KAPIDAKİ GIDA KRİZİ –I  

Söyleşi: Ulus Atayurt
20 Mayıs 2022
Bir Alman ailenin bir haftada tükettiği besinler (Foto: Peter Menzel)
SATIRBAŞLARI

2021’in Ekim’inde kamuoyuyla paylaşılan İstanbul Gıda Strateji Belgesi nasıl ortaya çıktı, sizler bu çalışmaya nasıl dahil oldunuz, belge neyi amaçlıyor?

Hilal Elver: Çalışma İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin talebiyle başladı. Aynı zamanda ziraat mühendisi de olan Gökhan Günaydın İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gıda ve tarım danışmanı. Bizi o bir araya getirdi. Ayrıca, İstanbul Planlama Ajansı’ndan (İPA) iki arkadaş bilgi ve belge toplamakta, teknik meselelerde yardımcı oldu. Gökhan Günaydın’la düzenli bir araya geldik. Dünyadaki diğer gıda strateji belgelerini inceledik. İstanbul’la hangilerinin paralellik gösterdiğini, İstanbul özelinde nasıl bir bakış açış geliştirmemiz gerektiğini tartıştık, çünkü kent gıda stratejileri tekil kentlerin sorunlarına cevap verir. Her kentin kendine göre bir bakış açısı olur. Ardından, ilkeleri belirleyip aramızda işbölümü yaptık. Aynı görüş ve ideolojik bakış açısıyla uyumlu çalıştık. Eklemekte fayda var, kamuoyuyla paylaşılan belgenin ilk şekli. İçeriğinin demokratik olarak tartışılması lâzım. Gıda stratejileri kentsel demokrasinin hayata geçirilmesinde de çok önemli. Bu nedenle belgenin kentliler tarafından okunması gerekiyor.

Mustafa Koç: İPA’nın katkılarının yanı sıra akademisyenlerle, sivil toplum kurumlarından temsilcilerle görüştük, onların önerilerini, eleştirilerini aldık. Geniş bir görüş açısından İstanbul’un gereksinimlerine cevap verebilecek bir belge hazırlamaya çalıştık. Tabii bu belge bir taslak. Halka mal olması, geniş kitlelerce tartışılması, sürekli dönüşmesi gerekiyor. Belge pandemi sonrası dönemde hazırlandı. Gelecek yıl koşullarımız, ihtiyaçlarımız değişebilir. Belgenin sürekli canlı kalması, zamanın ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilir hale getirilmesi için ihtiyaçları belgeleyecek ve gerekli değişimleri belediyeye önerecek bir kurumsal yapının oluşturulması gerekiyor. Bu yapı gıda komitesi, komisyonu ya da konseyi olabilir.

Bülent Şık: İPA’nın İstanbul’un önündeki 10 yıllar için gıda vizyonunu oluşturma çalışmaları, İBB’nin gıdayla, beslenmeyle ilgili çeşitli faaliyetleri zaten var. Her gün iki buçuk milyon ekmek üretiyor, fide üretimi yapıyor, tohum desteği sağlıyor, üretici kooperatiflerini, kente yakın bölgelerdeki yerel tarımı desteklemeye çalışıyor. Hazırladığımız belgenin bu çalışmalardan farklılaşan ya da özgünleşen tarafı gıda üretimiyle beslenme sorunlarını beraber ele alması. Bunun için temel sorun alanlarını belirlemek, İstanbul’un kırsal bölgelerindeki üreticilerini korumak, sağlıklı beslenme politikalarını oluşturmak, açlıkla mücadele etmek, gıdaya erişim hakkını güvence altına almak gibi çeşitli başlıklar var belgede. Şunun altını çizelim: Belgenin bütününe bir ideolojik bakış hâkim. Bu bakış kamu sağlığının, beslenmenin bir toplumsal hak olduğunu, gıdaya erişimi güvence altına almayı ön plana çıkarıyor, beslenmeyi bireysel tercih ve alışkanlıkların düzenlenmesinden ziyade bir kamusal politika olarak ele alıyor.

Mustafa Koç, Hilal Elver ve Bülent Şık

Dünya Bankası 2020 verilerine göre nüfusun yüzde 57’si kentlerde yaşıyor. Pandemi sırasında kentlerde gıdaya erişim problemiyle karşılaştık. Ama sorun yeni değil. 2007-2008’de gıda fiyatları özellikle pirinç, tahıl gibi temel ürünlerde aniden artmış, Afrika ve Asya’da büyük kentlerde isyanlar çıkmıştı. 2011’de benzer bir kriz yaşandı. Bu krizlerin kökenleri neler, kentlere nasıl yansıyor?

Elver: 2007 krizi Türkiye’de fazla hissedilmedi, çünkü aslında finansal bir kriz olarak başlamıştı. Ardından ciddi şekilde gıdaya yansıdı. 2007 öncesinde zaten kuraklık devam ediyor, doğal afetlerden kaynaklı sorunlar yaşanıyordu. Özellikle ana gıda maddesi üretici ülkelerde bunlar yaşanırken bir de petrol fiyatları arttı. Böylece her yerde üretim düştü. Bunlar aynı zamanda gıdaya olan talebin arttığı bir döneme rastladı. Gelişmekte olan ülkelerde orta sınıflar daha fazla gıda talep eder duruma gelmişti. Bu faktör de gıda fiyatlarını çok yükseltti ve gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasındaki sorunları su yüzeyine çıkardı. Gelişmiş ülkeler gıda üretim sistemlerini kontrol altında tutuyordu. AB ve ABD’de tarımda ciddi bir teşvik sistemi vardı. Bu da gelişmekte olan ülkelerin tarımına ciddi bir bariyer oluşturuyordu. Bir yandan da endüstriyel tarımın yol açtığı sorunlar devam ediyordu. 2007 eşiğinden sonra finans dünyası tarım sektörünü spekülatif bir şekilde kullanmaya hız verdi, o tarihten itibaren hızla tarım sektörüne yöneldi. Niye? Çünkü tarım sektörünün alternatifi olmadığını gördüler.

Koç: Krizin olağanüstü bir durum olduğunu düşünüyoruz. Halbuki kapitalist ekonomide kriz hali sürekli. Krizlerin kaynakları “stabil” dediğimiz dönemlerde gelişiyor. Krizler sırasında “bir şeyler oluyor” diye alarma geçiyoruz, ama krizlerin yapısal kaynakları sisteme içkin. Sistem sürekli kriz doğurup çözerek devam ediyor. 2007-2008 gıda krizinin arkasında 10 yıllardır kırsal kalkınmanın bilinçli ihmali yatıyor. Dünya Bankası, IMF gibi kurumlar 1970’lerin ortasından itibaren gelişmekte olan ülkelere “tarımsal üretime yatırım yapmayın ya da yapacaksanız ancak küresel pazarlarda önemli olan bazı emtiaya yapın” dedi. O ürünler yenilir, içilir değil. Mesela Sudan’da ciddi bir açlık krizi yaşanırken, IMF bastırıp “gıdayı bırakıp pamuk üretin” diyordu. Sudan’ın kredi alabilmesi için başka çaresi yok. Haiti’de darbe olup (1986) yönetim değiştikten sonra diktatör Jean-Claude Duvalier paralarla beraber kaçtı. Haiti perişan haldeyken IMF “pazarlarınızı açın” dedi. Haiti o zamana kadar ihtiyacı olan pirincin yüzde 80’ini üretebilen bir ülkeydi. Ülke pazarlarını açmasa kredi de alamayacak, ücretleri ödeyemeyecekti. Böylece Haiti ABD’nin belli başlı pirinç pazarlarından biri haline geldi, yerel pirinç üretimi neredeyse bitti. Kısacası 2007’deki krizin kaynağında tarımsal kalkınmayı ve özellikle gıda üretimini baltalayan, sadece bazı emtianın üretilmesini teşvik eden tarım politikaları yatıyor. Hatta 2008-2011 arasında Dünya Bankası “yanlış yaptık” diyerek özür bile diledi. Tabii bu unutuldu gitti.

Et sanayi sadece hayvan haklarını yok saymakla, yem endüstrisi yüzünden ormanları yok etmekle, iklim krizini derinleştirmekle, sektörde çalışanları çeşitli hastalıklara maruz bırakmakla kalmıyor, müstakbel pandemilere de zemin hazırlıyor. 

Piyasalaşmanın gıda fiyatlarına etkisi nasıl oldu?

Koç: 1970’lerden 2007-2008’e kadar tarımsal emtia fiyatlarında sürekli düşüş var. Gelişmekte olan ülkelerin ürettiği ne varsa hepsinin fiyatı net düşüyor. 2007’de bir anda yükselince “vay canına, yükseldi!” diyoruz, ama onlarca yıldır düştüğünü göz ardı ediyoruz. Hilal hocam 2007-2008’de petrol fiyatlarının artmasından bahsetti. Bunun gıda fiyatını etkilemesinin arkasında sadece petrolün tarımdaki önemi yatmıyor. Petrol ve önemli metaller gıda ürünleriyle aynı emtia endeks fonlarına giriyor, yani spekülasyona maruz bırakılıyor.

Gıda krizinin arkasında kırsal kalkınmanın bilinçli ihmali yatıyor. Dünya Bankası, IMF gibi kurumlar 1970’lerin ortasından itibaren gelişmekte olan ülkelere “tarımsal üretime yatırım yapmayın ya da yapacaksanız küresel pazarlarda önemli olan emtiaya yapın” diyordu. Hatta Dünya Bankası sonradan “yanlış yaptık” diyerek özür bile diledi. Tabii bu unutuldu.

2008’de Golden Sachs ve American Insurance Group gibi fonlar bu emtia endeks fonlarına 317 milyar dolar civarında yatırım yaptı. Bu neye neden oluyor? Mısır, buğday, pirinç, yağlı tohum gibi tarım ürünleri altın, bakır, petrol gibi emtiayla aynı endeks fonuna giriyor ve fiyatları spekülatif artıyor. Pek çok fon, birey, kurum buralara yatırım yaparak büyük kârlar elde ediyor. Özellikle temel tarım ürünlerinin fiyatlarında bir anda aşırı artış gerçekleşiyor. Bu da piyasalarda korkunç seviyede dalgalanmaya neden oluyor. Yerel fiyatların, yerel para birimlerinin değerleri oynamaya başlıyor. Enflasyonist bir ortam oluşuyor. Pek çok yerde açlık başlıyor. Arap Baharı olaylarının arkasında böyle bir dinamik de var.

2008 krizi aslında 2002’de başladı. Finansal piyasalar altüst olurken ABD yönetimi bankaları kurtarmak için 700 milyar dolar verdi. Sorunlu Varlık Yardım Programı (TARP) yöneticisi Neil Barofsky o zamanki hesapla krizin maliyetinin 23,7 trilyon dolar olabileceğini söylüyor. Bu spekülatif ortam devam ediyor ve ardından hızla toprak gaspı başladı.

Toprak gaspının failleri kimler?

Koç: Batıdaki fonlar, hatta Güney Kore, Hindistan ve Türkiye gibi ülkelerdeki yatırımcılar. Hepsi Afrika’da, Güney Amerika’da, Güney Doğu Asya’da toprak kapma mücadelesine girdi. Türkiye’nin Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü (TİGEM) Sudan’da 780 bin, Nijer’de bir milyon hektar arazi kiraladı. Üstelik bunlar sadece resmi kurumların yatırımları. Bunun dışında Anadolu Holding, Cevahir, Sütaş, Altınbaş gibi pek çok şirket Etiyopya, Madagaskar, Mali, Mozambik, Romanya, Makedonya, Arjantin, Pakistan, Malezya, Sudan gibi ülkelerde toprak kapıp tarımsal üretim yapıyor. Mısır, buğday, ayçiçeği, ceviz, ananas, kayısı, hurma üretiyor. Tabii bu ürünler gariban Sudan ya da Malezya halkı için değil, dünya pazarları için üretiliyor. Bu ürünlerin ne kadarının Türkiye’ye girdiğini bilmiyoruz. Sadece yatırım ve kâr amaçlı, insanları beslemekle ilgilenmeyen spekülatif bir ortam söz konusu. Bu şirket ya da fonların çoğu, “gittiğimiz yerlerde iş imkânı yaratıyoruz, ürettiğimiz gıdaların bir kısmı yerel halka gidiyor” dese de siz onlara bakmayın. Bir milyon hektar araziyi hayvancılık veya tarım yapan yerel halktan kopardığınızda o insanlar ne yer ne içer, nerede yaşar, asıl bunları sorgulamamız gerekiyor.

Mısır, buğday, pirinç gibi ürünler altın, bakır, petrol gibi emtiayla aynı endeks fonuna giriyor ve fiyatları spekülatif artıyor. Temel tarım ürünlerinin fiyatlarında bir anda aşırı artış gerçekleşiyor. Yerel para birimlerinin değerleri oynamaya başlıyor. Enflasyonist bir ortam oluşuyor. Pek çok yerde açlık başlıyor. Arap Baharı olaylarının arkasında böyle bir dinamik de var.

Bu insanlar çaresiz ülkelerindeki kentlere ya da başka ülkelere göçüyor. Çoğu eskiden Nijer’den, Sudan’dan Libya’ya gidiyordu. Libya dış müdahaleden sonra kıyamete döndü, orada çalışma imkânı kalmadı. Libya artık AB’ye göçü önleme antreposu işlevi görüyor. Toprağını kaybeden yüz binlerce Sudanlı, Nijerli, Afrikalı Avrupa’ya kaçmaya çalışıyor. Her yıl binlerce insan Akdeniz’de boğuluyor. Toprak gaspı devam ettiği sürece yeni krizler kaçınılmaz. Şu anda Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) gıda endekslerine baktığımızda, 2008-2011 sürecine çok yakın olduğumuzu görüyoruz. Hatta bazı ürünlerde fiyat artışı o dönemi de geçti. Bunun sonuçlarını önümüzdeki bir-iki yıl içinde ciddi bir şekilde göreceğiz.

Şık: İçinde bulunduğumuz gıda krizinin en önemli nedenlerinden biri de toprağın kullanımından doğan sorunlar ya da toprağa erişim sorunu. Dünyada gıda üretilebilir toprak aşağı yukarı 10 santimetrelik üst yüzeydir. O 10 santimetrelik tabakanın oluşumu için aşağı yukarı iki bin yıl gerekir. Toprağı cansız bir nesne gibi niteleriz, ama olağanüstü karmaşık bir biyolojik çeşitliliğe sahiptir. Bu yapıyı tükenmez bir kaynak olarak görmekten vazgeçmek gerekiyor.

Toprağı sonsuz bir kaynak olarak görmekten öncelikle kimlerin vazgeçmesi gerekiyor?

Şık: Bu politik bir soru. Toprağa erişime, onun kullanımına bakarak ülkeler arası kıyaslama yapmak gerekiyor. Tıpkı karbon ayak izi gibi tükettiğimiz her türlü ürün için ne kadar toprak gerektiğini hesaplayabiliyoruz. 2015 Dünya Toprak Yılı olarak kutlandı. O yıl çıkarılan toprak atlası Türkçe de yayınlandı. O atlasa göre mesela AB üyesi “gelişmiş” bir ülkede bir kişinin gıda dahil tükettiği ürünlerin üretilmesi için yaklaşık 1,3 hektarlık, yani iki futbol sahası büyüklüğünde bir toprağa ihtiyaç duyuluyor. Bir Bangladeşli ise bunun altıda biri alan kaplıyor.

Burada kritik nokta şu: Toprak gasp etmenin ötesinde, gelişmiş ülkeler gıda dahil kendi ihtiyaçları olan çeşitli maddeleri üretmek için 40-50 yıldır başka ülkelerde yatırım yapıyorlar. Bu ürünler otomotiv, elektronik eşya, gıda olabilir, ama toprak üzerinden düşündüğümüzde bir Avrupalının tükettiği ürünlerin yüzde 60’ı yaşadığı coğrafyanın dışında üretiliyor. Bu gaspın ötesinde, adlandırmakta zorlandığım muazzam bir ince sömürü yöntemi. Enikonu yerleşmiş ve kabul görmüş bir sistem. Bizim ülkemizde de yabancı sermaye yatırımları artsın diye her türlü politik kolaylık sağlanıyor, hukuki mevzuat esnetiliyor. Oysa burada ciddi bir ekolojik mesele var. Toprak gibi oluşumu binlerce yıl süren, son derece kıymetli bir fiziki varlık aşağı yukarı dünya nüfusunun altıda birinin ihtiyaçları için sömürülüyor. Klişe ifadeyle söylersek bu durum sürdürülebilir değil.

2050’ye kadar aç insan sayısının en az yüzde 20 artması, böceklerin çoğalmasıyla tahıl üretiminin yüzde 10-25 düşmesi bekleniyor

Gıda üretimindeki bu sorunların başlıca sonuçları neler, bizi ne bekliyor?

Şık: Önümüzdeki on yıllarda gıda üretimiyle bağıntılı iki önemli meselemiz olduğu söylenebilir. Biri gıda üretiminde diğeri ise gıdaların içerdiği besin öğelerinde azalma. Ama bunlardan önce çok daha kritik bir soruna, toprağın yaşama destek olma kapasitesini kaybetmesine bakmak gerekiyor. Mustafa hocanın işaret ettiği gibi, bunun nedenlerinden biri toprak gaspı. Bu gasp doğrudan savaşlarla, toplumsal çatışmalarla ya da sermaye yatırımlarıyla insanın toprakla kurduğu yaşamsal ilişkiyi mahvediyor.

Dünya Tarım Örgütü, Dünya Gıda Programı ve çeşitli sivil toplum örgütlerinin oluşturduğu Gıda Krizine Karşı Küresel Ağ adlı inisiyatif 2021’de kapsamlı bir rapor yayınladı. Gıda krizinin nedenlerini bölge bölge incelemişler. Gıda krizine yol açan etkenlerden üçü öne çıkıyor. İlki, savaş ve çatışmalar. İkincisi, yapısal ekonomik krizin son iki yılda pandemiyle birlikte derinleşmesi. Covid-19 pandemisi ortaya çıktığında, ülkeler önlerini göremedi. Rusya gibi önde gelen tahıl ihracatçısı ülkeler ihracatı durdurdu. Üçüncü önemli etken ise iklim değişikliğine bağlı sorunlar. İklim krizi bölgeden bölgeye farklı yaşanıyor. Sonuçta, savaşlar bugünden yarına sonlanmayacak, önümüzdeki on yıllarda da yeni pandemilerle karşılaşacağız, iklim değişikliğine bağlı sorunlar giderek derinleşecek, o halde gıda krizin devamlılık arz edeceğini söylemek mümkün.

Kuzey-güney arasındaki adaletsizlik enerji tüketiminde de görülüyor. Enerji üzerine çalışan Vaclav Smil’in hesabına göre bir ABD’linin enerji ayak izi bir Nijeryalı’nınkinden 25 kat daha fazla. Bu muazzam fark iklim krizine de yansıyor. Dünya İklim Değişikliği Paneli’nin en iyimser tahmini 2,7 derecelik bir artış. Strateji belgesinde bunun altını çiziyorsunuz: 2050’ye kadar aç insan sayısı yüzde 20 artacak, böceklerin artmasıyla tahıl üretiminde yüzde 10-25’lik üretim kaybı bekleniyor, gıdaların besin değeri düşecek. İklim kriziyle gıda arasındaki ilişkiyi açar mısınız?

Elver: İklim kriziyle gıda arasındaki bağlantı uzun zaman kurulmadı. Sebebi büyük tarım şirketlerinin meseleyi mümkün olduğu kadar gündeme getirmemeye çalışmasıydı. Enerji şirketlerinin sorumluluğu ön plana çıkarılıyordu. Aslında gıda ve tarım sektörünün de iklim krizinde müthiş payı var. İklim krizi gıda sektörünü vuruyor, ama gıda sektörü de iklim krizini ciddi şekilde tetikliyor.

Dünyada gıda üretilebilir toprak 10 santimetrelik üst yüzeydir. O 10 santimetrelik tabakanın oluşumu için iki bin yıl gerekir. Toprak olağanüstü karmaşık bir biyolojik çeşitliliğe sahiptir. Bu yapıyı tükenmez bir kaynak olarak görmekten vazgeçmek gerek.

BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nde gıda sektörünü koruyucu bir kural var. Sözleşme gıda güvenliğine uymayan herhangi bir azalımı kabul etmiyor. Bu ciddi bir sorun. 1992’de Sözleşme imzaya açıldığında gıda sektörlerinin ciddi çevresel sorunlara yol açtığını sadece uzmanlar ve gıda şirketleri biliyordu. Şimdi artık durum değişti. Kentler zaten iklim değişikliğini tetikleyen bütün hareketlerin merkezi konumunda. Kentlere yönelik sorumlu bir politika sera gazı salınımını ciddi şekilde azaltabiliyor.

Gıda stratejileri hazırlanırken iklim politikalarının devamlı göz önünde bulundurulması gerekiyor. Tabii kentlerin yapabileceklerinin sınırları var. Yeşil alanları çoğaltabilir, bisiklet yolları yapabilir, ulaşımda ciddi adımlar atabilirler, ama enerji politikaları merkezi hükümetin elinde olduğu için bir kısır döngü oluşuyor.

Gıda üretim sistemlerinin değişmesi de bazı çözümler getirilebiliyor. Gıda sektörünün iklim krizine olan etkisini tamamen ortadan kaldırmak imkânsız, ama mesela agro-ekolojik tarım karbon salınımını ciddi miktarda azaltıyor. Dünyada bu konu çok konuşulsa da pek bir ilerleme yok. Konu hakkında araştırma yapmak için gereken teşvikler endüstriyel tarıma, dijitalleşmeye gidiyor.

Küresel Kuzey’deki aşırı tüketimin iklim krizine etkisinin boyutlarına dönersek…

Koç: İklim krizi gelişmiş ülkelerin üretimlerinden kaynaklanıyor, ama çözüm önerilerinin maliyeti de azgelişmiş ülkelere çıkarılmak üzere. Bu yüzden azgelişmiş ülkeler haklı olarak tepki gösteriyor. Küresel eşitsizlik üzerine çalışan Kanadalı coğrafyacı Tony Wise Kuzey Amerika’daki tarımsal üretimin yüzde 80’inin yağlı tohumlar ve et kompleksinden oluştuğunu söylüyor. Bugün “ne başarılı model dediğimiz” Kuzey Amerika tarımında üretilenlerin çok büyük bölümü hayvan yemi olarak kullanılıyor. Bu üretim sistemi tatlı su kaynaklarını tahrip ediyor, denizde büyük kirlenmeye yol açıyor, toprakları zehirliyor. FAO ta 2006’da iklim krizinde en önemli unsurun antropojenik olduğunu tespit etti. Metan salınımının yüzde 37’sini, azot oksitlerin yüzde 65’ini, amonyağın yüzde 64’ünü Kuzey Amerika’nın “en başarılı sektörüne”, hayvancılığa bağlıyorlar. Hakeza pestisit kullanımının yüzde 37’si, antibiyotik kullanımının yüzde 80’i yine hayvancılıktan kaynaklanıyor.

AB üyesi “gelişmiş” bir ülkede bir kişinin tükettiği ürünlerin üretilmesi için iki futbol sahası büyüklüğünde bir toprağa ihtiyaç duyuluyor. Bir Bangladeşli ise bunun altıda biri alan kaplıyor. Bir Avrupalının tükettiği ürünlerin yüzde 60’ı yaşadığı coğrafyanın dışında üretiliyor. Bu, muazzam bir ince sömürü yöntemi. Toprak gibi son derece kıymetli bir fiziki varlık dünya nüfusunun altıda birinin ihtiyaçları için sömürülüyor.

Bu vahim tabloya bakarak “hayvancılığı kaldıralım mı?” sorusunu sormamız da abes, çünkü yarın öbür gün 250 gram kıymayı zor bulan insana “küresel iklim değişimi nedeniyle senin kıyman pahalanacak” dersek, “sorumlusu ben miyim” diyecektir. Bu yüzden sorumluyu iyi tanımlamamız, ne yapılması gerektiğini iyi ifade etmemiz lâzım. Yani bir yandan yoksulun proteine erişimini ortadan kaldırmayacağız, diğer yandan varsılın doğal kaynakları yarın yokmuş gibi harcamasını engelleyeceğiz. Bunun için de insanların gıdaya erişim hakkını tanıyan, üreticilerin üretim araçlarına erişimini kolaylaştıran, gelişmiş ülkelerin azgelişmiş ülkelere dampinglerini önleyen sistemler, çözümler üretmemiz lâzım. 2009’da Kopenhag’daki iklim zirvesinde Hugo Chavez meseleyi güzel özetlemişti: “Eğer iklim krizi bankaların sorunu olsaydı, çoktan çözülmüştü” demişti. O zamanlar 2008 krizi sonrası banka kurtarma operasyonları yapılıyordu.

Eating our way to extinction (“Tükenişe kadar tıkınmak”) belgeselinde de detaylarıyla anlatıldığı üzere endüstriyel hayvancılık iklim krizinin nedenleri arasında ilk sırada. Buraya nasıl geldik?

Şık: Tahıllar dünyada gıda güvencesi açısından hayati önemde. Tüm ekili alanlarının aşağı yukarı üçte biri, bazı ülkelerde daha fazlası, hayvan yemi üretmek için kullanılıyor. Mısır, soya özellikle ABD’de, Arjantin’de, Brezilya’da GDO’lu tohumlarla üretiliyor. GDO’lu tarımda çok yüksek miktarda toksik kimyasal kullanılıyor. Yaşadığımız pandeminin de endüstriyel tarımdan, özellikle hayvancılıktan kaynaklandığını biliyoruz. Bu yüzden, ekolojik bir yaklaşımla bitkisel üretimle hayvan yetiştiriciliğini beraber ele almalıyız. Bu bağ son 50 yılda koparıldı. Hayvancılık ayrı bitkisel üretim ayrı bir sektör olarak yapılandırıldı. Bu yanlışın sonuçlarından biri de pandemi. Bir de katı bir gıda bilimcisi diliyle söyleyeyim, hayvanlara tahıl yedirmek hiç verimli değil. 100 kalori tahıl yemiyle 17-30 kalori et elde ediliyor. Eldeki ürünü boşa harcıyoruz. Hayvan sağlığına, refahına, insan-hayvan ilişkisine ya da yeryüzündeki hayata dair barındırdığı sorunlar ise başlı başına bir konu.

İklim krizi gıda üretiminde iki temel soruna neden oluyor. Biri gıda üretimindeki düşüşler. Bu sadece iklim değişikliğine bağlı değil. Toprağın yapısındaki bozulma, sulak alanların tahribi ya da biyolojik çeşitlilik kaybı gibi birçok başka etken var. İkinci ciddi sorun ise gıdaların besin öğeleri açısından fakirleşmesi. Gıdalar daha az demir, çinko ya da B vitaminleri içeriyor. Dolayısıyla, yeterli gıda üretsek dahi, besin içeriği fakirleştiği için bir tür gizli açlıkla karşı karşıya kalacağız. Önümüzdeki 10 yıllarda bu sorunun derinleşeceğine ilişkin çok sayıda çalışma var.

Belgede aktardığınız üzere, BM Gıda ve Tarım Örgütü’nün de içinde olduğu bir grup tarafından hazırlanan rapora göre yeteri kadar beslenemeyenlere pandemi sırasında 320 milyon kişi katılmış, 811 milyon kişi açlık sınırının altına inmiş. Bu insanların 700 milyonu Küresel Güney’de yaşıyor. Diğer yandan da tedarik ağlarının ne kadar kırılgan olduğunu gördük. Barcelona’ya dair gıda güvenlik raporuna göre kente birçok ürün, mesela kavun ve karpuzun yüzde 80’i Brezilya’dan, 8 bin kilometre uzaktan geliyor. Pandemi gıda güvenliği açısından bize neler söylüyor?

Elver: Pandemi nerelerde yanlış yaptığımızı göstermesi açısından çok önemli. Pandemi gıda sistemimizin yanlışlığını, tedarik zincirlerinin kırılganlığını önümüze serdi. Bunu değiştirmek için önümüzde uzun bir yol var. Pandemide gördüğümüz şu: Kurtarıcı yerel tarım. Yerel tarımı nasıl koruyup kollayabiliriz, buna kafa yormalıyız.

Kentlerin sınırları içinde, çeperlerinde, bölgesinde, kendi kendine yetmesi gerektiği yüksek sesle dile getirilmeye başlandı. Ama kendi kendine yeten bir kent yok. Yerel tarıma öncelik vermek sadece pandemi açısından değil, iklim değişikliğiyle mücadele, yoksulluğun ortadan kaldırılması, küçük üreticiyi teşvik etmek, kent üretimini desteklemek için de çok önemli. Kent bostanları ya da kent üretimi bizi kurtaramaz. Şu anda dünya çapında kentsel gıda yeterliliği yüzde 10’un bile altında.

“Tükenişe Kadar Tıkınmak” (Eating our way to extinction) filminin afişiMetan salınımının yüzde 37’si, azot oksitlerin yüzde 65‘i, amonyağın yüzde 64’ü Kuzey Amerika’nın hayvancılık sektöründen kaynaklanıyor.

Bir de şu çok önemli, pandemiye kadar gıda çalışanlarını ve tarım işçilerini gıda sistemleri içinde ele almıyorduk. FAO işin bu yanıyla ilgilenmiyor. Sanki topraktaki ürün ilahi bir kuvvet tarafından soframıza getiriliyormuş havasında. Pandemiyle gıda çalışanlarının, tarım işçilerinin ne kadar önemli olduğunu anladık. Bütün kuralların değiştirilmesi gerektiğini, tarımda çalışanların yüzde 90’ının kayıt dışı olduğunu, yemeklerimizi yasadışı çalışanlar, evraksızlar sayesinde yediğimizi pandemiyle anladık. Şimdi gıda işçilerinin seslerini duyuyoruz.

Pandemi dünya ölçeğindeki derin eşitsizliği de bir kere daha gösterdi. Pandemi sırasında zenginle fakir arasındaki uçurum arttı. Trilyonerlerin sayısı çoğalırken orta sınıf da gıda güvencesinden yoksun kalmaya başladı. Bazı ülkeler fazla aşıları etrafa dağıtırken Afrika’da iki aşı olan nüfus hâlâ yüzde 10’un altında. Ülkeler arasındaki dayanışma eksikliği bize olası bir gıda krizinde neler yaşanacağına dair ipuçları da verdi. FAO ülkeler arası dayanışma fikrine tamamıyla karşı. Çünkü küresel tarımın daha önemli olduğunu düşünüyor, bu yüzden açlığa çare bulunamıyor. Pandemiden önce açlık zaten artıyordu. Şimdi sorunlar daha da çözümsüz hale geldi.

Koç: Pandemi bize birkaç şeyi birden gösteriyor. İlki, mega-kentlerin sürdürülemezliği ve kırılganlığı. Tarihte antik kentlerin yok olmasının üç nedeni var. Biri savaşlar. İkincisi, depremler ve diğer doğal afetler. Üçüncüsü ve en yaygın olanıysa salgın hastalıklar ve pandemiler. Bugün antik kentlerin aksine, 30 milyon nüfuslu kentler var ve kentleşme hızla artıyor. İşin kötüsü kentlerin altyapıları eksik, sakinleri arasında aşırı eşitsizlik ve yoksulluk var. Pandemi belki de kentleşme politikalarımızın yanlışlığını anlamamız için son uyarıdır, bu uyarıyı dikkate almalıyız.

İklim kriziyle gıda arasındaki bağlantı uzun zaman kurulmadı. Sebebi büyük tarım şirketlerinin meseleyi mümkün olduğu kadar gündeme getirmemeye çalışmasıydı. Aslında gıda ve tarım sektörünün de iklim krizinde müthiş payı var. İklim krizi gıda sektörünü vuruyor, gıda sektörü de iklim krizini ciddi şekilde tetikliyor.

Pandemide ikinci olarak tedarik zincirleri kırıldı. On binlerce kilometre öteden gıda getirilen, kendilerini besleyemeyen insanların başkalarını beslediği sistemlere direnmemiz lâzım. Brezilya sade Barcelona’yı değil, Türkiye’yi, ABD’yi de besliyor. Kanada’da et kesiminde iki egemen şirket var. Kesimhanelerin yüzde 95’i ABD’li tohum şirketi Cargill’in elinde. Diğeri ise Brezilya menşeili JBS. ABD’de en büyük sığır kesimhanesi JBS’e ait. Domuz kesimhaneleri Smithfields şirketinin tekelinde. Smithfields Meksika’daki domuz gribi krizinden sonra ciddi bir maddi krize girdi. Smithfields’i 2014’te Çin’deki WH Group 72 milyar dolara satın aldı. Bugün ABD’nin en büyük domuz üreticisi Çinli bir şirket. Çin’in de en büyük domuz eti sağlayıcısı Smithfields. Pandemi sırasında çokuluslu işletmelerin küresel operasyonlarının insanları farklı coğrafyalarda nasıl tehdit ettiğini gördük. “Brezilya şirketleri” deyip geçmek kolay, ama o şirketler bizi de besliyor. Türkiye JBS ve BRF şirketlerinden sığır alıyor.

BRF Türkiye’de Katar ortaklıyla Banvit’i de satın aldı. Bugün Türkiye’nin en büyük beyaz et üreticisi konumunda. Brezilya pandemiden en kötü etkilenen, açlığın yeniden patladığı bir ülke. Lula yönetiminde anayasasına açlığı önlemeye dair yasa koymuştu. Bolsonaro yönetimi bunu kaldırdı. Peki kimin yönetimi bu? CBS ya da BRF gibi şirketlerin mi, yoksa bütün dünyayı beslemeye çalışan yoksul Brezilyalı işçilerin mi? Öte yandan, bu kadar et üretmek için Amazon ormanlarını yok edip otlağa çeviren ya da soya fasulyesi ve mısır ekip hayvan yemi üreten sistemin adaletsizliğini, küresel iklim değişimine etkisini de sorgulamamız lâzım.

Kurtarıcı yerel tarım! Yerel tarımı nasıl koruyup kollayabiliriz, buna kafa yormalıyız. Kentlerin sınırları içinde, çeperlerinde, bölgesinde kendi kendine yetmesi gerektiği dile getirilmeye başlandı. Ama kendi kendine yeten bir kent yok. Dünya çapında kentsel gıda yeterliliği yüzde 10’un altında.

Pandemi bize gıda sektöründeki çalışma koşullarının adaletsizliğini de gösteriyor. Kanada ve ABD’de en çok ölümlerin yaşandığı sektörlerden biri kesimhaneler. Çin asıllı Smithfields’in Sioux Falls’daki, JBS ve Cargill’in Alberta’daki kesimhanelerinde ölenler üç kuruşa çalışan yoksul Filipinli, Somalili göçmen işçiler.

Toronto’da bir bölgede çok yüksek oranda Covid-19 vakası çıktı. Hastalananlar Amazon’un deposuna işçi taşıyan otobüslerin şoförleriydi. Beş bin kişinin çalıştığı antrepoda 300 kişinin hasta olduğu tespit edildi. İşçiler ateşli ateşli çalışmaya devam ediyordu. Peki, Jeff Bezos ne yaptı? Uzaya uçtu ve utanmadan “bunu Amazon müşterilerine ve çalışanlarına borçluyum” dedi. Pandemi sırasında devlet yardımlarının büyük çoğunluğu büyük şirketlere, zenginlere gitti. Zenginler daha zengin oldu. O yüzden başa dönüyoruz: Krizler aslında kriz değil. Vücutta bir sepsis olduğu zaman vücudumuzun herhangi bir yerinde apseli bir çıban çıkar. Bu çıban sadece bir göstergedir. Pandemi de bizim için sistemin çürümüşlüğünün bir göstergesi. Kısa vadeli bandajlarla bir yere varamayacağız.

Arjantin’de eşitsizlikle baş etmeye çalışan sosyal demokrat, Peronist bir hükümet var, ama o da GDO’lu yem üretmek için Amazon’u yok etmeye azimli gözüküyor. Ufuktaki yeni pandemi ihtimalleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Şık: Bu pandemiden neyi ne kadar öğrendiğimizi zaman gösterecek, ama birtakım sorunlar gözümüze sokuldu. Mesela Türkiye’de bazı işletmeler henüz aşının bulunmadığı dönemde, Covid-19 tespit edilen işçileri işyerlerine kapattı. Bu yasadışı uygulamaya kamu idaresi göz yumdu. İnsanlık tarihini salgın hastalıklarla mücadele tarihi olarak da görmek mümkün. Bu pandemi bekleniyordu aslında. Dünya Sağlık Örgütü 2003’teki kuş gribi salgınından sonra teyakkuza geçmiş ve pandemiye yol açabilecek etkenlerin dikkatle takip edilmesine yönelik uluslararası çalışma başlatmıştı. Her yıl bu konuda raporlar yayınladı. Raporlara baktığımızda 2003’ten bu yana hemen her yıl farklı ülkelerde çeşitli salgınlar yaşandığını, pandemilerin kıyısından dönüldüğünü söylemek mümkün. 2003’teki kuş gribinde ölüm oranı yüzde 10-15 aralığında değişiyordu, 2012’deki domuz gribinde yüzde 30’du. Bereket ki o pandemiler dünya genelinde uzun sürmedi.

İklim krizi gıda üretiminde iki temel soruna neden oluyor. Biri gıda üretimindeki düşüşler. İkinci ciddi sorun ise gıdaların besin öğeleri açısından fakirleşmesi. Gıdalar daha az demir, çinko ya da B vitaminleri içeriyor. Dolayısıyla, yeterli gıda üretsek dahi, besin içeriği fakirleştiği için bir tür gizli açlıkla karşı karşıya kalacağız.

İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya gibi kalabalık kentlerde yeni bir pandemide, eğer pandemi etkeninin patojenisi çok yüksek olur, ölüm oranı yüzde 10’a çıkarsa kaçacak yer ararız. Günümüzde her gün 12 milyon insan uçakla dünya genelinde bir yerden bir yere seyahat ediyor. Yeni pandemilerde kaçacak yer yok. Öldürücü gücü yüksek bir pandemi uygarlığı siler süpürür. Pandemiye yol açan toplumsal koşullar sadece Çin’e özgü değil, her ülkede az çok mevcut. 2003’ten bu yana Hollanda’da, ABD’de, Vietnam’da ya da Mısır’da kayda geçirilmiş salgınlar var. Yine Covid-19 gibi dünya genelinde etkili olacak salgınlarla karşı karşıya kalacağız. Böyle söyleyince, “ne kadar kötümsersin” diyorlar. Değilim aslında, bu yalın, çıplak bir gerçek.

Katja Gauriloff’un 2012 yapımı Konserve Düşler‘in (Canned Dreams) afişi. Film tedarik zincirlerinin giriftliğini, toplumsal hayattaki başka sorunlarla, güvencesiz çalışmayla, emek sömürüsüyle, ekolojik bozulmayla ilişkisini çok iyi gözler önüne seriyor.

Mustafa hocanın söylediği JBS şirketi önemli bir örnek. Brezilya kökenli küresel şirket, her gün milyonlarca hayvanı kesip 150 ülkeye ihraç ediyor. Şirket ortaklıkları üzerinden küresel bir ilişki ağına sahip. Bu ilişkiler ağı kamu denetiminden uzak, halk ve çevre sağlığı için büyük tehdit oluşturuyor. Ortada kamu otoritesi olduğunu düşünmek bir yanılsama. Pandeminin bize öğrettiği en kritik gerçek şu: Günümüz gıda sistemi yeryüzündeki hayata tehdit oluşturan bir öze sahip.

JBS 55-60 milyar dolarlık, ülkelerin politikalarını belirleyecek güce sahip. Lula hükümetinin düşürülmesinde ve Bolsonaro’nun iktidara gelmesinde, ülkedeki yolsuzluklarda çok ciddi payı var. Üstelik dünyada buna benzer onlarca şirket mevcut. Ama meseleyi sadece birkaç şirketin faaliyetine indirgememek gerekiyor. Ticaret son derece kılcallaşmış bir ilişkiler ağı üzerinden yürüyor. Ancak, bu şirketlerin yeryüzündeki hayata tehdit oluşturan faaliyetlerinin sınırlanması gereği de çok açık. Fakat ortada buna dair bir emare yok.

Bu şedit ticaret ağına kamu nasıl müdahale edebilir?

Şık: Son 40-50 yılda, kamusal düşünme de çok tahrip edildi. 1990’da Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nda genç bir mühendis olarak işe başladım. O dönemde gıda krizine ya da bir pandemiye müdahale edebilecek çok sayıda kurum vardı. Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü, Devlet Üretme Çiftlikleri, 38 fabrikasıyla Süt Endüstrisi Kurumu, Et ve Balık Kurumu, Yem Sanayii (YEMSAN), araştırma enstitüleri gibi birçok kurum mevcuttu. Yem hayvancılık sektöründe en önemli üründür. Türkiye yemde dışa bağımlı bir ülke haline geldi. Oysa bundan 30 yıl önce kamunun 26 tane yem fabrikası vardı. Kamuya ait Türkiye Gübre Sanayii Anonim Şirketi, Türkiye Zirai Donatım Kurumu özelleştirilerek lağvedildi. Tarım Kredi Kooperatifleri yerle yeksan halde. Üç yıl önce Türk Şeker Fabrikaları’nın 13’ü özelleştirildi. İtiraz edenlere, “Biz 100 liraya üretiyoruz, Londra piyasasında 80 liraya satılıyor, oradan alırız” dediler. Şimdi toz şekerin ne kadar pahalı olduğunu konuşuyoruz. Hakeza Biyolojik Mücadele Enstitüleri kapatıldı. Tarım zehirlerinin yol açtığı sağlık sorunlarını konuşuyoruz. Oysa kamusal meseleler hem birbiriyle ilişki içindedir hem de bir anda zuhur etmezler, bir geçmişleri vardır. Bu kurumlar cumhuriyetin en önemli kazanımlarından biriydi.

Fransa’daki bir fabrikada üretilen konserve raviolinin kutusu için gerekli metal Brezilya’dan, domuz eti Romanya’dan, un için gerekli buğday Ukrayna’dan, domates İspanya’dan geliyor. Hem malzeme hem de emek gücü açısından muazzam bir uluslararası sömürü ağı. Yarım kiloluk raviolinin malzemeleri 30 bin kilometre yol kat ediyor. Böyle bir sistem ayakta kalamaz.

Dolayısıyla, kamu refahını, ekolojiyi, çevre sağlığını odağa koyan kurumlara ihtiyacımız var. Bu kurumlar olmadan gıda krizini çözemeyiz.  Çözüm agro-ekolojik yöntemlerle tarım yapmak. Bununla ilgili 1960’lardan günümüze uzanan zengin bir akademik literatür ve uygulamalar var. Ama bunları hayata geçirmek kamusal bir politikayla mümkün. Böylece toprağı onarabilir, bozulmayı geriye çevirebilir ve gıda krizinin üstesinden gelebiliriz.

Tedarik zincirleri ise karmaşık bir sorun. Bazen bir film, bir kitap her şeyi anlatıyor. Katja Gauriloff’un 2012 yapımı Konserve Düşler (Canned Dreams) filmini tavsiye ederim. Film tedarik zincirlerinin giriftliğini, toplumsal hayattaki başka sorunlarla, güvencesiz çalışmayla, emek sömürüsüyle, ekolojik bozulmayla ilişkisini çok iyi gözler önüne seriyor. Film Fransa’daki bir fabrikada üretilen konserve raviolinin malzemelerinin nereden geldiğinin izini sürüyor. Konserve kutusu için gerekli metaller Brezilya’daki madenlerden temin ediliyor. Madendeki çalışma koşulları korkunç, ücretler inanılmaz düşük. Domuz eti ise Romanya’dan temin ediliyor, orada JBS, Smithfields gibi şirketler giriyor devreye. Un için gerekli buğday Ukrayna’dan, domates İspanya’dan geliyor. İspanya’da domates üretiminde çalışan işçilerin bir kısmı ağır şartlar altında yaşayan göçmenler. Hem malzeme hem de emek gücü açısından muazzam bir uluslararası sömürü kurulmuş. Bu sömürü ağı bazen toprak gaspıyla, zorla, bazen de sermaye çekmeye arzulu devletlerin işbirliğiyle kurulmuş. Yarım kiloluk raviolinin malzemeleri 30 bin kilometre yol kat ediyor. Dehşet verici. Böyle bir sistem ayakta kalamaz.

Türkiye’deki durum da farklı değil, 2013’te bir gecede çıkarılan Büyükşehir yasasıyla ülkedeki köylerin yarısı, yaklaşık 38 bin köy köy statüsünden çıktı, şehirlerin mahallesi oldu. Şimdi her türlü yatırıma açılabilir, imar değişikliğine maruz kalabilirler ve öyle de oluyor. Dehşet verici bir talanın önü açıldı. Bunlar devlet eliyle yapılırken kırsalı nasıl koruyacağız? Artık devlet bir tür moderatör şirket gibi davranıyor.

2. Bölüm: Hepimiz aynı üzüm şişesinin içindeyiz

^