EMİN ALPER’LE 2021’İN FENOMEN DİZİLERİ, SİNEMANIN TEMALARI

Söyleşi: Kerem Eksen, Ayşegül Oğuz
1 Ocak 2022
Squid Game
SATIRBAŞLARI

Güney Kore dizisi Squid Game 2021’de fenomen oldu. Netflix’te yayına başladığı ilk birkaç haftada dünya çapında 11 milyon kişinin izlediği bu diziye gösterilen ilgiyi nasıl yorumladığını merak ediyoruz, ama önce, sosyal medyada dolaşıma giren Ankara’dan bir sokak röportajına bakalım: Diş teknisyeni bir genç mesleğini yapamadığını, şantiyelerde çalışmak zorunda olduğunu anlattıktan sonra, “Squid Game gerçek olsun, buradaki herkes katılacaktır o oyuna. Benim canımın değeri yok artık” diyor… Bu sarsıcı sözler neler düşündürüyor? 

Emin Alper (Fotoğraf: Muhsin Akgün)

Emin Alper: Doktorada üniversite gençliği üzerine çalışmış bir akademisyen, sinemacı ve Squid Game izleyicisi olarak benim için bu gencin sözleri çok düşündürücü. Her şeyden önce, global bir fenomen haline gelen diplomanın değersizleşmesi meselesi çıkıyor karşımıza. Diplomanın değersizleşmesine yönelik tepkinin öğrenci hareketlerinde tetikleyici rol oynadığı yönünde değerlendirmelere sık rastlanır. Tezime çalışırken konunun derinine indiğimde bunun aslında yanlış bir tespit olduğunu fark etmiştim. Tam tersine, ‘68 döneminde öğrenci hareketlerini yaratan dinamiğin arkasında o yıllarda diplomanın ve üniversiteli kimliğinin değerli olması yatıyordu. Özellikle Türkiye bağlamında, öğrenci kendisini yaşadığı toplumun aydın adayı, modernleştiricisi, geleceğin hâkimi, savcısı, mühendisi olarak görüyor ve bu nedenle siyasette söz söyleme hakkı olduğuna inanıyordu. Bunu hareketin içindekiler de defalarca söylemiştir zaten. Ne zaman ki diploma değersizleşmeye başlıyor, o zaman üniversite mezunu genç de kendini ülkenin geleceğinden sorumlu bir aydından ziyade iş piyasasında pozisyon kovalayan sıradan bir işçi konumunda görmeye başlıyor. Böylelikle öğrencinin sosyal ve politik özgüveni dumura uğruyor ve beklenenin aksine apolitikleşme başlıyor. Artık onun için öncelik ekmeğini kazanmak, bunun için de beşeri sermayesini artırmanın peşinde koşuyor. 1990’larda bizim Boğaziçi’ndeki öğrencilik dönemimizden de çok iyi hatırlıyorum bunu. O döneme kadar birçok öğrencinin ana motivasyonu siyasallaşmakken, artık amaç işletme ya da ekonomi kulübüne girmek, kariyer günleri düzenlemek, böylece üniversite sonrası iş piyasasına yatırım yapmak olmaya başlamıştı. Üniversiteye girdiğimiz sıralarda hep “şirketler Boğaziçilileri daha ikinci, üçüncü sınıftayken kapıyormuş” denirdi. Tabii bu her zaman bir efsaneydi. Fakat şu kesin: ‘80’ler boyunca bir Boğaziçilinin iş bulamaması gibi bir durum söz konusu değildi. Mezun olduğum ‘90’ların sonundan itibaren birçok arkadaşım iş bulma konusunda çok zorlandı, düşük maaşlara razı oldular. Bu durum son yirmi yılda üniversite sayısının artmasıyla iyice yaygınlaştı. Artık kendinizi üniversitedeyken ek niteliklerle donatamıyorsanız iş bulmanız neredeyse imkânsız. Videodaki gence dönersek, kendi deneyimiyle Squid Game arasında kurduğu ilişki derin bir mutsuzluk ifadesi. Belli ki birçok insan Squid Game’de hayatının bir yansımasını buluyor. Dizinin toplumsal bir fenomen olmasında bunun da etkisi var muhakkak. Parazit filmini de hatırlayacak olursak, son zamanlarda yoksulluk konusunun ana akımda öncelikli bir gündem olmaya başladığını söyleyebiliriz. 

Birçok insan Squid Game’de hayatının bir yansımasını buluyor. Dizinin toplumsal bir fenomen olmasında bunun da etkisi var muhakkak. Benim için dizideki önemli bir dönüm noktası oyuncuların birbirlerini öldürmeye başlamalarıyla gerçekleşti. Olay “böyle yaşamaktansa ölmeye hazırım”dan, “böyle yaşamaktansa ölmeye ve öldürmeye varım”a dönüştü.

Squid Game’i bir dizi olarak nasıl buldun? 

Dizinin zekice yazıldığı hemen belli olsa da, kendimi hayal kırıklığına uğramaya hazırladım. Bunun da The Hunger Games (Açlık Oyunları) tarzı, insanların zorla bir yere toplanıp oyun oynatıldıkları bir oyun dizisi olduğunu düşündüm. Ancak, ikinci bölümde çok akıllıca bir hamleyle oyunlara katılım gönüllülük ilkesine bağlandı, bence seyirciyi büyük ölçüde bu hamleyle kazandı dizi, birdenbire çok keskin bir sosyal eleştiri boyutu ortaya çıkınca dizi ânında türünün diğer örneklerinden ayrıldı. Benim için dizideki ikinci önemli dönüm noktası da oyuncuların birbirlerini öldürmeye başlamalarıyla gerçekleşti. Olay “böyle yaşamaktansa ölmeye hazırım”dan “böyle yaşamaktansa ölmeye ve öldürmeye varım”a dönüştü, dolayısıyla da içerik sertleşip vahşileşti. 

Squid Game yarışmacılarının hikâyelerini ortaklaştıran, hayatlarını derinden sarsan hadise borçlu olmaları…  

Evet, yeni yoksulluğun temelinde borçlanma var artık. Neoliberalizmle birlikte ekonomiyi canlandırmanın yolu borçlandırmadan geçer oldu. Keynesçi modelden en temel farkı da bu zaten. Keynesçi modelde devlet ekonomik krizle karşılaştığında yatırım yaparak ekonominin çarklarını harekete geçiriyordu, tabiri caizse devlet geleceğe borçlanıyordu. Çarklar harekete geçince devlet borcunu ödüyordu. Az gelişmiş ülkelerin pek çoğunda olduğu gibi, ödeyemeyince de ekonomik kriz yaşanıyordu. Her ne kadar neoliberalizmde devletin piyasaya müdahalesinin sonlandırıldığı iddia edilse de fiiliyatta durumun böyle olmadığını, piyasaya sürekli müdahale edildiğini biliyoruz. Devlet ve özellikle Merkez Bankaları kriz ya da durgunluk zamanlarında sürekli ekonomik teşvik mekanizmaları yaratıyor, örneğin ucuza kredi dağıtıyor ya da faizleri düşürüyor. İnsanlar ceplerinde olmayan paraları harcayarak ekonomiyi harekete geçiriyor. Orta sınıf ve üstünün borçlanması da, borcunu ödemesi de nispeten daha kolay, fakat kendini orta sınıf sanan, böyle bir hayale kapılan insanların durumu çok daha zor, onlar borçların vadesi geldiğinde varını yoğunu, evlerini bile kaybedebiliyor. 2008 mortgage krizinde tam da bu oldu. Neoliberalizm döneminin krizleri, Keynesyen dönemden farklı olarak hane halkının ya da şirketlerin borç ödeyememe krizleri. Bir başka deyişle ucuz kredilerle şişirilen balonların patlamasıyla oluşan krizler. Borçlandırma mantığının en tipik örneğini 2020’de Berat Albayrak’ın dağıttığı kredilerle gördük. Bütün dünya pandemiyle mücadeleyi doğrudan gelir desteği vererek sürdürmeye çalışırken bizdeki cin fikirliler ucuza kredi dağıttı. 

Emlak krizi deyince akla geçen yılın çok konuşulan Oscar ödüllü filmi Nomadland de geliyor. Yoksullaşma, orta sınıfın fakirleşmesi üzerine ana akım film ve dizilerin peş peşe çıkması bir tesadüf değil herhalde… 

Günümüzde yoksulluk anlatısının popüler sinemaya bu denli sirayet etmesinin iki boyutu var bence: Birincisi, neoliberalizm giderek daha fazla eleştiriliyor. Artık Dünya Bankası da, yirmi-otuz sene önce nispeten ana akımda saydığımız Stiglitz, Krugman gibi ekonomistler de mevcut sistemi sert şekilde eleştiriyor. Thomas Piketty’nin Kapital kitabı bestseller oldu. Gelir eşitsizliği dünyada hem düşünce alanında hem de siyaset sahnesinde ciddi şekilde eleştiriliyor. Joe Biden bile şu sıralar şaşırtıcı işler yapıyor, örneğin çok kapsamlı bir altyapı paketini meclisten geçirmeye çalışıyor. Pakette yoksullara yönelik ciddi gelir aktarımı ödemeleri var. Ayrıca, gerçekleştirebilecek mi bilmiyoruz ama, zenginlerden alınan vergileri artırmayı gündeme getirdi. Demokrat Parti’nin sol kanadı senatoda hiç olmadığı kadar güçlü. Yabancı yayınlarda ara sıra “neoliberalizm bitiyor, Obama son neoliberal Demokrattı” mealinde yazılara bile rastlıyorum. Tabii 2007’den beri radikal bir şekilde artan gelir eşitsizliğine yönelik tepkiye başka türlü bir endişe de eklendi: Böyle devam ederse Trump gibiler, faşistler, otoriter popülistler yoksul kitleleri manipüle edecek ve sürekli iktidara gelecek; bunun önüne geçmemiz lâzım. Geçen sene Venedik’te yarışan Michel Franco’nun distopik filmi New Order da böyle bir uyarı içeriyor. Yani Hollywood, her zaman olduğu gibi, Amerikan liberallerine hâkim genel havayı koklayıp onu yansıtmayı iyi başarıyor. 

Son yıllarda furya haline gelen distopya anlatıları sık sık faşizmin kodlarını kullanıyor. The Handmaid’s Tale’de özellikle bunu gördük, Squid Game’e de bu tema sirayet ediyor. Bu da dünyada artan otoriterleşmeyle açıklanabilir mi? 

1989’da Doğu Bloku yıkıldıktan sonra bütün dünyada liberal iyimserlik havası esmişti. Ancak, liberal demokrasinin yükselişinin önüne geçilemeyeceğine dair bu inanış kısa zamanda sarsılmaya başladı. 2000’lerden itibaren yeni otoriterleşme dalgaları hız kazanınca insanlar eskiye dönüp bakma ihtiyacı hissetti: Faşizm hangi koşullarda gelmişti? Weimar demokrasisinin hangi zayıflıkları faşizmin yükselişinde rol oynamıştı? Bunun gibi pek çok soru insanlarda merak uyandırdı. Bu bağlamda dikkatlerden kaçan bir diziden bahsetmek isterim: Philip Roth’un romanından uyarlanan The Plot Against America. Tam da Trump döneminde çıktı. Dizi Roosevelt’in 1941 seçimlerini kaybettiği ve Nazi taraftarı Charles Lindbergh’in başa geçtiği kurgusal bir faşizm dostu Amerika’yı anlatıyor. Bence dizinin altını çizdiği en önemli nokta şu: Bunlar olabilirdi! Dizi bu tehdidi, bu ihtimali hatırlatıyor: Kendinizi bu kadar güvende hissetmeyin, hâlâ da olabilir böyle şeyler. Her dönemin distopyalarının vazgeçilmez temaları var; ‘60’ların, ‘70’lerin distopyası nükleer saldırı sonrası talan olmuş bir dünyaydı. Şimdiyse insanlığa yönelik en yakın tehditlerin başında faşizm ve otoriterleşme geliyor. 

Succession zenginliğin ve bundan kaynaklı müstehcenliğin ifşası. Yönetim kurulu başkanı Logan insanların ezildiğinin farkına vardıkça onları daha da ağır biçimde aşağılıyor. Bu sahneleri izlerken ister istemez insanın gözünün önüne Erdoğan’ın kabine toplantısının nasıl olabileceği geliyor. Bu anlamda Succession’ı bir diktatörlük metaforu gibi okuyabiliriz.

Squid Game’le aynı esnada Kral Lear esinli dizi Succession da bir hayli gündemde. Bir medya tiranlığını konu alan dizide ilerleyen yaşına rağmen iktidarını kaybetmek istemeyen Logan Roy ve ailesi etrafında gelişen olayları, ölçüsüz bir zenginliği izliyoruz. Bu diziyi nasıl buluyorsun?

Henüz bitirmedim, ama çok iyi gidiyor. Succession zenginliğin ve bundan kaynaklı müstehcenliğin ifşası bir anlamda. Son derece siyasi bir dizi. Waystar Royco aslında bir krallık, Logan Roy bir diktatör ve izlediklerimizse krallık içi Shakespearyen güç savaşları. İkinci sezonda çok etkileyici bulduğum bir bölüm geliyor aklıma: Yönetim kurulu başkanı konumundaki baba Logan Roy’un kafasına koyduğu bir karar var, şirketi de o karara sürüklemek istiyor. Çocukları ve kurmayları bunu kesinlikle onaylamıyor, fakat ağızlarını da açamıyorlar. Logan etrafında öyle bir terör estiriyor ki, herkes korkuyla titreyerek birbirini ispiyonlamaya başlıyor. Logan insanların ezildiğinin farkına vardıkça onları daha da ağır biçimde aşağılıyor. Bu sahneleri izlerken ister istemez insanın gözünün önüne Erdoğan’ın kabine toplantısının nasıl olabileceği geliyor. Mesela büyükelçilik krizini çözmeye çalışan Mevlüt Çavuşoğlu’nu ya da diğer bakanları o sahnede hayal etmek mümkün. Bu anlamda Succession’ı bir diktatörlük metaforu gibi okuyabiliriz.  

Diziler günümüzün hâkim anlatım mecrasına dönüştü, hatta son yıllarda sinema filmlerini bile gölgede bıraktılar. Geçtiğimiz yıl Alef isimli dizinin ilk sezonunu da çekmiş bir sinemacı olarak bu durumu nasıl yorumluyorsun? Dizilerin filmlere göre ne gibi avantajları var? 

Gerçekten de son yıllarda dizi inanılmaz biçimde yükselen bir mecra. 19. yüzyıl roman çağıydı, 20. yüzyıl sinema çağı oldu ve şimdilik 21. yüzyıl da dizi çağı olacak gibi gözüküyor. Dizinin önemli bir avantajı, çok sayıda karakteri ayrıntılı şekilde anlatabilme, karakterleri birbirleriyle ilişkiye sokarak onların zenginliklerini keşfedebilme imkânı barındırması. Karakterler en iyi başka karakterlerle ilişki halindeyken kendilerini ortaya koyuyor, diziler bize bunu hatırlattı. Bağımsız sinemanın son dönemlerde biraz gözardı etmeye başladığı bir nokta bu: Tek karakteri merkeze alan basit olay örgüsüne sahip hikâyeler bizi mecburen karakterin durağan haliyle baş başa bırakıyor. Dizilerdeyse karakterlerin birbirleriyle iletişimi yoğun bir dinamiğe yol açıyor, bu dinamik seyirci için çok heyecan verici bir olaylar silsilesine vesile olabiliyor. Bu nedenle de dizi klasik hikâye anlatımının yeniden canlandığı bir mecra oldu. Ayrıca beni düşündüren bir nokta daha var: Dizilerle birlikte seyir deneyimi evlere hapsolmaya başladı. Bu durum alıştığımız formatları zorluyor. Örneğin 90 dakikalık uzunluk sinema salonlarındaki izleme deneyiminde gelişmiş bir format. Evdeyse 90 dakika artık dikkati dağınık izleyiciye uzun geliyor. İnsanlar uzun günlere yayılan bir merakı 50 dakikalık epizotlar halinde gidermeyi tercih ediyor artık. Bu durum uzun vadede sinemaya ve onun yaygın formatına büyük darbe indirecek gibi geliyor bana.

Sinemaya geçersek: 58. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin jüri başkanıydın. Nasıl bir deneyimdi? 

Pek çok güzel film izledim, jüri üyeleriyle son derece derinlikli tartışmalarımız oldu. Bu açıdan iyi bir deneyimdi, ama jüri başkanı ya da üyesi olmak pek de hoş bir şey değil. Sanat eserlerini belli kriterlerle sınamak ve bir başarı sıralamasına koymak temelde saçma; insan yaptığı işe yabancılaşıyor. Öte yandan, sektörde bu tür yarışmalara ihtiyaç var. Çok sayıda film yapılıyor, seyirci bir eleme bekliyor. Bu eleme nasıl yapılacak? Ya her şey piyasanın kendi mekanizmalarıyla belirlenecek, yani bir şekilde seyirciyi kazanan filmler ayakta kalacak ya da elemeyi eleştirmenler, akademisyenler ve festivaller yapacak. Birbirine paralel giden bu iki mekanizma dışında halihazırda sanat dünyasında bir seçenek yok maalesef.

Kral Lear‘ı andıran Succession bir medya imparatorluğunun yeni dijital koşullara ve yeni nesle ayak uydurma çabasını anlatıyor

Ödül töreninde yaptığın konuşma çok dikkat çekti: “Her gün susturulmaya çalışıldığı, köreltildiği bir baskı atmosferinde sinemacılarımız vicdani muhasebenin, insanlığın vicdani muhasebesinin hiçbir zaman bitmeyeceğini ve susturulamayacağını usul usul göstermeye başladılar. Umarız bu kıpırdanış, bugün suskunluğa zorlanmış, sesi kısılmış vicdanlarımızın bir gün gürleyerek geri döneceğinin habercisi olur…”  

Yarışma filmleriyle ilgili kararı verdikten sonra aramızda konuşurken izlediğimiz işlerde vicdan ve sorumluluk temalarının sıkça gündeme gelmiş olduğunu gördük. Bu tespiti ifade etmiş oldum. Son yıllarda yaşadığımız sıkıntıları bir kez de sahnede dile getirmek, yaşadığımız yalnızlığı vurgulamak, vicdanen bu kadar rahatsızken kendimizi bu denli çaresiz ve yalnız hissediyor oluşumuzu anlatmak istedim. 

Kültür bakanının olduğu bir ortamda konuşmak neler düşündürdü?

Bağımsız sinemacılar olarak bakanlık fonlarına büyük ölçüde bağımlı olduğumuz bir gerçek. Bir önceki filmim Kız Kardeşler’i bakanlık fonu almadan çektim ve çok zorlandım. Öte yandan, konuşmamla ilgili bakanın orada olmasından kaynaklı bir tedirginlik ya da tereddüt yaşamadım. Bir gün önceki Osman Kavala duruşmasında (8 Ekim 2021) tutukluluğun devamı yönünde karar çıkmış olması, hem Kavala’ya hem de hocam Ayşe Buğra’ya yönelik bu işkenceci tutumun sürmesi beni çok öfkelendirmişti. Konuşmayı yapmamda bunun da etkisi olduğunu söyleyebilirim.

Emin Alper’in geçtiğimiz yıl çektiği mistik polisiye dizisi Alef BluTV’de gösteriliyor 

Türkiye sinemasının gidişatıyla ilgili nasıl bir izlenim edindin festivalde? 

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Türkiye sinemasında son on yılda artan bir çeşitlenme söz konusu. Bir ara herkesin Nuri Bilge Ceylan’ı ya da Zeki Demirkubuz’u taklit edeceğine dair bir endişe hâkimdi. “Taşra sineması” etrafındaki tartışmalarda bunu görmek mümkündü. Bence Türkiye’de bir taşra sineması varsa da, bunun son derece farklı örneklerle sürdüğünü unutmamalıyız. Senem Tüzen’in Ana Yurdu filmiyle Ali Özer’in Bozkır’ı veya Tepenin Ardı’yla Reha Erdem’in Beş Vakit’i arasında dağlar kadar fark var. Taşra hep erkeklikle özdeşleştirilirken, Ana Yurdu taşrada kadın olmanın ne demek olduğunu düşündüren benzersiz bir film. Bunun dışında son yıllarda doğalcı olmayan, anlatım tarzıyla modernist diyebileceğimiz filmlerin ve denemelerin de sayısı artıyor. Sadece hikâyelerle de ilgili değil bu durum; türler, yaklaşımlar, biçimler farklılaşıyor. Mesela İran ve Romen sineması bu anlamda daha az çeşitli bana sorarsanız. En azından bu iki ülkenin sineması deyince zihinlerde uyanan bir üslûp ve tarz var. Yakın zamana kadar İran sinemasında çok belirgin bir anlatım dili gözlemleniyordu, Asghar Farhadi bunu değiştirdi, ama şimdi de Farhadi ekolü hâkim olmaya başladı. Üstelik İran sınırlarını da aşan bir etki bu. Yeri gelmişken, Türkiye’de vicdan, suçluluk hissi gibi temaların bu kadar öne çıkmasında da Farhadi’nin etkili olduğunu düşünüyorum. Bu temaların öne çıkması sadece Türkiye’nin gerçekliğiyle ilgili değil. Okul Tıraşı’nda ve İki Şafak Arasında’da bu etki görülüyor bence. 

Bu etkilenmeleri nasıl yorumluyorsun? 

1990-2010 arasında dünyada minimal sinema zirveye oturdu. Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’da ilk defa ödül aldığı yıllarda Abbas Kiyarostami de rüzgârı arkasına almıştı örneğin. Sonuçta bir tarz başarılı olduğunda insanları heyecanlandırıp etkiliyor. 2010’dan sonra dünya festivallerinde minimal sinema eski gücünü ve görünürlüğünü kaybetmeye başladı. Yeni arayışlar ortaya çıkarken üçüncü dünyada kısmen Farhadi ya da kimi Romen sinemacılar bir tür model işlevi görmeye başladı. Bu arada Romen sinemasında da vicdani hesaplaşmalar, yozlaşma ya da ahlâki ikilemler sevilen konular arasındaydı. Ya da vicdani “hesaplaşamamalar”… Calin Peter Netzer’in Çocuk Pozu filminde olduğu gibi. Batı Avrupa dışında sanırım bu temaları bir süre daha izleyeceğiz. Fikret Reyhan’ın çok sevdiğim Çatlak’ını da bu etkileri barındıran yakın tarihli başarılı bir film olarak not edeyim.

Her dönemin distopyalarının vazgeçilmez temaları var; 60’ların, 70’lerin distopyası nükleer saldırı sonrası talan olmuş bir dünyaydı. Şimdiyse insanlığa yönelik en yakın tehditlerin başında faşizm ve otoriterleşme geliyor.

Bir süredir Kadıköy Belediyesi tarafından kurulan ve geçtiğimiz haftalarda hizmete açılan Sinematek’in sanat yönetmenliğini üstleniyorsun. Yıllardan sonra Türkiye’de böyle bir girişimin hayata geçmesi heyecan verici. Nasıl bir anlamı var senin için Sinematek’in? 

Sinematek bizim kuşağımızın hayaliydi. Pek çok klasik filmi kitaplardan bilip kendisini izleme imkânı bulamayan 1980’li, ‘90’lı yılların gençleri için büyük bir özlemdi. Yıllar sonra Jak Şalom Kadıköy Belediyesi’yle bu hayali gerçekleştirdi. Tabii bugün filmlere ulaşmak çok daha kolay. Ama şimdi de “içerik” zenginliğinden boğuluyoruz. Böyle bir zamanda belli bir perspektiften bakarak film programları oluşturmak, bunları söyleşi ve panellerle entelektüel olarak zenginleştiren bir etkinlik çerçevesi geliştirmek çok heyecan verici. Alman Dışavurumculuğu ve Etkileri programımız için bir söyleşi ve panel düzenledik. Gençlerin yoğun olarak katıldığı dolu dolu sinemada sanat tarihi konuştuğumuz saatler geçirdik. Gelecek haftalarda Metin Erksan panelleriyle devam edeceğiz. Hedefimiz sinema tarihinin kurucu akımlarına, büyük ustaların retrospektiflerine yer verip bol bol sinema konuşmak. 

İlk konuklarınızdan biri Afgan yönetmen Sahra Karimi oldu; Afganistan’da Kadın ve Direniş başlıklı söyleşiye dair izlenimlerin neler? 

Suç ve Ceza Film Festivali’nin konuğu olarak İstanbul’a gelen Sahra Karimi’yi Sinematek’te ağırladık. Ailesiyle birlikte Taliban’dan kıl payı kaçmış ve ülkesinde son yirmi yılda kendi elleriyle inşa ettikleri kazanımların nasıl bir anda yerle yeksan olduğuna tanık olmuş bir kadın sinemacının deneyimleri çok sarsıcıydı. Karimi’nin deneyimlerini dinlerken seyircilerin de gözleri doldu. Tabii en kahredici olan da dünya kamuoyunun bu trajedi yaşanırken sergilediği kayıtsızlıktı. 

Biraz da Boğaziçi’ni konuşalım. Seni sinemaya yönlendiren ortam Boğaziçi Üniversitesi miydi? 

Boğaziçi’nde özgürlükçü ve yoğun bir kampüs hayatı var. Ayrıca, çok ciddi bir kulüp geleneği söz konusu. Güzel sanatlar, fotoğraf, edebiyat, tiyatro kulübü, her birinin kendine has köklü gelenekleri var. Bizim dönemimizde de bütün bu kulüplerin Güney Kampüs’teki biraradalığı entelektüel açıdan çok verimliydi. Birçoğumuz derslere girmezdik ve bütün hayatımızı kulüp etkinlikleriyle geçirirdik. Boğaziçi’nin kulüp hayatı alternatif bir okul ortamıdır ve biz oradan yetiştik. Bu manzaraya bir de tam mezun olduğum sıralarda açılan Mithat Alam Film Merkezi eklendi. Böyle bir kurumu her üniversite içinde barındırmaz, Boğaziçi barındırdı. Doğrudan derslerle ilgili olmayan, akademik olarak hiçbir statüsü olmayan bu kurumu Boğaziçi rektörleri üniversitede çok merkezi bir konuma yerleştirip desteklediler. Maalesef şu an çok zor durumda. Finansal destekler bir önceki rektör tarafından kesilmeye başlanmıştı. 

Hegemonya öyle bir şey ki, bir noktaya kadar ne olsa hegemonyaya yarar, hegemonya çatırdamaya ve çökmeye başladıktan sonra da ne yapsan kâr etmez. 2021 itibarıyla Erdoğan’ın karizması öyle bir yara aldı ki, artık ne yapsa imajını düzeltemez hale geldi. Hegemonya geri dönülemez biçimde çatırdıyor.

Yıllar içinde geliştirilen bu kolektif bilinç bağlamında Boğaziçi direnişi senin için ne ifade ediyor? 

Okulumla ilk kez bu kadar gurur duyuyorum. Boğaziçi direnişi gerçekten gurur verici, yüzakı bir isyan. Memlekette fiili bir olağanüstü hal sürüyorken, akıl almaz bir kararnameyle bütün üniversitelerin rektörlerinin tayini tek adamın iki dudağının arasından çıkacak lafa bağlanmışken, rektörlerimiz lise müdürlerinden bile daha az özerkken buna tek direnen Boğaziçi Üniversitesi oldu. Bu direniş başka üniversitelerdeki direnişleri tetikleyemediği için Boğaziçililer yalnız kalmış durumda. Buna rağmen öğrenciler de, akademisyenler de onurlu bir şekilde direnişi sürdürüyor. Bu birliktelik çok etkileyici. Bizim zamanımızda da tepkiler olurdu, fakat hiçbir zaman öğrencilerle hocalar yan yana gelemezdi. Açıkçası, böyle faşizan bir dönemden geçilirken Boğaziçili öğrenci ve hocaların tek başlarına zafer kazanmaları çok zor. Ama tarihe çok önemli bir not düşüyorlar. 

Akademik yıl başlarken üniversite öğrencilerinden #Barınamıyoruz sesleri yükseldi, gençler parklarda uyudu, ses getiren eylemler yaptılar. Boğaziçi direnişinden Barınamıyoruz’a, bu kıpırdanmalar bir gençlik hareketinin fitilini ateşleyecek gibi duruyor mu? 

İTÜ’de ders verdiğim süre boyunca, öğrencilerle konuştuğumda inanılmaz mutsuz ve muhalif bir kitleyle karşılaşıyordum. Bazen derslerde öğrencilerin kontrolüm dışında açtıkları konulara şaşırıyordum. “Aranızda hiç AKP’li öğrenci yok mu?” diye sorduğum bile olmuştur. Öfke ve tepki var, son derece uyanık bir gençlik söz konusu, asla da apolitik değiller, o devir Gezi öncesinde bitmişti. Gezi’den neredeyse bir yıl önce bir arkadaşımla tartışırken “Türkiye’de gençler apolitik cümlesini artık kurmayalım” demiştim. Apolitik gençlik ‘90’ların fenomeni. ‘80 darbesi sonrasının kuşağı korkutulmuş, sindirilmiş, sadece rejim tarafından değil, “bak politikaya bulaşırsan sana hakkımı helal etmem” diyen anne ve babalar tarafından da sindirilmiş bir kuşaktı. 2000’lerin ortasından itibaren ise en umulmadık gençlerin bile, özellikle 2011 sonrası artan otoriterleşmeden etkilenerek, hükümet muhalifi olduğunu gördük. Sorun politiklik ya da muhaliflik değil, sorun örgütlenme. Gençlik çok örgütsüz ve örgütlenmeye yönelik bir yöntem bulabilmiş değil. 

2021’in senin için en umut veren ya da en umutsuzluğa sürükleyen resmi neydi?

Benim için umut verici olan şey hegemonyanın çatırdamaya başlaması. Tabii maliyeti her açıdan büyük bir çöküşün ardından oluyor bu.

Çatırdamanın belirtileri neler? 

Hegemonya öyle bir şey ki, bir noktaya kadar ne olsa hegemonyaya yarar, hegemonya çatırdamaya ve çökmeye başladıktan sonra da ne yapsan kâr etmez. 2021 itibarıyla Erdoğan’ın karizması öyle bir yara aldı ki, artık ne yapsa imajını düzeltemez hale geldi. Düşen popülaritesini artırmak için çaresizce giriştiği hamleler de büyük felaketlerle sonuçlanıyor. Albayrak’ın kredi kampanyası bunun en somut örneği. İnsanları ev sahibi yapması beklenen ucuz kredi politikası ev fiyatlarının patlamasıyla ve evsizlikle sonuçlandı. Büyükelçi gerilimi de milliyetçiliği coşturarak popülerliği artırmaya yönelik tipik taktiklerden biriydi, fakat kimse umursamadı. Isıtılan Suriye müdahalesi eğer gerçekleşirse onun da tutmayacağını düşünüyorum, tam aksine tepkiye yol açacaktır. Son günlerde uygulanan düşük faizle ekonomiyi uçurma çılgınlığı ise tam bir felaket. Hegemonya geri dönülemez biçimde çatırdıyor. Sedat Peker tarafından bile terk edildin, Saadet Partisi’ni bölmek için birlikte oynadığın Oğuzhan Asiltürk Covid’den öldü… Artık ne yapsan dikiş tutmuyor. Şimdi asgari ücrete zam yapma hazırlığındalar, fakat o zam da yeni enflasyon dalgasıyla anlamsızlaşacak. Tabii ki bütün bunlar olurken hepimize büyük hasar veriyorlar. 

2022’den ne bekliyorsun? 

Erken seçim ve iktidar değişimi umut ediyorum, şu an bunun dışında bir beklentim yok. 

1+1 Express, sayı 178, Kış 2021-22

^