21. yüzyılın başında, Dünya Sosyal Forumları’yla birlikte başta Güney Amerika’da, örneğin Belo Horizonte gibi, katılımcı bütçe kullanan, yerel gıda konseyleri kuran yerel yönetimlerin yükselişine ve düşüşüne tanık olduk. Daha sonra, İstanbul Strateji Belgesi’nde de değindiğiniz Milano Kentsel Gıda Politikası Paktı gibi ağlar ortaya çıktı. Küresel Kuzey’de İskoçya, Birleşik Krallık, Galler, Avustralya, İrlanda, Kanada, ABD gibi ülkeler gıda güvenliği stratejik planları hazırladı. Bu örgütlenmeler kentler ve gıda güvenliğinin geleceği üzerine neler söylüyor?
Hilal Elver: Kentler küreselgıda politikalarına son 20 yılda girdi. Önce iklim değişikliği konusunda ağlar kurduktan sonra özellikle 2007-2008 gıda krizinin ardından gıdaya eğildiler. Öte yandan, İstanbul örneğinde de gördüğümüz gibi, her kentin kendine özgü sorunları olduğu için, farklı ölçekteki kentler farklı prensipler ortaya koydu. Kimi yoksullukla, kimi obeziteyle, kimi de küçük çiftçiliğin ve tarım topraklarının korunmasıyla ilgilendi. Bazıları boş arazilerde kentsel tarım yapmaya odaklandı. Yoksulluk ve kötü beslenme konusunda Güney Amerika ülkelerinde önemli gelişmeler kaydedildi.
Bolivya’da ilkin dile getirilen “tabiat ananın korunması” kavramı diğer Güney Amerika ülkelerine yayıldı. Lula döneminde Brezilya’da yoksulluğu yüzde 7’lere kadar indirecek “sıfır açlık” planı devreye sokuldu. Bu başarının ardından Lula’nın tarım bakanı José Graziano da Silva Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) genel direktörü oldu. Fakat her yerdeki gibi Brezilya’da da politik rüzgârlar değişince, Bolsanora döneminde ilerici adımlar geri alınmaya başladı.
Dünyanın çeşitli yerlerinde 200 kadar yerel gıda komitesi yerel yönetimlerin politikalarını etkilese de her zaman başarılı olmadılar. Bunun ilk ve en önemli nedeni, birçok ülkede merkezi yönetimlerle yerel yönetimler arasındaki politik çekişme ve sorunlardı. İkinci nedense gıda komitelerinin bazılarının çok büyük bir alanı, diğerlerininse küçük grupları kapsaması. Küçükler başarılı olsalar da politik açıdan eleştiriliyor, kapsayıcı bulunmuyorlar. Büyük komitelerin çalışması ise kolay değil. Diğer bir sorun da bütçe. Ancak San Francisco gibi büyük bütçelere sahip gıda komiteleri başarı gösterebiliyor.
San Francisco, 1968 Baharı sonrası kent tarımının da en fazla yeşerdiği yerlerden biri. Başarısının nedenleri neler?
Elver: Kent gıda komitelerinin örgütlenmesi 1990’lara kadar gidiyor. California’ya ABD’nin “en demokrat eyaleti” denir, San Francisco onun içinde de bir adım ilerde, çevre krizine en erken tepkiyi veren kent. Kentsel ölçekte kompost ilk defa San Francisco’da uygulandı. Tabii başarısının temelinde kentin muazzam zenginliği de yatıyor. Silikon Vadisi’nden kente para akıyor. İlerici politikaları, finansal güçleri ve önce başlamanın avantajları gıda güvenliği konusunda yol almalarını sağladı.
“Yeşil kent”, “sürdürülebilir kent” gibi kavramların gerçekleşmesi olanaksız. Sürdürülebilirlikten kastımız kapitalist gıda sistemiyse, sürdürülmemesinde büyük yarar var. Kapitalist sistemde emek antrepoları ve tüketim merkezlerine dönüşmüş kentlerde amaç sistemin idamesinde rol oynayan insanların ucuza beslenmesidir. Bu nedenle, başarılı bir kent gıda sistemini bir paradoks olarak görebiliriz.
Ardından New York’ta benzer başarılı politikalar uygulanmaya başladı. New York’taki gıda komitesi düzenli olarak nerede yanlış yaptığına dair çok değerli raporlar yayınlıyor. Türkiye’de kentlerde gıda konusunda gerçekçi adımlar atmak istiyorsak, üç-dört senede bir eleştirel raporlar hazırlamalı, bağımsız gözlemcilerin görüşlerine başvurmalıyız. Bu da tabii ancak demokrasi, kendine güven ve dayanışmayla mümkün olabilir.
Mustafa Koç: Hangi kentlerin gıda sistemlerini düzenlemekte daha başarılı olduğunu anlayabilmek için kentler arasındaki tarihsel, sosyal ve ekonomik farklılıkları, yerel yönetim veya sivil toplum örgütlerinin oynadıkları rolü, merkezi yönetimlerin yerel yönetimlere ne ölçüde özerklik tanıdıklarını incelememiz gerekir. Kentlerin küresel kapitalist sisteme ne zaman ve hangi koşullarda eklemlendikleri de önemli bir nokta. Sorunun cevabı özel formüllerde değil tarihsel koşullarda aranmalı. Başarılı olan kentlerin başarısında başka kentlerde ve kırsalda yaşanan yoksulluğun, sömürünün büyük payı olduğunu unutmamak gerekir. Belçika Kralı II. Léopold’un Brüksel’inin muazzam gelişimi Kongo’da yaşanan acımasız sömürü sayesinde gerçekleşmişti.
Hedef diye ortaya konan “sağlıklı kent”, “yeşil kent”, “sürdürülebilir kent” gibi kavramların gerçekleşmesi olanaksız. En modern küresel kentler bile canlıların yaşamı için uygun olmayan riskli yerleşim alanları. Bugün Tokyo, Mexico City, Şanghay gibi 20-30 milyonluk kentler var. Buralarda pek çok insan için zor ve acılı bir yaşam hüküm sürüyor. Kentler sadece insanlar değil, hiçbir yaşam türü için uygun olmayan beton, plastik, cam ve metal yığıntılarına dönüştü. Modern kentler doğadan kopmuş, trafik sorunları, hava ve su kirliliği ve çöp yığınlarıyla yaşayan yerleşimler. Salgın hastalıklar, ekonomik krizler ve enerji sorunları kent yaşamını risklere gebe ve kırılgan hale getiriyor.
Bütün ülkelerde en az gelir elde edenler tarım işçileri ve gıdanın dağıtımında çalışan servis sektörü işçileri ya da kuryelerdir. Migros işçileri ve yemek dağıtım şirketlerinde çalışan kuryelerin direnişleri çalışma koşullarının ağırlığı kadar, bu insanların ne kadar ucuza çalışmak zorunda kaldıklarını da gösteriyor. Aldıkları ücretlerle doğru düzgün beslenemeyen insanlar koca kenti besliyor.
Sürdürülebilirlikten kastımız kapitalist gıda sistemiyse, sürdürülmemesinde büyük yarar var. Gıda emeğin yeniden üretimi için temel bir gereksinim olduğundan kapitalist ekonominin sürdürülmesinde önemli bir rol oynuyor. Kapitalizmin idamesi üretilen metanın dolaşımını ve tüketimini gerektiriyor. Kapitalist sistemde kentler kırdan kopmuş, kendini besleyemeyen insanların yaşadığı, çalıştığı emek antrepoları ve tüketim merkezlerine dönüşmüş. Kent gıda sisteminin amacı kentte yaşayan ve üretici ve tüketici olarak kapitalist sistemin idamesinde rol oynayan insanların olabildiğince ucuza beslenmesinin teminidir. Bu nedenle başarılı bir kent gıda sistemini bir tür çelişki, bir paradoks olarak görebiliriz.
Bu paradoksta gıdanın yeri nedir? Kentlerde gıda krizi nasıl çıkıyor ve nelere sebep oluyor?
Koç: Sermaye kendini yeniden üretmek için ucuz emeğe ihtiyaç duyuyor. Bu açıdan gıda hayati bir öneme sahip. Bu da gıda üretiminde, dağıtımında, pisliğinin temizlenmesinde emekçilerin ucuza çalıştırılmasını beraberinde getiriyor. Sermaye emeğe fazla ücret ödememek için ucuz gıdaya ihtiyaç duyar. Bu nedenle gelişmiş ya da az gelişmiş, bütün ülkelerde en az gelir elde edenler tarım işçileri ve gıdanın dağıtımında çalışan servis sektörü işçileri ya da kuryelerdir. Şubat 2022’de İstanbul’da başlayan Migros işçileri ve yemek dağıtım şirketlerinde çalışan kuryelerin direnişleri çalışma koşullarının ağırlığı kadar, bu insanların ne kadar ucuza çalışmak zorunda kaldıklarını da gösteriyordu. Aldıkları ücretlerle doğru düzgün beslenemeyen insanlar koca kenti besliyor.
Zenginler doğal, organik, sağlıklı gıdalarla beslenirken geniş halk kesimleri makineleşmiş tarımla, GDO’lu tohumlarla, zehirli zirai ilaçlarla, fabrika çiftliklerde üretilmiş ucuz gıdaları yemek zorunda bırakılıyor. İstanbul’da bir arkadaşımın önerisiyle ekşi maya ekmek yapan bir fırına gitmiştim. Gözlerime inanamadım. Bir somun ekmeğin Halk Ekmek’te 1,75 liraya satıldığı dönemde bu ekşi maya ekmek 25 liraydı. Dört çocuklu bir emekçi ekşi maya organik ekmeği nasıl yesin? Gıda sistemindeki adaletsizlikler toplumsal adaletsizliklerimizi yansıtıyor.
Gıda aynı zamanda sanayi ve tarım işçilerinin ürettiği artık değere çok kolayca el konan, insan yaşamı için olmazsa olmaz metaların üretildiği bir sektör. Kâr marjı küçük de olsa sektörde büyük gelirler elde edilebiliyor. Bu yüzden tarım, tohum, gübre ve endüstriyel gıda üretiminde hâlâ dev şirketlerin ağırlığı bulunuyor. Bu nedenle gıda sisteminde reform veya alternatif arayışları egemen güçler tarafından tehdit olarak görülüyor, ancak küçük ölçekte var olabiliyorlar.
Siyası açıdan ise, gıda iaşesi egemen düzenin istikrarı için hayati bir öneme sahip. Bu da insanların karnını doyurmayı devletin asli görevlerinden biri haline getiriyor. Gıdaya erişim toplumun bütün katmanlarının egemen düzene biatı için önemli. Bu nedenle pek çok ülke gizli ya da açık desteklerle, gıda bankaları, hayır kurumları aracılığıyla gıda fiyatlarının siyasi statükonun istikrarını tehdit edecek seviyelerin üstüne çıkmamasını sağlamayı hedefliyor. Fiyatlar uçtuğunda yardım paketleri siyasi destek devşirmek için kullanılıyor.
Derinleşen gıda krizi aslında bir ekolojik kriz. Bırakın durumu anlamayı, gerekli çözümleri uygulamayı, siyasal iktidar krizi derinleştiriyor. Türkiye orman varlıklarını zalimce yıkıma uğratıyor. Su varlıklarını cayır cayır kirleten dehşet bir madencilik politikası var. Fiyat artışları yaşanmasa, döviz artmasa, petrol fiyatları düşse dahi bir gıda krizi yaşayacağımız kesin.
Bazı kentler gıda güvenliği açısından diğerlerine göre daha kırılgan. 2011’de tüm dünyada yaşanan gıda krizi sırasında Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Orta Asya ülkelerinde ekmek fiyatlarındaki artış milyonlarca insanın sokaklara dökülmesine neden oldu. Bu yüzden dünyanın tüm kentlerine uyacak bir gıda politikası mümkün değil. Bunun yerine toplumsal ve ekolojik ilkeleri tanımlamak, bunlara göre günün gereklerine uygun ama uzun vadede gıda sisteminde kalıcı yapısal değişiklikler hedefleyen politikalar uygulamak gerekiyor.
Öte yandan savaşlar, iklim krizi, enerji fiyatlarındaki artışlar, doğal afetler, ekonomik krizler her an yeni bir gıda krizine gebe olduğumuzu gösteriyor. Birleşmiş Milletler Tarım ve Gıda Örgütü FAO her ay düzenli olarak küresel meta fiyatlarını içeren bir gıda fiyat endeksi yayınlıyor. 2011’deki gıda krizi sırasında endeks 131,9’du. 2022 Ocak’ta 135,7’ye çıktı. Bu, bugüne kadarki en yüksek oran. Önümüzdeki aylar çok daha yüksek artışlar görebiliriz. Enerji fiyatları da hızla artıyor. Türkiye enerji üreten bir ülke değil. Gıda gibi, su ve enerji konusunda da yarını hedefleyen planlar yapmak zorundayız.
Yaşadığınız Kanada’da, Montreal ve Toronto gibi büyük kentlerde pandemide tedarik ağlarının kırılganlığının anlaşılması gıda güvenliği konusunda radikal değişikliklere neden oldu mu?
Koç Yapısal bir değişim olmadı. Kısa bir süre için de olsa, büyük perakende şirketleri gıda fiyatlarında ciddi bir artış yapmadılar. Bu arada hükümetin pandemi nedeniyle işini kaybedenlere verdiği aylık geçim desteği, belediyelerin ve sivil toplum örgütlerinin kırılgan toplum katmanlarına ulaşma çabası, federal ve eyalet hükümetlerinin küçük işletmelere sağladığı destek pandeminin büyük bir toplumsal kriz yaşanmadan atlatılmasını sağladı. Ama unutmamak lâzım, iktidarlar kısa vadeli çözümlerle seçimi kazanmayı hedefler. Kanada’da daha kalıcı yapısal politikalar üreteceğini umduğumuz Ulusal Gıda Politikaları Danışma Konseyi 2021’de kuruldu ancak, konseyin planlarını geniş kitlelerle nasıl paylaşacağı konusunda hâlâ bir bilgimiz yok.
Elver: Gelmekte olan gıda krizi konusunda gelişmiş ülkelerde bir farkındalık yok. Küresel gıda tedarik zincirlerinin geniş ağlarından memnun gözüküyorlar, çünkü çoğu zincirin her aşamasını elinde tutan azınlık gruba dahil. Gelişmiş ülkelerde gıdaya erişim açısından en büyük sorun ekonomik, etnik ve azınlık sınıflar arasındaki eşitsizlik. Şu anda yoksul kitleler pandemi yüzünden gıda krizi yaşıyor. Ayrıca, gelişmiş ülkelerin kentlerinde yoksul halk niteliksiz gıdayla karnını doyurduğu için obeziteden kaynaklanan sağlık sorunları da çok arttı.
Tarımsal alanları üretime yönlendirmek, yok olmakta olan küçük çiftçileri korumak için gerekli finansal kaynak İBB’de mevcut değil. Ama ekmek fabrikalarına bile saldırılan bir düzende tarımsal üretimde merkezi yönetimin katkısını beklemek naiflik olur. Son yirmi yıldaki yanlışların sonuçlarını 2030’larda yaşamaya başlayacağız. Hele Kanal İstanbul yapılırsa, İstanbullu 2050’yi görür mü, şüpheliyim.
Öte yandan, küresel ölçekte gıda politikaları üretmekle sorumlu FAO’nun durumu da vahim.En önemli meselesi tedarik zincirlerinin kırılması. Ancak,tedarik zincirleri kırılınca ülkelerin yerelde üretim yapma ihtimali doğuyor. Oysa FAO gıda üreten ülkelerin ihracatı azaltmaması gerektiğini savunuyor. Eğer gelişmekte olan ülkeler üretimi artırırsa serbest piyasanın, küresel şirketlerin elinde tuttuğu gıda sektörü tehlikeye girer. Yani kısacası, ülkelerin kendi kendine yetmesini ve gıda egemenliğini istemiyorlar. Ancak, Ukrayna savaşından sonra FAO’da bazı görüş değişiklikleri oldu. “Üretimlerinizi çeşitlendirin” demeye başladılar.
Türkiye’deki gıda krizinin boyutları hakkında neler söyleyebiliriz?
Bülent Şık: Türkiye’de Aralık 2021-Mart 2022 arasında süt ürünlerindeki fiyat artışı iki katı aştı. Pastörize süt kent marketlerinde yedi liradan 15 liraya çıktı. Şubat itibarıyla, hemen her gıda ürününde yüzde 50 ile yüzde 110 aralığında dalgalanan bir artış var. TÜİK enflasyon rakamlarını açıklarken yalanın dik âlâsını söylüyor.
Tarımsal üretimin önemli merkezlerinden Antalya’da yaşıyorum. Kumluca, Manavgat, Serik gibi ilçelerde büyük ölçekte endüstriyel tarım yapılır. Türkiye’de bir yılda kullanılan pestisitlerin yüzde 12’si Antalya’da tüketilir. Bölgede fiyat dalgalanmalarına hazırlıksız yakalanan çiftçiler ekim yapamıyor. Tanıdığım çiftçiler maliyetler açısından önlerini göremediklerini söylüyor. Hayvancılıkta yaşadığımız kriz de derinleşecek, çünkü 2021’de yem fiyatları en az iki kat arttı. Türkiye yem açısından yarı yarıya dışa bağımlı. 2020’de yeme aşağı yukarı beş milyar dolar ödemişiz. Öte yandan soya, mısır gibi kıymetli tahılları hayvanlara yedirmek çok verimsiz. Diğer tarafta ise hayvan sağlığı, refahı, gezegen sağlığı gibi kavramlar da çokça tartışılmayı hak ediyor. Ama ekonomik kriz bu elzem tartışmaların üzerini örtüyor.
Hayvansal ürünlerdeki azalmanın boyutları neler?
TÜİK düpedüz yalan söylediği için kestirmek zor. Hayvancılıkta şu anki şartların önünü 12 Eylül darbesi açtı. Vegan ve vejetaryen beslenenlerin duyarlılığını göz ardı etmeden bir sayı vereyim. 1980’de Türkiye nüfusu 39 milyonken ülkede 64 milyon koyun, 27 milyon keçi, 14 milyon sığır vardı. Bunlara bol miktarda manda, bir milyon kadar da eşek ekleyebiliriz. İnsan nüfusunun iki buçuk katı kadar hayvan varlığından bahsedebiliyorduk. Muazzam bir sayı. Üstelik hayvanlar şimdiki gibi ithal yemle beslenmiyordu. Kışın ağıla kapatıldıklarında kullanılan yemler yem bitkisi ekimiyle önceden hazırlanıyordu. Bu kendine yeterlilik hali bugün büyük oranda ortadan kalktı. 1980’e kıyasla insan nüfusu iki kat artarken hayvan sayısı yarı yarıya azaldı.
Popülizm dalgası sadece mevcut iktidar bloğunda, AKP ve MHP’de yankı bulmuyor. Diğer partilerde de benzeri bozulma-dağılma var, hatta daha genel, özneyi dönüştüren, toplumsal meselelere yaklaşma tarzımızı, muhakeme süreçlerimizi dönüştüren bir durumla karşı karşıyayız. Hazırladığımız belge yola çıkmak için bir taslak. Ama ortada yola çıkacak bir siyasal irade yok.
Bu durumun en önemli iki nedeninden ilki “Kürt sorunu”na çözüm olarak düşünülen güvenlik politikaları. Hayvancılığın yoğun olduğu çatışmalı coğrafyalarda yöntem değiştirildi. Yüksek rakım koyun besiciliğine uygundur. Büyükbaş hayvancılık belli bölgeler dışında uygun değildir. “Buğday ve koyun gerisi oyun” gibi deyişlerin kökeninde bu yatar. Koyunu dolaştırmak, sadece belli dönemlerde ağıla kapatmak gerekir. Yayılım denen yöntem uygulanır. Yayılım hem koyunun beslenmesini sağlar hem de simbiyotik bir ilişki içinde çayırların, meraların yeniden üretilmesine el verir. Şimdilerde farklı adlar versek de aslında eskinin ekolojik yöntemlerini yeniden keşfediyoruz. Türkiye’de sürü hayvancılığı yasaklanırken büyük baş hayvancılık, üstelik ithal kültür ırkı desteklendi. Yaylalara çıkışlar, meralar yasaklandı.
İşin ikinci önemli boyutu da kâr. Özal döneminde belli sayıda büyükbaş hayvanı olan işletmelere destek verildi. Yurtdışından getirilen “kültür hayvanları” çiftçilere ciddi sübvansiyonlarla dağıtıldı. Hayvanların neredeyse onda dokuzu coğrafyamıza özgü otlarla beslenmeye uygun olmayan, yemle beslenen, sıkı bakıma muhtaç kültür hayvanı haline geldi. Günde üç-beş litre süt veren ama bu coğrafyanın bitki örtüsünden beslenen kadim sarı kızı, kara kızı gibi hayvanları kaybettik. Şimdi yerlerine gelen kültür hayvanlarını ağıllarda beslemek için her yıl milyarlarca dolarlık soya ve mısır ithal ediyoruz. Bu durum hem ekolojik döngüye hem de ülke ekonomisine büyük zarar veriyor. Bu çıkmazda hem devletin güvenlik politikaları hem de devasa bir sektör yaratılması beraber rol oynadı. Sadece GDO’lu yemlerin ithalatından bile birileri köşeyi döndü. Geldiğimiz kriz aşamasında sorunların daha büyüyeceği açık. Yem fiyatlarının muazzam artışından dolayı hayvanlar kesime gönderiliyor, sürüler küçültülüyor. Hayvansal ürünlerde et, süt ve yumurtadaki fiyat artışı önümüzdeki aylarda durmayacak.
Türkiye her geçen yıl daha fazla buğday ithal ediyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi iki milyonun üzerinde ekmek üretmeye başladı, ama bu yetersiz bir miktar. Yılların birikimiyle ortaya çıkan sorunlardan kaynaklanan, kentlerde yaşanacak muhtemel gıda krizine karşı olası bir yeni iktidarın öncelikle ne yapması gerekir?
Şık: İBB’nin ekmek üretimi 2022 Şubat itibarıyla kentin günlük ihtiyacının yüzde 8’ini karşılıyordu.Hayvancılık sektöründeki vahim durum, benzer türden bir metalaşma gıdanın birçok alanında yaşanıyor. Bitkisel yağlar, pirinç, buğday, bakliyat gibi gen kaynağı bu coğrafya olan ürünleri ithal eder hale geldik. Ziraat Mühendisleri Odası’nın hesabına göre son 10 yılda çiftçi nüfusu üçte bir azaldı.
Üzüm suyunda yaşayan mayalar gibiyiz. Maya üzümün içindeki şekeri yiyerek hayatta kalıyor, ama bir süre sonra ürettiği dışkı olan alkolün içinde boğuluyor. Biz de yarattığımız kirliliğin, çirkinliğin içinde yaşam savaşı veriyoruz. Küresel kapitalist rantın nasıl çalıştığını bilenlerimiz bile çıkış noktası bulamıyor, çözümleriz cılız kalıyor.
Bu oranın 2012’de çıkan Büyükşehir Yasası’yla çiftçi kayıt sisteminde yapılan değişikliklerden kaynaklanan yanları da var. Ama nihayetinde büyük bir nüfus çiftçiliği bıraktı. Özellikle geliri düşük, kırılgan küçük çiftçiler tarımla geçinemiyor. Artık gıdada ithalata bağımlı bir ülkeyiz. Buğdayda ise Türkiye iyi bir üretici diyebiliriz. Buğday üretimi dönemsel, iklim şartlarına çok bağlıdır. Yıllık 18-22 milyon ton aralığında salınır. Açığı birkaç milyon ton ithal ederek kapatıyoruz. Ama gidişat buğdayda da ithalat bağımlılığına işaret ediyor. Sadece tarımsal üretimi değil, gıda sektöründeki imalatı da hesaba katmak gerek. Burada tüm üretimi belirleyen olmazsa olmaz unsur su.
Türkiye’de su kaynaklarının durumu nedir?
Şık: Uzun zamandır su krizi var. Gidişat kötü. Bunun bir kısmı iklim kriziyle, yağış rejimlerinin değişmesiyle ilgili, ama daha önemlisi ülkedeki 25 sulak alanın hepsinin kirletilmiş olması. Temiz su teminindeki güçlük hem hasat edilen gıda miktarını azaltır hem de gıdaların besleyici öğe içeriklerine zarar verir.
Su hayvancılık için de önemli. Ergene havzasındaki, Kocaeli’ndeki vahim su kirliliğine Menderes havzası da eklendi. Menderes-Gediz ekosistemi tarımsal üretim açısından çok önemli. Benzer bir problem Çukurova’da yaşanıyor. Bu açıdan bakınca derinleşen gıda krizinin aslında bir ekolojik kriz olduğu sonucuna varabiliriz. Bırakın durumu anlamayı, gerekli çözümleri uygulamayı, siyasal iktidar krizi derinleştiriyor. Türkiye orman varlıklarını zalimce yıkıma uğratıyor. Su varlıklarını cayır cayır kirleten dehşet bir madencilik politikası var. Bunları yan yana koyduğunuzda, fiyat artışları yaşanmasa, döviz artmasa, petrol fiyatları düşse dahi bir gıda krizi yaşayacağımız kesin.
Madencilik ve endüstriyel kirliliğin gıda tedariki açısından ne gibi etkileri var?
Şık: Son zamanlarda toksik kirlilik açısından farklı ülkelerdeki benzerliklere bakıyorum. Hindistan’da 1984’te yaklaşık 500 bin kişiyi pestisit üretiminde kullanılan metilizosiyanat gazına maruz bırakan Bhopal felaketi muazzam bir yıkım yaratmıştı. İlk anda binlerce kişi öldü. Aradan geçen 40 yılda bölgede yüz binlerce insan hâlâ çeşitli hastalıklara maruz kalıyor.
Kocaeli’ndeki 2700 tonluk DDT böcek ilacı atık deposu da 1980’den beri etrafa zehir saçıyor. İki yıldır BM tarafından bertaraf etme faaliyetleri yürütülüyor ama çalışmanın boyutları konusunda bilgi alamıyoruz. On yıllar boyunca uyduruk bir depoda güya muhafaza edilen çok tehlikeli bir toksik kimyasal olan DDT’nin ne gibi zararlara yol açtığını bilmiyoruz. Kocaeli’ndeki toksik atık deposunun sahibi Halil Bezmen yıllar önce Amerika’ya kaçtı gitti.
Sadece Antalya’da tarımla uğraşan, her biri şirket gibi davranan 47 bin çiftçi bulunuyor. Hemen hepsi eleştiregeldiğimiz kitlesel endüstriyel tarım sisteminin asli bir parçası gibi davranıyor. Yıkıcı sistemin parçası olmaya can atan insanlarla dolu bir dünyada yaşıyoruz. Öznenin muazzam dönüşümünden kastım bu.
Başka bir örnek de Kongo’da yaşananlar. Elektronik cihazların üretimi için ihtiyaç duyulan en kritik iki element, tantalyum ve niyobyum Kongo’da çıkarılıyor. Bu elementleri ucuza elde etmek için bölgede on yıllardır savaş körükleniyor. Halbuki aynı elementler Avusturalya’da da var. Ama orada işçi ve çevre sağlığına yönelik bir parça sıkı önlemler madencilik maliyetlerini arttırıyor. Altına baktığımızda da durum aynı. Kanada menşeili altın madenciliği şirketlerinin Kaz Dağları’na verdiği zararı biliyoruz, o şirketlerin Haiti ve Dominik Cumhuriyeti’nde yol açtıkları ekolojik yıkım da olağanüstü boyutlarda. Kısacası, uluslararası ölçekte bir yıkım sistemi hüküm sürüyor. Bu açıdan elbette gıda krizinde yoksulluk, eşitsizlik, yolsuzluk, metalaşma gibi birçok önemli faktörün payı var ama mevcut piyasa sistemi ve körüklediği ekolojik kriz yeryüzündeki hayatın bütününü tehdit eder boyuta ulaştı. Ortada bir hayat krizi var.
İstanbul’un 1/100.000 ölçekli İstanbul Çevre Düzeni Planı’nda şehrin kuzeyi yapılaşmaya açılmıyordu. Oysa şimdilerde kuzey ormanları korkunç bir saldırı altında. İstanbul iklimiyle, coğrafyasıyla muazzam bir çeşitliliğe sahip. Dünya Doğayı Koruma Vakfı’na (WWF) göre kentteki bitki çeşitliliği Britanya adasındakinden fazla. Örnek vermek gerekirse, Barcelona il sınırlarında kentte tüketilen besinlerin sadece yüzde 10’u üretiliyor. Civarını da hesaplarsak oran yüzde 44’e çıkıyor. İstanbul’da bu açıdan durum ne? Kenti gıda bakımından daha güvenli hale getirmek için nereden başlamak gerekir?
Elver: İstanbul tarihinde hiçbir zaman tarımsal bir kent olmamış. Her zaman etrafına, periferisine, hatta Türkiye coğrafyasına bağımlı yaşamış. Barcelona’yla karşılaştırmak pek kolay değil. 17 milyon kişinin oldukça küçük bir alanda yaşadığı bir kentten bahsediyoruz.
İstanbul’un kenarındaki köyler mahalle haline getirildi. Bu mahalleleri tarımsal üretim açısından koordine etmek ve üretimlerini kente doğru yönlendirmek üzerine kafa yorduk. Aynı şekilde, Marmara bölgesindeki tarımsal alanları yerel üretime nasıl yönlendirebiliriz, gerek bölgedeki gerek İstanbul’da yok olmakta olan küçük çiftçileri nasıl koruyabiliriz, bunun üzerine tartıştık. İstanbul’da nüfus ve kirlilik kaynaklı müthiş bir su krizi de yaşanıyor.
Dünyada tarımda üretim fazlası var. Ama büyük bir üretici nüfus ortadan kaldırılıyor. Tarımsal emeği ortadan kaldırmak insanın binlerce yıldır gerçekleştirdiği bir yaşam tarzını ortadan kaldırmak anlamına geliyor. Bütün güç birkaç şirketin elinde toplanıyor. Halbuki agro-ekoloji herkesin katkı sağladığı bir sistemin kurulmasını gerektiriyor.
Kalan köylüleri ve tarım arazilerini üretime yönlendirmek için gerekli finansal kaynak belediyede mevcut değil. Merkezi yönetimin katkısı şart. Ama ikisi arasındaki sorunlar malûmunuz. Ekmek fabrikalarına bile saldırılan bir düzende tarımsal üretimde beraber çalışmalarını beklemek naiflik olur. Peki yeni İBB yönetimi şu ana kadar ne yapabildi? Bazı çiftçilere bedava fide dağıttı. Bu devasa gıda ihtiyacı karşısında ne kadar etkili olabilir ki? Böyle reklama yönelik politikaları bir yana bırakıp esas sorunlara odaklanmak zorundayız. Aksi takdirde, birkaç yıl içinde yapısal problemler kendini olanca ağırlığıyla hissettirecek. Son yirmi yıldaki yanlışların sonuçlarını 2030’larda yaşamaya başlayacağız. Hele Kanal İstanbul yapılırsa, İstanbullu 2050’yi görür mü, şüpheliyim.
Belgede yer alan kısa, orta ve uzun dönemli politika önerileri hakkında henüz hiçbir adım atılmadı. Belediyeden kimse “öneriler üzerinde şöyle değişiklikler yapalım” demedi. Sadece basın eşliğinde fide dağıttılar. Fideler kime gitti, üretime dönüştü mü, fidelerin nitelikleri nasıl, İstanbul’un ekolojisine uygun mu, bunlar konusunda gerekli bilimsel çalışmaların yapılıp yapılmadığını bilmiyoruz. Siyaseti ve teknolojik bilgiyi bir araya getirmediğimiz takdirde bu gibi raporlar havada kalmaya mahkûm.
Tarihte büyük kentler, mesela çağının en büyük kenti, milattan önce beşinci yüzyılın Atina’sı da başta tahıl, birçok üründe dışarıya bağımlıydı. Ama şimdi ölçek ve sorunların aciliyeti artıyor. İstanbul açısından hangi sorunlara ivedilikle el atmak gerekiyor?
Koç: Antik Atina tepe noktasında üç yüz bin civarı bir nüfusa sahipti. Şimdi kentlerin bırakın sürdürülebilirliği, yaşanabilirliği bile sorgulanır halde. Modern kentlerin gıda sistemlerine ilişkin sorunlarını çözebilmek için çeperleriyle eklemlenmeleri gerekiyor. 15 milyonluk bir kentin kendi kendine yeterli olmasını bekleyemeyiz. İstanbul’un çeperiyle, Marmara Bölgesi ve son tahlilde bütün Türkiye ile eklemlenmesi gerek. Ama, ne kadar üretirsek üretelim hem arz hem de talep açısından küresel pazarlara bağımlılığımız devam edecek. Eklemlenme sadece pazarlar değil, doğal sınırlar için de geçerli. İstanbul gibi üç tarafı su olan bir kentin denizle de bütünleşmesi, gerekir.
Öte yandan, merkezi yönetimlerin politikaları kentlerin hareket alanını kısıtlıyor. Tüm alanlar ranta açılıyor, tarımsal alanların kullanımında sorunlar çıkıyor. Gözü doymaz bir rant hevesi illerin kırsalını, orman alanlarını, çayır ve meralarını talan ediyor. Büyükşehir politikalarında ciddi bir yapısal değişiklik olmadan kent çeperlerinde tarım yapmamız mümkün değil. Kentteki boş bir arazinin bir süreliğine bostan olması gibi geçici olur. Bunun sonucunda da tarımsal üretimle geçinemeyen çiftçiler “nasıl üretip kime satacağım, satayım şu toprağı da kurtulayım” diyor. Böyle bir talan düzeninde hareket alanı çok kısıtlı.
İstanbul Gıda Stratejisi Belgesi’nin belki de en önemli yanı bir şeyler yapmak isteyen insanlara sorular sordurabilmesi, sorunların kırmızı kalemle altını çizmesi, beraber düşünmeye davet etmesi. Ama çeperle, denizle bütünleşmeden, su sorununu çözmeden ve büyükşehir politikalarını değiştirmeden çok da bir şey yapılabileceğini düşünmüyorum. Yapılacaklar sadece göstermelik olur.
Şık: Belgenin kamuoyuna açıklandığı 1 Ekim 2021’den beri pek bir şey yapılmadı. Büyük bir etki yaratmasını zaten beklemiyorduk. Mütevazı hedeflerimiz vardı. İstanbul Gıda Stratejisi Belgesi en azından döngüselliği, onarıcılığı vurgulasın, ekolojik tarımı destekleyelim, tohum bankası kuralım, fideciliği geliştirelim istedik. Bunları çiftçilere aktaralım, onların ürünlerini kooperatiflere verelim diye düşündük. Kent pazarlarında, lokantalarda, toplu beslenme yapılan yerlerde atıkları toplayıp kompost yapalım diye önerdik.
Mustafa hocanın da dediği gibi kent içerdiği her şey ile hem tüketim hem de kirlilik odağı. Bu Türkiye’deki bütün kentler için gerekli. Yanlışların neresinden döneceğiz? Alanda olduğumuz için sorunların herkesçe bilindiğini düşünüyoruz. Ama aksine, sorunlar kamuoyu tarafından bilinmiyor. Sorunları tartışabileceğimiz bir medya en az 15 yıldır yok. Mevcut akademik ortam inanılmaz sessiz. Duyarlı yurttaşlar, inisiyatif alan insanlar ve örgütlerin etki alanı son derece sınırlı. Kamuoyunun sorunlara mesafesi nasıl kapatılır, mevcut sorunları nasıl görünür kılarız, kamusal bir çözüm iradesi nasıl yaratırız? Bunlar çok asli bir meseleler.
Popülizm dalgası sadece mevcut iktidar bloğunda, AKP ve MHP’de yankı bulmuyor. Diğer partilerde de benzeri bozulma-dağılma sürecini görüyorum, hatta daha genel, özneyi dönüştüren, toplumsal meselelere yaklaşma tarzımızı, muhakeme süreçlerimizi dönüştüren bir durumla karşı karşıyayız. Sonuçta hazırladığımız belge bir yerden başlamak, yola çıkmak için bir taslak. Ama ortada yola çıkacak bir siyasal irade yok.
Bir süredir otel, lokanta gibi toplu beslenilen yerlerdeki gıda atıklarıyla ilgileniyorum. Sonuçta bu atıkları değerlendirmenin çeşitli yöntemleri var. Ama bu konuda bir şey yapabilmek için muhatap lâzım. Kent ölçeğinde işin ucundan tutacak yapılar yerel yönetimlerdir. Somut bir planla atıklar komposta çevrilip tarımsal üretime yönlendirilebilir. Ama bunun önünde inanılmaz engeller var. Sonuçta, tüm ülkenin gıda sorununu çözmekten bahsetmiyoruz. Küçük de olsa kamu refahı adına işleyen örneklere ihtiyacımız var. Gıda konusunda kurumsal-kamusal bir sahiplenme yok. Olmayınca da haliyle bireysel düzeyde konuşuyoruz, ama devasa sorunları bu düzeyde çözmenin bir yolu yok. Kötümserliğin ya da çaresizliğin kökeninde de bu yatıyor.
Dünyada yerel yönetimlerde birçok başarılı örneği var. Mesela Montevideo’da belediyenin de desteğiyle karşılıklı dayanışmaya dayalı konut kooperatifçiliği 30 bin konut yapmış. Bologna kentinde ekonominin en az yüzde 40’ı kooperatiflerce sürdürülüyor. Milyonlarca Japon ailenin bir araya gelmesiyle kurulan “Alter Trade Japan” gıdalarını Küresel Güney’in küçük çiftçilerinden tedarik ediyor. Gıda güvenliği konusunda böyle örnekler yaratılamaz mı?
Elver: Tabii. Türkiye’de 1970’li yıllarda kooperatifçilik çok konuşuluyor, destekleniyordu. Özal dönemiyle beraber vazgeçildi maalesef. 2000’lerle beraber özellikle eğitimli kesimlerin, orta ve üst-orta sınıfların önayak olmasıyla kooperatifçiliğin önemi yeniden hatırlandı. Tarım açısından bizde tüketici kooperatiflerinin öne çıktığını görüyoruz. İşe oradan başlamak doğru değil, ama bu biraz da yasal mevzuattan kaynaklanıyor. Türkiye’de öncelikle kooperatifleşmenin yasal altyapısını değiştirmek, üretimden pazara uzanan, tüm tedarik zincirini kapsayan bir kooperatifçilik anlayışını yerleştirmek gerekiyor. İstanbul’da ölçek çok büyük. Bursa-Nilüfer belediyesi gibi daha küçük belediyeler kooperatifçiliğe eğilebiliyor. Konuta gelince, Türkiye’nin en büyük yanlışlarından biri ikinci konut kooperatifçiliği oldu. Kıyı şeridine baktığınızda birçok yazlık kooperatifinin sahilleri yok ettiğini görürsünüz. Kooperatifçiliğin neye, kime hizmet ettiğine ciddi şekilde bakmak lâzım. Yine kamunun sahiplenmesi meselesine geliyoruz. Yoksa kooperatifçilik bazı yerellere özgü kalır.
Koç: Problemlerimiz sistemik. Üzüm suyunda yaşayan mayalar gibiyiz. Maya üzümün içindeki şekeri yiyerek hayatta kalıyor, ama bir süre sonra ürettiği dışkı olan alkolün içinde boğuluyor. Biz de yarattığımız kirliliğin, çirkinliğin içinde yaşam savaşı veriyoruz. Küresel kapitalist rantın nasıl çalıştığını bilenlerimiz bile çıkış noktası bulamıyor, çözümleriz cılız kalıyor. Kent gıda konseyleri, kent tarımı gibi örnekler de kalıcı yapısal çözümler olmaktan uzak. Mesela, Brezilya’nın Belo Horizonte kentinde başlayan gıda konseyleri bir dönem çok başarılı oldu. Ama Lula gidince pek çok toplumsal kazanım kaybedildi. Bu nedenle dünün toplumsal kazanımları bizi rehavete sürüklememeli. Sürekli olarak yarına odaklı düşünmemiz, çalışmamız gerekli. Adil, güvenli, dirençli, onarıcı, döngüsel ve doğa dostu bir gıda sistemi bir ideal, bir gün varacağımız, varınca da rahatlayacağımız bir hedef değil. Yine de unutmayalım, sayımız binde bir de olsa eleştirilerimiz sistemde ciddi yapısal değişikliklere yol açabiliyor. İstanbul’la ilgili Strateji Belgesi de bu umudun bir parçasıydı. Dilerim belgeyi okuyanların sayısı artar ve daha iyi öneri ve çözümlerin geliştirilmesi için bir başlangıç olur.
Günümüzde sol eleştirinin de katkısıyla IMF ve Dünya Bankası dahi büyük projelere mesafeli yaklaşmaya, bazı hayati sektörlerde kamulaştırmaya karşı çıkmamaya başladı. Bizde muhalefet partilerinin çoğu hâlâ bu çizgide bile değil, “makul” bir kamu-özel işbirliğinden dem vuruyorlar.
Elver: Sordum ve öğrendim; hiçbir parti hazırladığımız raporu okumamış. Toplantı yaptığımız akademisyenler, belediye uzmanları dışında okuyan olduğunu sanmıyorum. Bu durum sorunun cevabını güzel özetliyor.
Şık: Bir ölçüde kıpırdanmayı tüzel kişiliği bulunmayan yapılarda görüyorum. Gıda ve tarım alanında çok sayıda inisiyatif var. Antalya’da en az üç-dört gıda topluluğu mevcut. Ekolojik tarımla uğraşıyor, çiftçileri destekleyen alım ve satım yapıyorlar. Kazdağları’nda madenciliğe karşı eylemleri, Antalya’da mermer ocaklarına karşı direnişi, Beşkonak’taki (Köprülü Kanyon Milli Parkı) eylemleri, kısacası ekolojik yıkıma karşı direnişi umut verici buluyorum, çünkü bu özünde doğrudan gıda krizine karşı da bir mücadele. Ancak unutmayalım, elimizde toplumsal sorunlar karşısında harekete geçirebileceğimiz kamusal kurum kalmadı. Yem fiyatları geçen yıl iki katına çıkınca Yem Sanayicileri Birliği bile feryat edip, üretemez olduklarını söyledi, neredeyse “devlet sorunu çözsün” demeye getirdiler.
Bir avuç şirket tüm tarım sistemini yönetiyormuş gibi düşünüyoruz, ama gerçekte muazzam katmanlaşmış bir taşeronlaşma süreci işlemiyor mu?
Şık: Kısa vadeli, çıkara yönelik popülist iktisadi dil her yere egemen oldu. Katıldığım toplantılarda zaman zaman “tüm küresel gıda sistemini beş dev şirket yönetiyor” deniyor. Tamam, evet, devasa cirolu küresel şirketler var. Ama sadece Antalya’da tarımla uğraşan, sisteme kayıtlı ve her biri şirket gibi davranan 47 bin çiftçi bulunuyor. Hemen hepsi eleştiregeldiğimiz kitlesel endüstriyel tarım sisteminin asli bir parçası gibi davranıyor. Yıkıcı sistemin parçası olmaya can atan insanlarla dolu bir dünyada yaşıyoruz. Öznenin muazzam dönüşümünden kastım bu.
Mustafa hocanın dediği gibi hepimiz aynı üzüm şişesinin içindeyiz. İş tamamen fermantasyon noktasına gidiyor. Türkiye’de 52 tane gıda mühendisliği bölümü var. Gıda ve beslenme sorunları hiçbir dönemde bu kadar ağır yaşanmamıştı. Düşünen kişiler elbette var. Kurumların sessizliği dehşet verici.
Endüstriyel tarım açısından hep Hollanda ile Türkiye karşılaştırılır. Türkiye’nin otuzda biri yüz ölçümüne sahip Hollanda Türkiye’nin altı katı tarımsal ürün ihraç eder. Bu da çok kabaca “ivmelendirmecilerin” önerdiği tarımdaki otomasyon ile agro-ekolojistlerin sağlıklı gıda için tarımsal istihdamı arttırmaya dair yaklaşımları arasındaki ayrıma denk düşüyor. Bu iki yaklaşım hangi ölçüde birbirine zıt? Kentlerde gıda güvenliği açısından bu gerilimde nasıl bir orta yol bulunabilir?
Elver: Anlattığınız yol ayrımı küresel gıda politikalarıyla ilgili tüm toplantılarda konuşuluyor. Geçtiğimiz eylüldeki BM Gıda Sistemleri Zirvesi tarımda otomasyon, dijitalleşme ve teknolojiyi savunanların hakimiyeti altında gerçekleşti. Agro-ekolojiyi de masaya yatırdılar. Aksi takdirde çok eleştiri alırlardı. Öte yandan, ideolojik açıdan arada derin bir fark var. Tarımsal emeği ortadan kaldırmak insanın binlerce yıldır gerçekleştirdiği bir yaşam tarzını, kırsal yaşamı ortadan kaldırmak anlamına geliyor. ABD’de, benim yaşadığım California’da sadece 10 kişiyle yüzlerce hektarda tarımsal üretim yapılabiliyor. Ama öte yandan eyalette insan hakları çiğneniyor, sosyal eşitsizlik artıyor. İşin sadece üretim ve dağıtım kısmı planlanıyor. Oysa zaten dünyada tarımda üretim fazlası var. Ama gerçekte büyük bir üretici nüfus ortadan kaldırılıyor. Bütün güç birkaç şirketin elinde toplanıyor. Halbuki agro-ekoloji yerel halkın birlikte gerçekleştirdiği, herkesin katkı sağladığı bir sistemin kurulmasını gerektiriyor.
Tarım konusunda Hollandalılar kendini çok beğenmiştir. Ama aslında girdilerin büyük bir kısmını dünyanın dört bir tarafından toplayıp ürünlerin işlenmesini ülkelerinde gerçekleştiriyorlar. Sömürgeci dönemde birçok ülkenin, özellikle Endonezya’nın kaynaklarına el koyduklarını da unutmayalım. Öte yandan, tarım konusunda en iyi eğitimin Hollanda da olduğunu da unutmayalım.
Kitlesel endüstriyel sistemin özü petrolü gıdaya çevirmekten ibaret. Petrol ne kadar ucuzsa, üretim çıktısı da o kadar ucuz olur. Peki o ucuz petrol nasıl temin ediliyor? En basit sorulardan biri bu. Tarımın kökünde bir zanaatlar çeşitliliği vardır. Agro-ekoloji biyolojik karmaşıklığı koruyan, güvence altına alan bir yaklaşım. Yeryüzündeki hayatın devamlılığı için bu bir tercihten ziyade bir mecburiyet.
Şık: Otomasyon Antalya’da da çok tartışılıyor. Ancak, en başta şunu söyleyeyim: Doğadan bağımsızlaşma, insan emeğini teknolojiyle ikame etme iddiasıyla yaptığımız her şey bizi doğaya daha bağımlı hale getirir. Bu bir aforizma değil. Bu konuda termodinamikteki entropi kavramı üzerinden yapılmış kapsamlı araştırmalar var.
Bu araştırmalar otomasyonun sınırlarına dair ne söylüyor?
Şık: Otomasyonun arkasında yatan muazzam mikro-elektronik teknolojisinin kullandığı malzeme ve harcadığı enerji, yol açtığı düzensizlik açısından agro-ekolojik tarımın çok gerisinde kaldığını gösteriyorlar. Otomasyon savunusu siyasal bir yaklaşım. Sosyalist kuram da otomasyonu, insanların işten azade olması için savunur. Ama doğadan uzaklaşmak kesinlikle mümkün değil.
Hollanda ucuz petrol bulmadığı takdirde o büyük üretimi yapamaz. Mesele, Hollanda’nın yaptığı üretimin dünyanın hangi bölgelerinde düzensizliğe yol açtığının izini sürmek. Kitlesel endüstriyel sistemin özü petrolü gıdaya çevirmekten ibaret. Petrol ne kadar ucuzsa, üretim çıktısı da o kadar ucuz olur. Peki o ucuz petrol nasıl temin ediliyor? En basit sorulardan biri bu.
Bırakın ülkeleri, ülkeler içinde bölgeler arasında da muazzam eşitsizlikler var. Agro-ekolojiyi de tamamıyla insan emeğine dayalı şeklide yapalım demiyorum elbette. Elimizde ekolojik ilkelerle uyumlu, yıllardır denenen çok sayıda yöntem var. Tarımın kökünde bir zanaatlar çeşitliliği vardır. Agro-ekoloji yüksek teknoloji ve otomasyona dayalı, monokültürel tarıma kıyasla biyolojik karmaşıklığı koruyan, güvence altına alan bir yaklaşım. Yeryüzündeki hayatın devamlılığı için onu yaygınlaştırmamız gerekiyor. Bu bir tercihten ziyade bir mecburiyet.
Kitlesel-endüstriyel tarımın ya da günümüzdeki moda sözcükle “dijitalleşmiş” tarımın verimlilik anlayışı problemli. “Suçu anlamak istiyorsan parayı takip et” denir ya, burada da mukayese yaparken izini sürmemiz gereken nokta enerji ve malzeme akışlarıdır. Nereden geliyor, nasıl temin ediliyor ve nereye gidiyorlar? Bunu yaparsak ince sömürü mekanizmalarını, başka ülkelerin kaynaklarının yağmalanmasını daha iyi anlayabiliriz.
Enerji üzerine çalışan Vaclav Smil meseleyi şöyle ifade ediyor: “Para diye bir şey yoktur, enerji akışları vardır”. Bir yandan da Keynes bundan 90 yıl önce teknolojiyle beraber 21. yüzyılda haftalık çalışma saatinin 15’e, 20’ye ineceğini öngörüyordu. İnsanlığın yüzde 60’ının kentlerde yaşadığı bir dönemde gıda üretimi açısından böyle bir dünya hayal mi?
Şık: Denenebilir elbet. İnsanın teknolojiyle kurduğu ilişkiyedair deneyimlerimiz tamamıyla boşlukta yüzmüyor. Ama somuta bakalım. Karadeniz’deki fındık bahçelerinde son beş-altı yıldır glifosat kullanılıyor. Bu zehir o kadar etkili ki, tarımı yapılan ürün dışındaki bütün yabani otların kökünü kurutuyor. Aylarca ot yolmak, çapa yapmak zahmetinden kurutuluyorsunuz. Eminim glifosatı ilk kez kullanan çiftçi yaşadıklarını devrim gibi algılıyordur. Bir yıl, belki bir buçuk yıl büyük bir külfetten kurtuluyor. Fakat şimdilerde, glifosatın fındık bahçelerindeki ekosisteme verdiği zarar nedeniyle verimlilik kaybına yol açıp açmadığı araştırılıyor, ki kuvvetle muhtemel yol açtığı görülecek. İşin diğer bir vahim yönü de tarım işçilerinin, onların çocuklarının sağlığına verdiği zarar. Küçük çiftçiler çiftçilik yaptığı alanda yaşar, o alanın bir parçasıdır. Glifosatın lenfoma tipi kanserlere yol açtığına dair çok sayıda araştırma mevcut.
İşin doğası gereği bir alandan olabildiğince yüksek miktarda ürün almak isteriz. Ancak, şunun altını ısrarla çizmek lâzım: Doğa hakkındaki bilgimiz çok az. Bunu hiçbir şey yapmamayı vazeden bir ihtiyatlılıkla söylemiyorum, ama daha geniş bir bakış açısına ihtiyacımız var. Topraktaki biyolojik çeşitliliğe verdiği zarar, suda yol açtığı kirlenme, insan ve çocuk sağlığına yönelik riskler yılladır ortadayken bir toksik kimyasal maddenin kullanımının bu kadar kolayca kabul edilmesi ve kısa sürede yaygınlaşmasındaki soruna dikkat çekmek istiyorum. Teknolojik değişimin ilerleme ve gelişme olarak algılanması büyük bir problem.
Çukurova’da 1980’lere, ‘90’lara kadar sadece çapa işinden geçim temin eden binlerce çiftçi ailesi vardı. Peki çapalama işi kaybolunca o insanlar nereye gidiyor? Zincirleme sürece yakından bakınca bir yıkım, hatta bir şiddet görülecektir. Entropi üzerinden bir işlemin olumsuz yanlarını ifade edebiliriz, ama süreçlerin insan hayatında nelere yol açtığı da çok kritik bir soru. Ondan kimler fayda sağlıyor, kimler zarar görüyor sorusunu hep akılda tutmak çok önemli. Dolayısıyla teknoloji sorusuna vereceğimiz cevap da katı olmayacak.
Koç: Her çözümü teknolojide arayan determinist anlayışı sorgulamalıyız. Teknolojiyi bir araç olarak görmek gerek. Teknolojinin kimin elinde, kimin yararına ve kimin zararına kullanıldığını sorgulamamız lâzım. Belirli teknolojiler belirli sektörlerde, belirli ürünler için etkili oluyor, topluma ve doğaya yönelik bir tehdit arz etmiyorsa elbette kullanılsın. Örneğin, sulama yöntemi yerine damlama veya yağmurlama tekniği kullanmak tarımda su israfını önlüyor. Dolayısıyla, yerel-küresel, geleneksel-teknolojik gibi ikilemlere hapsolmamak gerekiyor.
Bu bağlamda kentteki gıda topluluklarının bir bölümünün “yerelliğe” özellikle vurgu yaptığını görüyoruz. Kentsel gıda güvenliği açısından “yerelliğin” sınırları neler?
Şık: “Yerel iyidir” sloganı sürekli gündemde. Elbette yerel iyidir. Ama bunu genelleyemeyiz. Öyle yaptığımızda ne gibi sorunlar çıktığına dair çalışmalar yerel-küresel ikilemi söz konusu olduğunda üretim süreçlerine odaklanmayı salık veriyor. Yerelde yapılan üretim yerelin üretim becerisini devam ettirmesi açısından çok kıymetli, ama tamamıyla yerelden beslenmek ancak ütopik bir amaç olabilir. Her coğrafya iklim ve toprak beslenmek için gerekli gıdaları üretmeye yeterli fiziki şartlara sahip olmayabiliyor. Böyle coğrafyalarda üretim çok maliyetli hale gelebilir, bu da iklim krizini şiddetlendirebilir. Taşımacılığın, gıda dahil ürünleri bir yerden diğerine sevk etmenin karbon emisyonlarındaki payının yüzde 13-14 olduğu tahmin ediliyor. Ama asıl mesele üretim sırasındaki emisyon. Üretim sürecinde hangi tekniği, malzemeyi kullanıyoruz, ne kadar enerji tüketiyoruz, ne kadar atık ortaya çıkıyor? Tüm bunları göz önünde bulundurmazsak her şeyi yerelde üretip iklim krizini şiddetlendirmek de pekâlâ mümkün. İkilemlere sıkışmadan sürekli eleştirel bir mesafe almak çok kıymetli.
1. Bölüm: Hayatı tehdit eden gıda sistemi