Kırk yıl önce bugün, 21 Kasım 1980’de, Hayrettin Eren Saraçhane Geçidi’nde gözaltına alındı. Kırk yıldır “kayıp”. Nasıl biriydi, kısa ömrüne neler sığdırdı, nasıl bir semtte yetişti, nasıl bir dönemde yaşadı? “Kayıp Bir Devrimin Hikâyesi”nin yazarı, DİSK Basın-İş başkanı gazeteci Faruk Eren’den abisi Hayri’yi, ‘70’lerin Hasköy’ünü, dönemin devrimci hareketini, gençliğini ve bugünleri 10 şarkı eşliğinde dinliyoruz. Express’in 169. sayısından naklen… Hayrettin Eren’in anısına ve devletin elinde “kaybolan” nice can için adalet talebini onca yıldır haykıran Cumartesi Anneleri’nin sebatkâr çabasına saygıyla, bu insanlık suçunu işleyenlerin cezasızlıklarının son bulması umuduyla…
» Miles Davis – Freddie Freeloader
Faruk Eren: Hiç hatırlamadım bunu yahu…
Miles Davis’in “Freddie Freeloader”ı. Kitabın ruhuna uyuyor diye düşündük, hüzün ve neşe iç içe. Kitabı nasıl kurguladınız?
Abimi ve arkadaşlarını anlatmak istiyordum. Ve kayıpların birer rakam olmadığını, hepsinin bir hayat olduğunu… Kabaca üç bölüm olarak tasarladım. İlk bölümde Hasköy’ün nasıl bir yer olduğunu, ikinci bölümde semtin gençlerinin nasıl politikleştiğini, son bölümde ise 12 Eylül ve sonrasını anlatmak istedim. Tak, tak, tak diye üç bölüm yok, ama okuyan onu hissediyor. Kitabı Cumhuriyet’ten atılınca bitirdim. Bu da aslında tarihe nottur. Gazeteciyi işsiz bırakırsan daha verimli olur. (gülüyor)
Dinlediğimiz parçaya ismini veren kişi bir “hobo”, Miles Davis konserlerine bedava girmeye çalışan seyyar bir işçi. Kitaptaki “saksofon hikâyesi” ve birçok başka şey bu parçayı çağrıştırdı. Abinizin saksofon çaldığı düğünle başlayalım…
Ablamlarla bir düğüne gittiler. Beni evde bırakmışlardı, gideceğim diye çok tutturdum, ama bir Fenerbahçe posteriyle kandırdılar. Ertesi gün ablam anlattı. Abim alkolün de etkisiyle orkestrada saksofon çalan adamdan enstrümanını rica edip almış ve çalmış. Bütün salon alkışlamış. Bunu duyunca şaşırdım, abime sordum “nasıl çaldın?” diye. “İlk defa elime saksofon aldım, biraz sarhoştum, oradakiler de müzikten pek anlamıyordu” dedi. (gülüyor) Müzik aletleriyle ilginç bir ilişkisi vardı. Gitar çalıyordu, flüt çalıyordu. Metalden flütler tasarlamıştı, Hasköy bir sanayi mahallesi olduğu için bir şekilde yaptırmıştı. Dört-beş flütü vardı, çeşitli madenlerden ve çeşitli ebatlarda. Akordeonu eline aldığında melodi çıkarabiliyordu. Müzik konusunda bayağı yetenekliydi. Ayrıca fırlama bir yanı vardı. Kimsenin aklına gelmeyecek şeyler yapardı. Bütün arkadaşları söyler bunu. Tanıyan herkesin bir hikâyesi vardır abimle. O yüzden de çok sevilir. Zekiydi, birçok alanda yetenekliydi. Resme de meraklıydı Hayri. Yağlıboya resimler yapıyordu, natürmortlar… Onlardan sadece bir tane var elimizde ne yazık ki. İngilizce resim kitapları gelirdi, bir Leonardo da Vinci kitabı hatırlıyorum, sayfalarının arasında ince pelür kâğıdı vardı. Hem Lenin okuyordu hem resim kitaplarını. Müthiş bir teorisyen değildi, ama herkesten biraz daha fazla okurdu. Newsweek, Time dergileri o zamanlar Türkiye’ye bir hafta sonra geliyordu, ama onları da takip ediyordu.
İkna kabiliyetinin de yüksek olduğu anlaşılıyor.
Öyleydi gerçekten. Mesela kuzenim Aydınlık hareketinin parlak çocuklarından biriydi. Şöyle anlatır: “Hayri abi beni ikna etti, Aydınlık’tan ayrıldım.” Birçok insan der bunu. Öyle büyük teorik laflarla konuşmazdı ama. Lenin şöyle diyor, Marx böyle diyor diyen biri değildi.
Kapital’i yarıda bırakmış. “Kapital’in birinci cildinin ortalarında bir yerde, içinde bir-iki dal sigara kalmış Birinci paketi duruyordu. Demek ki Hayri okumaya başlamış, ama sıkılıp ortasında yarım bırakmıştı” diyorsunuz. Belki de sıkıldığından değil, araya bir şeyler girdiği için bırakmıştır…
Belki de. Ama Kapital ağır bir kitaptır. (gülüyor) Şahsen ben birinci cildi yarıda bıraktım. ‘73, ‘74, ‘75’te müthiş bir okuma ve tartışma ortamı vardı. Her fraksiyonun dergileri, broşürleri okunuyordu ve tartışılıyordu. Marksist klasikler de okunuyordu, Vo Nguyen Giap da, Che Guevara da, Mao da. Mao’nun Teori ve Pratik’i bizim için önemli bir kitaptı. Eğitim listemizin başlarındaydı. Ama öyle bir politik faaliyet oldu ki, insanların uyumaya zor vakit bulduğu bir dönem geldi. Bu da zaten solu biraz aşağı çeken bir şey oldu. Hatta bu konuda özeleştiri verdik. Dergilerden birinde “kadrolaşmanın temeli siyasi eğitimdir” diye yazılar çıktı. Pratik faaliyetlerden okumaya fırsat bulamayan kadrolara bir eleştiriydi.
Kuzenim Aydınlık hareketinin parlak çocuklarından biriydi. Şöyle anlatır, “Hayri abi beni ikna etti, Aydınlık’tan ayrıldım”. Birçok insan der bunu. Öyle büyük teorik laflarla konuşmazdı ama. Lenin şöyle diyor, Marx böyle diyor diyen biri değildi.
Mao bahsi enteresan. Eğitim listenizin başlarında Latin Amerikalı teorisyenlerin kitaplarının olması beklenirdi.
Bizimkiler Tupamaro hayranıydı. Sarı Kapaklı Tupamarolar diye bir kitap vardı ‘70’li yıllarda, o da liste başıydı. Çok öykünüyorlardı Tupamarolara. Hatta birçok eylemde onlardan esinlenilmişti diye hatırlıyorum.
Evinizin taranmasını anlattığınız bölümde de abinizin başka bir yeteneğiyle karşılaşıyoruz…
Üç kere tarandı bizim ev. Kitapta anlattığım seferki çok komik. Evde yedi kişi yaşıyoruz. Anneannem var rahmetli, sağırdı. Onunla bağıra bağıra konuşurduk. Ev tarandı, ertesi gün eve gittim, çalışıyordum, çıraklık yapıyordum Tophane’de. Ev hallaç pamuğu gibi atılmış. Yahu dedim, ne olmuş? Anneannem “akşamdan beri bizim evi kurşunladılar” diyor. Baktım, camda delik var, duvarda da var. Gittim abimi aradım, buldum. Abi dedim, gel böyle bir durum var. Yan odaya gitti, halının altından çekirdeği çıkardı. Sonra balkona baktı. Delik deşik balkon, otomatik silahlarla taramışlar. Sonra bir tane çıta aldı, camdaki deliğe taktı, merminin nereye çarptığına baktı. Çıtanın öbür ucuna baktı, nereden ateş edildiğini buldu. CSI gibi. (gülüyor) Ve beraber gittik, evin karşısındaki köşeden bir avuç kovan topladık. Annem sonra komşulara kızdı, neden haber vermiyorsunuz diye. Nasıl bir uykumuz varsa! Bir tek sağır anneanne duymuş… (gülüyor) Komşular ayaklanmış. Düşünsene “ta-ta-ta-ta” tarıyorlar! Evden hiç ses çıkmayınca, “bunlar hepsi öldü” diye düşünmüşler. Sonra iki kere daha oldu, onları duyduk. (gülüyor)
O deliğe sopayı sokup atışın yönünü tayin etmek herkesin aklına gelmez…
Ama o işte Hayrettin Eren. İstanbul’da özellikle mahallelerde Devrimci Sol örgütlenmesinin önemli adamlarından. (telefonunda fotoğraf arıyor) Hah şu! ‘72 veya ‘73. Aslında tip bu, uzun saç, sakal, sonra böyle. (başka bir fotoğrafı gösteriyor) Devrimciliğinin ilk yıllarında bu fotoğraflardaki gibi, uzun saçlı, sakallı bir tür rocker. Daha sonra saçlar, sakallar kesiliyor, “Mahir” bıyığı bırakılıyor. Onu devrimci olarak tanıyanlar hep o halini hatırlar. “Cumartesi eylemleri”nde de hep o bıyıklı fotoğrafı vardır. Şeffaf gözlüklü bir vesikalık fotoğrafı kullanılır hep. O, ehliyetinden alınmadır. Aslında renkli gözlük kullanırdı. Ama ehliyete renkli gözlüklü fotoğraf konmadığı için fotoğrafçının verdiği kıytırık bir gözlükle çekilmiştir o vesikalık. Bilinen tipi, kitabın arkasındaki albümde de yer alan hali. Artık o sadece bizim abimiz değil, Cemil Kırbayır, Hasan Ocak, Nurettin Yedigöl, İsmail Bahçeci gibi bu ülkenin kayıplarından, faili meçhullerinden biri. Annem sadece bizim annemiz değil. Bizim annemiz yıllardır Cumartesi.
Geçenlerde Yakup’ta şöyle bir masada oturuyoruz. Ben, Özgür Mumcu, Özge Mumcu, Maside Ocak, Meryem Göktepe, Arat Dink. Türkiye’nin faili meçhul tarihi yani. Keşke fotoğraf da çekseydik. (gülüyor) O toplanmanın nedeni şu: Malta’da bir kadın gazeteci, Daphne Caruana Galizia öldürüldü ya, onun oğlu, Matthew gelmişti. Onun için verilen yemekte bu ekip buluşmuştu. Malta tarihinde sadece iki gazeteci öldürülmüş. Çok şaşırmıştı bu kadar faili meçhul, kayıp hikâyelerine. Ne yazık ki bu ülkenin tarihi her dönem acıklı hikayelerle dolu. Özellikle Cumartesi Anneleri, kayıp yakınları bir acı kardeşliği yaşıyor. Büyük bir aile olundu!
Çağan Irmak’ın “Dedemin İnsanları”nda, bir Ege kasabasında Türk çocukları okuldan çıkan Rum çocuklarını taşlar. İkbâl ablam “seyrederken çok utandım, biz de Yahudi çocukları taşlardık okuldan çıkınca” demişti.
» Los Paxaros Sefardies – Bre Sarica bre
Bu bir rembetiko herhalde.
İstanbul Yahudilerini anlatan bir şarkı. Konu iki gencin aşkı…
İlk kez dinliyorum. Biz Yahudilerle büyüdük, ama Yahudilerle ilgili hiç musiki anısı yok bende. Bir de tabii dinleme aletleri bu kadar yaygın değildi. Pikap olan ev sayısı bile çok sınırlıydı.
Bugünden baktığınızda Hasköy için neler söylersiniz?
Koruma altına alınması gereken eski İstanbul evleri yıkılıyor şu anda. Yıkılmaları bekleniyor özellikle. Çünkü onlar yıkılınca yerlerine AKP mimarisi binalar yapılacak. Küçük balkonlu, kahverengi siding ile kaplı iğrenç apartmanlar; Hasköy’de birçok ev onlara dönüşmüş durumda. Doku değişti Hasköy’de. Mesela kocaman bir yün iplik fabrikası var, AVM olacağı söyleniyor. Ama kısmen mahalle özelliği sürüyor Hasköy’ün. Yıllardır orada oturan insanlar var, birbirlerini tanıyorlar. Dayanışma sürüyor hâlâ.
Kitapta ‘70’lerin gecekondu mahallelerine has olan bir dünya görülüyor Hasköy’de. Ama şehrin göbeğinde bir yer. Politik bilincini de miras aldığı bir işçi kültürünün varlığından söz edilebilir mi?
Hasköy bir gecekondu mahallesi değildi aslında. Sonradan kurulan Nurtepe, Örnektepe gibi bir yer değil. İstanbul’un en eski semtlerinden. Önce bir Yahudi mahallesiydi ve Haliç’in kenarları fabrikalarla doluydu. Tersaneler vardı ve oralarda çalışan insanlar oturuyordu Hasköy’de. Evler gecekondu değil, eski İstanbul evleriydi. Çok yangın gördük çocukken, ahşap bir evde bir yangın çıkar, beş ev birden yanardı. O yangınlar bir arsa bırakıyor sonuçta. İlk gecekondular Okmeydanı tarafında kuruldu, aşağı doğru inmeye başladı. Bizim oturduğumuz bölgede altı-yedi gecekondu vardı. Diğerleri eski İstanbul evleriydi. İki-üç katlı, yarı ahşap, yarı kâgir evler… Bir de apartman vardı ahşap. Bildiğiniz iki daireli devasa bir evdi.
“Bir arsa vardı ve biz oraya ev yaptık” diyorsunuz. Zabıtaları babanız kovalıyor ve perde asarak belediyeden kurtulabiliyorsunuz. Şu anda İstanbul’da böyle bir şey yapma şansı yok.
Şu anda gecekonduları artık devlet yapıyor İstanbul’a. Çok katlı, gökdelen gecekondular. Bizim sokaktaki eski İstanbul evleri çok acınacak halde… Yıkılıyorlar. Oturan da yok. Cumbaları düşmüş durumda, içi gözüküyor, tarihi evler onlar. Özellikle yıkılsın diye bekliyorlar. Kırmızı tuğladan evler vardı, bir-iki tane gördüm kalan bugüne. Onlar da Yahudi evleriydi.
İlk oturduğunuz apartmanda bir Kemahlı, bir Rizeli ve iki Yahudi aile var…
Hayır. Şöyle… Biz en alt katta otururken iki katta bir Yahudi aile oturuyordu. Onlar taşınınca biz bir üst kata çıkıyoruz. Üstümüzde Kemahlı bir aile, altımızda Rizeli bir teyze oturmaya başlıyor. O teyzeyi şöyle hatırlıyorum: Çok titizdi, ekmeği bile silerdi. Ama belki de ekmeği silme nedeni bakkalın “Marko bakkal” olmasıydı. Yahudiden ekmek alıyorduk. (gülüyor) Bizim dairenin sahibi Madam Fani’ydi. Kurtuluş’a taşınmıştı, aybaşları gelir, kirayı alır giderdi. Önce kahve içilirdi tabii. Mahallenin camcısı İzak amcaydı; İzak efendi, İzak bey gibi bir şey yoktu, İzak amca, Marko amca diyorduk. İzak amcanın hikâyesi enteresan. II. Dünya Savaşı sırasında İstanbul’u terkediyor. Korkuyor, belki Türkiye savaşa girecek Almanya’yla beraber diyor. Almanya’nın Yahudilere yaptığını burada yaşamaktan korkuyor ve Çanakkale-Biga’ya gidiyor. Geçinmek için peynircilik yapıyor. Dedemle tanışmış orada, arkadaş olmuşlar. Tesadüfen aynı sokakta oturuyorduk İzak amcayla. ‘60’ların başında mahallenin Yahudilerinin bir kısmı Kurtuluş’a gitti, bir kısmı İsrail’e.
Bir teravih namazına gidiyorlar. Namaz bitince abimle bir arkadaşı gitarla salavat çalıyor. Kovalanıyorlar oradan. Kovalanıyorlar derken, yaramazlık yapmayın anlamında. Ertesi gece tekrarlıyorlar bunu. Üçüncü gece, caminin imamı içeri almıyor onları. Onlar da caminin kapısını çekip halkalara sopa sokuyorlar. Cemaati camiye kilitleyip, dışarda gitar çalıp cemaate dinletiyorlar.
Kitapta o bahis dikkat çekici. “İsrail” demiyorlar, “Filistin” diyorlar.
Evet, “Filistin” diyorlar. Solcu olduklarından değil, orası onlar için Filistin olduğu için.
Çağan Irmak’ın Dedemin İnsanları filminde ablanız İkbâl’i utandıran bir sahne var…
Filmde bir Ege kasabasında Türk çocukları okuldan çıkan Rum çocuklarını taşlar. İkbâl ablam “seyrederken çok utandım, biz de Yahudi çocukları taşlardık okuldan çıkınca” demişti. Demek ki yetişkinler arasında olmasa da çocuklar arasında vardı böyle şeyler. Çocukluğumda sokakta top oynarken sinagogun duvarını kale yapıyorduk. Sinagogun bekçisi Avram kızıyordu tabii. Geçenlerde gittik oraya. İki kanatlı nefis bir demir kapısı vardı. Güvenlik nedeniyle sinagogun kapısının üzerini tellerle kapatmışlar, bir de beton duvar örmüşler. Bu da çok ağır geldi… Neyse, Avram bize kızınca kapıyı taşlıyorduk, o da bizi kovalıyor, arkamızdan taş atıyordu. (gülüyor)
Taş atıyor ama, “kaçın, taş atıyorum” diyor.
Evet, öyle yufka yürekli bir adamdı Avram. Bunu şimdi anlıyoruz tabii. (gülüyor) Hasköy bir tür kenar mahalle. Demin sorduğunuz kültür meselesinde söylemeyi unuttum, çok sayıda meyhane, bıçkın abiler, içkinin dışında başka şey içen abiler filan vardı. (gülüyor)
O bıçkın abilerden Sincap Yakup’un sigara muhabbetini nakletmezsek olmaz. Sizden dinleyelim…
Sincap Yakup bir gün Hayri’ye “bu devrimcilik nasıl bir şey?” diye soruyor. Abim de “Devrimciler halktan yanadır, haksızlığa, adaletsizliğe karşı çıkar, dürüsttür, kimsenin kimseyi ezmesine izin vermez” gibi bir şeyler söylemiş. Yakup da “o zaman zaten en iyi devrimci benim” demiş. Yakup’un yeni devrimci yaşamında en büyük ıstırabı Birinci sigarası meselesi. O dönem devrimciler Birinci içiyor. Bu bize ‘68 kuşağından miras. En ucuz sigarayı içeceksin, halktan biri olduğunu göstereceksin, hem de para harcamayacaksın filtreli sigaraya. Ama tabii göğüs cebinde Birinci paketi, çorapta –Türkiye’ye özgü bir şeydir belki çoraba sigara paketi koymak– Samsun, Maltepe veya Kent, Marlboro falan taşıyanlar oluyordu. (gülüyor) Yakup mecburen tiryakisi olduğu Marlboro’yu bırakıyor, Birinci’ye başlıyor. Sonra bir gün Che’nin purolu bir fotoğrafını görüyor. Gidiyor Hayri’ye, “Che puro içiyor, ben de Marlboro içeceğim” diye tutturuyor. (gülüyor)
Kitapta şöyle bir ifade geçiyor: “Bu kadar sigara içmeyin, bu ciğerler işçi sınıfının.”
Onu Komsomol Hasan söylüyor. Komsomol Hasan, Nâzım Hikmet’in hapishane arkadaşı. “Onlar, ümidin düşmanıdır sevgilim”de, “Bursa’da havlucu Recebe / Karabük fabrikasında tesviyeci Hasana düşman” dizeleri var ya, işte o tesviyeci Hasan, Komsomol Hasan. 1951’in TKP tevkifatından kalmış, hâlâ tesviyecilik yapıyordu. Derneklerde sigara içilmesine karşı çıkıyordu. “Bu ciğerler sizin değil, işçi sınıfının” diyordu. (gülüyor)
Devrimci hareketin gerilemesinden sonra mahallede bir dönüşüm yaşandı mı?
Biz geri çekildik, ama özellikle hapishaneden tahliyeler başladıktan sonra insanlar orada yaşamaya devam ettiler. Hepsinin evleri oradaydı. Hatta evlenip başka yerlere taşınanlar haftasonlarını Hasköy’de geçirmeye başladı. 12 Eylül’den sonra bir şok yaşandı tabii, ama bir dağılma olmadı. Bu belki de mahalle kültürü sayesinde oldu. Hasköy’ün merkezinde hâlâ orada olan yirmi-otuz kişi vardır, 50-60 yaş civarında, her biri 12 Eylül’de en az beş yıl yatan insanlar. Orada oturanlar da biliyor neler çektiğini o insanların hapiste.
» Hasan Mutlucan – Köroğlu Cengi
Hasan Mutlucan! Onu ilk Kıbrıs harekâtı döneminde dinledim. Türküleri radyoda sürekli çalıyordu. “Kelle koltuğunda gidiyor Genç Osman”… (gülüyor) Sonra aynı türküler 12 Eylül’de de kullanıldı. Tabii talihsizlik Hasan Mutlucan için –ilerici biri bildiğim kadarıyla. Ama 12 Eylül’le özdeşleştirildi. Bir ara babamla muhabbet ediyorduk, Hasan Mutlucan vesaire. “Biliyorum ben onu, aynı meyhanede içiyorduk, iyi heriftir” dedi. 12 Eylül’le özdeşleştirilmek fena. Mesut Mercan mesela. TRT spikeri, 12 Eylül’de sabaha karşı evinden alıyorlar, üstelik adam hafif alkollü, “bunu okuyacaksın” diyorlar. “Okumayacağım” demesi için bambaşka biri olması lâzım. Devlet memuru sonuçta. 12 Eylül ile ilgili her şey Mesut Mercan’ın okuduğu bildiriyle başlar. Adam kahroldu aslında. Hatırlıyorum, köprüaltına gelip içerdi, biz de yan gözle bakardık. Bir pişmanlığı vardı diye düşünüyorum, öyle bir izlenimim var.
Ben 18 yaşında bir gencim, o 50’lerinde bir cami hocası. Dedim ki, “hocam sana işkence yapıyorlar mı?” “Ohoo” dedi. “Bak” dedim, “sen de bu devlete karşısın, biz de, birlikte mücadele edelim”. Hoca şöyle dedi: “Siz varsınız 50 fraksiyon, biz varız 30 fraksiyon, ettik 80 fraksiyon, elde yok direksiyon.” Bunları 12 Eylül işkencehanesinde konuşuyoruz.
Kitapta babanızla ilgili bölümleri “canım babam” diye bitiriyorsunuz. Babanızla ilişkiniz nasıldı?
Bir baba için çok zor günlerdi. Takır takır insanlar öldürülüyor, o da çocuklarını korumaya çalışıyor. Çok sert görünümlü biriydi, etrafındaki insanlar ürkerdi. Evde o tür bir sertliğine tanık olmadık. Sesin yükseldiği zamanlar olmuştur, ama asla bir şiddet yaşanmadı. İlk kez gözaltına alındığımda geldi. Hem şeker verdi hem de tespih. Şeker henüz hâlâ çocuk olduğum için, tespih ise artık büyüdüğümü göstermek için. Biz Çerkesiz, babalarımızla oturup rakı veya sigara içemeyiz. Eve çok sarhoş gittiğimde içki nasihatleri verirdi, nasıl rakı içileceğini anlatırdı. Çünkü bar kültürü doğdu, rakıyı limon suyuna batırılmış havuçla içiyoruz. (gülüyor) “Masa olacak, meze olacak, ağır ağır içilecek” gibi nasihatler veriyordu. Cezaevindeyken sigara getiriyordu bana. Ama ben yanında sigara içmek istemiyordum, zorla içiriyordu. “Çıkınca beraber rakı da içeriz” diyordu. Ama olmadı, hiç beraber rakı içemedik. Son zamanlarında zaten içki içemez hale geldi. Muzip biriydi. İyiydi ilişkimiz…
Babanız bir dönem sendikal faaliyetlerde de bulunuyor…
Evet, ama ben yoktum o zaman. Annemin anlattıklarından biliyorum. Rıza Kuas’tan bahsettiğini biliyorum. 12 Eylül döneminde DİSK’liler de cezaevindeydi, bir kısmını tanıyordu babam. İşçi olmasından ötürü solla bir bağlantısı vardı.
» Suzi Quatro – If You Can’t Give Me Love
Suzi Quatro mu bu?
Evet…
Bir albüm vardı, siyah beyaz kapaklı… Suzi Quatro ve grubu… Elemanlar deri yelekli, biri bira içiyor, o albümü hatırlıyorum (1974). Suzi Quatro çok dinleniyordu, hatta “Can The Can” (1973) diye bir şarkısı vardı, Füsun Önal Türkçe versiyonunu yapmıştı “Seni Beklerken” diye.
“If You Can’t Give Me Love”dan hareketle kitapta üstü kapalı bahsedilen o dönemin aşk konusunu konuşalım. Hayrettin abinin sevgilisi var mıydı? Hiç bahseder miydi bu konulardan?
Onu tam bilmiyoruz. Bir kız arkadaşı olduğunu duyduk, ama kim olduğunu bilmiyorum. Abim Dev-Genç’li, üniversiteli filan, ama esas çalışma alanı mahalleler. Mahallelerde erkek egemenliği vardı, kadın militan sayısı çok azdı. Biraz da geniş bir alandan sorumlu olduğundan gönül işlerine vakit ayıramayan biriydi. O ilişkiyi kurabileceği ortamdan uzaktı. Tutuklandığında babam ve eniştem hapishaneye giderken eniştem “evlendirelim bu çocuğu” demişti. Babam da “elâlemin kızının başını niye belaya sokalım” diye cevaplamıştı. Abim de muhtemelen öyle düşünmüştür.
Devrimci Yol dergisinin bir sayısının 300 bin sattığı söylenir. Bülent Forta “ortalama satışımız 60 bindi” diyor. Gırgır’ın bir sayısı 600 bin satmış. Türkiye’nin nüfusu 40 milyon, büyük bölümü kırsalda yaşıyor. Sendikalı işçi bir buçuk milyon. Bugün nüfus 80 milyon, kır nüfusu az, sendikalı işçi sayısı bir buçuk milyon. Dergi, gazete, kitap konusuna girmiyorum. Resim bu.
O dönem sol hareketin çok maço, fazla “delikanlı” olduğuna dair eleştiriler yapılır.
Tabii, o dönem sol genelde bir erkek hareketiydi, çok sayıda kadın olmasına rağmen. O dönemde hapishanelerde, Mamak’ta, Metris’te yüzlerce kadın arkadaşımız vardı. Ama hareketin geneli erkekti. 12 Eylül sonrası doğan feminist hareket solun bu yapısına tepki göstermişti. Böyle bir durum vardı. O dönemde sol erkek bir hareketti, ama 12 Eylül’de cezaevlerinin önünde direnenler hep kadındı. Annelerimiz, ablalarımızdı… O direnişlerde, tam tersine, çok az erkek vardı. İlk feministlerin bir kısmı eski sosyalistlerdi. Açıkçası feminizm diye bir kavrama da yabancıydı Türkiye’de sol. “Halkın değerleri” gibi kavramlar olduğu için, bütün kadınlar “bacımızdı”, ama kız arkadaşlarımız vardı. Benim de vardı. Ama bizim harekette bu ilişkiler “sınırlanırdı”. Gönül ilişkilerine hoş bakılmazdı. Sert bir sürecin yaşanmasının, yukardan her şeyin denetlenmek istenmesinin, işin bir tür askeri örgütlenmeye dönüşmesinin sonucu olabilir bu. Köylü bir damar da vardı harekette. Bizim hareketimiz şehirli bir hareketti, ama solun önemli bir kısmı köylü hareketinden etkilendi. Zaten strateji de öyleydi, kırsala gitmek… Ama bu sadece Türkiye soluna özgü bir şey değil. Rusya’da Narodnikler mesela… Öğrenciler, aydınlar kalkıp köylere gittiler. Köylü gibi yaşamaya, köylü gibi konuşmaya başladılar. Latin Amerika’da benzer şeyler yaşandı. Onların değerlerini kendi değerleri gibi benimsemek istediler. Kapitalizmin yarattığı değerlerdeki çarpıklıktan uzak olması etkili oldu herhalde. Dinlediğimiz müzikler de aslında öyleydi. Daha çok bağlamayla çalınan halk şarkıları dinliyorduk. Elektro gitarla yapılan müziği bazıları “yoz müzik” olarak görebiliyordu. Böyle bir süreç yaşandı. Ama şunu görmek lâzım, 12 Eylül’den sonra hem devletin ideolojik saldırısı oldu hem de solun kendi içinden “eyvah, biz ne yaptık” gibi bir süreç yaşandı. Solun kültürü sürekli aşağılandı. Varolan şeyler abartılarak anlatıldı. Çok kitleselleşmişti sol hareket. Uç örnekler hep vardır, her toplumsal olayda vardır. Solun içinde de kuşkusuz vardır. Ama uç örnekler geneli bağlamaz.
Sizin kızkardeşlerinizle ilişkiniz nasıldı? Bu konuları konuşur muydunuz?
Aslında o dönem öyle bir şeydi ki, olayların akışı bizi sürüklüyordu. Ergenliği nasıl geçirdiğimi düşünüyorum, eğer ergen olduysam… Hiç farkında değildim. Ailem de farkında değildi. Benim çocuğum var, ergen, bunalıyorum bazen. Muhtemelen biz ergenliği politik hareket içinde farkına bile varmadan geçirdik. Dört kardeşin de ilişkileri çok sıcaktı. Özellikle 1978’den sonra iş sertleşmeye başlayınca, bana kızdıkları çok oluyordu. Dikkat etmiyorsun filan diyorlardı. 12 Eylül sonrasında daha bir dayanışma oldu. Ablalarımla hiçbir tartışma hatırlamıyorum. Birbirimize asla sesimizi yükseltmedik. Belki tek erkek kaldığım için, belki de en küçük olduğum için tolere ettiler.
Trajik bir aşk hikâyesini kayda geçirmişsiniz kitapta. İntihar eden Emine’nin hikâyesi…
Gecekondular kuruluyordu ‘60’ların sonunda. Çocuklar arasında sık sık kavgalar çıkardı. Çok çocuk vardı sokaklarda. Oyun oynardık, kavga ederdik. Oyunlar bazen kavgaya dönerdi. Kavgalarda en çok kullanılan şey taştı. Böyle taşlı bir kavgada, bir çocuğun attığı taş Gecekondu Hasan’ın gözüne geldi. Hasan hastaneden döndüğünde bir gözü yoktu. İki aile arasında bir husumet başladı. Fakat, nasıl olduysa oldu, Hasan’ın ablası Emine ile taş atan çocuğun abisi birbirlerine âşık oldu. Önce biz çocuklar gördük öpüştüklerini, sonra da mahalleli. Olmaz bir aşktı. Emine abla Haliç köprüsünden atladı. Köprü daha yeni açılmıştı. Haliç köprüsündeki ilk intihardı, üstelik güzel bir kızdı Emine abla, gazeteler geniş yer verdi. Çok kalabalık bir cenaze töreni oldu. Oğlanın ailesi taşınmak zorunda kaldı Hasköy’den. Trajik bir olaydı. O gün o taş çocuğun gözüne gelmese Emine abla ile o oğlan evlenecekti belki de.
» Orhan Gencebay – Yarabbim
“Yarabbim” mi?
Evet. Kitapta bahsediyorsunuz biraz bu şarkıdan.
İşçiler çok dinlerdi. Bir de filmleri başlamıştı. Orhan Gencebay televizyonlara çıkamıyor, çünkü devlet çıkmasını istemiyor. Ama çok yaygın olarak dinleniyordu. Sadece “Yarabbim” değil, “Batsın Bu Dünya”, “Bir Teselli Ver”, “Hor Görme Garibi”, “Gönül”… Ama sol Gencebay’dan çok hazzetmezdi. Daha doğrusu, genel olarak arabeskten hazzetmezdi. Umutsuz, karamsar bir müzik olarak görürdü. Mesela abimin bir sürü plağı vardı, ama bir tane Gencebay plağı yoktu. Dinlemezdi. Onun müzik tercihi daha çok rock’tu. Bizim arkadaşlarımız dinlerdi, ama sabahtan akşama kadar Orhan Gencebay ayini yapılmazdı. Daha çok mahallenin ağır abileri dinlerdi. Sol çok yaygın olduğu için Orhan Gencebay da sol mesajlar veriyordu, özellikle filmlerinde yapardı bunu. Gecekondu yıkımlarına direniyor, yoksulların yanında, vesaire… Solcular arabesk dinlediklerinde Gencebay’ı tercih ederdi. 12 Eylül sonrası birdenbire arabesk popüler hale gelmeye başladı. Hatta Nokta dergisi kapak yaptı, “entelektüeller gizli gizli arabesk dinliyor” diye. Gencebay tekrar popüler oldu. Solcular çok içer hale geldi ve o içkili geceler “Batsın Bu Dünya” ile bitmeye başladı. Ta ki Orhan Gencebay’ın iktidarla kurduğu ilişkiye kadar.
Şaşırdınız mı böyle bir ilişkinin kurulmasına?
Çok bir şey beklemiyordum Gencebay’dan. Ama böyle yapmasa kendisi için hayırlı olurdu, sevilen biri olmaya devam ederdi. 12 Eylül’e karşı da bir direnişi, karşı duruşu olmadı. Gene de 12 Eylül sonrasında çıkardığı, eski şarkılarının olduğu albümü çok sattı. Yeniden popüler olduğunda “Orhan Baba” denir olmuştu. Ama artık babalığı kalmadı, o “baba”lığı kaybetti. Müzikle kurulan ilişki, biraz, ne bileyim… Mesela güzel bir şiir okuyorsunuz, sonra o şairin boktan bir adam olduğu ortaya çıkıyor. Ama o durum o şiirin boktan olduğu anlamına gelmez bence.
Hazır şiir bahsi açılmışken biraz da o boyutta gezinelim. Ama önce bir şarkı…
» Moğollar – Günler
Kim bunlar?
Moğollar. Umut Yolunu Bulur albümlerinde dört Nâzım şiiri var, üçü Taner Öngör, biri Cahit Berkay bestesi.
Cem Karaca ve Moğollar dinlerdik. Abim dinler miydi, bilmiyorum. Yeni dönemin müziklerinden en çok beğendiğim Duman. Kaan Tangöze’yi severek dinliyorum.
12 Mart döneminde yapılan bir aramada abiniz ayakkabısına bir şiir saklıyor ya, ondan çaldık bu şarkıyı.
Mahallemizdeki futbol sahasında askerlerin yaptığı bir arama o. Abim bir arkadaşına “İyi yırttık, üzerimde bir şiir vardı, ayakkabıma sakladım, bulamadılar” diyor. Sakladığı şiirin ne olduğunu bilmiyoruz, ama herhalde Nâzım’ın şiiridir. Niye saklasın ki başka? (gülüyor) Orhan Veli şiirini ayakkabıya saklayacak hali yok.
O dönemde sizin çevrenizde Nâzım’dan başka hangi şairler okunurdu?
Ahmed Arif, Enver Gökçe… Çeviri şiirler, Brecht filan. Kitapta yazmadım, ortaokula giderken Nâzım’ın Kerem Gibi’sini ve Vatan Haini’ni ezbere bilirdim ve güzel okurdum. Sınıfta yüksek sesli okuyordum, Türkçe öğretmenimiz –o zamanlar Türkçe dersi vardı– solcu değildi, ama sesini de çıkarmıyordu. Abim de bazen okutturuyordu, demek ki iyi okuyordum, hoşuna gidiyordu. (gülüyor) Hayatımızda hep şiir vardı.
Turgut Uyar?
Benim hafızamda Turgut Uyar yok. Turgut Uyar’ı çok sonradan okudum. En çok sevdiğim şiiri Geyikli Gece. Biz 12 Eylül’den sonra çok okumaya başladık. Darbe sonrası yoğun politik eylemler seyreldi. Okumaya daha çok vakit kaldı. Açıkçası Rus klasiklerini 12 Eylül’den sonra okudum. Herhalde abimin onları okuyacak vakti yoktu.
Abinizin size “bunları oku” dediği kitaplar var mıydı?
Bir yaz, ‘74 yazı veya ‘75 yazı, okuyayım diye bir koli içinde Aziz Nesin’in kitaplarını getirdi. Yaz boyunca onları yutarak okudum. Sonra Orhan Kemal ile tanıştırdı beni, “bunları oku” diye. Fakir Baykurt okutturdu. An Duk’un Şafakta Kazandık Zaferi’ni okuyorduk, Vietnam zaferinin hikâyelerini okuyorduk. Mitka Gribçeva’nın Seni Halk Adına Ölüme Mahkûm Ediyorum’unu okuyorduk. Abim Dimitır Dimov’un Tütün romanını çok sevmişti. Ben de okudum tabii.
Size önerdiği şair olmuş muydu?
Nâzım ve Ahmed Arif’i sevdiğini biliyorum. Ama başka bir şair önerdiğini hatırlamıyorum.
» Cem Karaca – Parka
“Parka”. (gülüyor) Cem Karaca çok dinlenirdi. Zaten solun seveceği şarkılar yapıyordu. Parka çatışmaların yoğunlaştığı, solcuların öldürüldüğü dönemin şarkısı. Cem Karaca 1 Mayıs da söylüyordu, birtakım Alevi deyişlerini de uyarlıyordu. Nâzım’dan şiirler söylüyordu. Solcu bir sanatçıydı, politik bir gruba veya bir fraksiyona angajmanı yoktu. Birçok solcu gecede şarkılarını söylüyordu. Bunun bedelini 12 Eylül’de sürgün edilerek, vatandaşlıktan çıkarılarak ödedi. Hâlâ severim Cem Karaca’yı. Türkiye’ye dönmek için Özal’dan ricada bulunması bir kırılma yarattı, evet. Bence o kadar önemli bir olay değildi. Çünkü Almanya’da zor bir hayat yaşıyordu. Özal’la o ilişki kurulmasa, bir-iki yıl sonra dönerdi zaten, onurlu bir dönüş olurdu. Ama Almanya’da süründü yani. Sol biraz sahipsiz de bıraktı galiba. Döndükten sonra eski popülerliğini yakalayamadı. Beyoğlu’nda birtakım rock barlarda söylüyordu, ama emeğinin karşılığının verilmediğini biliyorum. Koskoca Cem Karaca barda şarkı söylüyor, ama eve dönecek taksi parasını zor buluyor. Ekonomik olarak zor durumdaydı. Hâlâ severek dinlerim. Bir-iki kere izledim de. Mojo’ya çıktı, Meis diye bir yer vardı, yanılmıyorsam oraya çıktı. Yaga’ya da çıktı galiba.
Kıyaslamak gibi olmasın, son dönemde Sabah gazetesi röportajları malûm. Bülent Ortaçgil, Mazhar Alanson vesaire… Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tabii onların Cem Karaca gibi bir misyonları yoktu. Sert solcu müzikler yapmadılar. Güce yanaşma bir sanatçı için olumlu bir şey değil. Üstelik ülkede bu kadar baskı varken. Üstelik Sabah iktidarın en önemli yayın organlarından biriyken. Oraya vereceğiniz her demecin çarpıtılacağını düşünmek zorundasınız. İnsanlara ulaşmak isteyebilirsiniz, ama oraya verdiğiniz röportajla ne hale geleceğinizi düşünmek zorundasınız. Bunun basit bir hata olduğunu düşünmüyorum. Güce yaranmak için yapıyorlar, gücün yanında duracağız derken başka şeyleri kaybediyorlar. Sanatçılar, Cem Karaca örneğinde olduğu gibi, geniş kitlelere ulaşabilir, toplumu etkileyebilir. Ahmet Kaya’yı milyonlar dinliyordu. Ahmet Kaya’yı veya Cem Karaca’yı dinleyerek solcu olmuş insanlar tanıyoruz hepimiz. Ama Türkiye’de her şarkı söyleyene sanatçı demek gibi bir alışkanlık var. Ne bileyim, Yavuz Bingöl işte. Ama bunlara misyon yüklememek gerekiyor. Ona güvenmekten çok kendine güveneceksin. Kendine güvenirsen, Bülent Ortaçgil ne röportajı vermiş, önemli değil. Ben yine Mazhar Alanson dinlerken keyif alabilirim. Bazen öyle örnekler oluyor ki “allah kahretsin” diyorsun. Bu yalpalamalar baskı dönemlerinde çok olur. Bu baskı dönemi geçsin, aynı insanlar tam tersini söyleyecektir.
Kitapta kendinize iki beden bol gelen bir parka giydiğinizi anlatıyorsunuz.
Parka resmi giysimiz gibiydi. (gülüyor) Devrimci olduğumuzun da bir göstergesi. Hepimiz Deniz Gezmiş’in o ünlü parkalı resmini hatırlarız. ‘68 kuşağı da parka giyerdi. Galiba diğer ülkelerde de, ama özellikle 70’li yılların giysisidir parka. Hep sokaklardaydık, gece gündüz. Sıcak tutardı, fazla cepleri vardı içlerine çok şey koyabileceğimiz. Pratik bir yanı da vardı yani. Mesela Orhan Gencebay sola yakın durduğunu göstermek için bir filminde parka giymişti, galiba Cüneyt Arkın da. “Parka” şarkısında, Cem Karaca “Paltoya para yok ki, ondan alındı parka” diyor. Bilmiyorum, ekonomik olarak da bir seçim miydi? Hatırlamıyorum. Ama benim parkam hakikaten bana iki beden büyüktü. Galiba “büyüyünce de giyerim” diye öyle alınmıştı. (gülüyor)
» Jimi Hendrix – The Star Spangled Banner
Yabancı gelmedi, ama ne olduğunu hatırlamıyorum…
Jimi Hendrix, ABD ulusal marşını yorumluyor. “Star Spangled Banner”… Hayrettin Eren’in kitapta bahsettiğiniz bir gitar anısı var.
O anıyı abimin bir arkadaşı anlattı. Mahallenin küçük tarihi bir camisi vardı. Abim ve arkadaşları orada bir teravih namazına gidiyorlar. Namaz bitince abimle bir arkadaşı gitarla salavat çalıyor. Kovalanıyorlar oradan. Kovalanıyorlar derken, yaramazlık yapmayın anlamında. Ertesi gece tekrarlıyorlar bunu. Üçüncü gece caminin imamı “siz yaramazlık yapıyorsunuz” diye içeri almıyor onları. Onlar da caminin kapısını çekip halkalara sopa sokuyorlar. Cemaati camiye kilitleyip, dışarda gitar çalıp cemaate dinletiyorlar. Ama bunlara herkes gülüyor. Öyle büyük bir sofuluk yoktu. Nereden akıllarına geldiyse salavatı uyarlamak… (gülüyor)
Kitabın çarpıcı bölümlerinden biri kültürel İslâm boyutu. Babanız rakıcı, fakat perşembe geceleri içmiyor. Ramazanda oruç tutuluyor, sahura kalkılıyor. Deniz Gezmiş asıldığında babanız onun için namaz kılıyor. Erdal Eren içi keza. Yazılamaya çıkıldığında cami duvarına yazılama yapılmıyor. Veya Hayri’nin caminin kapısını kilitleyip cemaate gitar çalmasına gülüp geçiliyor. Başka bir yüzyıldan bahsediyor gibiyiz. Aradan geçen zaman kırk yıl. O günlerde bütün bunlar bir sorun yaratmıyor.
Babamın Deniz Gezmiş için de namaz kıldığını büyük ablam anlattı. Abimlerin teravih namazında camiye girip salavat-rock yapmalarını –nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum (gülüyor)– bu olayı yaşayan abilerden biri anlattı. Bugün yaşananları düşünsenize. “Ezan okunurken düdük çaldılar” denerek feministler linç edilmeye çalışılıyor. O dönemde buna gülünüyor sadece. Camiye gidenler sonuçta kendi dedeleri, babaları, amcaları. Babam inançlı bir Müslümandı. Rakısını da içer, dini ritüellerini de yerine getirirdi. Mahallenin camiinde bir Kur’an kursu vardı. Yazın bütün öğrenciler giderdi ona. Ama babam beni göndermiyordu. Ona göre caminin hocası yobaz biriydi, hakikaten bir tarikat örgütlenmesi vardı ve çok eşliydi. Şöyle hikâyeler de var: Çok sert çatışmalar yaşanıyordu. Bu çatışmaların bazıları dinsel nitelikliydi. Maraş’ta, Çorum’da “komünistler cami bastı” gibi yalanlar vardı. Bu saldırıları yapanlar o dönemin Müslüman gençlik örgütü Akıncılar değildi, MHP’nin Ülkü Ocakları’ydı. Bizim oralarda Akıncı gençler vardı, onlara “buraya giremezsiniz” denmiyordu, ama “burada politik faaliyet yapamazsınız” deniyordu. Sol ile Akıncılar arasında bir sorun yoktu, doğrusu onları bir sorun gibi görmüyorduk. Galiba onlar da kendilerini sola yakın görüyorlardı. O çatışma döneminde, Müslüman gençlik örgütlenmesinin en önemli isimlerinden Metin Yüksel, Fatih’te Ülkü Ocakları tarafından öldürüldü.
Kültürel İslâm – siyasal İslâm meselesine nasıl bakıyorsunuz? Kültürel İslâm artık kapanmış bir defter mi, bu baskı kalktığında yeniden “normalleşme” olur mu?
Birincisi, o dönem sonrasında öğrendiğimiz şeyler var. Nedir onlar? ABD’nin ve NATO’nun “yeşil kuşak” projesi; komünistlere karşı siyasal İslâmcıları desteklediklerini çok sonradan öğrendik. 12 Eylül’de Erbakan’ı hapse attılar, ama Alevi köylerine cami açtılar. Kenan Evren Kur’an’la mitingler yapıyordu. Zaten 12 Eylül sonrası Refah Partisi’nin bu kadar güçlenmesinde bu tür teşviklerin önemli olduğunu biliyoruz. Bazı CIA belgeleri dönem dönem açıklanır ya, 60’lar ve 70’lerde tüm dünyada Maocu hareketleri destekledikleri o belgelerde yer aldı. Türkiye’yle ilgili o bölüm karalanmıştı. CIA Türkiye’de hangi hareketi nasıl destekledi, bilmiyoruz.
Birini biliyoruz.
Somut bilgimiz yok en azından. Tahminlerimiz var. Baskı ortamı kalkarsa normalleşir mi? Günlük pratikten –ama İstanbul ve birkaç metropol için söyleyebiliriz sadece–, AKP çevresinde cuma namazına giden, ama gizli gizli içki kullanan insanların olduğunu biliyoruz. Bunu taşra için asla söyleyemem. İnanç korkunç bir bağnazlığa dönüşmüş durumda. Bunun geri dönüşümü için güçlü bir politik hareket olması lâzım. ‘70’lerdeki gibi bir sol hareket lâzım.
» Ali Asker – Şu Metrisin Önü
Ali Asker yahu. Tabii bizim dinlediğimiz Ali Asker ile bugünkü Ali Asker arasında bir fark var. Ali Asker o dönem yaptığı müziği eleştiriyor, “slogan müziği” diyor. Birçoğu öyle aslında. Birçok şarkısında “kuramsal faşizm”den bahseder, dünyadaki sosyalist önderleri arka arkaya sayar. Biz seviyorduk o zamanlar. Hâlâ dinlerim ara ara… Binbaşı Ernesto ölmedi daha, kızıl yıldız da parlar alnında gibi… En çok “71 Sıcağında” adlı şarkısını hâlâ dinlerim. Yeni yaptığı şarkıları dinlemiyorum açıkçası. Müzik biraz öyle bir şey. Yani, hangi ortamda dinledin, yanında kim vardı, öyle bir şey nakşediliyor beynine. Ali Asker Dev-Genç’liydi. Biz de aynı gelenekten gelmeydik, hoşumuza gidiyordu.
Ada Müzik yeniden albümlerini basıyor Ali Asker’in…
Dört-beş ay önce Şişli Kent Kültür Merkezi’nde bir konseri oldu. Gidip izledim, ama salonda insanlar eski şarkılarını istemesine rağmen söylemedi. Sonra salon o şarkıları söyleyince mecburen o da söylemek zorunda kaldı. (gülüyor)
Bu şarkıyı dinleyince hapishane geliyor mu aklınıza?
Bu şarkıyı hapishanede dinlemedim, çıktıktan sonra dinledim. Devrimci Yolcu bir öğretmen arkadaş yazmış ve bestelemiş diye hatırlıyorum. Çok yıllar geçti, hafızam yanıltabilir, ama “Özgürlük Mahkûmları”nı hatırlıyorum. Bazı geceler Metris’te elektrikler kesildiğinde, sesi güzel olan arkadaşlar şarkı söylerdi. Sadece devrimci şarkılar değil, “Çile Bülbülüm Çile” bile söylenirdi. Bizim için hapishanede söylenen şarkı, bir şarkıdan çok slogandı diyebilirim. En çok “insanlık onuru işkenceyi yenecek” sloganını atardık. Metris sloganıdır o. “İşkence yapmak şerefsizliktir”, “Nazi kampı mı, tutukevi mi?” gibi sloganlar atardık.
Teşekkür bahsinde Oligarşi Cengiz kim diye merak ettik. İlerleyen sayfalarda hikâyesini öğrendik…
Oligarşi Cengiz dışardan Hasköy’e gelen abilerden biriydi, Dev-Gençlilerden. Bizden aidat topluyordu, biz de ona “oligarşi” diyorduk. Sanırım Hasköy’e gelmeden önce de lâkabı oydu. Sadece aidat toplamıyordu, Dev-Genç’in para işlerine de bakıyordu. Biraz da disiplinli bir abiydi. Para var, disiplin var, oligarşi o diye düşündük yani. Geçtiğimiz günlerde kanserden yitirdik onu ne yazık ki.
Kitapta oligarşi konusu bir de şöyle çıkıyor karşımıza: Bir toplantı, toplantının ana meselesi oligarşi; askerden yeni gelmiş bir TKP’li diyor ki, “yahu ben askere gitmeden önce böyle bir laf yoktu, bu oligarşi nereden çıktı?” “Yeni çıktı abi” diyorlar. Siz oligarşi kavramıyla ne zaman, nasıl tanıştınız?
İlk herhalde bizim evdeki tartışmalarda duydum. Mahir Çayan’ın tezlerini tartışıyordu abim ve arkadaşları. Oligarşi kavramından, tekelci sermaye, toprak ağaları ve tefeci bezirgânlardan oluşan bir iktidardan söz ediliyordu. Oligarşiyi öyle duydum. Ama tabii oligarşi bizim için bütün kötülüklerin simgesiydi aslında, içeriği çok ilgilendirmiyordu. (gülüyor)
“İbne oligarşi” ara başlığı var kitapta. Hikâyesi matrak. 1979’da, İzmit’te yapılan büyük mitingde, arkadan bir slogan geliyor, öndekiler ne söylendiğini tam kavrayamıyor ve “olsa olsa ‘ibne oligarşi’dir bu” diyorlar. Ve sloganı öyle atıyorlar. Sonra “Titre oligarşi” olduğu anlaşılıyor.
İlk kez İzmit’teki o mitingde atılmıştı o slogan. Demek ki tam kırk yıl olmuş.
O kırk yıla kuşbakışı bir göz atalım. Devrimci Sol’la sınırlı kalmadan, ama onunla başlayarak. O sloganın atıldı dönemde, “oligarşi”yi hakikaten “titretecek” eylemler olmuştu. İlk akla gelenlerden biri ünlü Migros eylemi…
Evet, Migros kamyonu “kamulaştırılıyor” ve içinde ne varsa halka dağıtılıyor. Tabii çok simgesel bir eylem, o yüzden hâlâ hatırlanıyor. Öyle şeyler çok yapılıyordu. Bir de ünlü karakol eylemi vardır, o da çok sembolik. ‘79’da, İstanbul’un göbeğinde bir karakolu basıyorlar, ele geçiriyorlar, bir süre kalıyorlar içerde, sonra çekiliyorlar. Burada tabii Mahir Çayan’ın teorisini konuşmak lâzım. Mahir’in teorilerinden biri, özetle şu: Türkiye’de oligarşinin kurduğu bir “suni denge” var, halk ve oligarşi arasında. Silahlı mücadele ile bu dengeyi kırabiliriz. “Öyle eylemler yaparız ki, önce halk buna şaşırır ve sonra bize sempati duyar” diye bir teori. Kitapta anlattığım insanlar bu teorinin devamcıları.
Bu, söyleşinin sınırlarını aşan bir mevzu bu. Ama madem teoriye girdik, biraz konuşalım.
Şöyle toparlamaya çalışayım. Sosyalistler nihayetinde ne der? Devrimi yapacak olan işçi sınıfıdır. Bizim halkla güçlü bağlarımız vardı, ama doğrudan işçi sınıfı hareketi içinde yoktuk. Öğrenci gençliğin yanısıra işçi mahallelerinde ortaya çıkan bir hareket bu, ama işçi sınıfıyla organik bağlar kuramıyor veya kurmayı tercih etmiyor. Çünkü silahlı mücadele ile “dünyayı ve Türkiye’yi değiştireceğiz, bu mücadelenin öncüleri biziz” diye görüyorlar kendilerini. İşte o yüzden işçi sınıfıyla direkt bir bağ kurmayı belki de kendileri tercih etmedi. Ama buna rağmen şunu da ihmal etmeyelim. Kitapta anlattığım hareketin devrimci işçi diye bir bölümü, devrimci memur hareketi diye bir bölümü, bir kadın örgütlenmesi de vardı. Her örgütün kadın örgütü vardı. TKP’nin İKD’si, bizim de DKD’miz vardı, Devrimci Kadınlar Derneği. Ama mesela Aster-İş sendikası vardı, dönemin önemli sendikalarından biridir, biz oraya toplantı ya da tartışma yapmaya bir-iki kez gitmişizdir. “Sendikalara gidip çalışalım” gibi bir şey hafızamda yok doğrusu. O dönem TKP’liler DİSK’ten dolayı işçi sınıfının daha çok içindeydi. Ayrıca Devrimci Yol, Kurtuluş ve diğer örgütlerin etkisi altında olan sendikalar vardı. Yani solun işçi sınıfıyla bağları vardı. Demin söylemeyi unuttum, o kadar çok yığınsallaşıyorsun ki, Hasköy’de onlarca Devrimci Solcu var. Halkla ilişkilerini de sayarsan bu sayı katlanıyor. Küçük bir mahalle için çok acayip bir şey. Bu insanlar uzaydan gelmedi. Kitle ilişkisi dediğin annen baban, komşuların, arkadaşların…
Teori dedik ya… Teoriyi iyi bilmiyorduk, teoriyi iyi bilsek pratikte başarı kazanırız diye bir şey yok aslında. ‘86’da cezaevinden çıkınca Beyazıt’taki kütüphaneye gittim. Birikim dergilerini okuyorum. Sanıyordum onlar her şeyi biliyordu, ama militan değildi, biz bilmiyorduk, militandık. Biz de bilseydik devrim yapardık. Sorun şuydu: Biz kendi adımıza iki yıllık harekettik. Nikaragua’da Sandinistler devrim yaptıklarında arkalarında yetmiş yıllık sol tarih vardı. Bizim tarihimiz, ‘60’tan başlatsan ‘80’e kadar yirmi yıllık bir tarih.
Abim Saraçhane Geçidi’nde gözaltına alındı ya, orada bir anma yaptık. O anmada “Hayri keşke yaşasaydı, Gezi isyanını ve Rojava devrimini görseydi” dedim. Abimin arkadaşlarının bir kısmı “Rojava devrim değil ki” dedi. “Olsun” dedim, “bu teorik tartışmalar ayrı şey. Eminim Kürt halkının çektiği çileye karşı tavır alırdı, mücadele ederdi.”
Öncesini de yabana atmayalım…
Mete Tunçay’a bakarsak, solun tarihini Selanik Sosyalist Fırkası’na kadar indiririz. Ona bakarsan bu toprakların en köklü ve yaygın sol hareketi Taşnak’tır. Ama fikir ve maddenin buluşması, bir işçi hareketinin başlaması esas 1950’lerin sonu, ‘60’ların başı. Daha önceki gelenek sonraki kuşaklara aktarılmamıştı.
O yirmi yılın ana hatlarını nasıl özetlersiniz?
‘60’ların başında efsanevi isimler sendikacı oldu. Rıza Kuas, İbrahim Güzelce, Kemal Türkler… Müthiş bir sendikacı kuşağı doğdu. Aslında TİP’i kuranlar aydınlar değil, işçilerdir. Sendikacılar gidiyor Aybar’a, “gel partinin başına geç” diyor. TİP parlamentoya giriyor, DİSK kuruluyor, 15-16 Haziran kalkışması yaşanıyor. Deniz’ler, Mahir’ler, İbrahim’ler, hepsi TİP’in içinden çıkıyor aslında. 12 Mart’ta çok vahşice bastırıldı o devrimci çıkış. İdamlar, infazlar… Solu bitirmeyi hedeflediler, ama tam tersiyle karşılaştılar. 12 Mart’tan sonra dağ taş solcu oldu. CHP acayip bir başarı aldı iki seçimde, ‘73 ve ‘77’de. Sol bir söylemle aldı bu başarıyı. ‘74 affı büyük olaydır. Devrimcilerin büyük bölümünün dışarı çıkmasını sağladı. Sonra 70’li yıllarda kitapta anlatmaya çalıştığım işçi mahalleleri, gecekondu mahalleleri… Çoğu gecekondu mahallesini İstanbul’da bizim kuşak kurdu. Şunu anlatmaya çalışıyorum aslında: ‘80’de darbe oldu, bizi ilk başta darbenin yendiğini düşünmüyorum. Sol biraz kendi kendini yendi. Nasıl yendi, uzun hikâye.
‘80’lere doğru sol hareketin çok genişlediğini ve hareketin bunu kaldıramadığını söylüyorsunuz kitapta.
Şunu demeye çalıştım: ‘77 1 Mayıs’ı, ’78 Maraş katliamı oluyor, o oluyor, bu oluyor, ama solcu gençlerin sayısı artıyor, azalmıyor. Daha çok insan katılıyor. Sol bunu göğüsleyebilecek, o insanları eğitebilecek bir öncü parti oluşturmayı beceremedi. Bir hikâye anlatayım. Türkiye solundaki fraksiyon çeşitliliği herhalde dünyanın başka bir ülkesinde yoktur. Bu fraksiyonlar birbirleriyle çatıştılar, insanlar öldü. Özellikle Maocu- Sovyetik gerilimi çok oldu. Anlatacağım biraz komik bir hikâye. ‘82 anayasa oylaması yapılacak, biz de bildiri dağıtıyoruz, pankart asıyoruz. Kelle koltukta yapıyoruz bunları. Halkı anayasaya hayır oyu vermeye çağırıyoruz. O ara yakalandık. Şubede hücredeyiz. O zaman gözaltı süresi 45 gün. Bir 45 gün daha eklediklerinde 90 gün kalıyorsun. O dönem bir grup Müslümanı getirdiler. Onlar da anayasaya hayır diyor. Liderlerinden biriyle hücrede konuşuyoruz. Ben 18 yaşında bir gencim, o 50’lerinde bir cami hocası. Dedim ki, “Hocam sana işkence yapıyorlar mı?” “Ohoo” dedi. “Bak” dedim, “sen de bu devlete karşısın, biz de, niye bizimle birlikte davranmıyorsun? Birlikte mücadele edelim”. Hocanın cevabı: “Siz varsınız 50 fraksiyon, biz varız 30 fraksiyon, ettik 80 fraksiyon, elde yok direksiyon. Bize Humeyni gibi bir direksiyon lâzım.” Ben de dedim ki “biz daha çok fraksiyonuz, bize Lenin gibi bir lider lâzım”. Bunları 12 Eylül işkencehanesinde konuşuyoruz. (gülüyor)
» Ezhel feat. Aga B – Ateşi Yak
Bilmiyorum bunu.
Gezi kuşağının önemli hiphopçuları Ezhel ve Aga B’nin “Ateşi Yak”ı. Bu şarkıda “faşizmin dilini tel yap, onu bir gitar gibi çal” diyorlar. Kitapta bahsettiğiniz kuşağın Gezi ile ilişkisi nasıldı?
Çatışmalar başladığı andan itibaren o kuşak oradaydı aslında. Hatta bir kısmı direnme, sokak çatışmaları geleneğinden geldikleri için oradaydılar, ama bir kısmı da şunun için oradaydı, onların çocukları oradaydı. Çocuklarını kollamak için, onların yanında olmak için geliyorlardı. Bir akşam gittiğimizde Antikapitalist Müslümanlar mevlût okutuyordu, Kandil gecesiydi galiba. Biz kalmadık Beyoğlu’nda, bir meyhaneye gittik arkadaşlarla. O arkadaşlardan birinin oğlu Gezi’deydi. Gece 2’ye kadar bekliyor, sonra alıp oğlunu eve götürüyordu. Lise sondaydı oğlu, üniversiteye hazırlanıyordu. Çocuk yanımıza geldi, “ben eve gelmeyeceğim” dedi. Tabii bizim arkadaş dondu kaldı. Bize döndü: “Ne diyorsunuz?” Ben de dedim ki, “sen ilk gözaltına alındığında kaç yaşındaydın?” “15.” “Senin oğlan 19 yaşında, ne yapabilirsin ki?” (gülüyor). Sonra o çocuk hep Gezi’de, çadırda kaldı. Bence dershaneden çok daha iyi hazırlandı. Öyle bir faaliyet de vardı Gezi’de. Sonra çok iyi bir üniversiteyi kazandı. Dediğim gibi, o kuşağın çocukları vardı Gezi’de. Gezi’yi dağıttıkları gün, meydan gaz altındayken oraya ulaşmaya çalışıyorduk. Son anda yeğenimin orada kaldığını öğrendik. Ulaşamıyoruz tabii. Ta arkalardan dolaşıp Fındıklı’dan Cihangir’e girdik. Orada abimin arkadaşlarının bir ofisi var. Yeğenim orada! Altmış yaşında insanlar, gözler talcid’li filan. Yeğenimi görüp onlar kurtarmış. O kuşak vardı Gezi’de, polisin çekildiği dönemde de, çatışmalar döneminde de oradaydılar. Sadece Gezi’de değillerdi. Hasköylü devrimciler hiçbir 1 Mayıs’ı kaçırmadılar. Ne eylem varsa hepsine gittiler. Hiçbir bayrağın altında durmadılar. Cumartesi Anneleri eylemlerine katıldılar. Kitapta anlatılan kuşak çok uzun hapis yattı, 20 yaşında giren 30 yaşında çıktı. Bunlar yoksul insanların çocukları, işçi çocukları. Evlendiler, geçinmek zorundaydılar, hayatları mücadeleyle geçti. Gezi’de onları görseydiniz ağlardınız. Altmış yaşında insanların neler yapmaya çalıştığını görmeliydiniz. Hâlâ devrimci onlar.
Gezi’de, birçok insan eylemcilere evlerinin kapılarını açtı, onları korudu, kolladı. Sizin döneminizde de aynı şeyi yapanlar var mıydı?
Olmaz mı! Evlerine alıp ağırlarlar, yatırırlar. Kitle bağı vardı çünkü. Bir örnek anlatayım. Liseden bir arkadaşım var, Kenan Aydemir, çok sevilen biriydi. Bir eylemde yaralandı, öldü. Cenazesini kaldıracağız Kocamustafapaşa’dan, birden taranmaya başlandık. Bir de bomba atıldı, orada bir arkadaşımızı kaybettik. Yaklaşık on dakika falan ateş edildi. Askerler G-3’lerle havaya ateş ediyorlar. Çil yavrusu gibi dağıldık tabii. Ben bir sokağa girdim, çıkmaz sokak. Bir araba vardı, onun üzerine çıktım, bahçeye atladım. Bir kümesin yanında gizleniyorum. Ateş kesildi, bir baktım yanımda iki kişi daha var, biri bir kız arkadaş. Çevrede apartmanlar var. Kadınlar camlara çıktı, “evlere gelin” diye seslendiler. Bizi evlerine aldılar. Üstelik böyle bir silahlı çatışma sonrasında. Sene ‘78…
Bu iki dönemi karşılaştıralım biraz. Söyleşimizin başında, ‘70’ler için “müthiş bir okuma ve tartışma ortamı vardı” dediniz. Bugünle kıyasladığınızda nasıl bir resim çıkıyor?
Devrimci Yol dergisinin bir sayısının 300 bin sattığı söylenir. Geçenlerde Bülent Forta’ya sordum, “ortalama satışımız 60 bindi” diyor. Gırgır pekâlâ sol dergi sayılırdı. Geçenlerde Turan Günay söyledi, bir sayısı 600 bin satmış. Türkiye’nin nüfusu o zamanlar 40 milyon olmamış veya yeni olmuş. Nüfusun büyük bölümü kırsalda yaşıyor. Sendikalı işçi bir buçuk milyon. Bugün nüfus 80 milyon, kır nüfusu az, sendikalı işçi sayısı bir buçuk milyon. Dergi, gazete, kitap konusuna girmiyorum. Rakamlar ortada. Resim bu.
‘70’lerden bugünlere gelirken kritik dönemeçler nelerdi, ‘80 öncesi ve ‘80 sonrası diye ikiye ayırıp bakarsak?
‘80 öncesindeki üç kritik dönemeç, bana göre, ‘77 1 Mayıs, ‘78 Aralık Maraş katliamı, ‘80 Temmuz DİSK başkanı Kemal Türkler’in öldürülmesi. Türkiye tarihinin gördüğü en kalabalık cenaze töreni Türkler’inki oldu. Aksaray’dan Silivri’ye kadar insan doldu. Böyle bir şey yaşanmadı Türkiye’de.
Hrant Dink’in ya da Berkin Elvan’ın cenaze törenleriyle karşılaştırırsak …
Çok daha fazla. Fabrikalardan işçiler akın akın geldi. Bu sadece bir cenaze töreniydi. Yani işçi sınıfının bir lideri öldürülüyor ve sol buna cevap veremiyor. Bu çok trajik. Bir de ‘78’deki Devrimci Yol – Devrimci Sol ayrılığı, Türkiye solunun en trajik ayrılıklarından biridir. ‘77-78 Türkiye’deki o büyük sol dalganın geri çekilişinin başlangıcı. Sonra 12 Eylül 1980…
Kitapta 12 Eylül dönemi için şöyle diyorsunuz: “Biz o zaman faşizmin yenilebileceğini düşünüyorduk.” Ardından ekliyorsunuz: “Gerçi hâlâ böyle düşünüyorum.”
‘80’lerin sonuna doğru sol toparlanmaya başladı, bir karşılığı da oldu. Ama öyle bir döneme denk geldi ki… SSCB dağılıyor, “elveda proletarya”, “elveda başkaldırı” söylemi yayılıyor, Türkiye solunun bir kısmı da buna katılıyor. İdeolojik bir bombardıman altındaydık ve bir yenilgi ruh hali sardı herkesi. Herkesi değil tabii. O birileri için öyleydi, bizim gibi birçok insan için öyle değildi. Biz o zaman da devrimci görürdük kendimizi, şimdi de öyle.
12 Eylül’ün 25. yıldönümü için yaptığımız özel sayıda, Celalettin Can işkenceci subaylardan birinin ona söylediği şu sözü aktarmıştı: “Siz çıktığınızda öyle bir kuşak yetiştirmiş olacağız ki, ne siz onları tanıyacaksınız ne de onlar sizi.” Kitabınız bu bakımdan çok önemli.
Geçenlerde Ertuğrul Mavioğlu da buna benzer bir hikâye anlattı. Yaptılar, ama bu onların başarısı değil, bizlerin başarısızlığıydı. Cunta o bağlantıyı kesmeye çalıştı ve biz o bağlantıyı kuramadık. Bu kitabı yazmamı isteyen kadim bir arkadaşım var, Necdet Saraç. Her sohbetimizde konu buralara gelirdi. “Oğlum” derdi, “yazsana”. Necdet’in teşvikiyle başladım. O ara yeğenim doğmuştu, “bir şey yazayım ki çocuk dayısını tanısın” dedim. Sonra benim kızım oldu, “kızım da amcasını tanısın”. Kızım daha ilkokuldayken Cumartesi Anneleri’nin eylemine gitti. “Hadi kızım gidelim” demedim ben, o istedi. İnternet var, görüyor. Üç hafta üst üste gittik, sonra “baba, ben bir daha gelmek istemiyorum” dedi. “Neden” dedim? “Çok hüzün var orada” dedi. Çok sarsıcı bir laftı. Bazen geliyor şimdi. Arada birkaç kuşak kaçırdık bence. Bu kitapla tarihe bir not düşeyim istedim.
Abinizle başladık, onunla bitirelim.
Abim Saraçhane Geçidi’nde gözaltına alındı ya, orada bir anma yaptık. O anmada “Hayri keşke yaşasaydı, Gezi isyanını ve Rojava devrimini görseydi” dedim. Abimin arkadaşlarının bir kısmı “Rojava devrimi devrim değil ki” dedi. “Olsun” dedim, “bu teorik tartışmalar ayrı bir şey. Eminim Kürt halkının çektiği çileye karşı tavır alırdı, mücadele ederdi.”
Kitabın finalinde “Devrim kayıp, Hayri kayıp” diyorsunuz…
Mülksüzler’deki laftan etkilendim herhalde: “Devrimi yapamazsınız, devrim olabilirsiniz ancak”. Hayri’nin –kuşağının birçok özelliğiyle– devrim olduğunu düşündüm. Abim kayıp, ama devrim de kayıp. Arkasından gelen cümle de tasarlanmış değildi, öyle çıktı. “Hem devrimi hem Hayri’yi arıyoruz aslında.” Devrimden umudumuzu kesmedik. Arayışımız sürüyor.
Express, Sayı 169