25 Kasım Kadına Şiddetle Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü münasebetiyle Sınır Tanımayan Şiddet kitabının yazarı, Eşitlik İçin Kadın Platformu (EŞİK) üyesi Yakın Ertürk’le “kadın hareketinin durumu ve feminizmin yol haritası”nın ikinci bölümü…
Aktif üyesi olduğunuz Eşik Platformu aylardır süren çalışmalarına Meclis’e çağrı yaparak devam ediyor. Siz de verdiğiniz bir söyleşide “Kadın hakları hareketi küçük ve büyük patriarkları ürkütmüştür” diyorsunuz. Küçük ve büyük partiarklar kimler?
Yakın Ertürk: Küçük patriarklar derken evdeki, sokaktaki eril gücü, büyük patriarklardan da devleti ve pazarı elinde tutan kurumsal eril gücü kastediyorum. Bu ayrımı yaparken Raewyn Connell’ın erkekler arasındaki hiyerarşiyi anlatan “hegemonik ve tabi erkeklik” kavramlarından esinlendim. Her ne kadar hegemoni, kendi iktidarı gereği tabi konumdaki erkekleri ötekileştirmeyi, emeğine el koymayı ve baskı altında tutmayı amaçlasa da, bazı alanlarda alternatif erkeklikler arasında ortak çıkarlar da söz konusu olabiliyor. Örneğin, devlet ailede hane reisine özerk alan tanıyarak küçük patriarkları kendi iktidarına ortak eder. Tabii bu hiçbir zaman sorunsuz bir ortaklık değildir, özel yaşama nüfuz eden bazı devlet politikaları büyük ve küçük patriarklar arasında gerilim ve çatışmaya neden olabilir. Bu açıdan miras, boşanma, velayet gibi hakları içeren medeni kanun özellikle gerilim kaynağıdır. Bunun içindir ki, erkekler arasındaki iktidar savaşının ayrıştırıcı özelliklerinden biri savundukları cinsiyet rejimidir, aile hukuku çoğu ülkede alternatif erkeklik politikalarını dengede tutmak bakımından en dirençli alan olmuştur. Sağ popülizmin yükselişte olduğu günümüzde, gerici küçük ve büyük patriarklar arasındaki özel yaşama ve kadın haklarına karşı ittifaklar genişleyerek ortak bir cephe oluşturuyor.
Türkiye’de, 2020’nin ikinci yarısında kadın haklarına yönelik saldırıların dozu artarak yükseldi, çok eşliliğin erkeğe tanrının tanıdığı hak olduğunun açıkça ifade edildiği noktaya kadar geldi. İktidara yakın kadınlar İstanbul Sözleşmesi’ni savundukları için ağır hakarete maruz kaldılar. En son, sözde akademisyen bir zat (Emir Kaya) Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın “Kadına Şiddetin Önlenmesi – Mevzuatın Geliştirilmesi” başlıklı toplantıya katılan kadınları hedef alarak şunları söyledi: “30 katılımcı içinde tek erkek bendim. 29 kadın… Çoğunluğu radikal, vamp tipler… Dibine kadar feminizm vahşiliği… Sayın cumhurbaşkanımızın ve bakanımızın durduğu yer bellidir. Milletin yanıdır. Fakat bakanlık bürokrasisi işgal edilmiştir.” Sadece seçme cümleler aktardığım bu nefret söylemi, üniversitelerimizin içinde bulunduğu acıklı durum, bir “bilim insanı”nın büyük patriarklara yaranma küçüklüğü, Ortaçağ cadı avını anımsatan ruh hali gibi pek çok marazi durumu çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor.
Sınır Tanımayan Şiddet kitabınızda şöyle diyorsunuz: “…bütün ülkeleri kateden kadına yönelik şiddeti kültüralist açıklamalarla ele almak mümkün değil, tersine birçok durumda kültürcü özcülük şiddetin doğrudan suç ortağı.” Nasıl bir suç ortaklığı sözünü ettiğiniz?
Kadının insan hakları söz konusu olduğunda, hakların ayrıştırıcı özelliği olarak kültürü dile getirme eğilimi oldukça yaygın. Görecelik –rölativizm– ya da oryantalist versiyonlarıyla tezahür eden kültürel özcülük –kültürün özü itibariyle doğal ve değişmez bazı niteliklere sahip oluğu anlayışı– ve kimlik politikaları özellikle Soğuk Savaş sonrası neoliberal dönemde yeni bir mücadele alanı açtı. Bu bağlamda, kültür temelli söylemler, kadın hakları mücadelesinin de önünde bir kalkana dönüştü. Bugün de İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik saldırılar kültür ve din referanslarıyla yerellik adına yapılarak meşru bir zemine oturtulmak isteniyor.
Kökeni sömürgecilik tarihine uzanan kültür referanslı yaklaşımlar 1988’de BM sisteminde “zararlı geleneksel uygulamalar” (harmful traditional practices) gündemiyle somutlandı ve “kadın sünneti”, “namus cinayeti” gibi, “öteki”nin kültürüne atfedilen uygulamalar şiddetle mücadelenin odak noktası oldu. Uluslararası metinlerde de yer alan bu uygulamalar, çözümü “kadın düşmanı” kültür örüntülerinin yok edilmesinde buldu. Zararlı geleneksel uygulamalar olarak ortaya çıkan yaklaşımlar daha önce görünürlüğü olmayan bazı şiddet türlerine görünürlük kazandırmışsa da, sorunun kaynağı tek tipleştirilen kültürlere, topluluklara indirgenmişti. Bunun sonucu olarak, kadına şiddet tartışmalarında dikkatler kuzey ülkelerindeki Müslüman göçmen topluluklarına ve güney ülkelerine çevrildi, sanki kuzey ülkeleri kültürden azat varlıklarmış gibi. Bu anlayış gereği, ya kültür değişecek ya da kadın “kendi kültürüne” karşı korunacaktı. Bu bağlamda, küresel Güney’deki kadınlar, birbiriyle çelişen ideolojik söylemler arasında sıkışmış buldular kendilerini. Ve “kurtuluş” için ya kendi kültürel kimliklerini reddederek emperyal projelere teslim olmak ya da kendi gruplarının baskıcı uygulamalarına, mitlere boyun eğmek gibi bir seçimle karşı karşıya kaldılar.
Kültür temelli söylemler kadın hakları mücadelesinin önünde bir kalkana dönüştü. Bugün de İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik saldırılar kültür ve din referanslarıyla yerellik adına yapılarak meşru bir zemine oturtulmak isteniyor.
Kadına yönelik şiddetin kültürleştirilmesi dikkatlerin yapısal eşitsizliklerden başka alanlara kaymasına neden oldu ve dolaylı ya da dolaysız bir biçimde statükodaki mevcut güç dengelerinin idame edilmesine katkı sağlayarak şiddet faillerine “meşru” zemin sağladı. Meşruluk kazanan sömürgeci, ırkçı ve cinsiyetçi söylemler, siyasi/militarist müdahalenin de yolunu açar. 2001’de, ABD ve müttefiklerinin Afgan kadınlarını Taliban zulmünden kurtarmayı gerekçe göstererek Afganistan’ı işgal etmeleri feministlerin çok eleştirdikleri çarpıcı bir örnektir. Bu ülkeler yok edemedikleri Taliban’la bugün uzlaşmanın yollarını ararken Afganistanlı kadınların durumunu unutmuş görünüyor.
“Öteki”nin kültürüne odaklanmak ya da “kültürümüz” adına kadınları ezilmişliğe mahkûm etmek, şiddeti maddi ve yapısal temelinden soyutlamak, büyük ve küçük patriarklara kadın hakları talepleri karşısında herhangi bir sorumluluk üstlenmemek için mazeret sağlar. Kadının ikincil konumunun, özü itibariyle kadın düşmanı olan kendi kültürleriyle özdeşleştirilmesi, varlıklı ülkeleri silahlı çatışmaların, işgalin, militarizmin, kapitalizmin ve neoliberal ekonomi politikalarının güneyde yol açtığı yoksulluk ve yıkım gibi sonuçların sorumluluğundan kurtarır. Yayılmacı kapitalizm ve küresel çatışmaların yol açtığı yıkımın kadınlar, azınlıklar ve diğer kırılgan gruplar üzerinde yarattığı dezavantajın sorumluluğunu “öteki”nin kültürüne yüklemek günümüz neoliberal küreselleşmenin taraftarları için çekici bir ideoloji.
Ama acaba şiddet ve eşitsizlik kültürlere özgü bir olgu mu, yoksa iktidar, mülkiyet ve bölüşüm ile mi ilgili? Hangi kültür, kimin kültürü ve kültür adına konuşan kim ve bu yetkiyi nereden alıyor? Evrensel ataerkil kültür ile bir kadın olarak benim kültürüm nerede ve nasıl örtüşüyor? Bu tür soruların sorulmaması kadına karşı bir silah haline gelen kültürel özcülük ve indirgemeciliği pekiştirir, meşrulaştırır ve bizi karşı olan baskı sistemine suç ortağı kılar.
Kültürü, günlük pratiklerin devamlılığını sağlayan ortak anlamlar kadar, zaman içinde değişimi körükleyen, birbiriyle yarışan ve çelişen anlamları içeren bir mücadele alanı olarak algılamak kültürü –insan hakları kültürü dahil– dinamik kılar. Tarihsel olarak kadınlar, bireysel ve kolektif olarak baskıcı ataerkil uygulamalara ve dışlayıcı hak anlayışına karşı aktif olarak direndiler. Kadınların hak mücadelesi bir taraftan iktidarla, bir taraftan da, kültür olarak dayatılan yerleşmiş egemen değerlerle baş etmeyi zorunlu kıldı. Tüm kültür değerlerinin –insan hakları kültürü dahil– ayrımcılığın önlenmesi ve eşitliğin sağlanması esas alınarak eleştiriye tabi tutulması baskıcı hiyerarşilerin sorgulanmasını sağlar, onların meşruluğunu ortadan kaldırır, durağanlığını bozar ve değişmelere yol açabilecek kırılmaların oluşmasını mümkün kılar. Kültür farklılıklarına saygı gösterirken, kültür adına gerçekleşen baskıcı uygulamalara direnmek, onları deşifre etmek ve evrensel insan haklarını “aynılık” değil, “ilişkisel ve bağlamsal bir farklılık” temelinde yorumlamak kültür temelli dayatmalar karşısında en etkili tepkidir.
Arlene Voski Avakian Amerikalı Bir Ermeninin Feminist Olma Yolcuğu adlı özyaşamöyküsünde, cinsiyetçilikle ırkçılığın akrabalığına dikkat çekiyor. Siz de İnsan hakları ile şiddet arasındaki diyalektik ilişkiden söz ediyorsunuz kitabınızda. Bu ilişki hangi evrelerden geçti, bugün nasıl bir durumda?
Bu ilişkiye iktidar-başkaldırı karşıtlığı da diyebiliriz. Şiddet ve insan hakları birbirlerinden kopuk olgular olarak algılanageldi. Yani, şiddet “her yerde var olan doğal bir olgu”, insan hakları ise “çoğu ülkede anayasal güvence altına alınan yaşam, mülkiyet gibi devletin vatandaşına bahşettiği doğal haklar” olarak iki farklı alan. Bu anlayış gereğince, toplumsal eşitsizlikler –cinsiyet, ırk, sınıf– açısından negatif yükümlülüğe sahip olan devletin görevi vatandaşına zarar vermemektir, özel alanda devlet-dışı aktörler tarafından çiğnenen haklar yasanın ve devlet denetiminin dışında kalır. Günümüz insan hakları anlayışının çerçevesini oluşturan 1948 İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi de bu yanlılığı içinde taşır. Soğuk Savaş sonrasında ulus-ötesi sivil örgütlenmelerin güçlenmeleri ve insan hakları mücadelelerinin çeşitlenmesiyle, devlet özel alanda ve sınır ötesinde yaşanan hak ihlâllerinden sorumlu tutulur hale gelmiş ve pozitif yükümlülük anlayışı oluşmuştur. Tarihsel olarak oldukça yeni olan bu devlet doktrini sayesinde, daha önce görünmez olan, özel yaşama dair baskı, insan ticareti, sınır ötesi militarist ve neoliberal müdahaleler gibi alanlardaki insan hakları ihlâllerine odaklanılması insan hakları paradigmasına da yeni boyutlar kazandırdı.
Bu bağlamda, feminizmin 1990’lardaki en önemli başarısı hükümetler arası insan hakları çerçevesini kullanarak, şiddeti uluslararası hukukun ve siyasanın konusu haline getirmesidir. Feminist hareket, şiddetle mücadelede insan hakları kültürünü başkaldırılarını meşrulaştırıcı referans noktası olarak kullanırken, diğer taraftan da, erkek yaşam pratiğini yansıtan anaakım insan hakları diline ve pratiğine meydan okuyarak yeniden tanımladı.
Bu süreç özellikle üç açıdan dönüştürücü olmuştur: Öncelikle, anaakım insan hakları dili ve yaklaşımı, kadınların yaşadıkları hak ihlâllerini de kapsayacak bir biçimde genişletildi. Suç konusundaki anlayış değişti ve ceza infaz sistemi yeni suç türlerine –aile içi şiddet, evlilikte tecavüz gibi– göre yeniden düzenlendi. Devlet yükümlülüğü, özel ve kamusal alan ayrımının ötesinde, devlet-dışı aktörlerin neden olduğu insan hakları ihlâllerini de kapsayan bir anlayışa dönüşerek, devlet doktrini ve devlet-birey ilişkisi önemli ölçüde değişime uğradı.
Kadına yönelik şiddetin kültürleştirilmesi dikkatlerin yapısal eşitsizliklerden başka alanlara kaymasına neden oldu ve statükodaki güç dengelerinin idame edilmesine katkı sağlayarak şiddet faillerine “meşru” zemin sağladı.
Şiddet ve insan hakları diyalektiği sonucu yaşanan dönüşüm sadece insan hakları paradigmasıyla sınırlı kalmadı, tüm güç yapılanmalarının kesiştiği noktalara çomak sokarak bunları istikrarsızlaştırdı. Bugün, kadın haklarına yönelik saldırıların temelinde istikrarsızlaşan eril gücü yeniden tesis etme çabasının insan hakları sistemini ve hukuk devletini hedef alması tesadüfi değil. Haklar söylem ve sisteminin, baskıya karşı yürütülen somut mücadelelerden, karşı eylemlerden ve ekonomi-politik dinamiklerden bağımsız, her derde deva sihirli bir değnek olamayacağı, değişen toplumsal koşullar karşısında çoğullaşma, kapsayıcı ya da sınırlandırılma eğilimi içinde olacağı muhakkak. 1990’ların insan hakları açısından kucaklayıcı bir ortam olmasına karşın, günümüzde cezalandırıcı ve tekelci devletin tekrar yükselişte olması, şiddetle ve hak ihlâlleriyle mücadeleyi yeni bir düzleme getirdi. Bugün, kadınlar başta olmak üzere, insan hakları savunucuları çok daha sert bir mücadeleyle karşı karşıyalar.
Derinleşen ekonomik krizle birlikte, “yoksulluk kadınlaşıyor” yaygın kabul gören bir ifade oldu. Kadına şiddet ile yoksulluk arasındaki ilişkinin tezahürleri neler?
Kitapta da sıklıkla vurguladığım gibi, kadınların sosyo-ekonomik konumlarının haklarına erişimlerinde en önemli faktör olduğu gerçeğine rağmen, hükümetler ve uluslararası kurumlar kadına şiddet konusunu hâlâ eşitsiz yapılanmalardan bağımsız bir mağduriyet olarak ele alma eğiliminde. Bunun içindir ki, şiddetle mücadele yaklaşımlarında sorun bireyselleştirilerek, kadın kırılgan ve korunmaya muhtaç bir mağdur, fail ise tedavi edilmesi ya da cezalandırılması gereken şiddet meyilli bir sapkın olarak algılanır.
Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin 3. maddesi devletleri kadınların sosyo-ekonomik haklardan ayrım yapılmaksızın yararlanmalarını sağlamaya çağırsa da, kadına şiddetin önlenmesine yönelik yasal düzenleme ve politikalarda sosyo-ekonomik faktörlerin entegre edildiğine pek rastlanmaz. Kadın haklarından söz edildiğinde akla soyut bir mağdur olma, zarar görme durumu gelirken yoksulluk, barınma, işsizlik, eğitim, su, gıda güvenliği gibi ekonomik ve sosyal haklar, neoliberal uygulamalar, işgal, militarizm, göçmen politikaları gibi konular genelde cinsiyet nötr olarak ele alınır.
Video: @cemredemircioglu
Diğer taraftan, uluslararası hukukun ekonomik, sosyal ve kültürel hakların korunması ve gerçekleştirilmesine ilişkin yöntem ve yaptırımların medeni ve siyasi haklara ilişkin düzenlemelere oranla daha zayıf oluşu, bu hakların hâlâ bir temenni olarak algılanmasına neden olmaktadır. Hakların hiyerarşik algılanışı, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde yer alan ilkelerin temel normatif çerçevesini oluşturan Medeni ve Siyasi Haklar ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmeleri’ne bağlanabilir.
Kişilerin medeni ve siyasi haklarından yararlanabilmeleri de, hiç kuşku yok ki, ekonomik ve sosyal koşullardan bağımsız değil. Kadına şiddet, temel bir hak olan yaşama hakkının ihlâli olduğu gibi, bir dizi ekonomik ve sosyal hakkın ihlâliyle de yakından ilişkili. Bu bağlantıların yeterince kurulamamış olması ve hakların hiyerarşik yorumu, kadın haklarının önünde önemli bir engel olmaya devam ediyor. Neoliberalizmin ekonomi ile siyaset arasındaki bağı koparması, bu parçalanmayı daha da derinleştirdi. Geleneksel ekonomi biliminin aksine, “ekonomi-politik” yaklaşım ekonomik, sosyal ve siyasi alanlar arasındaki ilişki üzerine yoğunlaşarak, gücün sadece kaba kuvvetle değil, evde ve dışarıda, kaynakların, imtiyazların ve otoritenin dağılım ve kullanımını belirleyen üretim ve yeniden üretim ilişkileri içinde biçimlendiğini açığa çıkarır. Bu açıdan bakıldığında, yoksulluk ile kadına yönelik şiddetin bir kısır döngü içinde olduğu açıkça görülür. Şiddet kadının çocukluktan itibaren fırsatlarını ve seçeneklerini kısıtlayarak onu yoksulluğa kilitler. Yoksulluk ise kadının şiddet ortamından kaçmasını zorlaştırır ve şiddet riskini arttırır.
Yoksulluk ve şiddet arasındaki kısır döngünün en çarpıcı tezahür biçimlerinde biri, kız çocuklarının henüz ergenliğe girmeden evlenmek zorunda bırakılmaları. Küçük yaşta evlenen kız çocukları eğitim-öğretim hayatından koparılır ve evlilik sonrası hemen çocuk sahibi olmak zorunda bırakıldıkları için bedenen, zihnen ve sosyal bakımdan gelişme imkânı bulamayıp bağımsız yaşam koşullarına erişemezler. İronik olarak, büyük ölçüde yoksulluk nedeniyle çocuk yaşta evliliğe mahkûm olan kız çocuğunun, “gelin” olarak gittiği evde daha fazla yoksulluk ve şiddetle yaşama olasılığı yüksektir ve bu durum onun çocuklarının da yaşam koşullarını biçimleyerek yoksulluk ve şiddet nesiller arası yeniden üretilir.
Kültür farklılıklarına saygı gösterirken, kültür adına gerçekleşen baskıcı uygulamalara direnmek, onları deşifre etmek ve evrensel insan haklarını “aynılık” değil, “ilişkisel ve bağlamsal bir farklılık” temelinde yorumlamak kültür temelli dayatmalar karşısında en etkili tepkidir.
Kadının bağımsız gelir kaynağının olmasının, bazı durumlarda, koca üzerinde kışkırtıcı bir etki yaratarak şiddete yol açtığı yönünde bulgulara rastlansa da, gelir ve mülk sahibi olmak kadınların pazarlık gücünü artırmakta ve şiddet ortamını terk edebilmeleri için önemli bir dayanak olmaktadır. Dünyadaki eğilimlere bakıldığında, gelir ve istihdamda cinsler arası eşitlik, kadının statüsünün iyileşmesi ve ataerkil baskıya karşı koyabilmesi bakımından en etkili araç olduğu görülmektedir.
Aile, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı evlilik yaşının aşağı çekilmesi konusunu gündeme getirdi, Covid-19 nedeniyle 2020-2030 yılları arasında şu anki hesaplamalara –her yıl 12 milyon– ek olarak 13 milyon çocuk yaşta evlilik olabilir uyarısında bulundu. Pandemi sonrası özellikle kız çocuklarını neler bekliyor?
Pandemi döneminde gözden ırak olan konulardan biri kız çocuklarının eğitimi, ev içi iş yükleri ve karşılaştıkları diğer sorunlar. Bu konularda güvenilir bilgiye sahip değiliz. Ancak, en çok üzerinde durulan konu, pandemiyle birlikte uygulamaya giren dijital eğitimin bilişim teknolojilerine erişim ve kullanma eşitsizlikleri oldu. İnternet erişimi ya da bilgisayar, vb. olanaklara sahip olan hanelerde bile kız çocuklarının dijital araçlardan daha az yararlandıkları bir gerçek. Dolayısıyla, dijital eğitim modeli eğitimdeki eşitsizlikleri daha da derinleştirdi. Kriz dönemlerinde, kız çocuklarının iş yüklerinin ve cinsel tacize maruz kalma risklerinin arttığı da biliniyor. Ebola döneminde, kız çocuklarına yönelik cinsel tacizler katlanarak arttı örneğin. Türkiye gibi çocuk evliliğinin zaten sorun olduğu ülkelerde, bazı kız çocukların pandemi sonrasında eğitim sisteminden çıkarılıp evliliğe yönlendirilmeleri riski oldukça yüksek. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) salgının çocuk işçiliğinin önlenmesinde son 20 yılda sağlanan başarının tersine dönmesine neden olabileceğine işaret ediyor. Bugün 1,5 milyar çocuk okul dışında, bunların bir kısmı belki de okula artık hiç dönmeyecek. Kız çocuklarının evliliğe, erkek çocuklarının da işgücüne yönlendirilmeleri yoksul aileler için mağduriyetleriyle baş etmede kaçınılmaz bir strateji olabilir.
Bir de kentlerin çeperlerinde yaşam mücadelesi veren göçmen-mülteci kadınlar var. Dünya göç meselesine ve özelinde göçmen-mülteci kadın meselesine ne kadar ilgi gösteriyor?
Çoğu ülkede mültecilere dair yasa ve standartlar, genelde Soğuk Savaş metni olarak nitelendirilen 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne dayanıyor. Bu sözleşme özünde komünist bloktan kaçanları korumaya yönelik olarak ortaya çıktı ve batı ülkelerine sığınma talepleri “özgür dünya”nın idealleri açısından bir siyasi zafer olarak algılandığı için sığınmacılara kucak açıldı. Soğuk Savaş sonrasında ise uluslararası dinamikler değişti ve sınıf ideolojilerinin yerini alan kültür-medeniyet çatışmalarının neden olduğu mülteci dalgalanmaları nitelik ve nicelik bakımından farklılaştı. Özellikle, geri kalmış ülkelerdeki çatışma ve kıyımlardan kitlesel olarak kaçan mülteciler dışarda tutulması gereken, istikrarsızlaştırıcı bir güvenlik sorunu olarak algılanır oldu. 11 Eylül’ü takip eden küresel siyasi ortamda bir güvenlik riski olarak görülen göçmen ve mültecileri dışarda tutmak için yeni sınırlar oluşturuldu. Bugün göçmen/mülteci sorunu uluslararası siyaseti belirleyen en önemli konu. Suriyeli mültecilerin Türkiye ile Batı Avrupa ülkeleri arasında sürekli pazarlık konusu yapılması bunun açık ve çarpıcı bir örneği.
Feminizmin ‘90’lardaki en önemli başarısı hükümetler arası insan hakları çerçevesini kullanarak, şiddeti uluslararası hukukun ve siyasanın konusu haline getirmesidir. Feminist hareket insan hakları kültürünü, anaakım insan hakları diline ve pratiğine meydan okuyarak yeniden tanımladı.
Mülteci olgusunun, insani olmaktan ziyade siyasi kaygılarla ele alınıyor olması, kadın ve çocukların kamplarda ve sığınma başvuru süreçlerinde yaşadıkları özgül hak ihlâllerini görünmez kıldı. Bu durum, 1951 sözleşmesinin cinsiyet ve yaşa bağlı zulüm konusunda sessiz kalmış olmasıyla da birleşince, genelde erkeğe bağımlı olarak tanımlanan kadın ve çocuk mültecilerin korunması konusunda yasal ve prosedürel boşluklar oluştu. Örneğin, yakın zamana kadar mülteci kadınların özel alanda devlet-dışı aktörlerin elinde yaşadıkları zulüm, mülteci statüsü açısından meşru bir neden olarak kabul edilmedi. Uluslararası kadın hakları gündeminin genişlemesi, mülteci konusunun gittikçe “feministleşmesi” ve kadına yönelik şiddetin –ev içi şiddet, kadın sünneti, namus suçu gibi olgular– 1993 Viyana Konferansı’nda insan hakkı ihlâli olarak kabul edilmesiyle mülteci kadınların yaşadıkları şiddet sığınma taleplerinde geçerli kriter olarak kabul edilmeye başladı. Ancak, bu konuda standartlar yeterince gelişmediği için uygulama tutarsız ve keyfi.
CEDAW (UN Convention on the Elimination of All Forms of Discriminitaion against Women/ BM Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi) Komitesi’nin 2014’te kabul ettiği, kadınların mülteci statüsü sığınma, vatandaşlık ve vatansızlığının toplumsal cinsiyetle ilgili boyutlarına ilişkin 32 sayılı Genel Tavsiye Kararı, uluslararası hukuk açısından önemli bir adım. Tavsiye Kararı’nın 10. Maddesi şöyle diyor: “Sözleşmenin hükümleri, özellikle, Mültecilerin Statüsü ile ilgili 1951 Sözleşmesi ve bu Sözleşmenin 1967 Protokolü, Vatansız Kişilerin Statüsü ile ilgili 1951 Sözleşmesi ve Vatansızlığın Azaltılmasına ilişkin 1961 Sözleşmesi başta olmak üzere, ilgili uluslararası anlaşmalarda toplumsal cinsiyet eşitliğine ilişkin net hükümler bulunmadığı için, mülteci ve vatansız kadınlar ve kız çocuklarına yönelik uluslararası hukuki koruma rejimini güçlendirmekte ve tamamlamaktadır.”
Kadına yönelik şiddet raportörlüğümün medyada ilan edilmesi üzerine bana ilk başvuru, Türkiye’de her an sınır dışı edilme riski taşıyan üç İranlı sığınmacı kadından geldi. Bu çerçevedeki müdahalem sonucu kadınlardan ikisi, üçüncü bir ülkeye yerleştirildi, ancak mülteci kadınlar konusunda gerek hükümetler gerekse BM Mülteci Komiserliği nezdindeki yaklaşımlar hâlâ sistematik bir uygulamaya kavuşmuş değil. Ayrıca, bu konudaki mütevazi gelişmeler güvenlik gündeminin devletlerin önceliği haline gelmesiyle sekteye uğradı.
Kadına şiddetin mağduru olan göçmenler-mülteciler feminist hareket içinde yeterince temsil ediliyor mu?
Göçmen-mülteci olgusu feminist kuram ve pratik açısından gittikçe daha fazla önem taşımaya başladı. Bununla birlikte, bu soruya evet demek için biraz erken diye düşünüyorum. Feminizm de, kendi anaakım söylemi içinde bazı ihmalleri, çelişkileri, dışlanmışlıkları ve çözümsüzlükleri içinde barındırmaya devam ediyor ve göçmen-mülteci kadın meselesi, büyük oranda, anaakımın dışında kendi içinde bağımsız bir mesele olarak ele alınıyor. Hatta, İsveç ve Hollanda örneklerinde, göçmen-mülteci kadınların sorunu, kadın haklarının ayrıştırıcı bir özelliği olarak yerli-yabancı kadın karşıtlığı yaratarak kadınlar açısından bölücü bir konu olarak araçsallaştırılıyor.
Türkiye özeline bakıldığında, Suriye krizi öncesinde, bize göreli olarak uzak gibi duran mülteci sorunu konusundaki bilincimiz arttı ve konu siyasanın, akademinin ve sivil toplumun –kadın örgütleri dahil– gündemine oturdu. Kadın hareketinin de mülteci kadınlarla dayanışmaya girdikleri ve konuyla ilgili araştırma, çalışma yürüttükleri bir gerçek. Ancak, bu çalışmalar büyük ölçüde temel ihtiyaçların ve sorunların saptanmasına yönelik. “Koruma” ve “toplumsal cinsiyet” paradigmalarının kesiştiği noktada duran mülteci kadınlar konusunda bütüncül bir kuramsal yaklaşımın henüz geliştirildiği söylenemez..
Kadına şiddet yaşama hakkının ihlâli olduğu gibi, bir dizi ekonomik ve sosyal hakkın ihlâliyle ilişkili. Yoksulluk ile kadına şiddet kısır döngü içinde. Şiddet kadının fırsatlarını ve seçeneklerini kısıtlayarak onu yoksulluğa kilitler. Yoksulluk ise kadının şiddet ortamından kaçmasını zorlaştırır ve şiddet riskini arttırır.
Biseksüel-trans feminist İris Mozalar şöyle diyor: “Kromozomların, eşey organların cinsiyet belirlemesi bir sosyal inşa, dayatma. Bunları da tıbbın, biyolojinin ne kadar cisseksist olduğunu sorgulayarak gösterdik. Tıp ve biyoloji temelindeki argümanları sorgulamamızla birlikte yeni bir akım başlıyor.” Bugün feminizmin öznesi kim/kimler? Ataerki altındaki dezavantajlı gruplar feminizmin öznesi olabilir mi?
Bu, az önceki soruyla da bütünleşiyor ve epistemolojik anlamda feminizm tartışmalarının temelini oluşturuyor. Kendi içinde farklılıklar içeren bir toplumsal grup olan kadınların kolektif bir politik özne olarak davranmaları mümkün mü sorusu da sıklıkla feminizme yöneltilen bir soru. “Feminizmin öznesi” kadınların farklı pratiklerinin ve sınırlarının nasıl kurulacağı ve bunların kolektif dayanışma ve koalisyon stratejileri yoluyla nasıl aşılacağı konusuna ışık tutması açısından önemli. Sınıf ilişkilerinde de olduğu gibi, kadınların bir egemenlik ilişkisinin ezilen tarafı olmalarının onları kendiliğinden bir politik özne haline getirmesi tabii ki beklenemez. Kadın hareketinin çeşitlenmesi ve çoklu ezilmişlik sistemleri altında yaşayan kadınların özgül pratikleri, feminizmin “biz kadınlar” öznesinin sorgulanmasına yol açtı. Böylece, çoklu marjinalleşmeye odaklanan “durumsal kesişimsellik” ve “çapraz siyaset” gibi yaklaşımların benimsenmesi feminist paradigmayı zenginleştirdi ve özne meselesine daha kapsayıcı bir nitelik kazandırdı.
Bu konulardaki tartışmalar devam edecek. Her ne kadar elimizde bir feminist ölçüt olmasa da, feminizm adı altında ortaya atılan görüşler, özne itibariyle, feminizmin çoklu ve ilişkisel bir boyuta kavuştuğunu ve kadınların kolektif bir politik özne olarak davranma koşullarının genişlediğini gösterdiği söylenebilir. Örneğin Gülnur Savran, “Kadınların bedenine ve emeğine erkekler tarafından nesnel olarak el konma süreçlerini eksenimize alırsak, bu nesnellikte yer alan ezilmiş grubun özne olmasını düşüneceğimiz açıktır” diyor. Bell Hooks ise Feminizm Herkes İçindir kitabında, feminizmi cinsiyetçiliği, cinsiyetçi sömürü ve baskıyı sona erdirmeye çalışan bir hareket olarak tanımlıyor. Buna göre de, feminist mücadelenin öznesi ataerkil toplumdaki ezilen grup olan kadınlardır. Feminizm erkekler için de ataerkinin köleliğinden kurtuluş umudunu içinde barındırır.
Bakış açım bunlardan çok farklı değil. Feminizmi ataerkil toplumda eril gücün günlük yaşamda kadın üzerinde iktidar sağlamasına ve kadını her alanda bu güce tabi kılmasına bir tepki ya da başkaldırı olarak görüyorum. Bu gücün dinamikleri ve değiştirilmesi yönünde farklı feminist akımlar söz konusu olsa da nihai hedef ataerkil güç yapısını, kurum ve değerleriyle ortadan kaldırmak. Bu noktada, feminizm tüm eşitsizlik sistemlerini ve güç ilişkilerini de ifşa ediyor. Feminizm önceden formatlanan kimliklere hapseden kategorileri sorgulayan ve bunlarla mücadelede strateji geliştiren bir bakış açısı ve bir değişim projesidir diyebiliriz. Bana göre, feminizmin referans noktası cinsiyet eşitsizliğinin tarihi, kadın hakları mücadelesinin pratiği ve uluslararası insan hakları standartlarıdır.
Böylece feminizm ile diğer bazı kadın hakları hareketlerine mesafe koymuş oluyorum. Her kadın hakkı söylemi feminist bir söylem olmayabilir. Ancak bu, her kadın pratiğinin feminizmin öznesi olmadığı anlamına gelmez ve süreç içinde stratejik ittifaklar kurarken de eşitsizlik sistemleri karşısında duran başka özneler söz konusu olacaktır.
Feminizmin de etkisiyle, son kırk yıllık süre içinde, kadınlar benzer ezilmişliklerinden kaynaklanan ortak çıkarları doğrultusunda hareket ederek etkili bir küresel hareket içinde olabildiler ve uluslararası düzeyde kapsamlı bir cinsiyet eşitliği rejiminin gelişmesine katkıda bulundular. Ulusal düzeyde de, feminizm pek çok ülkede özerk kadın siyaseti geliştirmede ve cinsiyet konusunu siyasetin öznesi haline getirmede çok mesafe katetti.
ILO salgının çocuk işçiliğinin önlenmesinde son 20 yılda sağlanan başarının tersine dönebileceğine işaret ediyor. Bugün 1,5 milyar çocuk okul dışında, bir kısmı belki de okula hiç dönmeyecek. Kız çocuklarının evliliğe, erkek çocuklarının da işgücüne yönlendirilmeleri yoksul aileler için mağduriyetleriyle baş etmede kaçınılmaz bir strateji olabilir.
Son yıllarda sık sık dile getirilen “farklılıklarıyla bir arada” sloganı geliyor akla hemen…
Bu sloganla farklı özneler olarak kadınlar, Medeni Kanun ve Türk Ceza Kanunu reform süreçleri ve CEDAW gölge raporlarının hazırlanışı gibi platformda ortak hareket etti. Hükümetin İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma girişimi 300’den fazla örgütten oluşan EŞİK Platformunu doğurdu. Kadınların sınıfsal, etnik ve diğer pratiklerini yansıtan bu örgütlenmeler gerek epistemolojik, gerekse eylem –praksis– açısından önemli bir potansiyele işaret ediyor. Bugün bu başarı karşısında örgütlü bir mizojinist eril cepheyle karşı karşıya olan feminizm bir yol ayrımında: Öznesini küresel bir düzlemde kurmak, ilişkisel bir yerden kadın dayanışmasının sınırlarını genişletmek ve “herkes için feminizm”e içerik kazandırmak zorunda. Dolayısıyla, feminizmin eşitlik sorunu esasında kadın-kadın ekseninde.
Bell Hooks’tan söz ettiniz, Hooks feminizm için “tutkulu bir politika” tanımını kullanıyor. Siz ne zaman “ben feministim” dediniz? Dünyanın dört bir yanında yürüttüğünüz çalışmanın, verdiğiniz bunca emeğin temel motivasyonu ne?
Sanırım feminizm itibarsızlaştırıldığı ve kuşatma altına girdiği anlarda kendimi feminist olarak ifade etme eğiliminde oldum ve yakın zaman diliminde bu süreklilik kazandı. Akademik olarak, kadın ve kalkınma konusuyla başlayıp son yirmi yılda kadının insan hakları konusuna yönelik çalıştım. Bu çalışmalar çerçevesinde bir ayağım fildişi kulede bir ayağım ise alanda olduğu için teori ve pratik birbirini besleyerek bilgi ve tecrübe dağarcığımı zenginleştirdi diyebilirim. Ancak, motivasyon açısından beni en fazla etkileyen insan hakları alanındaki çalışmalarım –özellikle BM kadına yönelik şiddet raportörlüğü ve Avrupa Konseyi işkenceyi önleme komitesi üyeliği– oldu. İki görev çerçevesinde de pek çok zulme rağmen insanların ayakta kalabilmiş olmalarını görmek haksızlığa karşı çalışma azmini körükleyen ve tutku haline getiren bir durum diye düşünüyorum. Yoksullukla, baskıyla, şiddetle doğrudan muhatap olmak meseleyi siyasi bir misyona çeviriyor. Sanırım üzüntü, öfke, inanç ve tutku bir birini güdülüyor. Ütopyam eşitlikçi ve şiddetsiz bir dünya.