LAURA POITRAS İLE HAYATIN TÜM ACILARI VE GÜZELLİKLERİ

Derleyen: Siren İdemen
18 Şubat 2024
SATIRBAŞLARI

Hem gazetecilik hem de sinema kariyeriniz var. Hangisi önce başladı?

Laura Poitras: İkisi de değil. Gençliğimde ilk önce mutfakta çalıştım. On yıl boyunca şeflik yaptım. Sinema sonradan, Maya Deren, Ernie Gehr ve tabii Andy Warhol’un deneysel filmleriyle, lirik ve soyut avangardların keşfiyle girdi hayatıma. Sinemanın yanısıra, sosyoloji okuyordum. Belgeselle bu iki disiplin bir araya gelmiş oldu.

Nan Goldin’in işleriyle ne zaman tanıştınız?

Onun işleriyle uzun bir süre önce, sanat okulunda okurken karşılaştım. 80’lerin sonunda San Fransisco’da yaşıyordum, Boston’lu bir oda arkadaşım vardı, o da fotoğrafçıydı. İlk baskısı 1986’da yapılan The Ballad of Sexual Dependency kitabının bir nüshası vardı onda. Son derece radikal, çığır açıcı işler. Bir kadın sanatçının gayet sinematik, mahrem, cinsellikle yüklü işleri. Her ne kadar Nan’den çok başka türlü yöntemlere başvursam da, ben de kamerayı dünyayla ilişkimi ifade etmek için kullanıyorum.

Laura Poitras

Nan Goldin’in Sackler ailesine karşı giriştiği mücadele neden ilginizi çekti?

Daha önce, Irak’taki ABD ordusu hakkında (My Country, My Country, 2006) ve Edward Snowden, küresel gözetim ve NSA (Ulusal Güvenlik Dairesi) tarafından yürütülen yasadışı dinlemeler hakkında (Citizenfour, 2014) iki belgesel çekmiştim. İlk bakışta, tamamen mahrem konuları işleyen bir sanatçı olan Nan Goldin’in dünyası benim işlerime çok uzak görünüyor. Ama, altta yatan tema gücün kötüye kullanılması ve iktidara direniş…

Sackler’lara gelirsek, bunlar Purdue Pharma adında büyük bir farmasötik şirketinin sahibi, ilaç üreten insanlar. 1990’ların sonunda güçlü bir ağrı kesici olan OxyContin’i ürettiler ve bağımlılık yapmadığını ileri sürerek bu ilacı pazarladılar. Hatta ilacın bağımlılık yapan ilaçlar sınıflamasına alınmasını engellemek için hükümet nezdinde lobi faaliyetleri yürüttüler ve hekimlerin hastalarına bunu mümkün olduğunca çok reçete etmesi için sofistike bir pazarlama ve ödüllendirme sistemi geliştirdiler. Tüm bunlar, aralarındaki yazışmaların ortaya koyduğu gibi, OxyContin’in ciddi bağımlılık yaptığını ve insanların bu yüzden öldüğünü gayet iyi bilmelerine rağmen gerçekleşti. Önce Appalachia’da, yoksul, kırsal eyaletlerde, sonra tüm Birleşik Devletler’de, OxyContin ülkeyi bugün de devam eden bir krize sürükledi. Yüz binlerce insan bir “aşırı doz salgını”yla hayatını kaybetti. Bu kadar aleni bir sinizm sık rastlanır bir şey değildir. 

Filmi yapmaya nasıl karar verdiniz?

Her şey Nan Goldin’in aktivizmiyle başladı. Nan New York’taki Metropolitan Sanat Müzesi’nde olduğu gibi ilk eylemlerini filme alıyordu. Müzelerdeki bu eylemlerin amacı Sackler ailesinin opioid (afyon) krizindeki rolünü teşhir etmek ve kınamaktı. Eylemlerinden, müzeleri karşısına almasından, sanat dünyasındaki gücünü bu amaç için kullanmasından çok etkilendim. Bunun üzerine, olayları önce dışarıdan takip ettim. Nan Goldin’le daha önce tanışmıştık, ama bir yakınlığımız yoktu. Eylemler başladıktan bir buçuk yıl kadar sonra, sanat dünyasındaki bir başka “toksik” hayırseverlik vakasını görüşmek üzere randevulaşmıştık. O buluşmada Nan Goldin’e eylemleri ve mücadelesi için teşekkür ettim. O da bana her şeyi belgelediğini söyledi. Bu çok müthiş bir şeydi. Tarihin belgelenmesinin, böyle anların kaydedilmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Nan’in eylemleriyle kültür dünyasında gerçek bir paradigma değişimine yol açtığı kanısındaydım. Bana projesine katkıda bulunacak yapımcılar aradığını söyledi. Bunu kafamın bir kenarına yazdım. Bir süre sonra, ona yönetmene ihtiyacı olup olmadığını sordum, o da evet dedi. Böylece tekrar buluşmaya karar verdik.

Protesto gösterileri başladıktan sonra ilk aylarda durum belirsizdi. Müzeler hiçbir şey olmuyormuş gibi davranmaya çalışıyorlardı, hiçbiri bir tepki vermedi. Küçük bir hareketlenme için bir buçuk yılın geçmesi gerekti.

İkinci buluşma nasıl geçti?

Randevuya geç kaldım, evine vardığımda korkunç fırtına yüzünden sırılsıklam haldeydim. Üzerimi değiştirmem gerektiğini söyledim. Kendimi Nan’in banyosunda, onun tişörtlerinden birini giyerken buldum ve o sırada konuşmaya başladık. Bana 1989’da, AIDS salgınının en yoğun olduğu dönemde hazırladığı sergiden bahsetti (belgeselde arşiv görüntüleri gösteriliyor). Serginin başlığı beni ânında çarptı: Yokoluşumuza Karşı Tanıklıklar. Çok şiirsel, ama aynı zamanda bir meydan okuma ifadesi. Temelde şunu söylüyordu: “Yokoluşumuza tanık oluyoruz ve buna karşı çıkıyoruz.” İşte o zaman Nan Goldin’in eylemciliğinin ve AIDS salgını sırasında yaptıklarının filmde yer alması gerektiğini anladım.

Sonra gidip PAIN (Prescription Addiction Intervention Now / Reçeteli Bağımlılığa Son) üyeleriyle tanıştım. Bazıları önceki belgesellerimi seyretmişti, bana güvendiler. Projeye bu şekilde katıldım. Nan’le söyleşi yapmaya başladım. Brooklyn’deki evine gidiyordum, PAIN’in eylemlerinin hazırlandığı tüm toplantıların yapıldığı oturma odasında oturuyorduk ve hiç durmadan gelişigüzel konuşuyorduk. O konuşmaları görüntü almadan kaydettim. Hayatını, yakın çevresindeki herkesin AIDS’ten öldüğü ve insanlara yardım etmek için hiçbir kamusal sağlık hizmetinin olmadığı o dönemdeki öfkesini anlattı…

Filmde AIDS’ten hayatını kaybeden ressam, fotoğrafçı ve yazar David Wojnarowicz ve fotoğrafçı Peter Hujar’la ilgili çok etkileyici bir sekans var. Nan, toplum tarafından dışlanan insanları ön plana çıkarıyor, ilgi odağı haline getiriyordu. En önemli eserlerinden Sœurs, Saintes et Sibylles’e (2004) konu olan ablası Barbara’dan çok bahsetti. Anneleri annelik yapamadığı için ablası Nan’in anne figürüymüş… Barbara isyankâr bir genç kız, psikiyatri hastanelerine kapatılıyor ve intihar ediyor. Nan ablasıyla ilgili yaklaşık kırk saatlik film çekmiş, annesiyle babasını filme almış –filmin sonuna doğru çok dokunaklı, yürek burkan bir sekans var. Ayrıca Barbara’nın yatırıldığı hastaneleden elde ettiği birçok belgeyi de kullanıyor. Filme adını veren “Tüm güzellik ve dökülen kan” ifadesi ona ait.

Daha ilk söyleşiden itibaren ortaya çıkacak belgesele bakışım şekillendi, duygusal bir katman eklendi, çünkü Nan fotoğraflarında da hemen hissettiğiniz türden bir dürüstlük, doğrudanlık ve duygularını açarak konuşuyor.

Laura Poitras imzalı Hayatın Tüm Acıları ve Güzellikleri‘nin 42. İstanbul Film Festivali’ndeki gösterimleri sırasında sinema salonları dolup taştı. Bu çarpıcı belgeselin gösterimi Mubi Türkiye’de devam ediyor

Hayatın Tüm Acıları ve Güzellikleri, kendisi de OxyContin bağımlılığından muzdarip olmuş Nan Goldin’in Sackler isminin müzelerden kaldırılması için verdiği mücadeleye eşlik ediyor. PAIN kolektifiyle tasarladıkları eylemler estetik olduğu kadar çarpıcı da…

Evet, Nan öyle bir sanatçı ki, yaptığı her şey çok güzel! Guggenheim’daki eylem örneğin, mekânı, o ünlü spirali sahte reçeteler yağdırmak için çok etkili kullanıyorlar. Daha eylem başladığı anda bütün ziyaretçileri yakalıyor. Filmde başka bir an daha var, ilk sekansta, bu kez Metropolitan Müzesi’nde “ölüm eylemi”ni görüyoruz. Nan ve arkadaşları yerde ölü gibi yatıyor.

Bu eylem Act Up’ı ve Nan Goldin’in 1980’lerdeki eylemlerini akla getiriyor…

Evet, Nan’in hayatındaki bu iki dönem arasındaki güçlü bağı çok çabuk fark ettim… Söyleşilerde genellikle “dökülen kan”dan çokça bahsediliyor, ama “tüm o güzellik” belki de gerektiği kadar vurgulanmıyor. Filmde bugünün gençlerine yakın gelebilecek birçok şey olduğunu düşünüyorum, film sanatçıları ve kendi kurallarıyla iş gören insanları yüceltiyor. Karanlık bir siyasal dönemden geçiyoruz, ama muazzam işler yapan insanlar da var. Nan onlardan biri.

Nan’de beni en çok şaşırtan dürüstlüğü, saf dürüstlüğü. Filmde ve yapım sürecinde çok cesur davranmaya niyetlenişi. İnsanlara yüklenen yaftaları hükümsüz kılıyor ve utancı ait olduğu yere yerleştiriyor. Bu durumda, utancı Sackler ailesine yüklüyor.

Birlikte çalışmanız nasıl gitti?

Filmi o başlattı; ben projeye katıldığımda, önceki filmlerimden farklı olarak bunun işbirliğine dayalı bir süreç olması benim için önemliydi. The Ballad of Sexual Dependency adlı projeksiyonundan bölümler ekledik. Filmin diğer bölümlerinde, hayatından kesitleri göstermek için onun bazı fotoğraflarını kullandık. Kesinlikle kadrajların değiştirilmesini istemiyordu, biz de böyle bir şeye kalkışmazdık zaten. Ve tabii ki Nan de bütün sürece dahil oldu. Müdahaleleri daha çok kimi temaların daha derinine inme arzusuyla ilgiliydi. Kızkardeşi Barbara’yla hikâyesini ve otel odasında kendisine şiddet uygulayan erkek arkadaşı Brian’la aralarında geçenleri daha da deşmek istedi. Gerçek bir ilişkileri olduğunun, aralarında sadece şiddet değil, sevgi ve şefkat de bulunduğunun hissedilmesi gerektiğine inanıyordu.

Bu hikâyede sizi etkileyen neydi?

Nan, Barbara’nın yaşadıkları nedeniyle, bu kişisel trajedi nedeniyle, toplumun kurallarını reddediyor, bu kurallara uymayan insanları silme ve inkâr etme gücüne karşı koyuyor. Toplumun insanlara dayattığı düşünme biçimine bir karşı-anlatıyla cevap veriyor. İlişkide olduğu insanların fotoğraflarını çekiyor, onlara güç veriyor. Tüm yaşadıklarından, sevdiği insanlardan iz bırakmayı seçiyor… Nan’den çok şey öğrendim.

Onda beni en çok şaşırtan dürüstlüğü, saf dürüstlüğü. Filmde ve yapım sürecinde çok cesur davranmaya niyetlenişi. Film hiçbir durumda müstehcenliğe kaysın istemiyordum. Bir defa, bu filmi çekmenin ardındaki mantık ne olacaktı? Hele böylesine acı dolu deneyimleri anlatan biri söz konusuysa, ortada bir amaç olması gerekirdi. Filmdeki söyleşiler halı altına süpürülenlerin, endişeye kapıldıklarında ve belli bir durumdan dolayı ayıplandıkları için yardım isteyemediklerinde kelimenin tam anlamıyla hayatı kayan insanların üzerindeki yaftaların giderilmesini sağlıyor. Bu yaftaları hükümsüz kılıyor ve utancı ait olduğu yere yerleştiriyor. Bu durumda, utancı Sackler ailesine yüklüyor. Bu film, bir açıdan, Amerikan kapitalizminin acımasızlığına açılan bir pencere.

Filminiz politik belgesel ile sanatçı portresi arasında bir yerde duruyor, ama aynı zamanda yadsınamaz bir sanatsal niteliğe de sahip. Sizin için hangi boyut daha önemli?

Bu güzel bir soru. Yönetmen olarak bugüne kadar sanatçılar hakkında hiç film çekmemiştim. Daha çok iktidarla karşı karşıya gelen, iktidara meydan okuyan insanlar hakkında filmler yapıyorum. Bu belgeseldeki en önemli şeyin bu olduğu anlamına gelmiyor, tam tersine, filmin kalbinin başka bir yerde yattığını düşünüyorum. Ama benim açımdan, Nan Goldin’in Sackler ailesine karşı verdiği mücadele, bu film için doğru yönetmen olduğumu düşünmemi sağlayan kilit unsurdu. En önemli unsur bu değil, ama bu filmi yapmayı ilginç bulmamın nedeni buydu.

Nan Goldin ve PAIN ekibi OxyContin bağımlılığı ve sanatın suç ortaklığına dikkat çekmek için ünlü müzelerde protesto eylemleri yaptı

Filmi çekerken mücadelenin kazanımla sonuçlanacağını, sanat kurumlarının ve müzelerin Sackler parasından imtina edeceğini düşünüyor muydunuz?

Protesto gösterileri başladıktan sonra ilk aylarda durum belirsizdi. Müzeler hiçbir şey olmuyormuş gibi davranmaya çalışıyorlardı, hiçbiri bir tepki vermedi. Küçük bir hareketlenme için bir buçuk yılın geçmesi gerekti. Yani en başından belli bir sonuç yoktu ortada.

Bir yandan, Amerika’ya has bir cezasızlık söz konusu. Öte yandan, Sackler ailesinin adı ebediyen lekelenmiş durumda. Bu lekeyi alınlarından silebilirler mi, bilemiyorum. Bu sonuç, biliyorsunuz, büyük ölçüde, onlarca yıl boyunca yaşananları göstermeye çalışan birçok araştırmacı gazetecinin çalışmalarının yanısıra, bu konunun gündeme gelmesini sağlayan onca acının eseridir.

11 Eylül hem bireysel anlamda hem de sanatçı olarak hayatımı değiştirdi. Ama her şeyden önce, ABD tarihinde bir dönüm noktasıydı. Bu olaydan sonra, ulusal güvenlik adına pek çok temel demokratik ilke çiğnendi.

Opioid krizi ve Sackler ailesinin rolü konusunda, Patrick Radden Keefe’in Empire of Pain, Beth Macy’nin Dopesick kitapları gibi birçok araştırma yayınlandı. Nan Goldin’in hikâyesinin yeni ya da farklı ne katacağını düşünüyordunuz?

Bu işlere büyük saygı duyuyorum. Dopesick mesela, Sackler ailesi üyeleriyle yönetim kurulu odasında bulunmak gibi, bir belgesel filmcinin genellikle giremeyeceği yerlerin kullanımına dair güzel bir örnek. Bu işlerin varlığı filmdeki hikâyenin yükünü biraz olsun hafifletiyor ve benzersiz olana odaklanabilmemizi sağlıyor, yani Nan’in örgütlenmesine, PAIN’e. Eylemci bir grubun iç işleyişi nasıldır, düzenleyecekleri eylemler hakkında gerçekten nasıl düşünürler ve bunları nasıl uygulamaya koyarlar, perde arkasında neler yaşanır? Buraya, bu eşsiz duruma odaklanmak gerektiğini hissettim, Nan’ın bir sanatçı ve bir aktivist olarak AIDS krizi sırasında yaptığı çalışmalarla paralellikler kurdum. Böylece bir bakıma OxyContin ve Sackler ailesini uzun uzun anlatmaktan kurtuldum, çünkü bu hikâyeler haberlerde, kitaplarda, başka yerlerde yeterince işleniyordu.

Filmografinize yön veren tek bir olaydan söz edilecekse, o da galiba 11 Eylül 2001 saldırıları. Bu olay sizin için nasıl bir dönüm noktası oldu?

11 Eylül hem bireysel anlamda hem de sanatçı olarak hayatımı değiştirdi. Ama her şeyden önce, ABD tarihinde bir dönüm noktasıydı. Bu olaydan sonra, ulusal güvenlik adına pek çok temel demokratik ilke çiğnendi. Dünyanın dört bir yanında terör şüphelisi olduğu gerekçesiyle kaçırılanlara işkence yapılmasından tutun, Irak’ın haksız yere işgaline varan uygulamalar. Saldırıların ardından, hükümetin ne yaptığı, neler karıştırdığı bende takıntı haline geldi ve bu takıntımı filmlere ve sergilere dönüştürdüm. Hikâyenin bir kısmının bizlere anlatılmadığını hissediyordum. Hükümetin anlatısının yeterince muhalifi ya da karşıtı yoktu. Basının büyük çoğunluğu aslında vazgeçilmez görevi olan baskı unsuru olma rolünü oynamıyordu. Geriye dönüp baktığımda, 11 Eylül’ün en aşırı muhafazakârların o güne kadar uygulanması imkânsız görülen radikal fikirleri hayata geçirmelerini sağlayan ilk olay olduğunu düşünüyorum. Bugün çoğu Batı ülkesinde aşırı sağın iktidara gelmesiyle birlikte yaşadığımız durum kısmen bu olayların sonucu.

İşlerinizde önemli bir rol üstlenen ifşacı figürü o dönemde mi zihninizde belirdi?

Kesinlikle. Ancak Chelsea Manning ve WikiLeaks’in ortaya çıkması neredeyse on yıl kadar zaman aldı. Ana akım medya neredeyse on yıl boyunca iktidara yakınlığı nedeniyle adeta felç oldu. Örneğin, bir Iraklının hayatını kaybetmesinin bir Amerikalının hayatını kaybetmesinden daha az önemli olduğu fikrini kabul eder hale gelmiştik. Bunun da kanıtı, savaşın her Amerikalı kurbanının bir ismi ve yüzü varken, Iraklıların sadece bir sayıdan ibaret olmasıydı. Aynı ikiyüzlülüğü bugün İsrail-Filistin savaşında da görüyoruz. Ayrıca, iki başka özellik daha karşımıza çıkıyor: Ulusal güvenlik adına uluslararası hukukun en temel yasalarının çiğnenmesinin kabul edilebilir olduğu düşüncesi ve mevcut durumun herkes için daha tehlikeli olduğu ve uzun bir süre daha böyle kalacağı yönündeki stratejik hata. ABD hükümetinin eylemleri, 11 Eylül saldırısının uyandırdığı empatiyi Irak’ın işgali ve Guantánamo cezaevindeki tutukluluk koşulları nedeniyle nefrete dönüştürdü.

ABD’li bir sinemacı olarak ABD hükümetinin yaptığı ihlâller hakkında konuşmanın önemli olduğunu düşünüyorum, çünkü bir tür Amerikan istisnacılığından muzdaribiz. Başka ülkelerdeki insan hakları ihlâllerinden şikayet ediyoruz, ama asıl ABD’nin savaşlarda, işgallerde, küresel imparatorluğu altında yaptıklarını ortaya çıkarmalıyız.

Bu ortamda ifşacılar nasıl ortaya çıkıyor?

Chelsea Manning Irak savaşıyla ilgili bilgileri sızdırdığında, bu tüm dünyada yankı buldu. İlginç olan, Julian Assange ve WikiLeaks’in bu bilgiyi dünyanın dört bir yanındaki medyayı dahil ederek ortaya çıkarmış olması. Bu, küresel gazetecilik işbirliği fikrinin yanısıra, ABD hükümetinin bilgiyi kontrol etmesini de imkânsız hale getirdi.

Reality Winner’ın Casusluk Yasası kapsamında tutuklanması ve mahkûm edilmesinin ifşaların ortaya çıkma ihtimalini tehlikeye attığını düşünüyor musunuz?

Obama döneminde hükümet gazeteciliğe ve kaynaklarına karşı tam mânâsıyla savaş ilan etti. Gazeteciler artık sürekli olarak izleniyor ve ulusal güvenliğin iktidarın çıkarları için alet edilmesi olağan hale geldi. Reality Winner’ı korumakta başarısız olduğumuzu kamuoyu önünde sık sık dile getirdim. Mahkûmiyeti şüphesiz kötüye işaret, ancak bunun gelecekte haber kaynaklarının konuşmasına engel olacağını sanmıyorum. Tek yapmamız gereken hükümetlerden daha zeki davranmak. Onları zekâmızla alt etmeliyiz. Geçmişte bunu yaptık, yine yapacağız. Kesin olan şu ki, ABD yönetimi muhalif sesleri susturmak için her şeyi yapacaktır.

ABD’li bir sinemacı olarak ABD hükümetinin yaptığı ihlâlleri hakkında konuşmanın önemli olduğunu düşünüyorum, çünkü bir tür Amerikan istisnacılığından muzdaribiz. Başka ülkelerdeki insan hakları ihlâllerinden şikayet ediyoruz, ama asıl Amerikan istisnacılığı mitini çürütmeli ve bu ülkenin savaşlarda, işgallerde, küresel imparatorluğu altında yaptıklarını ortaya çıkarmalıyız.

Nan Goldin ve Laura Poitras ortaklığında hazırlanan Hayatın Tüm Acıları ve Güzellikleri belgeseli Venedik’te En İyi Film, Atina’da En İyi Belgesel gibi birçok önemli uluslararası ödüle lâyık görüldü, ABD’de Ulusal Eleştiri Kurulu tarafından verilen Özgür İfade Ödülü’nü aldı

Kendi güvenliğiniz konusunda endişeleniyor musunuz?

İşimi yapamayacağımdan ve kovuşturmaya uğrayacağımdan endişeleniyorum. Devletin terörist takip listesine alındığımdan beri, kaynaklarımı korumanın çok daha zor olduğunun farkındayım. FBI hakkımda soruşturma yürütüyor ve ben de hükümete karşı saldırıda bulunarak bu soruşturmanın içeriğinin bir kısmını elde etmeyi başardım. Örneğin, FBI elemanlarının filmlerimin gösterimlerine gittiğini, banka hesaplarımı ve kişisel bilgisayar dökümlerimi incelediklerini biliyorum. Artık daha tedbirli ve ihtiyatlıyım.

Nan Goldin’in opioid krizi meselesinde alarm zilini çalarak önemli bir ifşa rolü üstlendiğini söyleyebilir miyiz?

Genelde ihbarcılar, ifşacılar kurumların, şirketlerin ya da hükümetlerin içinde çalışan, içerden birtakım şeyler öğrenen ve bu bilgilerin ifşa edilmesi gerektiğini düşünen kişilerdir. Nan Goldin’in gücünün eserlerinin, fotoğraflarının protesto eylemlerini düzenlediği müzelerin koleksiyonlarının bir parçası olmasında yattığını düşünüyorum. Bu anlamda, o daha çok bir “başkaldıran”, çünkü ait olduğu kurumun içinden itirazını yükseltiyor.

Dahası, kendisi de OxyContin bağımlılığını yaşamış. Sonuç olarak, bu meselede birinci dereceden söz söyleme yetkisine sahip ve bunu stratejik olarak kullanıyor. Bir avuç PAIN aktivistiyle birlikte sanat dünyasının altını üstüne getirmeyi başardı. PAIN grubu bir düzine kadar aktivistten oluşuyor, ama giderek önemli bir değişim de gözleniyor. İlk eylemlerden sonra kurulan bağımsız bir Fransız grubu da var. Paris’teki Louvre Müzesi eyleminin örgütlenmesine onlar yardımcı oldu. Hareket uluslararası hale geldi.

Belgeselde en sevdiğiniz sahne hangisi?

AIDS’ten ölen ressam David Wojnarowicz’i arşiv görüntülerinde cenaze törenleri hakkında konuşurken gördüğümüz bölümü seviyorum. Gey camianın üyelerinin sokaklarda çığlık atmaları gerekirken ağdalı cenaze töreni konuşmaları yapmaya alıştıklarını söylediği an çok etkileyici. “Bizi koruması ve sesimizi duyurması için ana akım medyaya güvenemeyiz” diye ekliyor.

Bir diğer çarpıcı sahneyse Nan Goldin’in fotoğrafçı David Armstrong’la tanışmasını anlattığı sahne. O zamanlar sadece fısıltıyla konuştuğunu, ablası Barbara’nın intiharından sonra girdiği katatoni halinden henüz çıkmadığını anlatıyor. O sıralar çok etkileyici ve çekici bulduğu David’le tanışıyor ve David ona fotoğraf makinesi veriyor. O makineyle sesine yeniden kavuşuyor. Bu bir sanatçının zorluklardan, gerçekten dramatik bir deneyimden nasıl doğabileceğine dair tam bir yeniden doğuş hikâyesi.

Nan Goldin’in başyapıtları arasında gösterilen The Ballad of Sexual Dependency 1979-1986 arasında çektiği fotoğraflardan oluşuyor. Hayatın Tüm Acıları ve Güzellikleri‘nde bu çalışmanın hikâyesi de izlenebilir

Nan Goldin sanki olabilecek her belayı yaşayıp her defasında ölümden dönmüş gibi. Size de bir “survivor” gibi geliyor mu?

Bir bakıma, ama kesinlikle mağdur ya da kurban değil, çok güçlü bir kadın. Filmde vurgulamak istediğim noktalardan biri de buydu. Hayatı boyunca hep her konuda ve her şeye karşı tavır almış ve her defasında, 11 yaşında bile tarihin doğru tarafında yer almış. Israrla yaptığı şey toplumun yalanlarına ve kaba gücüne itiraz etmek. Bu yüzden, hayatta kalmanın onu tanımlamak için doğru kelime olduğundan emin değilim. Elbette büyük kayıplar ve trajediler yaşamış, ama hepsinden önemlisi, hayatı boyunca benimsediği dik duruş, kendine özgü hayır deme tarzı: “Bu toplumun acımasızlığını ve vahşetini kabul etmeyeceğim, hayatımı farklı bir şekilde yaşayacağım ve adaletsizliğe her tanık olduğumda buna karşı duracağım.

İsrail-Filistin savaşı ve dünya çapında faşizmin yükselişi nedeniyle umudu korumak zor. Ama Julian Assange ve Nan Goldin gibi insanlar bana ilham veriyor. Küçük bir grup insanın sırasında en güçlü iktidarları sarsabilmesi bana her zaman çok etkileyici gelmiştir.

Filmleriniz feci karanlık siyasal durumun yanısıra muktedirlere karşı mücadele eden bireylerin adalet arzusunu da ortaya koyuyor. Bu şartlarda umudunuzu kaybetmemenizi sağlayan ne?

Bugün İsrail-Filistin savaşı ve dünya çapında faşizmin yükselişi nedeniyle umudu korumak zor. Ama Julian Assange ve Nan Goldin gibi insanlar bana ilham veriyor. Küçük bir grup insanın sırasında en güçlü iktidarları sarsabilmesi bana her zaman çok etkileyici gelmiştir. Bunun ötesinde, aslında içten içe, tamamen umutsuzum. Ama bu inandığım şeyi yapmaktan vazgeçeceğim anlamına gelmiyor.

Önümüzdeki ABD seçimleri hakkında ne dersiniz?

Biden, Trump, Obama, hepsi kendi tarzında birer faciaydı. Elbette Trump içlerinde en berbat olanı, özellikle de ulusal düzeyde. Ancak dış politika söz konusu olduğunda, George W. Bush’tan bu yana bir süreklilik var.

Bundan sonraki filminiz hakkında biraz bilgi verebilir misiniz?

Hayır, size sadece benim için çok önemli bir kahraman olan bir kişi hakkında olduğunu söyleyebilirim. Yıllardır bu filmi yapmayı arzu ediyordum, nihayet kabul ettirdim. Çekmek için sabırsızlanıyorum!

Kaynaklar: Le Point, Courrier International, Les Inrockuptibles, The Standard, Deadline, NPR, The Hollywood Reporter

^