EDİP AKBAYRAM (1950-2025)

Söyleşi: Salih Nâzım Peker, Ensar Altun
3 Mart 2025
SATIRBAŞLARI

Edip Akbayram: 1949 yılında Gaziantep’te doğmuşum Daha gözlerimi açtığım zaman büyük bir darbe yemişim. Yaşamın büyük bir tokadı, çocuk felci geçirmişim, sağ bacağımı kaybetmişim. O kadar ters bir giriş yapmışım ki, 1-0 mağlup olarak dünyaya gözlerini açmışım. Bilinçlenmediğin evrelerde bu sende çok büyük kompleksler yaratıyor. Özürlü bir insanın içinde bulunduğu ruhsal durumu düşünün. Ortaokul ve sonrasında ruhsal sorunlarımı devamlı başka arenalarda çözmeye çalıştım. Gaziantep’e tiyatrolar geliyor, takip ediyoruz. Haramiler geliyor, Erol Büyükburç’lar, Cem Karaca’lar… Konserlerin yakın takipçisiyim. Bu karamsarlığı sanata karşı ilgiyle aşmaya çalışıyorsun, böylece birazcık olsun ruhunu rahatlatıyorsun.

O yılların Antep’inden bahseder misiniz biraz?

Gaziantep’te Büyük Ses sineması vardı, bütün konserler burada olurdu. Harçlıklardan biriktirdiğimiz paralarla bir hafta önceden biletleri alır, gider en öne otururduk. Davulcu, keyboard’cu, gitarcı nasıl çalıyor diye bakardık. Sonra liseye geçtik, bir grup kuralım dedik.

Gaziantep gibi yerde saç uzatacaksın… İnsanlar bize yolda çok farklı bakmaya başladılar. O zamana kadar bir tek belediye bandosu var, yaş ortalaması 55-60; o adamlar ta nuh nebiden kalma bossa-nova’ları, çaça’ları filan çok yanlış bir biçimde çalıp söylerlerdi. Okulda trompetler vardı, onlardan bir tane aldık. Bir tamirciye gidip bateri yapmaya çalıştık, kaynaklar yaptık, pedalları koyduk. Afedersin, kıçı kırık akordeon, bir akustik gitar, bir davul, bir de bas gitar vardı. İlk defa okul gecesinde sahneye çıktık, hem davul çalıyordum hem de solisttim.

İş aradım, düğün salonlarına gittim , solistim, davul da çalarım dedim. Fakat tabii insanlar şekle bakıyor, sizin değerinizi ölçmüyorlar, sesinize bakmıyorlar. Ben gırtlağımla şarkı söylüyorum, ayağımla şarkı söylemiyorum ki, niye ayağınla bakıyorsun kardeşim?

Ne söylediniz o gecede?

Çok büyük bir “Samanyolu” fırtınası vardı, Berkant ortalığı silmiş götürmüştü. Hiç unutmuyorum, o gece bana yedi defa “Samanyolu”nu okuttular. O zaman Beatles’ların tek tip saç, tek tip elbiseleri bizi de etkilemişti. Harçlıklarımızdan biriktirdiğimiz paralarla mavi ceketler, siyah pantolonlar yaptırmıştık. Ondan sonra bizim kapımız çalınmaya başladı, şurda etkinliğimiz var, burda düğünümüz var…

Kimler vardı o grupta?

O zamanki lise arkadaşlarımız. Gitarda Fikret, akordeonda Zeki, basta Aziz, davulu önce ben çalıyordum, sonra bir davulcu bulununca ben sadece solistlik yapmaya başladım. Grubun adını Siyah Örümcekler koyduk.

Sizden başka müziğe devam eden oldu mu grupta?

Olmadı. Gaziantep’te kaldığın zaman okulu bitirince müzik yapacağın bir yer yok. Ya bir pavyona gireceksin, ya da bir düğün salonunda çalmaya devam edeceksin. Lise bitince düşündüm taşındım, orada kalırsam bu dairenin dışına çıkamam. Sınavlar için İstanbul’a geldim, sene 1970. İki sene sınavı kazanamadım. İş aradım, düğün salonlarına gittim, solistim, davul da çalarım dedim. Fakat tabii insanlar şekle bakıyor, sizin değerinizi ölçmüyorlar, sesinize bakmıyorlar. Ben gırtlağımla şarkı söylüyorum, ayağımla şarkı söylemiyorum ki, niye ayağıma bakıyorsun kardeşim?

Sonra dişçilik fakültesini kazandım, akabinde Günaydın gazetesinin Altın Mikrofon yarışması gündeme geldi. Yarışma için o zamanlar bir şeyler karalıyordum. Aşık Veysel’den, Pir Sultan’dan birtakım şiirleri müziklemiştim. Veysel’in “Kükredi Çimenler” diye bir şiiri vardı, yaptım, gönderdim yarışmaya. Finale kaldım, 12 ilde halk jürisi önünde yarıştık.

O zamanlar tanıştığınız, görüştüğünüz müzisyenler var mıydı İstanbul’da?

Hiç kimseyi tanımıyordum, İstanbul’u tanımıyordum, arkamı hiç kimse sıvazlamadı. Tek başıma bir adamdım yani. Konuşmalarım tam Antepli gibiydi, “bu adam farklı bir lisan mı konuşuyor” diye garip garip bakıyorlardı. Kalem aldım, dilimde tuta tuta konuşmamı, diksiyonumu geliştirdim.

Altın Mikrofon yarışmasına katılırken hangi enstrümanla beste yaptınız?

Bağlamayla. Bağlama çalıyorum, fakat o zamanlar nota bilmiyorum. Parçayı sazla teybe çaldım, okudum, fakat yarışmada piyano partisi istiyorlar. Orada Vasfi Uçaroğlu orkestrası var, onlar çalacaklar, karşınızda yirmi kişilik en iyi müzisyenlerin, yazarların olduğu jüri değerlendirecek. Gidiyorum düğün salonlarında çalışan müzisyenlere, şu parçanın notalarını yazar mısınız diye. O zamanın koşullarında babamın bana gönderdiği aylık harçlık kadar para istiyorlar. Ben o parayı verirsem bir ay aç kalırım. O arada Dilek diye sevdiğim bir arkadaşım vardı, Dilek’le oturup konuşuyoruz, “benim babam piyano hocası Rafet Yalvaz” dedi, İstanbul radyosunda piyano hocasıymış. Şişli’de evleri vardı, kalktık gittik. Teybi verdim, yarım saat sonra Rafet hoca bana piyano partisini verdi.

Piyano partisini alınca nasıl koşuyorum jüriye, yetiştireyim diye. 212 yarışmacı içinde profesyonel olanlar da vardı. Salim Dündar, Ömer Aysan, İskender Doğan, Nur Yoldaş, Kartal Kaan gibileri… Benim dezavantajım Anadolu’dan gelmiş olmam. Ama o zaman sigara içmiyorum, alkol kullanmıyorum, yarışma için süt ve balla besleniyorum, tank gibiyim. Girdim elemelere, okudum, çıktım, kenarda bir köşede benden sonrakileri dinliyorum. Kendi kendime yorum yapıyorum, bu çok iyiydi, bu benden iyiydi, bunu geç, kötü çaldı…” Bir adam geldi yanıma, “evladım, sen nerelisin dedi, “Antepliyim efendim” dedim, beni tanıdın mı” dedi… “Ben yeniyim, amatörüm, tanıyamadım efendim dedim, “ben Cumhuriyet gazetesinden Selmi Andak” dedi. “Bak sana bir şey söyleyeyim mi, ben jürideydim, böyle farklı bir ses duymadım, sana yüz üzerinden yüz verdim, üzerine bir de yıldız koydum, bu yarışmanın birincisi sensin oğlum” dedi ve gitti. Ağzım açık kaldı, acayip bir sevinç…

Kesin kazandığınızı nasıl öğrendiniz?

Aksaray’da bir otelde kalıyorum. Otelde çay taşıyan bir çocuk vardı, “Edip abi, Edip abi diye koşarak geldi, “gastede resmin var, gördün mü?” “Saçmalama oğlum, ne resmi diye şaşırdım bir an, gazeteyi bir açtım, altta benim resmim. Altın Mikrofon yarışması sonuçları… Elemeye kalmışım. Ondan sonra yarışmada kaçıncı olmuşum hiç önemli değil. Gazetede resmim çıktı ya, gazeteyle gidip iş arayacağım. Yaş 23.

Bir adam geldi yanıma, “evladım, sen nerelisin” dedi, “Antepliyim efendim” dedim, “beni tanıdın mı” dedi… “Ben yeniyim, amatörüm, tanıyamadım efendim” dedim, “ben Cumhuriyet gazetesinden Selmi Andak” dedi, “ben jürideydim, böyle farklı bir ses duymadım, sana yüz üzerinden yüz verdim, üzerine bir de yıldız koydum, bu yarışmanın birincisi sensin oğlum” dedi ve gitti. Ağzım açık kaldı, acayip bir sevinç…

Sonra yarışmaya girdik. Önce babam itiraz etmişti, “ben seni bu yaşa kadar okuttum, çalgıcı mı olacaksın, seni okutmuyorum, aylığını göndermiyorum” demişti. Diyaloğu kopardık. O arada gazetede resmim çıkınca babam beni aradı, “aslan oğlum, aferin” diye, “baba” dedim, “yarışmaya gideceğim, elbisem yok, para gönder”… “Tabii, canımı veririm oğlum” dedi, para gönderdi. Vakko’dan bir siyah takım elbise aldık ve yarışmaya katıldım.

Babanızın müzikle hiç ilgisi yok muydu?

Evde türkü dinlenirdi, o kadar. Babam oto boya ustasıydı. Sonraki yıllarda hatırlıyorum, birkaç Anadolu turnemiz olmuştu, Tanju Okan, Alpay ve ben. Bizim ev eski tip Antep evidir, damı vardır, damda yatarız. Bir gün rahmetli Tanju Okan’ı götürmüştüm, babam çok severdi onu, Tanju’yla damda yatmıştık birlikte.

Altın Mikrofon finallerine dönelim isterseniz…

12 vilayette biletlerle halk huzurunda yarışma yapıldı, torpil, amca, dayı, cici olayı yok. Giriyorsun, elinde biletin var, finalistleri dinliyorsun, kimi beğendiysen onu işaretliyorsun, çıkarken sandığa atıyorsun, o kadar adil bir yarışma. 12 yarışmacı arasında 3700 oy farkıyla birinci seçildim…

Sonra plaklar başladı galiba…

Altın Mikrofon yarışmasını düzenleyen gazete birinci, ikinci ve üçüncü olanları bir firmaya satıyor. İstanbul Plak, yarışmaya kazandığım parçanın arka yüzü için bir parça bulmamı istedi. Aşık Mahzuni Şerif’in “Boşu Boşuna” adlı parçasını buldum. Bu parçayı dinlerken, uuf, beni aldı götürdü bir yerlere.

O zaman Aşık Mahzuni’yle tanıştınız mı?

Hayır, şirket onu buldu, telif hakkını verdi, ben de okudum. Tanışmamız çok sonra oldu.

Aşık Mahzuni rock’a çok elverişli bir ozan…

“Boşu Boşuna”, “Kükredi Çimenler”den daha çok ilgi uyandırdı. Sonra şirketlerden teklifler gelmeye başladı, Sayan Plak’la sözleşme yaptık. Türkü arıyoruz. Mahzuni repertuarını incelemeye başladım, “bunlar benim için bir derya, bir hazine” dedim. Sayan Plak’ta Dönüşüm grubu vardı, “Kiziroğlu Mustafa Bey”i çalanlar… Sene ‘73, orada bir arkadaşımız vardı, basçı Vecdi Ören. Vecdi, “ya baba, sesin çok güzel, seninle bir grup kuralım” dedi. Ben biraz kendimi anlattım ona, değişik bir sound’umuz olmasını söyledim, bir Aşık Mahzuni var, bana göre Türkiye’nin Bach’ı, Mozart’ı” dedim.

O zamanlar hepimizin saçları uzun, hızlı, heyecanlı gençleriz hepimiz. Cudi Koyuncu diye bir arkadaşımız vardı, çift saplı bir alet yapmış, üstü bağlama, altı cura, güzel de iki manyetik koymuş, bangır bangır çalıyor. Cudi’yi bir gördüm, dedim “gel birader”. Cudi şimdi Raks Müzik’te çalışıyor. Galip Kayıhan, gene Raks’ta. Bir de Perran Kutman’ın kocası Koral Sarıtaş, hepimiz bir araya geldik, girdik stüdyoya. Koral davul, Cudi bağlama ve cura, Vecdi bas, Galip gitar çalıyordu.

Sound sizden mi çıktı, Vecdi Ören’den mi?

Benden çıktı sound, zaten dört yıl sonra koptular gruptan. ‘80’e kadar müzik yaptık. Grupta elemanlar değişiyor, fakat grup müziği devam ediyordu. İkinci 45’liği de Vecdi’lerle yaptık, “Değmen Benim Gamlı Yaslı Gönlüme”, bağlama motifleriyle, altta rock temalarıyla…

80’den sonra zaten komünist damgası vurdular, bu adam militandır, solcudur dediler. Gözaltına aldılar. Evlerimiz arandı, kitaplarımız yakıldı, Edip Akbayram yine aynı Edip Akbayram. Bırakıldık. Baktılar ki Edip Akbayram’ın hiçbir illegal çalışması yok, şarkılarını hep halkı için söylüyor… Duyuyordum, insanlar evlerinde benim plaklarımı yakıyorlardı, yakalanmasınlar diye…

Orada meyi kim çalıyor?

Binali Selman. O zaman Türkiye’de dalında tekti, çok iyiydi. Zaten oğlu Deniz Selman çalıyor son iki albümümüzde, Binali Bey rahmetli oldu.

45’likler devam etti, derken Mahzuni’yle tanıştım. Beraber konserler vermeye başladık. Felsefesini irdeledim, parçalarını tek tek inceledim. “Kar Yağar”lar, “Garip”ler, “Mehmed Emmi”ler… O zaman müziği yakından takip ediyorduk. Mesela Galip, babası hâkimdi, maddi durumu da iyiydi, atlar Hollanda’ya giderdi. Pedallar, efektler alırdı. Bunlarla altyapıda çok değişik temalar yakaladık…

Biz bu ülkede yaşıyoruz, bu ülkenin sonsuz bir hazinesi var; geleneksel, otantik türküler, âşıklar, abdallar olduğunu ve bizim çizgimizin motorunun bunlar olacağını söyledik, geçici değil, vurucu bir müzik yapma yönünde bir ortak karar aldık. Sonra Vecdi ve Galip gitti, ama Dostlar bir okul olarak işlevini sürdürdü. Basçı gitti, basçı geldi, gitarcı gitti, gitarcı geldi, yine oturduk, provalar, repertuar çalışmaları, Dostlar böyle sürüp gitti.

Sizin Anadolu’daki ozanlara yönelmeniz Fikret Kızılok’la aynı dönem miydi?

Hayır. Fikret benden önce Aşık Veysel’i çalıp söylüyordu, o keşfetmişti Anadolu’yu. Benim müziğimde Fikret’in çok büyük katkısı olmuştur. Fikret 45’likleriyle hep gündemdeydi… Bir de o zaman aranjman dediğimiz akım vardı Türkiye’de, Tom Jones fırtına gibi esiyor, onun parçalarını Sezen Cumhur’un sözleriyle Ertan Anapa okuyor. Türkiye’de de Ertan Anapa fırtına gibi esiyor. Avrupa’da Tom Jones bitiyor, Türkiye’de de Ertan Anapa bitiyor. Fikret Kızılok, Barış Manço hâlâ gidiyor. Dedik ki, biz yine işimizi doğru yapıyoruz, bu yolda devam edelim. Fikret, Cem, Ersen, hep beraberdik konserlerde. Bize tek katılmayan Barış Manço’ydu. Hey dergisi geleneksel konserleri, festivaller olurdu, hep beraber giderdik.

Erkin Koray’la bir ilişkiniz oldu mu?

Erkin abiyle müzikal olarak farklılıklar çiziyoruz, ama çok saygılı bir dostluğumuz var. Türkiye’de olmayan şeyleri yapmış bir insandır. Başka bir yerde olsa baştacı olurdu. Türkiye’de ilk defa rock yapan bir adam. İzmir fuarında sahnede bir pantolon giyiyor, pantolonun bir paçası siyah, bir paçası beyaz, saçlar uzun. O koşullarda Erkin Koray rock müziğini Türkiye’de giyimiyle, kuşamıyla, her şeyiyle oturtmuş bir insan.

80 öncesi özellikle İstanbul’da müzik yapanlar, hemen hemen aynı kültürün insanları. Siz Gaziantep’ten gelip müziğe başladınız, müzik çevreleriyle kolay uyum sağladınız mı?

Gaziantep’ten geldiğimde Nişantaşı’nda kalıyordum, dört öğrenci, bir ev tutmuştuk. O zamanlar Taksim’de Cafe Bulvar vardı. Sanatçıların, tiyatrocuların akşamları oturup sohbet ettikleri bir yerdi, biz de oraya takılırdık. Dervişan gelirdi, Cem, Arda Uskan, Cahit Berkay’lar gelirdi, oturup sohbet ederdik… Kalkar gider, Kristal’de hamburger yerdik. İki sene kaldım Nişantaşı’nda. Bir gün dediler ki, “hadi Moda’ya gezmeye gidelim”. O zaman Moda aşkı başladı, Moda o zaman yemyeşil, binalar, apartmanlar yok. Ben burada kalıyorum dedim, 25 senedir de Modalıyım.

Geçim sorununuzu nasıl çözüyordunuz?

Plaktan da para kazanmadım ben. Ev kiramı vereceğim, kuru kuru bir Altın Mikrofon yarışmasında birincilik de bir işe yaramıyor. O zamanların en büyük organizatörü Zeki Tükel’e gittim yarışmada birinci olunca. İyi günler, ben Edip Akbayram, 1972 Altın Mikrofon birincisiyim, size adresimi vereyim, ekstra işler olursa bizi arar mısınız efendim” dedim. O zamanlar Ümit Tokcan, Ahmet Özhan, tam yakışıklı, 1.80 boyunda tipler, genç kızlar peşlerinden koşuyordu… Adam dedi ki, “ya Edip kardeş, tamam, yarışmada birinci olmuşsun ama…” Lafı öyle bir yere getirdi ki, bir eksikliğim var, o da fiziğim… Bizden sana iş çıkmaz” dedi. Tabii bu benim sinirime dokundu. Ona dedim ki, “gün ola devran döne, siz bana iş getireceksiniz ve ben kabul etmeyeceğim”. Aradan epey zaman geçti, bir gün telefon, sayın Zeki Tükel arıyor… “Benim adresim belli, Zeki Tükel gelsin görüşelim” dedim. Geldi. O kadar ihtiyacım olduğu bir dönemde öyle bir fiyat verdi ki, bütün dertlerime deva… Dedim “gücünüz yetmez, sizin işinize gelmeyeceğim, hatırlıyor musunuz, seneler önce yazıhanenize gelmiştim…” Bunu söylemek onurunu da yaşadım…

Edip Akbayram ve Cem Karaca, 70’ler

Plaklarım çok sattı, hep altın plak aldım, ama yaşam kavgası, ev kirası, orkestra derken, doğru dürüst para kazanamadım. ‘80’e kadar düşe kalka idare ettik boğaz tokluğuna, çünkü dinleyicimizi de zor durumda bırakıp pahalı konserler verecek halimiz yoktu. Bilet paralarına çok dikkat ediyorduk, ucuz olsun istiyorduk. On konser veriyorsak, beşi dayanışma konseriydi. Demokratik kitle örgütlerine gidiyorduk, işçilerle yürüyorduk. Nilüfer gibi, Nükhet Duru gibi Hilton otelinde bir baloya katılıp şarkı söyleyemezdim, bizim yerimiz Anadolu’ydu. Senede bir turne yapardık, bir de 45’lik, biterdi bizim işimiz. Diyelim 100 lira kazandık, 60 lirası grubundu, 40 lirası benim. Pink Floyd gibi, Beatles gibiydik. Edip Akbayram nasıl tanınıyorsa, Galip Kayıhan, Koral Sarıtaş, Cudi Koyuncu da öyleydi.

80’de bir tıkanma yaşamıştınız galiba…

Sene oldu 80. İzmir Fuarı’na gittik. Programa başladık, ertesi gün 12 Eylül oldu. Hesabımızı kitabımızı yapmışız, o zaman fuar otuz gün, şu kadar para alacağız, dönünce şu borçları ödeyeceğiz, herkes ekonomik çizelgesini yapmış. 13 Eylül’de patron beni çağırdı. “Valla Edip” dedi, “biz seni çalıştırırsak dükkâna kilidi vururlar, zaten bir sürü avans da dağıttık…” Kısacası maaşınıza zam, işinize son… İstanbul’a döndük, kaç sene çalışamadık, karımla yüzüklerimizi bile sattık. Oğlum Ozan’a süt alamadığımız günler oldu, ama hiçbir zaman boynumu eğmedim. Dört duvar arasında kuru ekmek yedim, ama aç olduğumu hiçbir zaman topluma söylemedim. Her şeyin bir bedeli vardır, o bedeli onurla yaşadım. Plaklardan zaten kazanamıyordum. “Aldırma Gönül” 800 bin, “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz” 700 bin satmıştı. “Garip” bir milyon satmıştı. Biz gittiğimiz zaman patron derdi ki, al şu 15 lirayı, yedi buçuk lirayı, idare et…

‘80’den sonra zaten komünist damgası vurdular, bu adam militandır, solcudur dediler, gözaltına aldılar. Evlerimiz arandı, kitaplanmız yakıldı, Edip Akbayram yine aynı Edip Akbayram. Bırakıldık. Baktılar ki Edip Akbayram’ın hiçbir illegal çalışması yok, şarkılarını hep halkı için söylüyor… Duyuyordum, insanlar evlerinde benim plaklarımı yakıyorlardı, yakalanmasınlar diye…

Benim dinleyicime ağır geliyor Rumeli Hisarı. Ekonomik durumları belli. Kayahan’ı dinleyenle Edip Akbayram’ı dinleyen bir olmaz diye düşünüyorum. Yüzde 80’in arabası yoktur. Gene gelecek biliyorum ama, ona ayrı bir külfet olacak. Geri dönmesi var, otobüs parası, dolmuş parası… Bir kambur da biz vurmayalım vatandaşa. Yaparım Açıkhava’da, Gülhane’de konserlerimi, kimse sıkıntı çekmeden gelir, seyreder…

“Edip Akbayram yine aynı Edip Akbayram” dediniz, sahiden de hâlâ öyle…

27 senedir düşe kalka müziğin içinde varolmaya çalışan bir insanım. Tarzımdan, düşüncemden ödün vermeyi düşünmedim, düşünmüyorum da. Dünyada gelişen medyadan, promosyon akımlarından Türkiye de büyük ölçüde nasipleniyor. Kendime göre, inandığım değerlere göre bir kaset oluşturuyorum ve kamuoyuna sunuyorum. Fakat reklamını yapmazsan, ekranlara çıkmazsan, abartılı birtakım haberler vermezsen, bu senin nitelikli kasetin, kitabın, dergin, tiyatro eserin yitip gitmeye mahkûm oluyor.

Geçenlerde bir televizyon programına davet ettiler. İçeride sunucu kız diyor ki, “Ne konuşayım Edip Abi sizinle?” Kardeşim bana her konuda sor, politika sor, siyaset sor, müzik sor… Ama onun kabahati değil. Yapımcıda kabahat. Edip Akbayram’ı üç gün önceden programına davet ediyorsun, birkaç müzik dergisi oku, araştır, hazırlan… Bana ne soruyorsun “abi ne soralım” diye.

Siyasetin içinde oldunuz, ama müziğinizde slogancı tavır yok… Herkesin rahat rahat mırıldanabileceği şarkılar söylüyorsunuz…

Sanatçının amacı zaten şirretlik veya sloganvari şeylerle şarkı söylemek olmamalı. Verdiği mesajlarla insanlara ulaşmak önemli. 1980 öncesi ‘68 kuşağı faaldi. Cem Karaca vardı, Timur Selçuk vardı… Moğollar vardı… Moğollar politik bir kimlik değildi. Kendi çizgilerindeydi onlar. Son beş senedir politik tavır almaya başladılar. Moğollar’ın ‘80 öncesinde kendilerine has Anadolu pop tarzında bir müzik anlayışları vardı. Kolej tavırlı diyebiliriz. Üç Hürel de öyle. Onların da politik bir misyonu olmamıştır. Altyapısı mistik bir halde, kendilerine has bir müzik yapıyorlardı…

1970’ler Türkiye’de siyasetin en acımasız olduğu dönemdi. Çok büyük bir kaos yaşanıyordu. Konserlerde arabalarımız taşlanıyordu, otobüsümüzün arkasından silah atarlardı, hatta Ankara’da ayağımdan vurdular. Öğretim görevlileri katlediliyor, demokratik kitle örgütlerine saldırılıyordu. Tabii, demokrasi biraz da çok sesliydi. İşçiler grev yapabiliyordu. Her şeye rağmen özgürlüğün nefesini hissedebiliyorduk biz ‘80 öncesinde. Cem Karaca çıkardı meydanlara “1 Mayıs”ları okurdu, ben “Kıymayın Efendiler”i okurdum. Sanatçı toplumun umududur, yol göstericisidir, sevgisidir, direncidir… Şimdi ben sahneye çıkıp da “yıkın, parçalayın, öldürün” mü demeliyim? Yoksa “kıymayın, analara kıymayın, çoçuklara kıymayın, savaşlar dursun, barıştan yana olalım” mesajını mı vermem lâzım? Bunun çok münazaralarını yaptık Cem’le biz o zamanlar. Ama ben bugün hâlâ “Kıymayın Efendiler”i, “Aldırma Gönül”ü okuyorum… 1970’lerde en üretken dönemimde besteler yapıyorum, gencim, her şeyi içimde hissediyorum falan, 11-12 sene TRT yasaklıyor beni.

Herkese vardı o yasak…

İlerici düşünen insanlara karşı bir yasaktı. Ama bugün TRT’ye gidiyorum, “Aldırma Gönül”ü okuyorum. Bu işi yapanlar politikayı kendi kafalarında yanlış yaptıklarını, yanlış düşündüklerini anladılar. “Aldırma Gönül” yedibaşlı ejderha değil ki yahu! İşte Ebru Gündeş hamile kıyafetlerle söylemiş, klipte Sabahattin Ali’nin şiiri ne hale gelmiş. Suç onu veren bestecide.

Sizin türkülerinizi sadece solcular dinlemiyor galiba.

Geçen yıl Ankara’da kasetlerimi imzalıyordum. Kuyruğun arasında bıyıkları aşağıya doğru inen tipler vardı. Çocuklar geldi, “abi ben ülkücüyüm, ama seni çok seviyorum, kasetlerini alıyorum” dedi, imzaladım kasetlerini, gittiler. Ben belli bir misyona şarkı söylemiyorum. Beni devrimciler dinlesinler diye kaset çıkarmıyorum. Geniş bir mozaiğe, 65 milyona şarkı söylüyorum. Ama doğru şeyleri söylemeye çalışıyorum. Bu toplum içerisinde mesajı alan yüzde otuzdur, kırktır…

İnsan beynine en çok etki eden iletişim yollarından biri müzik. Ağzımdan çıkan her cümle insanların beynine kazınır. 1975’ten 1997’ye kadar demokrat, yurtsever, ilerici topluluk sanatçılara o kadar bel bağladı ki, sanatçının peşinden o kadar umutla koştular ki… Bana konserlerde gençler, “Edip abi, n’olur hep böyle kal” diyorlar. Bu cümle çok önemli. Çünkü peşinden koştuğu, onurlu, dürüst bildiği insanlar bu çarkın içinde farklı yerlere savrulmuş, kimisi müziği bırakmış… ‘80 öncesine baktığın zaman işçiler grev yapardı, önünde Timur Selçuk yürürdü, Cem Karaca yürürdü, Edip Akbayram yürürdü. Biz hep bir ağızdan (mırıldanıyor) “günlerin bugün getirdiği…” diye marşlar söylerdik. Bütün yükselen değerler, ayakları yere basan insanların hepsini maalesef izole etti. Nitelikli sanatın yavaş yavaş kaybolması, Türkiye’de ‘80 öncesinde atılan gerici tohumların yeşermesiyle memleketi bugünlere getirdi. Biz bunları seneler önce söylüyorduk. Laikliğe sahip çıkalım, cumhuriyete sahip çıkalım…

Cumartesi Anneleri’nin 61. oturma eyleminde Metin Göktepe’nin annesi Fadime Göktepe ile, Galatasaray Meydanı, 20 Temmuz 1996 (Fotoğraf: Hacer Foggo)

Son iki albümünüzde Metin Özülkü besteleri de var, yıllar önce Dostlar elemanıydı, onunla nasıl tanıştınız?

‘80’lerin başında, Milliyet gazetesinin liselerarası yarışmasına hem jüri üyesi hem de konuk sanatçı olarak katıldım. Baktım Fenerbahçe Lisesi çok güzel müzik icra ediyor, gitarda pırıl pırıl, bıyığı daha terlememiş bir çocuk, basta kıvırcık saçlı bir çocuk… Biri Adnan Ergil, biri Metin Özülkü. Arkada Mehmet Oylumlu. “Çocuklar, Dostlar olur musunuz?” dedim. ‘91’e kadar o grupla geldik. Metin askere gitti, Adnan okulu bitirdi, mimar oldu, grup dağıldı. Tekrar grup kurmamız l’zım, Ahmet Koç’la birlikte çalışmaya başladık, altı yıldır da birlikte çalışıyoruz.

Bir de Murat Kalaycıoğlu var…

Ozandır Murat, jeoloji mühendisidir. Benim sınıf arkadaşımdı Gaziantep’ten, kafa yapımız da birdir. O zamanlar iki parçası vardı, onları yaptık, “Darmadağın” ve “Kibar Gelin”… İki senedir zorluyorum onu, sonunda bu albüme dört şarkı yaptı.

Müzik hayatınız boyunca sizin besteleriniz çok az…

1972’de “Kükredi Çimenler”i, sonra “Gidenlerin Türküsü”nü, “Kıymayın Efendiler”i yaptım. Sonra bana besteler gelmeye başladı. Ben ‘73-74’ten sonra kendi çizgimi çizdiğim için beste kaygım yok. İçerisinden Mahzuni mi seçersin, Neşet Ertaş mı, Metin Özülkü mü?

Başka kimler var etkilendiğiniz?

Her zaman Âşık Mahzuni, Pir Sultan, Veysel, Yunus… Son dönemlerde Mazlum Çimen’le çalışıyoruz, son dönemlerde bizim türümüze en yakın olan kişi. Babası halk ozanı Nesimi… Kul Hasan, Nesimi Çimen, bu ozanların arasında bulundum. Bir yandan rakılar içilir, bir yandan türküler söylenirdi…

Sizin vokalinizde Neşet Ertaş izleri, Orta Anadolu tarzı var, çıkmalarda, yüksek perdeden okumalarda…

Bir vurgu olarak veriyorum. İsim sayıyoruz ya, buna Neşet Ertaş da dahil. Yıllardır Neşet Ertaş’la türkü yapacaktım, en sevdiğim türküsü “Gönül Dağı”ydı. Bir tiyatroya gidersiniz, tiyatrodan çıktıktan sonra oyunun etkisinde kalıyorsanız, o oyun sizi sarmıştır. Mesela Schindler’in Listesi’nde ağlayacak duruma geliyorsun. Çıkıyorsun, aradan bir ay geçiyor, o isyanı hissedebiliyorsun. Şimdi Neşet Ertaş dinliyorum, tüylerim diken diken oluyor. “Gönül Dağı”nı yıllar evvel Barış yapmıştı. Ama ben de yaptım, son albümüme koydumç

Ruhi Su ile bir ilişkiniz oldu mu?

Kafkas Pasajı vardır Kadıköy’de, Moda Sineması’nın üstü. O zaman Kafkas Pasajı ve Sineması idi, bir de üstte Kafkas Kulüp vardı, benim altı parçalık repertuarım vardı, önce ben çıkardım sahneye, sonra Ruhi Baba. Biz kenarda öyle pür dikkat onu dinlerdik. Aşağı yukarı 15 gün aynı sahneyi paylaştık. Dostlar Korosu gibi çok büyük bir okul bıraktı.

Sizin müziğinizde albümler kadar konserler de önemli. Ama pek sık konser vermiyorsunuz, hiçbir yerde program da yapmıyorsunuz…

Müzik yaşantımın hiçbir döneminde içki içilen mekânlarda şarkı söylemedim. Hisar konserlerine geçen sene girdim, bu sene girmedim. Benim dinleyicime ağır geliyor orası. Benim dinleyicimin ekonomik durumu bellidir. Kayahan’ı dinleyenler Edip Akbayram’ı dinleyen bir olmaz diye düşünüyorum. Yüzde seksenin arabası yoktur. Gene de gelecek, biliyorum ama, ona ayrı bir külfet olacak. Sonra geri dönmesi var, otobüs parası, dolmuş parası… Bir kambur da biz vurmayalım vatandaşa. Yaparım Açıkhava’da, Gülhane’de konserlerimi, kimse sıkıntı çekmeden gelir, seyreder…

Roll, sayı 11, Eylül 1997

^