31. IDFA’DAN NAKLEN

Murat Türker
2 Aralık 2018
SATIRBAŞLARI

Dünyanın en büyük belgesel etkinliği iddiasını taşıyan Amsterdam Uluslararası Belgesel Festivali 14-25 Kasım tarihleri arasında gerçekleşti. 31. IDFA’da denizcilik dünyasından sinemaya, yaşlılık hallerinden gençlik hezeyanlarına, müzikten modaya, gayet geniş bir spektrumla karşı karşıya kaldık, tadımlık bir seçki yaptık.   
Uruguaylı yönetmen De Luca’nın “Vida a Bordo” filmi festival favorilerinin başında geliyordu.

All Inclusive

Yüzer bir apartmanda binlerce insan iç içe seyahat ediyor. Okyanus veya denizlerde kendilerini bekleyen tehlikelerden tamamıyla bihaber, klostrofobik mi klostrofobik mekânlarda üst üste, alt alta keyiflerine bakıyorlar. Basmakalıp eğlencelerin sonu gelmiyor, verilen paranın karşılığı kuruşu kuruşuna alınıyor. Gayet kiç dekorasyonlar yolculara lüks hissini fazlasıyla tattırırken bilhassa çocuklar için unutulmaz bir tatil olmasına yönelik tüm imkânlar seferber edilmiş vaziyette (acaba başlarına kötü bir şey gelir mi?)

Yönetmen Corina Schwingruber Ilić devasa yolcu gemilerine toplumun dar alana sıkışmış bir mikrokozmosu olarak bakıyor; yoksullukla varsıllığın, kalabalıklarla yalnızlığın, doğal olanla yapayın, kültürel ile ticarinin tokuştuğu…

All Inclusive adlı seyretmesi olağanüstü derecede zevkli belgesel 10 dakikada sinemaseverleri kavrayıp kahkaya boğuyor. Herhangi bir yorum yapılmadan peş peşe akan sekansların absürtlük derecesi aynı zamanda insan denen yaratığın acayipliği hususunda seyirciyi epeyce düşündürüyor.   

 

Vida a Bordo

Cruise gemilerindeki gülünç manzaralardan hemen sonra Explorador adlı yük gemisine bindiğimizde çok daha dingin sularda yüzeceğimize hemen vâkıf oluyoruz. Kameraman Arauco Hernández Holz ve José Maria Ciganda’nın elinden çıkma muhteşem sinematografi seyirciyi derhal avucunun içine alıyor. Görsel bir trip yaşadığımızın işaretlerini alırken, dizaynı Daniel Yafalián tarafından hazırlanmış, Raul Locatelli ve Cesar Lamschtein’ın büyüleyici ses cambazlığı estetik görüntülere layıkıyla eşlik ediyor. Uzun mesafeler katettiği belli, köhne ama aynı zamanda bakımlı gemimiz tropikal ormanlarla süslü antik şehirlerin kıyısından, gayet geniş nehirde usulca yol alırken Cecilia Trajtenberg’e ait müzik duyguları ayaklandırıyor, Guillermo Madeiro’nın isabetli montajı bizi oradan oraya sürüklüyor. Hep sorarlar ya, Vida a Bordo, festivalde favori filmim mertebesine hızla yükseliyor ve etkinliğin sonuna kadar da orada kalıyor.

Kâh limanlara uğruyoruz, kâh gemi hayatından mutfak veya temizlik işlerini takip ediyoruz, ayrıca makine dairesinden tıkır tıkır işleyen motor kesitleri izliyoruz. Uruguaylı yönetmen Emiliano Mazza De Luca da yorum yapmıyormuşçasına bizi duyularımızla başbaşa bırakmayı yeğliyor. Yakın plan çekimler, canlanan halatlar (yoksa hortum mu?), renkler, dokular, alanlar, kompozisyonlar…

Yoğunluk gittikçe artıyor, sulardaki kan kırmızısı da öyle. Ritm yükseldikçe suyun titreşimleri de yoğunlaşıyor, dairelerin çapı genişledikçe genişliyor, Emiliano bizi bir saykodelik girdaba sokup sonuna kadar götürüyor… (Orası neresi?)      

 

Celebration

Ekstaz ve öfori içinde geçmiş bir yaşamı yakıştırabilirdik Paris’in son moda duayeni Yves Saint Laurent’a. Oysa Celebration adlı belgeselde kendisini gayet kırılgan, fazlasıyla yorgun, hatta bulunduğu ortamlardan uzak, adeta namevcut bir halde izliyoruz. Temsilcisi olduğu iddialı moda şirketinin filmin bütününe gösterim iznini 2018’de vermiş olması boşuna değil.

Olivier Meyrou’nun yönettiği belgeselde Saint Laurent yıpranmış ve hassas, titrek ve başkalarının desteğine muhtaç gibi görünüyor. Oysa moda dünyasında hâlâ aktif olduğu, son koleksiyonunu taze bir heyecanla gezegenin üst katmanlarına sunduğu, etrafının birbirinden alımlı modellerle kuşatıldığı dönemlerin tam da ortasındayız. Zaafı olduğu anlaşılan, ününün zirvesinde Laetitia Casta’nın fotoğraf çekimlerinde kucağına oturup poz vermesinden memnun.

Tabii ki tüm bunların arkasında hayatının aşkı Pierre Bergé’nin itici gücü hissediliyor. Celebration filminin ses tasarımcısı Sébastien Savine en başta olmak üzere, ekibin tümü çok mühim anlara şahit olduğumuzun yüksek bilinci içinde. Kasvetli olduğu kadar soğuk bir atmosferle etrafımız sarılıyor, sanki bir bilim-kurgu izliyor gibiyiz.  Hayatını modaya, estetiğe, güzelliğe adamış bir insanın ödediği bedelin ağırlığı seyirciye de bulaşıyor…          

 

Westwood: Punk, Icon, Activist

Moda denen salgının sıradışı yayıcılarından Vivienne Westwood’un ise punk ikonluğundan Dame mertebesine ulaşmasını biraz üzülerek izliyoruz. Fakat Lorna Tucker’ın yönettiği albenili belgeselin sürükleyici olmadığını iddia etmek haksızlık sayılır. Eski sevgilisi Malcolm McLaren’la ’70’lerde Britanya’nın punk’ına imza atmış, Sex Pistols fertlerini giydirmiş asi modacı artık müesses nizamın bir parçası.

77 yaşında kendisini hâlâ aktif, enerjisini cömertçe etrafına saçan, ekoloji bilinci yaymak için mücadele eden biri olarak izliyoruz; moda endüstrisine sürdürülebilirlik kazandırmaya çalışması da azımsanacak bir şey değil. Arada çok büyümüş moda evinin kontrolsüzce savrulma tehlikesini de seziyor, Westwood’un otoritesini eksantrik biçimlerde empoze etmeye çalışması karşısında şaşakalıyoruz. Fakat 78 dakikalık Westwood: Punk, Icon, Activist adlı belgeselde en çok eşi Andreas Kronthaler’in tutarsızlık ve şuursuzluklarına sinir oluyoruz…      

 

Hey Bro!

Ya zıvanadan çıkmış, iplerini koparmış, adeta ölümle flört eden iki genç Moskovalı’ya ne demeli? Hey Bro! adlı 72 dakikalık çılgın belgeselle yönetmen Aleksandr Elkan IDFA’nın öğrenci filmleri yarışmasında yer aldı, ödüllendirilmemiş olsa da gönülleri kazandığı kesin. Kirill ve Mark intihari ivmeleriyle maceradan maceraya koşarken Elkan’ın kamerası kıvraklıkla onları yakından takip ediyor, unutulmaz bir tecrübeye hepimizi dahil ediyor. Kaykaylı görüntülerin akışkanlığı alkol ve uyarıcıların etkisiyle sık sık sekteye uğruyor, akrobatik iddialar içindeyken köprü trabzanlarından düşme risklerine arıza çıkartıp koca koca adamlar tarafından paralanma ihtimalleri ekleniyor. Aralarındaki bağın temelleri pek sağlam görünmese de bir ikili olarak ortalıkta dehşet saçarlarken her yaştan kadını kesinlikle cezbediyorlar, Kırım tatilinde ise beklenen dibi boyluyorlar…     

 

Mussolini’s Sister

Arıza deyince IDFA’daki zirvelerden Mussolini’s Sister’ın baş karakteri Hiam’ı unutmamak lâzım. Yaşlı olmasına rağmen tek başına yaşamak için uzun süre direnen, teslim olma zamanı geldiğinde yine de bakıcılarına kök söktüren, onları süfli argümanlarla kovan, tutarsızlıklarını kötücül enerjisiyle birleştirip asap bozan “nalet” bir ihtiyarla daha iç içeyiz.

Tabii ki coğrafya Filistin olup muhafazakâr bir Hıristiyan cemaatinde yer alınca bir kadın olarak Hiam’ın mazisinin pek de kolay olmadığını idrak ediyoruz. Kıvrak zekâsıyla espriler patlatması, sarkastik ifadeler kullanması veya kendisiyle dalga geçebilmesi o nesilden biri için pek beklenen bir şey değil; zaten yönetmen Juna Suleiman’ın çabası büyükannesi Nazaretli Hiam’ı bize az da olsa sevdirebilmek.

Empati gücünü yitirmiş, ilgi yoksunluğu içinde dikkat çekmek için yaygara koparan, farkındalığı sadece kendi çıkarları için geçerli, tahammülü zor bir insana dönüşmek kader midir, yoksa mizaç meselesi midir?

Ama Suleiman’ın sonuçta daracık bir ortamdan yola çıkarak fazlasıyla insani bir portreye görünürlük kazandırdığı kesin!      

 

Marceline. A Woman. A Century

Hiam’ın aksine gayet sevimli bir şuur abidesi portresi çizen Marceline Loridan-Ivens (1928-2018) hayatının son yıllarında tercihini hâlâ aşktan yana kullanmış bir kadındı. Belgesel dünyasının önde gelen yönetmenlerinden Hollandalı Joris Ivens’ın üçüncü eşi olarak erkek otoritesine karşı çıkıp kendini empoze edebilmiş bir mücadele insanı. Fransa’daki Alman işgaline karşı saflarda babasıyla yer almış, Nazi kampında yaşadıklarını aşarak hakkında kitap yazabilmiş, Cezayir bağımsızlık savaşına şahsen destek vermiş, Vietnam’da Ho Chi Minh’le tanışıp Çin’deki kültür devrimi hakkında eşiyle 1972-76 yılları arasında 12 film çekmiş bir direnişçi.

Yönetmen Cordelia Dvorák şurup gibi 58 dakikalık Marceline. A Woman. A Century adlı belgeselde tatlı tatlı konuşturuyor özgür ruhlu muhalif kahramanını: “Uğruna hayatımız boyunca savaştığımız değerleri çağımızda umursayan var mı? Geçen yüzyıldan pek ders almışa benzemiyorlar.” Göz alıcı, cafcaflı renkli taşlarla bezenmiş iri yüzüklerini ancak İsrail’de bulabildiğine dair samimi itiraflar da var belgeselde…      

 

Piazzolla, the Year of the Shark

Tango’nun huzursuz, gergin ve agresif enerjisiyle duygusal, romantik, hatta kendine acır hali sanki Astor Piazzolla’nın şahsında vücut bulmuş gibi görünüyor. Geleneksel tango biçimlerini yenileyerek bu istisnai müzik formunda yeni ufuklar açmış olan bandoneon ustasının besteleri gericilere inat, çoktan klasikleşmiş vaziyette.

Zaten Daniel Rosenfeld’in yönettiği Piazzolla, the Year of the Shark adlı belgeselin içeriği ve perdeden yaydığı aura da uçlar arasında gidip geliyor. Hırslı karakteri tanıyacak gibi olurken bir anda elimizden kaçıyor; takıntılı doğası ne zaman örselense çevresindekilerin de bundan etkilenmeme şansı yok.

Zengin arşiv malzemesiyle bezenmiş belgeselde bilhassa çocuklarıyla ilişkisi üzerinden özel hayatına sızmaya çalıştığımız girift bir şahsiyet var karşımızda. Filmde Astor’un köpek balığı avına duyduğu obsesif bağın gücüne de kani oluyoruz, bir de Escualo (Köpek balığı) adlı canım eserinin birkaç notasını duyabilseydik! (Yoksa yanılıyor muyum?)

Fakat Tango Nuevo’nun ustasına saygı duruşu vazifesi gören filmi, yerkürede tangoyu bağrına basmış liman kentlerinden İstanbul’da mutlaka izlemek isteriz…

 

Rudeboy: The Story of Trojan Records

Jamaika’da yeşermiş ska, rocksteady ve reggae müziğinin Büyük Britanya’daki bir plak şirketi aracılığıyla tüm dünyaya yayılmış olmasına da eğildik 31. IDFA’da. Yönetmenliğini Nicolas Jack Davies’ın üstlendiği Rudeboy: The Story of Trojan Records adlı 86 dakkalık belgeselde arşiv malzemesi canlandırma sahnelerle birleştirilmiş. Bob Marley reggae tarzının bir numaralı temsilcisi olmadan önce mevzubahis müzik bazı göçmenler için beyaz Avrupa’da bir çıkış yoluydu. Skinhead’ler (dazlaklar) dahil toplumun kenarına itilmiş kesimler müziğin etrafında bir oluyor, bariyerlerin yıkılmasına doğru ağır ağır yol alınıyordu.

Lee Gopthal şirketi kurmuş, Jimmy Cliff, Lee “Scratch” Perry, Desmond Dekker ve Toots and the Maytals yeni dönemin yıldızları olmuştu; oysa günümüzde bile dünyanın önyargı, ırkçılık ve ayrımcılık hususunda alması gereken yol o kadar çetrefilli ki, en iyisi siz pikabınıza bir reggae plak kondurup ayarlı bir uçuşa geçin…

 

^