Aradan 14 yıl geçti. O gün, o 19 Ocak hafızalarda hâlâ taptaze. Cinayete giden yolun taşlarının nasıl döşendiği keza. Aradan 14 yıl geçti, ama cinayetin asıl sorumluları hâlâ “resmen” meçhul. Örnek insan Hrant Dink’i kaybedişimizin yıldönümünde, davanın seyrini ve bu 14 yılın bıraktığı izi Agos’un yayın yönetmeni Yetvart Danzikyan’dan dinliyoruz.
Hrant Dink’in katledilişinin üzerinden geçen 14 yılda yaşananlar, yargı süreci, devletin ve iktidarın genel tutumu size ne düşündürüyor?
Yetvart Danzikyan: Hrant Dink cinayetiyle ilgili manzaraya baktığımızda, yazı yazmak dışında hiçbir şey yapmamış bir insanın sistematik olarak hedef haline getirilip öldürüldüğünü görüyoruz. Hrant Dink bir anda öldürülmedi. Onu hedef gösteren medyasıyla, yargısıyla, devletiyle, birçok elin içinde yer aldığı geniş bir organizasyonla öldürüldü. Cinayet davasının bugün aldığı hale baktığımızda ise, bu yargılamanın herhangi bir yüzleşmeye, hesaplaşmaya vesile olmadığını görüyoruz. Irkçılıkla, milliyetçilikle, insanları hedef haline getirme kampanyalarıyla aynı yaklaşım bugün de başka insanlara karşı sürüyor. Hrant Dink cinayetinden hiçbir ders alınmadı. Hrant belli bir hedef gösterme kampanyasının devamında öldürüldü. Bir yazı yazdı, o yazıyla ilgili Genelkurmay Başkanlığı çok sert bir bildiri yayınladı, ardından Agos’un önünde gösteriler yapıldı. Daha sonra geriye dönüp bakıldı ve Hrant’ın o malûm yazısı hakkında soruşturma açıldı, Hrant bu yazı nedeniyle yargılanmaya başlandı. Hrant o yazıyla ilgili yargılama sürecinde, katılmak zorunda bırakıldığı her duruşmada milliyetçilerin hedefi oldu. Tüm bunların sonucunda da katledildi. Hedef haline getirildiği yazısıyla ilgili yargılama süreci de bu işin bir parçasıydı. Nitekim o yazıyla ilgili bilirkişi raporu, suç unsuru olmadığı sonucuna varıyor. Ama o rapora rağmen konu yargıya gitti ve en sonunda Hrant, Yargıtay Genel Kurulu kararıyla mahkûm edildi. Yıllar sonra Agos muhabiri Funda Tosun, o kararı veren Yargıtay Genel Kurul üyelerine tek tek ulaşıp “neden böyle bir karar verdiniz” diye sordu.
Aradan 14 yıl geçtiği halde hâlâ Hrant Dink’in vurulma emrinin kim veya kimler tarafından verildiğini bilmiyoruz. Bunlar ortaya çıkarılmadı. Sonuçta bunun devlet içi bir örgütlenme olduğu açık. Bu kadar kamu görevlisinin yargılandığı başka bir cinayet davası yok.
Aldığı yanıt neydi?
Türkiye yargı sisteminin içinde bulunduğu hali çok iyi özetleyecek şekilde, çoğu mealen “bu kararı vermeseydik önümüzün açılmayacağını düşünüyorduk” yanıtı verdi. Yani kişisel ikballeri çerçevesinde hareket etmişler.
Hrant Dink davasının seyrini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aradan 14 yıl geçtiği halde hâlâ Hrant Dink’in vurulma emrinin kim veya kimler tarafından verildiğini bilmiyoruz. Bunlar ortaya çıkarılmadı. Sonuçta bunun devlet içi bir örgütlenme olduğu açık. Bu kadar kamu görevlisinin yargılandığı başka bir cinayet davası yok.
Dink davasına ismi karışan sayısız kamu görevlisi var, ama AKP sözcüleri cinayetin azmettiricileri ve düzenleyicileriyle ilgili her seferinde yeni gruplara işaret etti. Önce Ergenekon dendi, sonra Fethullahçılar dendi…
Tabii, ama işin gerçeği, siyasi iktidarın bu cinayetin faillerini kendi politikalarına göre “belirlemeye” çalışmasıdır. Uzun bir süre boyunca, AKP çevreleri, medyası, kanaat önderleri bunun bir Ergenekon işi olduğunu söylediler. Hatta Rahip Santoro, Malatya Zirve Kitabevi katliamı ve Dink cinayetlerinin belli bir plan çerçevesinde Ergenekon tarafından yapıldığını iddia ettiler. İddialarına göre, Ergenekon bu cinayetleri AKP’yi Batı’ya karşı zor durumda bırakmak ve iktidarı yıkmak için işledi. Yani, aslında iktidar Dink’in öldürülmesini bile Dink’e bağlamadı! Daha sonra, AKP ile Fethullah Gülen örgütü veya cemaati savaşa girince, bu sefer fail olarak Fethullahçıları gösterdiler. İddianamelere de yansıdı bu yaklaşım. Buna göre Dink cinayeti Gülen örgütü için bir “araç cinayetiydi!” Aynen bu cümleyi kurdular. AKP tarafından servis edilen her iki versiyonda da Dink cinayeti başlı başına bir mesele olarak değil, başka maksatların bir aracı olarak görüldü. Oysa bu cinayetin öncelikli maksadı, Türkiyeli Ermeni gazeteci Hrant Dink’i katletmekti. Bu son derece açıktır. Ayrıca bu işin içinde devletin bütün kanatlarının olduğunu düşünüyoruz. Davaya, ortaya çıkan bilgilere baktığınızda da bunu görürsünüz.
Açıkça “sokağa çıkın, saldırın” denmedi, ama bu yol açıldı. Öylesine bir Ermeni nefreti körüklendi ki, daha savaşın ikinci, üçüncü gününde bütün Ermeni kurumlarının kapısına polis yerleştirildi. Çünkü devlet aslında ne yaptığını biliyordu.
14 yıl önce, Hrant Dink’in vurulduğu yerde yüzbinlerce insan bir araya gelmiş ve Yenikapı’ya kadar tarihi bir yürüyüş yapmıştı. Aradan geçen zamanda o günkü dayanışmanın, görünür olmasa bile, devam ettiğini düşünüyor musunuz?
Elbette, bu insanlar her 19 Ocak günü anmaya gelemeseler de, onların desteğini her zaman hissediyoruz. O insanların dayanışması sayesinde, 2015 yılına kadarki tartışmalarla Ermeni soykırımı meselesi konuşulur oldu. Bu son Azerbaycan-Ermenistan savaşına kadar Türkiye ile Ermenistan halkları, aydınları arasında daha akışkan bir diyalog kurulması bu sayede mümkün oldu. Dolayısıyla biz o insanların desteğini her zaman hissediyoruz. Beri yandan, hiçbir şeyi Türkiye’nin 2015 yılından itibaren içine girdiği baskıcı, otoriter rejimin yarattığı atmosferden bağımsız olarak ele almamak gerekiyor. İnsanlar artık dayanışma duygularını daha dikkatli bir biçimde, zaman zaman çekinerek ifade edebiliyor. Bazen hiç ifade edilmese de hissediyoruz.
Azerbaycan-Ermenistan savaşı, Türkiye’deki Ermeni karşıtlığının bir kez daha kabardığı bir dönem oldu. Türkiyeli Ermeniler açısından çok ciddi, somut tehlikeler belirdi. Türkiye iktidarının o savaştaki tutumunun Türkiyeli Ermeniler açısından maliyeti ne oldu?
Açıkçası, yıllardır küçük tuğlalarla örülen yüzleşme ve diyalog çabalarının, savaşın ortasında tamamen tuzla buz olduğunu hissettim. Türkiyeli Ermeniler adına konuşacak değilim, sonuçta Türkiyeli Ermeniler diye tek bir insan yok, heterojen bir cemaatten bahsediyoruz. Ama kendi adıma büyük bir umutsuzluğa, karamsarlığa kapıldım. Hükümet ve medya tarafından körüklenen nefret ortamında elbette Ermeniler bir kez daha tedirginliğe hapsoldu. Azerbaycan-Ermenistan savaşının başladığı günün ertesinde, Türkiyeli Ermenilerin evlerinden çıkıp işlerine giderken ayaklarının geri geri gideceğini söylemiştim. İlla başlarına bir şey geleceğinden değil, ama nefretin bizi ne kadar boğduğunu, yorduğunu anlatmak için bunu ifade etmiştim. Çünkü ASALA dönemini de, Birinci Karabağ Savaşı’ndaki atmosferi de yaşadım. Bu son savaşta körüklenen nefretle birlikte Ermeniler bir kez daha nasıl kuşatıldıklarını, bu ülkedeki varlıklarının pamuk ipliğine bağlı olduğunu hissetti.
Bu süreçte Ermenilere yönelik herhangi bir saldırı oldu mu?
Hükümetin, siyaset esnafının, anaakım ve AKP medyasının bunca köpürttüğü nefrete rağmen somut saldırıların olmaması bir şanstı. Türkiye’deki belli kesimler neredeyse bu tür saldırıları yapmaya zorlandı. Açıkça “sokağa çıkın, saldırın” denmedi, ama bu yol açıldı. Öylesine bir Ermeni nefreti körüklendi ki, daha savaşın ikinci, üçüncü gününde bütün Ermeni kurumlarının kapısına polis yerleştirildi. Kiliselerin, okulların kapısına polis arabaları getirildi. Çünkü devlet aslında ne yaptığını biliyordu. Fakat bu tür ağır dönemlere rağmen insan umudu elden bırakmıyor. Aksi halde fırtına dindikten sonra bir şeyleri düzeltme imkânı olmaz.
Hâlâ bir şeylerin değişebileceğine dair imkân kaldığını düşünüyor musunuz?
Birinci Karabağ Savaşı döneminde de bir yüzleşme, diyalog çabasını hayal etmek zordu. Ama dünya her sabah yeniden kuruluyor. Bu da sürekli inişli-çıkışlı olabiliyor. 2012’de Kürt meselesi konusunda bir çözüm süreci öngörülemiyordu, ama ertesi yıl, 2013’ten itibaren, iki yıl devam edecek bir dönem yaşadık. 2015 itibariyle Kürt meselesinde de büyük bir karamsarlık dönemi başladı, ama bu da bir daha çözümün olmayacağını düşünmeyeceğimiz, böylesi bir umut taşımayacağımız anlamına gelmez. Türkiye’de bunlar her zaman mümkündür. Şu anda Ermenistan düşmanlığı üst seviyede, ama aslında bu savaştan sonra Azerbaycan ve Türkiye de kendileri açısından rahatlamış görünüyor. Nitekim Erdoğan, Ermenistan’ın belli adımlar atması halinde sınır kapılarının açılabileceğini söylemeye başladı. Belli adımlardan kastını bilmiyoruz, ama sonuçta devletler açısından sadece ak ve kara yoktur. Daha önce de Türkiye’nin birdenbire rota değiştirdiğini gördük. Hatta hatırlatayım, 90’larda Türkiye’nin Ermenistan’la yakınlaşmasının mimarlarından biri de Alpaslan Türkeş’ti.
Ermeni toplumunun, diğer azınlıkların sorunlarının çözümü, Türkiyeli Ermenilere ve diğer azınlıklara yönelik düşmanlıkla, nefretle yüzleşilmesi ile Türkiye’nin demokratikleşmesi birbirinden ayrı süreçler olmayacak. Hrant Dink’in temel davası buydu.
Agos, Hrant Dink sonrasında, zaman zaman değişimler yaşadı. Gazetenin şimdiki durumunu, okurların ilgisini nasıl görüyorsunuz?
Gazetenin yapısına dair değerlendirmeyi okurlara bırakıyoruz, ama biz her zaman olduğu gibi, Hrant’ın ideallerine bağlı kalmaya çaba gösteriyoruz. Bu çabamızın ne kadar karşılık bulduğuna da yine okur karar verecektir. Hrant’ın yolundan yürümeye, Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesine, eşitlik mücadelesine katkı vermeye elimizden geldiğince gayret ediyoruz. 2015’ten beri daha da daraltılan ifade özgürlüğü alanının genişletilmesi, baskıların kaldırılması için çaba sarfediyoruz. Hrant zamanında da Agos’un duruşu buydu. Ermeni toplumunun, diğer azınlıkların sorunlarının çözümü, Türkiyeli Ermenilere ve diğer azınlıklara yönelik düşmanlıkla, nefretle yüzleşilmesi ile Türkiye’nin demokratikleşmesi birbirinden ayrı süreçler olmayacak. Hrant Dink’in temel davası buydu. Onun öldürülmesinden sonra biz o davayı devraldık, ama devraldığımız en ağır dava bizzat Hrant Dink cinayeti davasıdır.