ÖTEKİNİN DE ÖTEKİSİ TÜRKİYE’DE TRANS KADIN OLMAK

Söyleşi: Siren İdemen
22 Eylül 2018
SATIRBAŞLARI

Alfabetik sırayla: Aleviler, feministler, gayrımüslimler, kadınlar, Kürtler, sosyalistler… Sünni-Türk-Erkek hükümranlığının hedef tahtasındaki ötekiler. Kıvılcım Arat bu “başa bela” kimliklerin hemen hepsine birden sahip: Alevi, feminist, Kürt, sosyalist. Ve ötekinin de ötekisi bir trans kadın. Nefret cinayetlerinin, gündelik şiddetin bir numaralı hedefi trans kadınların bugünün Türkiye’sindeki varoluş mücadelelerini, “toplumun stres topu” olmanın ne demek olduğunu Kıvılcım Arat’tan dinliyoruz…
Kıvılcım Arat, İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği Genel Sekreteri ve İnsan Hakları Derneği’nde Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon üyesi

 

Elinde bir sürü mektupla geldin buluşmaya, nedir o mektuplar?

Kıvılcım Arat: Bu mektuplar umudun, bir arada yaşamın, eşitliğin, özgürlüğün mektupları. Yani demem o ki savaş alanına çevrilen bir coğrafyanın engellenenlerine ait. Her biri uydurma iddianamelerle tutuklanmış, feminist, sosyalist, yurtsever ve hak savunucusu arkadaşlarıma, dostlarıma ve yine tutsak edilmiş kader birliği kurduğum LGBTİ+’lara ait. Kimiyle referandum kampanyalarında, kimiyle kadın mücadelesinin farklı alanlarında, kimiyle de OHAL Karşıtı Mücadele platformlarında tanıştım. Ve şimdi mahpuslar, bedensel olarak. Zihinlerini tutsak etmek ne mümkün, her biri birbirinden cevval.

Tekirdağ 2 no’lu cezaevinde tutuklu Diren Coşkun, başta ameliyat olmak üzere haklarının engellendiği gerekçesiyle bu yılın başlarında (25 Ocak) ölüm orucuna başlamıştı. Bir süre sonra, Diren’in sesini duyurabilmesine destek olmak için sen de açlık grevine katıldın. Yirmi yedinci günde hapishane yönetimiyle bir anlaşmaya vararak Diren ölüm orucuna son verdi. Talepleri neydi, şimdi ne durumda Diren?

Aslında esas problem Diren’in cezaevindeki varlığı. Erkeklere göre dizayn edilmiş bir cezaevinde bir trans kadın olarak var olmaya çalışıyor. Kantinden hiçbir ihtiyacını karşılayamıyor, kadın kıyafeti, kadın çamaşırı, kadınların kullanabileceği hiçbir şeyi temin edemiyordu. Bir mahpusun sahip olabileceği hiçbir haktan yararlanamıyordu, ne kütüphanesinden ne diğer sosyal aktivitelerinden. Belli sayıda mahkûm bu aktivitelere götürülüyor. O aktiviteler de hep birtakım erkekler için; aynı cezaevindeki diğer trans arkadaşımızla ikisini alıp oraya götürmek istemiyorlar. Bu yüzden de tecrit altında tecridi yaşıyorlardı. Havalandırmaya çıkamıyor, volta atamıyorlardı. Cımbız istiyor, alamıyor. Lazer epilasyona götürülmediği için ağda istiyor, o da karşılanmıyor. Diren vegan beslenen bir insan, ona yönelik ihtiyaçları da karşılanmıyor. Aylarca patates ve domatesle besleniyordu. Gardiyanların sistematik şiddetine maruz kalıyor, sürekli “beyefendi” diye ya da kimlik ismiyle hitap ediyorlar. Bir noktadan sonra, artık dayanamayıp elindeki bütün ilaçları içiyor. Gardiyanlar son anda fark edip hastaneye götürüyor. Psikiyatriye gitmek istiyor, dinlemeden geri yolluyorlar. Gerçekten esir kampı tabirine uyan bir durum var orada. Savaş esirlerine nasıl davranılıyorsa öyle davranılıyor. Politik tutsak oldukları için kötü muamele onlara daha da fazla. Ama taleplerinin bir kısmı kabul edildiği için ölüm orucunu bıraktı. Buse sayesinde Diren daha iyi.

Buse neden cezaevinde?

Buse eski bir gerilla. Yakalandıktan sonra, cezaevindeyken cinsiyet kimliğini tanımladı. Örgütte de çok sorun yaşamış, çok yalnız bırakılmış.

Diren ve Buse’yle tanışman nasıl oldu?

Buse ile İstanbul LGBTİ derneğine yazdığı mektuplar sayesinde tanıştık. Diren’i ise politik ortamdan tanıyordum. Şırnak ve Cizre’de iki sene önceki operasyonlar sırasında kadınlar olarak İstanbul’da bir yardım kampanyası başlatmıştık. Toplanan yardımları tırlarla Şırnak’a, Cizre’ye götürüp oradaki gözlemlerimizden oluşan bir rapor hazırlayacaktık. Ben yola çıkmıştım ki, Beşiktaş patlaması oldu. Yardımların götürülmesi imkânsız hale geldi. Ama ben Diyarbakır’a gitmiş oldum. Diyarbakır’da Keskesor LGBTİ Amed aktivisti Diren’e ulaştım, bir gece beni evinde misafir etti. Sabahleyin şehirden ayrıldım. Bütün samimiyetimiz o bir geceye dayanıyor. Diren geçen ağustosta tutuklandı. E-devlet şifresi almak için Diyarbakır Adliyesi’ne gidiyor. Kimlik incelemesi sırasında “örgüt üyeliği” ve “örgüt propagandası”ndan hakkında kesinleşmiş hapis cezası olduğu söyleniyor ve tutuklanıyor. Diren bir örgüt üyeliği olmadığını, anarşist olduğunu söylüyor. Verilen cezayı kabul etmiyor. Önce, Diyarbakır E Tipi Kadın Kapalı Cezaevine konuyor, sonra cezaevi yönetimi D Tipi Kapalı Cezaevine gönderiyor. Erkeklerin olduğu koğuşta kalmak istemeyen Diren tek kişilik odaya alınıyor. Uzunca bir süre “Nereye koyacağız bunu?” deyip ne yapacaklarını bilemiyorlar. Kimlik mavi, görüntü kadın. Bir de bölgede görünür olarak trans olan tutuklu yok. Diren’in durumu orada sürüncemede kaldı. Koğuşunu yaktı. İntihar teşebbüsünde bulundu. Elazığ Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde tuttular bir süre. Sonra, yine hastaneye götürüyoruz diye Diyarbakır’daki cezaevinden sevk ettiler. PKK davasından yatan başka bir trans daha olduğunu öğreniyorlar. Diren’in de davası PKK’den, ikisini aynı hücreye koyuyorlar. Diren buraya gelince haberdar oldum, ziyaretine gittim. Yıllarca Bakırköy’e tutsakları ziyarete gidip geldim. Her ay Ankara Sincan’a gittim. Ama şimdi Bakırköy’de hiçbir görüşe gidemiyorum; görüşten men cezası aldım.

Nasıl olabiliyor böyle bir ceza?

Bir trans arkadaşım daha vardı, Beyrut. O da bir başka arkadaşın görüşçüsüydü. Cezaevine girişte bize yönelik sistematik ağır taciz vardı. Beyrut’un çok zoruna gidiyordu. Ona “Sorun çıkartma, dert etme, zaten başka yerlerde de ellemiyorlar mı bizi, katlanmadığımız şey mi?” diyordum. Çünkü içerideki trans arkadaşların dışarıyla kurdukları tek bağ bizdik. İki arkadaş da yıllardır cezaevinde, aileleri Dersim’de. Cezaevine gideceğim gün daha yaklaşırken kendimden tiksinir oluyordum. Yine o iğrençlikleri yaşayacaksın, ama görüşüne gittiğin insan için senin ziyarete gitmen çok önemli diye düşünüyordum, onlar için katlanmalıyım diye kendime telkin etmeye çalışıyordum. Herkes görüşe çıkarken bir kişinin hücrede kalması düşüncesi beni kötü yapıyordu. Görüşe gitmediğim bir hafta, Beyrut sinir krizi geçiriyor. Çünkü çok iğrençleşiyorlar. Memelerini sıkıyorlar, dil atmaya çalışıyorlar. O sinir krizi geçirince tutsaklar haber alıyor. Ertesi hafta bize bayağı kızdılar: “Biz burada kötü uygulamalara bu kadar direnirken senin sırf biz görüşe çıkabilelim diye böyle alttan alman doğru değil, onların elini güçlendiriyor” dediler. Bunun üzerine, bir sonraki hafta cezaevi yönetimini rezil ettim.

O nasıl oldu?

Cezaevi müdürüne denk geldik. Müdür cezaevinden dışarı çıkıyormuş, biz de girişteyiz. Adamı faşist olmakla ve toplama kampını idare etmekle suçladım. Bunun üzerine, Bakırköy Cezaevi’ndeki hiçbir görüşe giremeyeceğime dair bir yazı yazdılar. Arkadaşlarımız da bizim yüzümüzden sürüldü. Dört kadın aynı “suçtan” yattıkları için birlikte sürülüyorlar. Biz ikisinin görüşçüsüydük. Dördünü de Ankara Sincan’a sürdüler. Bir yıl Sincan’a görüşe gittim. 15 Temmuz darbesinden sonra Sincan’da arkadaş görüşüne yasak getirildi.

15 Temmuz darbe girişiminden sonra toplumun en az yüzde 10’u cezaevine girip çıktı. İzmir’de translara özel cezaevi yapımı gündeme gelmişti. Bu cezaevlerinin toplu tecrit anlamına geldiğini, sorunları çözmeyeceğini, aksine derinleştireceğini söyledik. Hapishanelerde yaşanan şiddet ve ayrımcılığın genelde diğer mahpuslar tarafından değil, cezaevi personeli tarafından uygulandığını anlattık.

Cezaevlerinde kaç trans kadın var, biliyor musun?

Net rakamı bilmiyorum. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra toplumun en az yüzde 10’u cezaevine girip çıktı. Tutuklama çok yaygınlaştı. İki yıl önce, yasal bilgi edinme hakkı kapsamında Adalet Bakanlığı’na cezaevlerindeki trans kadın sayısı sorulmuştu. 79 tutuklu ve hükümlü olduğu bilgisi verilmişti. O zaman İzmir’de translara özel cezaevi yapımı gündeme gelmişti. “LGBTİ hapishanesi”, “pembe cezaevi” diye çıktı basında. Bu cezaevlerinin açılmaması için yoğun bir çalışma yaptık. Bunun toplu tecrit anlamına geldiğini, sorunları çözmeyeceğini, aksine derinleştireceğini söyledik. Hapishanelerde yaşanan şiddet ve ayrımcılığın genelde diğer mahpuslar tarafından değil, cezaevi personeli tarafından uygulandığını anlattık. 79 tutuklu ve hükümlü için devlet sıfırdan yeni bir cezaevi inşa etmez. Bu kadar bütçeyi neden buraya ayırsın? Cezaevinin temeli atılmıştı, sonra durduruldu. Yakınlarda bu hapishanenin inşaatına devam edileceğini düşünüyorum.

Cezaevlerindeki translar genel olarak hangi suçlamalarla içerde?

Sadece Diren ve Buse politik mahkûm. Diğerlerinin suçlamalarını bilmiyorum. Ama bir transın Türkiye’de cezaevine girmemesi için bir sebep yok. Avcılar’da Meis Sitesi’nde yaşayan Senem adında bir arkadaş vardı. Onun davasında hâkim şunu sormuştu: “Travestiliğin gereği değil midir para karşılığı seks yapmak, bir ilişki teklif edildiğinde niye kabul etmezsin?” Senem karı-koca bir çiftin saldırısına uğramıştı. Kavga çıkıyor. Senem bıçakla adamı parmağından yaralıyor. Kendisi de baygın halde ambulansa sedyeyle bindiriliyor. Senem o davadan üç yıl hapis cezası aldı. Sırf adamla kadının grup seks teklifini kabul etmediği için. Tacize, saldırıya uğrayan o, ama karşısında aile kurumu var. Yine Avcılar Meis Sitesi’nde, transları oradan sürmek için uğraştıkları günlerde, Seda diye bir arkadaşımız dövülerek bir caminin bahçesine atıldı. Sabah imam geldiğinde ölü buluyor. Dava sonucunda hâkim “Maktulün travesti olması sebebiyle şu kadar oranda ceza indirimi gerekçe görülmüştür” diye karar verdi. Tutanakta aynen böyle yazıyor. Ortada linç edilerek öldürülen bir insan var ve faillere indirim veriliyor. Neden? Çünkü trans olmak cinayete azmettirici bir sebep. İki yıl önceki Onur Haftası’nda Eren Keskin’le bir panelde konuşmacıydık. Eren Keskin ‘90’lardan beri trans hareketinin gönüllü avukatlığını yapıyor. Sayısız davaya girmiştir. Orada söylediği bir söz çok dikkatimi çekmişti: “Meslek hayatım boyunca, şikâyetçi olarak dahi hâkimin karşısına çıkıp da ceza almayan trans görmedim”. Üç gün, beş gün, olmadı para cezası alırsın. Çünkü bu eşitsizler düzenini yaratan sistemin kurumlarından biri yargı. Üç yıl önceki Onur Haftası’na valilik yasaklama getirdi. Bu karar üzerine komite olarak bir açıklama yaptık: “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda gösteri ve yürüyüş yapma hakkı güvence altına alınmıştır. Siz bu kararla İstanbul valisi olarak suç işliyorsunuz. Bu ülkenin yurttaşları olarak İstanbul Valisi Vasip Şahin’i anayasaya uygun davranmaya davet ediyoruz. Bizler anayasal haklarımızı kullanmak için 20 Haziran’da Taksim’de bir araya geleceğiz.” Ardından, IŞİD tehditleri, Müslüman Anadolu Gençliği ve Türkiye’deki İslâmi yapılanmaların saldırıları başladı. Alperen Ocakları İstanbul İl Başkanı Kürşat Mircan bir açıklama yayınladı. İslâmi değerlere, örf ve adetlerine karşı bir örgütlenme olduğumuzu, bizi Soros’un finanse ettiğini, FETÖ’yle bağlantılı olduğumuzu söyleyerek insanları Taksim’e çağırdı. Bunun bir cihad olduğunu ve olacaklardan kendilerinin sorumlu olmayacağını söyledi. Biz de İnsan Hakları Derneği, Halkevleri ve İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği olarak suç duyurusunda bulunduk. Fakat başvurularımız kurumsal kimliklerle alınmadı, bireysel olarak şikâyette bulunduk. İlk defa bizim davacı olmamızla, halkı kin ve düşmanlığa sevk etme suçlamasıyla bir kişiye dava açıldı. Kürşat Mircan yargılandı, para cezası aldı. Para cezası dört taksite bölündü. Halbuki düzenledikleri saldırıda 15 arkadaşımız çok ciddi yaralanmıştı. Hem sarıklı cübbeli bir grup hem de Alperen Ocakları’nın takım elbiseli genç grubu polisin yönlendirmesiyle hareket ederek bütün kameraların önünde akşama kadar saldırı dizayn ettiler. Bizi hedef gösterdiler. Saldırdılar. Biz direndik, basın açıklamamızı okuduk. Ortada örgütlü bir suç var. İddianamenin bunun üzerinden oluşturulması gerekiyordu. Mahkemede savunmamı bunun üzerinden yaptım. Kürşat Mircan sıradan bir birey değil ki, İstanbul Alperen Ocakları’nın başkanlığını yaparak bir misyon yüklenmiş. Temsil ettiği bir grup var. Bu grup adına konuşarak insanları cihada davet etti. Fakat Kürşat Mircan bireysel olarak yargılanıyor. Onun yargılanması önemlidir, ama esas yargılanması gereken Kürşat Mircan’ın temsil ettiği anlayıştır. Bu eli silahlı bir adam. Türkiye’de azınlıklara yönelik nerede bir saldırı varsa, altından bu adamın adı çıkar. İşkenceci geçmişi de var. Mahkemede bunu da sunduk. Kaçırdıkları bir işadamına altı gün işkence yapıyorlar. İşkence yaparlarken yakaladı polis. O mahkemede can güvenliğim olmadığını da söyledim, çünkü dava tutanağını sosyal medyasında yayınladı Kürşat Mircan. Ev adresim bütün İslâmi sitelerde, milliyetçi-ırkçı sitelerde yayınlandı. Ama buna rağmen tedbir alınmadı.

Seda adında bir arkadaşımız dövülerek öldürülüyor, bir caminin bahçesine atılıyor. Dava sonucunda hâkim “Maktulün travesti olması sebebiyle şu kadar oranda ceza indirimi gerekçe görülmüştür” diye karar verdi. Neden? Çünkü trans olmak cinayete azmettirici bir sebep.

Şiddete en çok translar mı hedef oluyor?

Görünür, açık kimlikle tabii ki her LGBTİ tehdit altında. Ama transların gizlenme şansı olmadığı için nefret suçu vakalarının ezici çoğunluğu onların üzerinde gerçekleşiyor. Toplumun stres topu gibiyiz. Savaş zaten toplum içinde sürekli negatif atmosferi yayar. Savaş koşullarının, psikolojisinin, savaş kültürünün ayakta kalabilmesi için toplumsal hayatta negatif duyguları sürekli beslemen gerekiyor. Yoksa kurduğun savaş hükümeti ömrünü devam ettiremez. Devletler kimler için var? Devletleri insanlar var eder. Bu sistemi kendileri oluşturdukları için, özellikle böylesi dönemlerde, merkezi oluşturan egemen kimlik dediğimiz kimliklerin dışında kalan herkes şiddetten ziyadesiyle nasiplenir. Biz bu çemberin en dışında kalıyoruz. Bu ülkede Türk, Müslüman, Sünni ve erkek olmak temel kimliklerdir. Bunların dışındakiler her an şiddete maruz bırakılabilir. Biz hepsinden şiddet görüyoruz. Ermeni cemaati de kendi cemaati içindeki bir trans çocuğu dışlıyor, Alevi cemaati de, Türk milliyetçileri de… Sosyalistlerde de azımsanmayacak derecede homofobi, transfobi var. Translar herkesten nefret toplayan bir grup. Ermeninin maruz kaldığı ötekileştirmeye ya da uğradığı şiddete karşı dayanışmayı güçlendirecek bir muhalefet vardır. Keza Aleviler için de bu böyle, Kürtler için de. Ama translar söz konusu olduğunda muhalefette dayanışma göremezsin. Bizim kendi içimizde bile göremiyorsun. Diren’in ölüm orucu eylemine başladığını beşinci günde abisinden öğrenmiştim. Abisi onu bu eylemden vazgeçirebileceğimi düşünüyordu. Diren’in eyleme başladığı tarih zamanlama açısından kötüydü, devletin büyük propagandasıyla Afrin harekâtı başlamıştı. Ve aynı günlerde bir trans kadın devletin pilot tabutluklarından birinde ölüm orucu eylemine başlıyor. LGBTİ hareket dağınık, sessiz, suskun; sosyalistlerdeki, Kürt hareketindeki homofobi, transfobi malûm… Dayanışıyoruz ama, dayanışmanın gerçek bir karşılığı yok. İçerideki bir tutsağın açlığa direnmesi o eylemi tek başına başarıya ulaştırmıyor. Bunu gündemde canlı tutacak bir dayanışma lâzım ki, eylem işe yarasın. Diren’e anlattım, “Afrin’de savaş başladı, medya bizimle hiç ilgilenmez. Sesini duyuran birilerinin olması lâzım. Başka bir tarihe ertele eylemi” dedim. Ağladı, “Sen benim burada ne işkence çektiğimi biliyor musun ki, eylemi bırakmam gerektiğini söylüyorsun. Bilsem ki cenazem çıkacak bu cezaevinden, yine de vazgeçmiyorum” dedi ve camın arkasından telefonu kapattı. El işaretleriyle yalvardım. Geri döndü. “Tamam, eylemine ilişkin bir şey demeyeceğim, elimden geleni yapacağım. Sadece bana ne talep ettiğini söyle” dedim. “Hemen ölüm orucuna başladığımı duyur” dedi. Taleplerini sıraladı. Çıkışta, twitter’dan beyanda bulundum. İstanbul LGBTİ üzerinden bir metin hazırladık, bütün kurumlara yönlendirdik. Diren’in sesini duyurmak için basın toplantısına çağırdık. Toplantı günü sadece yedi kişi vardı. Dördümüz zaten Diren’in arkadaşıydık, diğeri abisiydi. SKM (Sosyalist Kadın Meclisleri) ve HDK’den (Halkların Demokratik Kongresi) de iki kişi vardı. 31 yaşında bir kadınım, yedi yıldır trans hareketin içerisinde, dört yıldır da kadın hareketinin içerisinde aktif olarak çalışıyorum. 2015 Haziran seçimleri, kasım seçimleri, referandum, Tecavüz Yasası, Hayır Diyen Kadınlar’dan OHAL Karşıtı Kadın Platformu’na hem kadın cephesinde hem LGBTİ cephesinde hem de genel siyasal durumla ilgili platformlarda aktif olarak yer aldım. Her hareketin temsilcileriyle ciddi bir hukukum, oturup çay içmişliğim var. Kadınlarla politika ürettim, mutluluk yaşadım, paylaşımda bulundum, onların meramını dinledim, onlara meramımı anlattım. Hatır aşkına bile üç-dört kişi gelmez mi? Bir ölüm orucu duyurusuna gelecek kimse yok muydu? Yine içime oturan bir başka olay da Werde’nin cenazesi. Suriyeli bir trans seks işçisi, katledildi. Başvurumuza, bütün ısrarımıza rağmen cenazeyi bize vermediler. Göçmenlerin cenazesi, aile gelip almazsa, kimsesizler mezarlığına götürülüyor. Werde içimde yaradır. Katledilmesinden üç-dört gün önce, Suriyeli göçmenlerle ilgili yaptığım bir çalışma nedeniyle tanışmıştık, onunla birkaç saat süren derinlemesine bir görüşme yapmıştım. Cenaze için tek tek kurumları, kadın örgütlerini aradık. Werde’nin inancı doğrultusunda ona cenaze töreni düzenlemek istedik. Çünkü onun ailesi biziz, aile kan bağıyla edinilmiyor ki. KADAV ve İstanbul LGBTİ olarak “Werde’nin ailesi biziz” diye kampanya yaptık. Ama Werde’nin cenazesine de hiç kimse gelmedi. Werde kimsesizler mezarlığında yatıyor, transların, kayıp gerillaların, kimsesizlerin buluşma noktasında… Mezarın baş tarafına 1, 2, 3, 4 bir sayı yazılıyor, isim yok. Mezarın başına bir ağaç dikelim, toprağının üzerine bir çiçek koyalım istedik. Ağaç dikmeye de izin vermediler. Beşiktaş belediye başkanı Murat Hazinedar’ın kendi adına yolladığı bir çelenk vardı, o çiçeklerle mezarın üstünü bezedim. Söz konusu trans hareketin insan haklarına dayalı talepleri olduğunda herkes görmezden geliyor. Bu ülkede yirmi yıldır LGBTİ hareket var. Yirmi yıldır bu hareket kendini sosyalistlere, sosyal demokratlara, Kürt hareketine, feministlere ve anarşistlere anlatıyor. Yirmi yılda gelinen nokta bu.

Suriyeli mülteci trans kadın Werde 17 Aralık 2016’da Cihangir’deki evinde öldürüldü. Werde kimsesizler mezarlığında yatıyor. “Başvurumuza, bütün ısrarımıza rağmen cenazeyi bize vermediler. Werde içimde yaradır.”

 

Onur yürüyüşlerinin yasaklanmadığı yıllarda son zamanlarda çok geniş katılımlı, kalabalık, coşkulu buluşmalar oluyordu. Son yıllarda bir geriye gidiş olduğunu mu düşünüyorsun?

OHAL ilan edildikten sonra, toplum genelinin dağarcığına OHAL’in yarattığı düzen yerleşti. OHAL altında yaşamak zor, öyle değil mi? Oysa LGBTİ’ler ve özellikle translar, biz zaten hep OHAL altında yaşıyorduk. OHAL’in ilanıyla birlikte toplumun geneli OHAL’i tattı. Bizse sıkıyönetim altındayız! Sıkıyönetim ölümle eşdeğer. LGBTİ hareketinin en parlak dönemi barış sürecine tekabül ediyor. Kürt sorunu çözülmedikçe bizim yaşadığımız sorunlara imkânı yok sıra gelmez. O dönem HDP ve CHP’nin içindeki gerçekten demokrat vekiller aracılığıyla anayasanın eşitliği içeren 10. maddesine cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ibarelerinin eklenmesi için çaba harcadık. Bu LGBTİ hareket için çok önemli bir kazanımdı. Eşit insan, eşit yurttaşlık hakkı kapsamında bunu Anayasa Komisyonu’nun gündemine sokabilmiştik. Barış süreci bizim için çok parlak bir dönemdi. Gezi direnişi çok önemli bir dönemeçti tabii. Değişmek için dokunmak gerekiyor. Gezi direnişinde, parktaki o kısacık süreç toplumun bize değmesini sağladı. Biz hep toplumun içerisindeydik, biz onlara değiyorduk, ama onlar bizi dinlemek istemiyordu. Yirmi günlük sürede toplum bizi dinleme şansı yakaladı. O zaman, ikili cinsiyet sisteminin, seksizmin onlara öğrettiği gey, lezbiyen, biseksüel, travesti, transseksüel gibi kimliklerin anlatıldığı gibi ya da basının gösterdiği gibi olmadığını fark ettiler: Bu insanlar hasta değilmiş, canavar değilmiş, sapık, jiletçi değilmiş, onlar da senin benim gibi insan, benzer kaygıları var, aynı şeylerden mutlu oluyoruz, birlikte yaşayabiliyoruz. Gezi sayesinde milyonlarca insana dokunabildik. LGBTİ hareket için çok önemli bir deneyimdir. Yürüyüşlerimizi yıllardır yapıyoruz. Taksim’de yürüyüş yapılacağı zaman bölgede sıkıyönetim ilan ediliyor. İki lubunya yan yana yürüyünce saldırıyorlar. İlk Onur Yürüyüşü için geldiğinde Almanya Yeşiller Partisi’nden Claudia Roth’un polis tarafından yerde sürüklenirken görüntüleri var. Bir grup parlamenter Onur Yürüyüşü’ne katıldıkları için sınırdışı edildi. Böyle bir noktadan bugünlere geldik. Tam hareket yükselirken sivil darbeyle birlikte her şey alaşağı edildi.

Alperen Ocakları İstanbul İl Başkanı Kürşat Mircan İslâmi değerlere, örf ve adetlere karşı bir örgütlenme olduğumuzu, bizi Soros’un finanse ettiğini, FETÖ’yle bağlantılı olduğumuzu söyleyerek insanları Taksim’e, bize karşı cihada çağırdı. Sarıklı cübbeli bir grup ve Alperen Ocakları’nın takım elbiseli grubu polisin yönlendirmesiyle kameraların önünde bütün gün saldırı dizayn ettiler.

Bu yıl Trans Onur Haftası’nın yapılamamasının sebebi OHAL miydi?

Trans Onur Haftası, İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği tarafından her yıl transların sorunlarının bir tema etrafında tartışıldığı bir hafta olarak örgütleniyordu. İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği’nin bazı yönetimsel sıkıntıları vardı. Bir kadro oturtulamadı, genişletilebilen, yeni aktivistleri bünyesine katıp yetiştirebileceği bir ortam yaratılamadı. Aksine dar tutulmaya çalışılan ve kafa-kol ilişkilerinin hâkim olduğu bir yapıya çevirme isteğini hiç olmadığı kadar görünür kılan birkaç unsur oluştu. Bu unsurlar, OHAL korkusuyla görünür aktivizme çelme takmaya çalışınca genel kurul çağrısına kadar gitti durum. “Sivil toplum herkesindir” mottosunu kabul edemediler. Bunda elbette benim de payım var. Yönetim kurulunda yaşanan bazı sıkıntılardan dolayı ben organizasyon sürecinde yer almadım. Bu sebeple de Onur Haftası yapılmadı. Utanarak ve üzülerek söylüyorum, dört yıldır Trans Onur Haftası’nı tek başıma yapmak durumundaydım. Ben olmayınca, arkadaşlar OHAL koşullarında yürüyüşü organize etme sorumluluğunu alamadılar. Tarihteki yeri utanç olacaktır.

Bu kadar yalnız kalman, örgütlenmenin zayıflaması korkuyla, çekinmeyle mi alâkalı?

OHAL’le ve bizim sivil toplum algımızla alâkalı. LGBTİ+ hareketin de kötü bir sınav verdiğini düşünüyorum. OHAL’de çok sessiz kalındı. Dünya tarihine baktığımızda, toplumsal hareketlerin gelişme süreçlerini incelediğimizde, Türkiye’deki geçmiş deneyimlere de baktığımızda, gördüğüm şu: Baskı döneminde sesini çıkartan toplumsal hareketler o karanlığın sonunda ciddi bir yükselişe geçer, ciddi kazanımlar elde eder. Derneklerin hiçbiri hiçbir OHAL karşıtı platformda yer almadı. Bugün insanların ekmekle, açlıkla sınandığı kötü bir dönem. Bu karanlığı dağıtacak olan toplumsal harekettir. Böyle dönemlerde omuz omuza olmamız, dertlerimizi paylaşmamız, daha çok kaynaşmamız lâzım.

Transların gizlenme şansı olmadığı için nefret suçu vakalarının ezici çoğunluğu onların üzerinde gerçekleşiyor. Toplumun stres topu gibiyiz. Savaş koşullarının, psikolojisinin, savaş kültürünün ayakta kalabilmesi için devletin toplumsal hayatta negatif duyguları sürekli beslemesi gerekiyor.

Örgütlerin, grupların birbirleriyle o dayanışmayı gösterememesinin sebebi ne?

Korku, göze alamama… Hareket bir şey yapmıyor da demiyorum. ODTÜ LGBTİ Dayanışması mesela, muhteşem işler yapıyor. OHAL döneminin yıldızı onlar. Yirmi yıl sonra dönüp LGBTİ harekete baktığımızda, ODTÜ LGBTİ Dayanışması’nın faaliyetlerinin ne büyük bir katkı sağladığını göreceğiz. Çünkü sokakta… Toplumsal dışlanma, nefret saldırıları o kadar dayanılmaz halde ki, birçok arkadaşımız yaşamlarını kurmak için başka yerlere göçtü. Hiçbir plan yapamıyorsun, önünü görememek insanın psikolojisini bozuyor. Ortadoğu’dan İstanbul’a bir LGBTİ göçü var, İstanbul’dan da Avrupa’ya göç söz konusu. Başkanlık sistemi tartışmaları yürütülürken şunu söylerdim: Bugün Türkiye Cumhuriyeti kendisini sosyal devlet olarak tanımladığı için sosyal hakları ihlâl ettiğinde bunun hesabını sorabiliyoruz, ama başkanlık sistemiyle birlikte kendimize açabileceğimiz bir alan yok. Eskiden hak ihlâli olduğunda kamuoyu oluşturup baskı uygulamaya çalışıyorduk. Lehimize bir değişiklik yaratabiliyorduk. Ama şimdiki sistemde ortada anayasa da yok. Başta bir adam var, herkes onun isteğine göre hareket ediyor. Geleceğin tek bir kişinin dudakları arasında artık. LGBTİ’ler için başkanlık sistemi ölüm demek. Bugüne kadar sorun daha çok fiili uygulamalardı. Şimdi artık kâğıt üstünde de karanlık gerçekle karşı karşıyayız. Şu anda herkes izliyor.

Feminist hareketle LGBTİ hareket arasındaki ilişki nasıl?

Dostlar alışverişte görsün! Böyle özetleyebilirim. Werde olayına döneceğim, na-trans bir kadın öldürülmüş olsaydı o cenaze çağrısına katılım nasıl olurdu? Feminist hareketin LGBTİ hareketle ilişkisi bu kadar. Çok sekter olmayayım, yine de en iyisi feminist hareket. Feministler ve anarşistler her zaman bu hareketi destekledi.

Bu ülkede Türk, Müslüman, Sünni ve erkek olmak temel kimliklerdir. Bunların dışındakiler her an şiddete maruz bırakılabilir. Biz hepsinden şiddet görüyoruz. Ermeni cemaati de kendi cemaati içindeki bir trans çocuğu dışlıyor, Alevi cemaati de, Türk milliyetçileri de… Sosyalistlerde de azımsanmayacak derecede homofobi, transfobi var.

Sol, sosyalist gruplarda eskiye göre olumlu bir değişim var mı?

Eskiye göre bir değişim var elbette. Sosyalist Kadın Meclisleri mesela, hem samimiler hem cevvaller. Hayır Diyen Kadınlar da, referandum zamanı çok geniş bir kadın örgütlülüğü alanına sahipti, iyi bir çalışma yaptılar. Birçok kadın örgütüyle yakın ilişkim bu platform sayesinde oldu.

Sen hangi örgütlenmelerde yer alıyorsun?

Demokratik Kadın Hareketi’ndeydim. Şu an örgütsel bir ilişkim yok. Eylül Cansın Trans Evi’yle ilgileniyorum. İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği’ndeyim. Fakat dernek sıkıntılı bir dönemde. Genel kurul çağrısına kulak tıkayanlar var. Çeşitli bahanelerle çağrıyı sürüncemede bırakıyorlar. Çünkü hesaplaşmaktan çekinenler var. Aynı zamanda, İnsan Hakları Derneği’nde Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon’dayım. Önümüzdeki dönem yalnızca insan haklarıyla ilgilenmek istiyorum.

 

Siyasete ne zaman, nasıl ilgi duymaya başladın?

Çocukluğumdan beri politikanın konuşulduğu bir ailenin içindeydim. Zeytinburnu’nda oturuyorduk. İstanbul’a göçünce babam ve amcam deri fabrikalarında çalışmaya başlamış. Amcamlarla beraber yaşıyorduk. Amcam Kıvılcımcıydı. Ablama amcamın kaybettiği bir kadın yoldaşının ismini vermişler. Çocuklardan bir diğerine işkencede direnmiş bir kadının ismi verilmiş. Darbe sonrası doğan çocuklara hep ‘80 öncesinde kaybedilen, tutsak edilen ya da yurtdışına sürgüne giden birilerinin ismi konmuş. Bana da örgütün ismi, Hikmet Kıvılcımlı’nın soyismi düşmüş. Annem de, babam da demokrat tiplerdir. Bizimkiler için Alevilik önemli bir kimliktir. Ama dini olarak değil, babam inançsız bir adam, ateist, ama Alevi kimliğini savunur. Bu onun edindiği sosyalist kültürle alâkalı herhalde. ‘90’larda sınıfta öğrencilere “Alevi misiniz” diye sorarlardı. Ben hep açıkça söylerdim. Saklamak gerektiğini düşünmüyordum. İlkokulda bir gün sınıfta öğretmen sıranın üzerinde namaz kıldırmaya çalışmıştı. Çıkmamıştım! “Neden yapmak istemiyorsun” dediğinde, “Biz Aleviyiz” demiştim. Aleviliğe bağlı, ama dindar olmayan bir aile. Kürt-Alevi kimliği, sürekli dışlanma hali… Aile Erzincanlı, Munzur ile Ovacık sınırında bir dağ köyünden. İki büyük halam Dersim’in kayıp kızlarından, Zonguldak’a sürülmüşler ve iletişim kopmuş. Sivas, Çorum, Maraş olayları bizim için hassas konulardı. Çocukluğumda evimizde bunlar konuşulurdu.

Kaç doğumlusun?

1987 doğumluyum. ‘90’lı yıllarda geçtiği çocukluğum… Oturduğumuz mahallede bir örgütlü kültür vardı. Okuduğum lisede gençlik çalışması başlamıştı. Liseli gençlik örgütüne katıldım. Sonra üniversite, üniversiteden sonra toplumsal cinsiyet mücadelesi…

Kardeşlerinle aran nasıl?

Ablam ve küçüğüm bir kızkardeşim var. Ablamla görüşmüyorum. Kardeşimle birbirimizin isimlerini kendimize dövme olarak yazdırdık. Dilara adı. Eşinden şiddet gördüğü için evini başka bir şehre taşımak zorunda kaldık. İki defa polise gidiyor. Polis her seferinde o katile kardeşimi teslim ediyor. İkincisinde, öldürüleceğini hissettiği için kriz geçiriyor, bayılıyor, bunun üzerine sığınma evine götürüyorlar. Kocası eve silahla saldırdı, yengemi tartakladı. Ama serbest dolaşıyor! Ablamın düğünü polis gözetiminde yapıldı. Eren ablaya (Keskin) sesli ölüm tehdidi mesajları gönderdi. O dönem özsavunma inşası üzerine çok düşündüm. Erkek dayanışması o kadar örgütlü, o kadar birbirine bağlı ki, alanda verdiğin mücadeleyi tekrar tekrar düşünmen gerekiyor. Yıllardır kadın hareketi içerisinde erkek şiddetiyle mücadeleye dair çok konuşmuşuzdur, tartışmışızdır, çok politik faaliyet yürütmüşüzdür, ama kardeşimin başına gelenler karşısında yaşadığım çaresizliği hayatımın hiçbir döneminde yaşamadım. Bir sürü cenaze görmüş, cenaze kaldırmış biriyim, hiç kendimi o kadar aciz hissetmedim. Adım atabileceğin bütün alanlar kapalı. Hiçbir şey yapamıyorsun. Adamın altı tane dosyası var. Üç ay boyunca kardeşimi işyerine çağırıp dövüyor… Kardeşimi sığınma evinden alıp güvenli bir şehre yerleştirdik. Ailem de başka bir şehre taşındı. Bir erkeğin şiddeti ailemin otuz yıldır yaşadığı mahalleden ayrılmasına, kardeşimin de, ailemin de işlerini kaybetmesine, benim düzenimin sarsılmasına, avukatın ölüm tehditlerine maruz kalmasına sebep oldu. Ama bu adam bir türlü tutuklanmadı. Kendimi o kadar çaresiz hissettim ki, özsavunmamı ben yapmalıyım diye düşündüm. Özsavunmamı yazarak ilan etmeli, tarihe not düşmeliyim ki, özsavunma yapar da tutuklanırsam, insanlar dönüp bakıp anlayabilsin.

LGBTİ hareketinin en parlak dönemi barış sürecine tekabül ediyor. Kürt sorunu çözülmedikçe bizim yaşadığımız sorunlara imkânı yok sıra gelmez. O dönem HDP ve CHP’deki gerçekten demokrat vekiller aracılığıyla anayasanın eşitliği içeren 10. maddesine cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ibarelerinin eklenmesi için çaba harcadık. Bu LGBTİ hareket için çok önemli bir kazanımdı.

Özsavunmadan ne kastediyorsun?

Devlet tehdit edilmemizi engellemiyor, avukatımızın can güvenliği yok, ailem yine öyle, kardeşimin canı tehdit altında, artık bu güvenliği benim almam gerekiyor diye düşündüm. O zaman Bianet’e bir yazı yazdım. Yaşadığımız süreci, erkek dayanışmasını, şiddete maruz kalan kadınla dayanışan herkesin sistematik olarak nasıl güçsüzleştirildiğini anlatmaya çalıştım. Peşinizde olan erkeği durdurmak için devletin zor örgütü adım atmıyorsa, av gibi bekliyorsunuz.

Yazın bir karşılık buldu mu, bir tartışma yaratabildi mi?

Kadınlarla Dayanışma Vakfı’nda bu yazı üzerine konuştuk tabii. Gene de şanslı bir insanım, kadınların yüz yıllık mücadeleyle oluşturduğu dayanışma alanlarına ulaşma şansım var. KADAV’daki arkadaşlarım yanımda, bu süreci birlikte omuzluyoruz. Bu dayanışma alanlarına ulaşamayan, bunlardan haberi dahi olmayan milyonlarca kadın ne olacak peki? Şiddeti kanıksamak, kader olarak görmek ve ölene kadar katlanmak zorundalar. OHAL’le birlikte AKP’nin ilk saldırdığı yerler kadın kurumları oldu. KADEM onlar açısından akıllıca bir proje. (Sümeyye Erdoğan’ın başkan yardımcılığını yaptığı Kadın ve Demokrasi Derneği, KADEM’den sonra, aynı adla Kadın ve Demokrasi Vakfı kuruldu) Kadın hareketinin önünü KADEM aracılığıyla kesiyorlar. Şöyle bir dönüp OHAL uygulamalarına baktığımızda da birçok yasağı delen kadın hareketi oldu. Hiçbir KHK geri çekilmedi, ama tecavüz yasasında geri adım attılar. Bizim sokağa çıkmamızla, AKP’li kadınlar da ses çıkartmak durumunda kaldı. Kadınların örgütlülük oranı az, ama tutukluluk oranları çok fazla. Feminist, sosyalist kadınları, örgütlü kadınları tutukluyorlar, çünkü kadının gücünün, değiştiriciliğinin farkındalar. Tayyip Erdoğan 1994’te İstanbul Belediye Başkanlığı’na aday olduğunda Karaköy genelevine gidip kadınlardan oy istemişti. Onların kapılarını çalmıştı. Bugün yaşadığımız bunca zorun, zulmün böyle gitmeyeceğini biliyorum. Baskı, zulüm, zorbalıkla, şiddetle, işkenceyle, yok saymayla, katletmekle iktidar ayakta kalabilseydi, Naziler yıkılmazdı! Bu zorbalık saltanatı da bir gün yıkılacak. Beni en çok düşündüren, hafızamıza o kadar kötü şeyler işledi ki, bu hafızayla bu toplum tekrar nasıl kaynaşır? Yaralarını nasıl sarar? Sağlıklı bir toplum nasıl var edilir? Annesinin gözünün önündeki cenazesini yedi gün kaldıramayan bir insan ne hisseder? Bir insan kuş, kedi, köpek yemesin diye annesinin ölüsüne taş atmak zorunda nasıl bırakılabilir? Taybet ananın öldürülen bedeni yedi gün sokak ortasında bekledi. Bir evlat için bu nasıl bir acıdır? Bu çok yaralı bir hafıza. Bunlar kolay kapanacak, onarılacak yaralar değil. Bu toplumsal düzende hiçbir çocuk sağlıklı yetişemez. Günahları çok büyük.

Değişmek için dokunmak gerekiyor. Gezi direnişinde, parktaki o kısacık süreç toplumun bize değmesini sağladı. İkili cinsiyet sisteminin, seksizmin onlara öğrettiği gey, lezbiyen, biseksüel, travesti, transseksüel gibi kimliklerin anlatıldığı gibi ya da basının gösterdiği gibi olmadığını fark ettiler.

Bir süredir geçmişin karanlık, kötü tecrübeleriyle “yüzleşme”den söz edip duruyoruz…

Bu toprakların üzerinde 1915’in laneti var. 1915’le hâlâ yüzleşmedik. 1915’le yüzleşmediğimiz için bugün 1915’in kültürü, toplumsal yapısı yaşıyor. Bugün iktidar insanların malına mülküne el koyuyor, diplomaları iptal ediyor, insanları açlıkla sınıyor. Ermeni soykırımı 20. yüzyılın ilk büyük katliamıydı. Bugünkü iktidar güncellenmiş bir şekilde İttihat ve Terakki zihniyetini yaşıyor, yaşatıyor.

Lise çağlarında politik örgütlenmende Aleviliğin etkisi olmuş muydu?

Hayır, Alevilik cinsel kimliğimi tanıdığım ve bedenimde farkı hissettiğim dönem vardı. O dönem Allah’a çok sığınmıştım. Kendimi bildim bileli bedenimle ilgili bir şeylerin farklı olduğunu biliyordum, ama cinsel kimliğimin zihnimde netleşmesi ortaokulun sonları, lise dönemine uzanıyor. Babamı çok sevdiğim için o sıralar hep onun için dua ediyordum: “Allahım babam çok mükemmel bir insan, ona bir sıkıntı yaşatmak istemiyorum.” Kimliğimin netleşmesinde internetin etkisi çok büyüktü, yaşadıklarımın anormal olmadığını okudukça anladım. Başarılı, parlak bir öğrenciydim. Aile kültürümüzde şiddetin yeri yoktu. Babam melek gibi bir adam, ömrünü bize adamış. Onu çok sevdiğim için, uzun süre toplumun değerleriyle düşünmeye çalıştım, ama sonra cinsel kimliğimi değiştiremeyeceğimi anladım. Aslında bende bir sorun olmadığını, bunu sorun olarak algılayan toplumsal düzenin kendisinin sorunlu olduğunu gördükçe rahatlamaya başladım.

İçinde bulunduğun muhalif, sol çevrenin bu süreci daha yumuşak yaşamanda bir katkısı oldu mu?

Aleviliğin hiç yardımı olmadı. Yıllarca cemevlerine gittim geldim, hiçbir işe yaramadı! (gülüyor) Bir dönem, farklı olmamak, dikkat çekmemek, şiddet görmemek için çok çaba sarfettim, çok dua ettim toplum gibi olmak için. Sonra da cinsel kimliğimi hemen açıklamadım, çünkü sosyalistler de homofobik ve transfobik! İlk ablama açıldım. Ölüm orucundayken, örgütlü olduğum hareketin gençlik örgütlenmesi 13. gün ziyaretime geldi. Bu tamamen transfobiyle ilgili! Trans kimliğim ve bu kararı bağımsız olarak almış olmamla ilgiliydi. O dönem en büyük dayanışmayı feminist kadınlardan ve anarşist hareketten gördüm, onlar başımda nöbet tuttu.

Cinsel kimliğini ailene ne zaman, nasıl açtın?

18 yaşında üniversite için evden ayrıldım. Bir daha da dönmedim. 31 yaşındayım… Karar verip hormona başladığımda nerede yaşadığımı söylemedim. Telefonla görüşüyorduk sadece. Ablamla yıllar sonra buluştuk, hiçbir şey söylemedi, yemek yedik… Şu an görüşmüyoruz. Küçük kızkardeşim sonuna kadar destek oldu. Annemle yüz yüze görüşüyorum. Babamla telefonda devam ediyoruz. Annemle bir araya geldiğimizde çok tartışıyoruz, düşünce sistematiğini değiştiremiyorum. Annemin derdi elâlem! Babamın ya da kendisinin düşüncelerine, hislerine dair hiçbir şey söylemiyor! “Şöyle hissediyorum” dese, onun üzerine konuşurum. Ama aklı hep elâlemde olduğu için konuşamıyoruz. Ben kimliğimi ifşa etmişim, herkes biliyor. Sadece annemle babam internet kullanmıyor, bütün amcalarımın Facebook’u var, hepsi neyin ne olduğunu biliyor. Akrabalar aralarında konuşuyorlardır. Facebook’ta bir şey paylaşmıştım, annem bana ondan söz etti. “Sen nereden biliyorsun?” dedim. “Halana yengen söylemiş” dedi. “Yengem nereden öğrenmiş?” “Facebook’tan öğrenmiş.” Sonra öğrendim ki, yengem fake bir hesap açmış, çevremden insanları ekleyip ortak arkadaş sayısını çoğaltmış ve bana da arkadaşlık teklifi göndermiş. Ben kabul etmişim.

Toplumsal dışlama, nefret saldırıları o kadar dayanılmaz halde ki, birçok arkadaşımız yaşamlarını kurmak için başka yerlere göçtü. Önünü görememek insanın psikolojisini bozuyor. Ortadoğu’dan İstanbul’a bir LGBTİ göçü var, İstanbul’dan da Avrupa’ya göç söz konusu.

Annenin derdinin elâlem olduğunu söyledin, baban sence nasıl bakıyor, ne düşünüyor?

Babam görmezden geliyor. Aileler öyledir. Bir travesti arkadaşım annesi babasıyla görüşmeye devam ediyor. Bir gün ona “ne güzel, annenle, babanla görüşüyorsun” dedim. “Ben annemle babama travesti olduğumu söylemedim ki” dedi. “Nasıl yani, şu halini görmüyorlar mı” dedim. “Konuşmayınca, dile getirilmiyor aşkım” dedi. (gülüyor) Gerçekten öyle! Sen açmadığın sürece sorun yok. Babamla haftada en az bir defa telefonla haberleşiyoruz. Ama konuyu hiç açmıyorum. Görüşmek için bir çabası yok, durumu biliyor, ama yüzleşmek istemiyor.

Seni oğlu olarak mı, kızı olarak mı görüyor?

Oğlum diye hitap etmiyor, “evladım” diyor. Kimliğimi savunma noktasında hiçbir sıkıntım yok. Babamın karşısına da çıkarım, ama bu onun için ağır bir süreç. Sağlığı için kötü bir etki bırakmayacağımı düşündüğüm an çıkıp babamla konuşacağım. Çünkü dinleyen, konuşan bir insan.

Öğrencilik yıllarında cinsel kimliğinden ötürü ayrımcılığa, şiddete uğradın mı?

Üniversiteye Cumhuriyet Üniversitesi’ne gittim. Orada linç edildim, seksen kişiden dayak yedim, ama örgütlü olduğum, Kürt ve sosyalist olduğum için linç etmeye çalıştılar. Hep “terörist” diye suçlanarak şiddet gördüm. Lisede zaten örgütlüydüm. Sonraki yaşamım da hep örgütlülük içerisinde geçti. Transların çoğu eğitimlerine devam etmemiştir. Çok azdır üniversiteye giden trans sayısı. Çünkü en başından beri okulda hep şiddet görmüş, dayak yemişlerdir. Benim şöyle bir şansım oldu, Erzincan depremi bana yaradı. Babamın akrabaları depremde evlerini kaybettiler, İstanbul’a bizim yanımıza geldiler. Kırk kişi beraber yaşamaya başladık. Birdenbire okulda 15-20 tane Arat soyisimli çocuk olduk. Ben de en küçüklerinden biriyim. Kuzenlerim sayesinde ortaokulu şiddetten uzak atlatabildim.

Örgüt içinde cinsel kimliğin kabul görmüş müydü?

Örgütlü siyasetten ayrılma gerekçem başka olsa da, işin özü birtakım insanların sistematik homofobik şiddetine maruz kalmamdı. Daimi bir psikolojik şiddet! Laf sokma, alay etme, erkeklik ölçme… Kurumsal olarak değil ama, kişilerden gelen o sistematik şiddetin ağırlığı, izleri hâlâ üzerimde etkili. Kişiliğime karşı en büyük saldırıyı o dönem yaşadım.

Cinsel kimliğini ifşa etmiş miydin örgütlü siyaset içindeyken?

Dönüşüm sürecimi başlatmam örgütten ayrıldığım dönemde oldu. Yaşama imkânım kalmamıştı, o bedenle yaşayamıyordum. Devam etseydim, herhalde intihar ederdim. Bir de bahsettiğim homofobik şiddet vardı. İyice işin içinden çıkamaz haldeydim. Örgütlü olarak siyasi inancım tamdı, ama inançlı insanın yaşama sevinci olur, benimse tükendiğim bir süreçti. Örgütten ayrıldıktan sonra, kimliğimi daha rahat tanımladım. Homofobik, transfobik çemberin içinden çıktım, hürleştim, nefes aldım. Açıldım, saçıldım! (gülüyor) Bu arada üniversite de devam ediyordu.

İstanbul’a göçünce babam ve amcam deri fabrikalarında çalışmaya başlamış. Amcam Kıvılcımcıydı. Ablama amcamın kaybettiği bir kadın yoldaşının ismini vermişler. Çocuklardan bir diğerine işkencede direnmiş bir kadının ismi verilmiş. Bana da örgütün ismi, Hikmet Kıvılcımlı’nın soyismi düşmüş.

Hormon almaya başladığında bir tıbbi danışmadan, destekten yararlandın mı?

Ortadoğu burası… (gülüyor) Her şey kör, topal, sağır, el yordamıyla… Biri “bilmem kim iğne yapıyor, hadi gidelim ona iğne yaptırmaya” diyor, gidiyorsun… DIANE-35 ve türevi doğum kontrol hapları tavsiye ediliyor, onları alıyorsun… Şeker alır gibi hormon yutuyorsun. Cinsiyet geçiş sürecimde tıbbi bir destekten yararlanmadım, kulaktan dolma bilgilerle ilerledim. Gittim eczaneye, verdim parayı, hapları aldım ve kullanmaya başladım. “Cinsiyet değiştirmek istiyorum” diyerek devlete dava açman gerekiyor. Onlar seni hastaneye yönlendiriyor. Cinsiyet geçiş ameliyatı için Cerrahpaşa’ya gidiyorsun. Endokrinolojide hormon değerlerine bakıyorlar. Sonra, psikiyatri ile eşzamanlı bir ilaç sürecine giriyorsun. Cinsiyet değiştirebilmek için üreme yeteneğinden yoksun olman gerekiyor. Bu sebeple birçok trans kadın merdivenaltı yerlerde yumurtalıklarını aldırıyor, ciddi sıkıntılar yaşıyorlar ya da aşırı derece hormon alarak kendilerini kısırlaştırıyorlar. Ve son sözü hâkim söylüyor!

Başka ülkelerde de uygulama böyle mi?

Trans kimlikler ruhsal hastalık olarak değerlendiriliyordu, ama artık Dünya Sağlık Örgütü de, tıbbi, bilimsel mesleki örgütler de hastalık olarak değerlendirmiyor. Ama Türkiye geriden takip ediyor… Benim “seksüel kişilik bozukluğu” raporum var, Gümüşsuyu Askeri Hastanesi’nden.

Doktorların tavrı, hastanelerdeki genel tavır nasıl?

Sağlık sistemi sıkıntılı, sokaktaki, toplumdaki homofobi, transfobi sağlık sektöründe de var. Türk Tabipler Birliği bu yönde pozitif çalışmalar yürütüyor, ama sistemin tamamını etkileyemiyor. Daha geçenlerde, Beyoğlu’ndaki sağlık ocağı bir trans kadına durumunu tasvip etmediği için sağlık hizmeti vermedi. Doktora dava açıldı.

Peki, iş bulabilme şartlarında biraz olsun rahatlama var mı?

Bence yok. KADAV’da çalışıyordum. Ocaktan beri işsizim. CV’mi yollamadığım yer kalmadı. O kadar niteliksiz biri de değilim. Üniversite diplomam var, kendimi ifade edebiliyorum, becerilerim var. Vasat da olsa bir işe girebilmeliyim.

 

Sokaktaki şiddet arttı mı?

Gey ya da lezbiyensen, kendini gizleyebilirsin. Trans kadınsan sokağa adımını attığın anda görünürsün. Bütün haklar birbiriyle bağlantılı. Bir transseksüelin hakkını savunmak insan hakları mücadelesidir. Haklar arasında hiyerarşi kurmamalıyız. Bir sorunu diğerinden altta ya da üstte görmemeliyiz. Eğer na-trans, cis bir kadın olarak transseksüellerin haklarını kendi derdin olarak görürsen, aslında kendi yaşam alanını savunmuş olursun. Çünkü benden başlayan şiddet sana varacak. Trans kadınları bu kadar rahat öldürebilmelerinin sebebi ne? Erkeklik bir iktidardır, iktidarın sopası penisidir. Penisten vazgeçmek iktidardan vazgeçmektir. Ve iktidardan vazgeçenin başına neyin geleceği belli olmaz. Erkek bedeninde doğmuş bir erk sahibi olarak nasıl olur da kadın gibi ikinci sınıf, yardımcı, hizmetçi, tamamlayıcı bir unsuru kimlik olarak benimsersin? Böyle aşağılık bir cinsiyete geçmeyi kabul ediyorsan, yaşayacakların da çok ağır olur. Dönmesin, kadına dönüyorsun… Kadını ikincil görmek yatıyor bu cinayetlerin altında… İkili cinsiyet sistemi içinde makbul olan ne? İbadet eden, evden dışarı çıkmayan, çocuk doğuran, büyüten, temizlik, yemek yapan, erkeğin ihtiyaç duyduğu her şeyi hazırlayan, eve geldiğinde de dayağını yiyen bir varlık kadın. Kadınların durumu tam pansiyon kölelik! Kadın mücadelesini, trans mücadelesini, eşit insan, eşit yurttaş mücadelesiyle birleştirmek gerekiyor. Benim hakkımı ihlâl eden yarın seninkini ihlâl edecek. Bu mücadele insan olma mücadelesi. Yine de umutsuz değilim, umutluyum. Ama beni en çok yoran şey, demin de söylediğim gibi, katranla boyanan lanet olası hafızamız. Nerdeyse bütün arkadaşlarımın tutuklu olması, Taybet Ana, Ceylan Önkol, Hacı Lokman Birlik, katledilen kadınlar, uzuvları kesilen o zavallı yavru köpek… Bu kadar kötülüğün yapılabildiği bir yerde küsüp, köşeme çekilip yaşamla bağımı kopartmak istemiyorum. Eşitlik içinde yaşamak istiyorum. Gezi o yüzden benim için çok güzel bir dönemdi. Bir arada, eşitçe, daha güzel yaşanabileceğini o yirmi günde gördük, hissettik.

Başından itibaren Gezi’nin içinde miydin?

Çadırların kurulduğu andan beri vardım. Her şey değişecek demiyordum ama, öyle güzel bir kitlenin meydana getirdiği hareketliliğin buzu kırma noktasında önümüzü açacağını düşünüyordum. Hak mücadelesinde bir sıçrama yapacağımızı düşünmüştüm. Ama artık başkanlık rejimi altında yaşıyoruz! Belki böyle dibe vuruşlar bir yükselişi de beraberinde getirebilir. Bu ülkenin demokrasi kültürü birikimine de inanıyorum. O kadar katliam, o kadar zulüm var, ama hep direniş de oldu. Biat etmeyen ciddi bir kitle de var. İşçi hareketinin yarattığı bir kültür, Alevilerin, Kürtlerin yarattığı bir mücadele birikimi var. Antikapitalist Müslümanlar gibi grupları da unutmamak lâzım. Bütün bunları birleştirdiğinde boyun eğmez bir toplamı da gösteriyor. Sırf 15 Temmuz’dan beri yaşananları alt alta sıralayınca “bunları biz mi yaşadık?” diyorsun. Öfke çok kötü bir duygu, öfke doluyum ben. Zulmün bu kadar açık olmasına, bu kadar görülmemesine, insanların bu kadar onay vermesine katlanmak zor. Kalbim ferah olsun istiyorum. Kedilerime güzel bir gelecek istiyorum.

Hiçbir KHK geri çekilmedi, ama tecavüz yasasında geri adım attılar. Bizim sokağa çıkmamızla, AKP’li kadınlar da ses çıkarmak durumunda kaldı. Feminist, sosyalist kadınları, örgütlü kadınları tutukluyorlar, çünkü kadının gücünün, değiştiriciliğinin farkındalar. Erdoğan 1994’te İstanbul Belediye Başkanlığı’na aday olduğunda Karaköy genelevine gidip kadınlardan oy istemişti. Onların kapılarını çalmıştı.

Kısa süre önce galiba kedi bahanesiyle komşularının saldırısına uğramışsın, öyle mi?

Anaakım medya o saldırıyı çarpıtarak vermiş. Bana silahla saldıran kişiyle ilk karşılaşmam, kışın oldu. Bahçedeki kedilere mama vermeye çıkmıştım. Komşum olan adamla bir kadın çıkıp kedilere mama veriyorum diye ağza alınmayacak bir araba küfür etti. Kapılarımız aynı bahçeye açılıyor. Yeni taşındığım için alttan aldım, rica minnet özür dileyerek konuyu kapattım. Düşün, kedilerin mama yeme hakkını dahi savunamadım. “Bir trans geldi, sorun çıkardı” demesinler diye özür diledim. Bundan aylar sonra, en üst katta oturan, ölüm orucu sırasında bana epey destek olan karı koca çifte bahçeden ipe bağlayarak bir şey göndermek için sabah bahçeye çıktım. Benimle birlikte kedim de çıktı, başka bir kediyle birbirlerine tıslıyorlar. Onları ayırmaya çalışırken yandaki adam çıktı, “ulan ibne, ulan dönme, sana bir daha bu bahçeye çıkmayacaksın demedim mi” dedi. Ben de “terbiyesizlik yapma, ağzını topla, düzgün konuş” dedim. İçeri girdi, beysbol sopasıyla çıkıp üzerime saldırdı. Bahçe süpürgesinin sopasıyla kendimi savundum. Evde iki arkadaşım vardı, bizi ayırdılar. Fakat adam bu sefer pompalı tüfekle dışarı çıkıp “travestileri görmek istemiyorum” diyerek ateş etmeye başladı. Altı el silah sıktı. Arkadaşım önüme atladığı için kurşunlar onun eline ve karnına isabet etti. Ambülans geldi, polisler geldi. KADAV’dan iş arkadaşlarımı aradım. Çünkü biliyorum ki, polisler geldiğinde kötü davranacaklar. Polis gerçekten de bana kötü davrandı. Diğer kadın arkadaşları görünce biraz duruldular. Arkadaşıma serum bağlandı, tedavisi yapıldı, raporlar hazırlandı. Bize saldıran adamsa kelepçe bile takılmadan, omuzunda silahını kendisi taşıyarak polis merkezine geldi. Savcı çağırmadı dahi, karakolda ifadesinin alınıp bırakılmasını sağladı. Biz akşama kadar karakolda ifade için bekledik. İki gün sonra, karakoldaki polislerden biri benim bahçe kapımı tekmeledi, tehdit etti. 155’i aradım. Bana koruma kararı çıktı. Sonra komşu kadın yalan beyanla karakolda hakkımda şikâyette bulundu. Düzenli olarak karakoldan geceleri arayıp beni karakola çekmeye çalıştılar. Tehdit ettiler. Evimin ziline basıp basıp gittiler. Sonuçta evden taşındım. Saldırgan komşu tutuksuz yargılanacak.

Kendini fiziki saldırılara karşı korumak, savunmak için bir yöntemin var mı?

Sadece sopam var, vileda sopası. Güvenlik için 100 lira verip evime kurusıkı bile alıp kullanmaya kalksam bu yargı sistemi beni tutuklar.

Gündelik hayatta birtakım belaları savuşturmak, risklerden kaçınmak için transların uyguladığı çeşitli taktikler var mı?

Sosyal biriyim, fellik fellik de geziyorum. Kürdistan’a gidip geliyorum. Otobüsle Gazi Mahallesi’ne gidip geliyorum. Çok abartılı giyinen biri olmadığım için toplum içerisinde eriyebiliyorum. Bir kadının sokakta güvenliği için yapması gerekenleri zamanla öğreniyorsun. Nedir bunlar? Özellikle erkeklerle göz teması kurmamak. Bir erkekle göz göze gelmek onu davet etmek anlamına çekilebiliyor. Gece geç vakit evime gittiğimde anahtarımı çıkarmadan önce sağıma soluma bakmak, sonra kapıyı açıp binaya girmek gibi önlemlerim var. Geç saatte yürüyorsam arkamı kontrol ederim. Translar toplu taşıma kullanmaz, çünkü taciz çok oluyor. Böyle hep tacizleri, kötülükleri, saldırıları katliamları konuştuk ama, kimse umudunu kaybetmesin. Hiçbir kötülük sonsuza kadar varlığını götüremiyor. Şu an siyasal İslâm’ın kötülüğünü yaşıyoruz. İnançlı insanlar da bir gün bunların kötü olduğunu görecek. Şu an bizim yapabileceğimiz en önemli şey dayanışma. Dayanışmayı başarırsak nefes alabileceğimiz alanlar yaratacağız. Ben en zor dönemlerimde dayanışma sayesinde ayağa kalktım. Yoksa, belki de bugün yaşamıyor olurdum. Alevi Kürdün hakkını, Rum Ezidinin, Süryani transın, trans eşcinselin, eşcinsel düzcinselin hakkını savunmak zorunda. Tedirgin olmamız normal, ama korkmayalım. Trans cenazelerinde de ailelerin ağıt yaktığını bir gün görmek isterim. Bir mikroptan kurtulmak istermişçesine cenazelerin alelacele gömülmediğini, bir arada eşitçe, güzel yaşadığımızı bir görmek isterim. O zaman rahat ölürüm.

^