerin yaşam alanlarına girmedikleri sürece sorun yok. Bunun yanında dayanışma içinde olan, oldukça duyarlı bir kitle var İzmir’de. Bunu derneğimizin yaptığı çağrılara verilen destekten anlayabiliyoruz.
Ak: Daha 100 yıl önce Rumlar, Ermeniler, Türkler hep beraber bu topraklarda yaşarlardı. Fakat demografik yapının değişmesiyle beraber, tek tip yaşam biçimi beraberinde farklı kültürleri yok saymayı veya kendi içinde eritmeyi doğurdu. Bugün ise gerek medyanın, gerek siyasetin etkisiyle Suriyelilere karşı pek iyi bir sınav verilemedi şehirde. Bir gazeteci yazar İzmir’de artan uyuz vakalarının nedeni olarak mültecileri gösterebiliyor. Birçok yerde olduğu gibi İzmir’de yaşayan mülteciler de, şehrin en varoş bölgelerinde yaşamlarını sürdürüyor. Parklarda yaşayanların, sokağı mesken edinmek zorunda kalanların çadırlarını kolluk kuvvetleri ve zabıtalar yerle bir etti. Özellikle son dokuz aydır Afgan mültecilere baskılar arttı. Suriyeli mülteciler ise yerleşik hayata adapte olmaları nedeniyle büyük sıklıkta bir ayrımcılıkla karşılaşmıyorlar diyebiliriz.
Mültecilerin zorlu yaşam koşulları daha da katmerlendi. Kimliği olmayan mülteciler sağlık imkânlarından zaten yararlanamazken maskelerin e-devlet üzerinden dağıtılması nedeniyle çoğu kimliksiz olan mültecilerin maskeye de erişimleri yok.
Mültecilerin yoğun olarak bulunduğu Basmane, 1922’de Ermenilerin ve Rumların zorunlu göçleriyle arkada bıraktıkları semtlerden. Büyük yangının da başladığı semt ayrıca. Şimdi nasıl görünüyor Basmane?
Ak: Basmane yüz yıldır mazlumları, garibanları, evsiz-yurtsuzları kucaklayabilen ender semtlerden. Afgan, Afrikalı, Suriyeli, Kürt, Türk bağrına basan, lastik botlarla umuda yolculuğun geçiş noktası olan bir dünya semti. Şimdilerde ise garıyla, ucuz otelleriyle, ucuz yemekleriyle kozmopolit bir müze görünümünde.
Reinart: Mültecilerin zorlu yaşam koşulları, korona virüsü salgınıyla daha da katmerlendi. Kentin farklı noktalarındaki iş yerlerinde sağlıksız ve steril olmayan bir şekilde yaşamlarına devam ediyorlar. Basmane şu an İzmir’in en kalabalık ve hiçbir tedbirin alınmadığı bölgesi. Kimliği olmayan mülteciler sağlık imkânlarından zaten yararlanamazken maskelerin e-devlet üzerinden dağıtılması nedeniyle çoğu kimliksiz olan mültecilerin ne yazık ki maskeye de erişimleri yok.
İzmir Belediyesi ile ortak çalışmalar yaptığınız oluyor mu? Yerel yönetimin göç çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Reinart: Evet. Covid-19 salgını ortamında sahaya inmemizin zorlaştığı bugünlerde, dayanışma çabaları içinde olan STK’larla ve İzmir Belediyesi ile işbirliği yapıyoruz. Örneğin ihtiyaç içinde olan ailelere gıda desteği götürülmesinde bu işbirliği çok değerli.
Ak: Bir önceki büyükşehir belediye yönetiminin karnesi zayıftı diyebiliriz. Evsiz ve barksız insanlara Fuar’ın kapıları açılmadı. Sıcak yemek, kalacak yer, seyyar banyo ve tuvalet desteği verilmedi. Fakat olumlu bir şey de oldu, geçen yıl ilkini düzenlediğimiz Uluslararası Mülteci Film Festivali’nin bir sponsoru da büyükşehir belediyesiydi.
Büyük şirketler küresel çapta oyunculardır. Siyasete, insanlık krizlerine müdahale etme imkânları varken, bunu yapmazlar. STK’lara ödül vermeleri göstermelik, halkla ilişkiler girişimleridir. Böylece kendi kimliklerini aklamaya çalışıyorlar ve bağımsız kurumları ehlileştirmek için adım atıyorlar. Bu oyuna dahil olmamak ve hak temelli olmayan yapılardan para almamak için Sabancı ödülünü kabul etmedik.
31 Mart seçimleri sonrasında değişen yönetimin mültecileri bu kentte yaşayan bireyler olarak kabul etmesi tek temennimiz. Şubat 2020’de yirmi STK’nın katılımıyla bir mülteci komisyonu toplantısı gerçekleşti. İzmir Belediyesi’nin mülteciler için bir ofis açmasında uzlaşıldı. Ayrıca, pandemi sürecinde dolaylı da olsa belirli noktalarda işbirliği kurabiliyoruz. Bu sene düzenlemeyi planladığımız ama virüs dolayısıyla ileri bir tarihe ertelenen İkinci Uluslararası Mülteci Film Festivali’ne yine sponsor oldukları için teşekkür ederiz.
Son söz?
Ak: Bugün halkların kardeşliği söylemi sloganla sınırlı kalmamalı. Hepimiz LGBTİ bireylerle, mültecilerle, engellilerle, dini, mezhebi ya da giyim kuşamından ötürü farklı olanlarla, kısacası tüm zenginliklerimizle birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz. Bugün komşumuz aç yatıyorsa, engelli birey okulda istenmiyorsa, Kazdağları, Salda gölü ya da başka yerlerde ekolojik felaketlere yol açan uygulamalara seyirci kalınıyorsa kendimizi de sorumlu görmeliyiz. Bugün hamasi söylemler yerini düzeyli tartışmalara bırakmalı. Eğer katkı koymak isterseniz her an dernek gönüllümüz olabilirsiniz. Umuyoruz ki bizden sonraki nesiller barış güvercini uçurup aşk şarkıları söyler. Umuyoruz ki bizden sonraki nesiller savaş ve yıkım senaryolarına maruz kalmaz. Hepimiz birer dünya büyüklüğündeyiz. Bugün denizde bir su damlası olabiliriz. Ama gelecekte bu damlaları biriktirmek hepimizin elinde. Mültecileri beraberlerinde sorun getiren kimseler olarak kodlamaktansa, dilini öğrenmeyi, kültürüne maruz kalmayı, dostluk köprüleri kurmayı denemeli, bunu fırsata çevirmeliyiz. Alternatif bir yaşam kurmak bizim elimizde.