2021’in ilk aylarından bu yana, cezasının infazını tamamlamış birçok mahpusun infazı yakılıyor, tahliyesi engelleniyor. Bu uygulamaya dayanak yapılan yeni bir düzenleme mi var?
Ekin Yeter: Evet, pandemi başladıktan hemen sonra, 2020 nisanında, “kısmi af” diyebileceğimiz bir infaz düzenlemesi (7242 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun) gündeme getirildi. Biz o dönem eşitlik ilkesinden hareketle siyasi mahpusların bu düzenlemenin dışında bırakılmamasına odaklanmıştık. Ama aksine, muhaliflere “cezaevine girerseniz çıkamazsınız” diyen bir düzenleme hayata geçirildi. Bugünkü infaz yakmalar, tahliye engellemeler onun bir neticesi. Mahpusların “iyi halli olmadıkları”na dair hazırlanan raporlarla koşullu salıverilme ya da denetimli serbestlikten faydalanmaları engelleniyor. Buna İdare ve Gözlem Kurulu (İGK) adlı ucube yapı karar veriyor.
İnfaz yasasında “iyi hal” konusunda da bir değişiklik mi yapıldı?
Rengin Ergül: Evet. 7242 sayılı yasa değişikliğiyle “iyi hal” kapsamı genişletildi. Daha sonra yönetmelikle ilan edilecek İGK’lerin temeli de böyle atıldı. Mevcut kriterlere tekrar suç işleme ve mağdura veya başkalarına zarar verme riskinin düşük olması kriterleri eklendi. Ayrıca, düzenlemenin ikinci fıkrasına göre, hükümlünün cezaevinde katıldığı program ve faaliyetlerle aldığı sertifikalar, kitap okuma alışkanlığı, diğer hükümlüler, tutuklular, görevliler ve dışarıyla ilişkileri, işlediği suçtan dolayı duyduğu pişmanlık, kurallara uyumu ve aldığı disiplin cezaları da “iyi hal” kararında etkili oluyor artık. Ama burada önemli olan iki şey var: pişmanlığın ve tekrar suç işleme riskinin bulunma ihtimalinin eklenmesi. Tahliyelerin çoğunu önleyen bu ikisi. Öte yandan, iyi hal kriterlerinden birisi mağdura zarar verme riski iken, kadın katillerinin çıkarılması da ayrı bir çelişki. Türkiye infazda eşitlik ilkesini çiğneyerek, “kısmi af” adı altında bu yasayla adlileri tahliye etti.
“İyi hal”, pişmanlık, tekrar suç işleme riski… Tüm bunlar çok muğlak, değerlendirme yapanın istediği yere çekebileceği ucu açık ölçütler değil mi?
Ergül: Sorun bu zaten. Neyin, neye göre “iyi hal” olduğu tanımlanmıyor, sadece kriterler sıralanıyor. AİHM’in “iyi hal” konusunda bir şerhi var örneğin. Kişinin tekrar suç işleme riski olduğu gerekçesiyle tahliye edilmediği bir dosyada AİHM’in başyargıcı, tekrar suç işleme riskinin öngörülemeyecek bir şey olduğunu söylüyor. Bunun cezalandırma değil, intikam duygusuyla hareket etmek olduğunu, kişileri topluma kazandırmakla ilgili bir katkısı olmadığını belirtiyor.
Yönetmelikte vurgulanan “pişmanlık göstermek”ten kasıt ne?
Etkin pişmanlığı ceza yasasından biliyoruz. Etkin pişmanlık hakkını kullandığında cezanda indirim yapılıyor. Peki, infazdaki pişmanlık ne, nasıl dayatılıyor? İnfaz yasasındaki pişmanlığın uygulamadaki karşılığı şu: “PKK terör örgütü müdür?” diye soruyorlar siyasi mahpuslara ya da “Abdullah Öcalan hakkında ne düşünüyorsunuz?”. Demirtaş’ın tutuklanmasını protesto ettiği için örgüt üyesi olmamakla beraber örgüt adına suç işlemekten ceza alanlar var. Onlara “Demirtaş’ın tutuklanmasını meşru görüyor musunuz?” diye soruyorlar. Pişmanlığın tanımı yok.
İdare ve Gözlem Kurulu (İGK) üyeleri kimlerden oluşuyor, nasıl faaliyet gösteriyor?
Yeter: Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Yönetmelik’in 22’nci maddesinde belirtilen üyelerden oluşuyor bu kurul. Kurum müdürünün başkanlığında, gözlem ve sınıflandırmadan sorumlu ikinci müdür, idare memuru, cezaevi tabibi, psikolog, öğretmen, psikososyal yardım servisinde görevli bir memur, infaz ve koruma baş memuruyla kurum müdürü tarafından teknik personel arasından seçilen bir görevli var. Burada önemli bir nokta da şu; İGK’nin yapısında değişikliğe giderek, örgüt suçları açısından hükümleri değerlendirecek kurul başkanı olarak savcı belirlendi.
Pişmanlık göstermeme ve tekrar suç işleme riskinin bulunma ihtimali! Tahliyelerin çoğunu önleyen bu ikisi. Neyin, neye göre “iyi hal” olduğu tanımlanmıyor, sadece kriterler sıralanıyor. AİHM’in başyargıcı bunun intikam duygusuyla hareket etmek olduğunu söylüyor.
Ergül: Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin usul ve delil kurallarına bakalım. İnsanlığa karşı suçların yargılandığı Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde bile koşullu salıverme imkânı hem yasal olarak düzenlenmiş hem de fiili olarak uygulanıyor. AİHM’in de kıstası bu: Hem de jure hem de facto, yani hem yasal hem fiilen koşullu salıverme kuralları uygulanmalı. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde iyi hal ve koşullu salıvermeyi denetleyen üç yargıçlı bir sistem var. Heyetlerin bağımsız uzmanlardan oluşması gerekiyor. Neye göre değerlendirme yapılacağına dair bir protokol, bir rehber belge de var. Tek tek kıstaslar sayılmış. Ama Türkiye’de cezaevi personelinden müteşekkil, devletin “terör suçu” dediği suçlarda savcının dahil olduğu bir yapı söz konusu. Olumsuz kararlarda itiraz ettiğimiz ilk merci İnfaz Hâkimliği. İnfaz Hâkimliği de itirazı tek hâkim olarak değerlendiriyor. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin üç yargıçlı sistemini de kendi eski sistemini de esas almıyor Türkiye.
Türkiye’nin eski sistemi nasıldı?
Ergül: Değerlendirmeyi kişiyi yargılayan, dosyasını bilen, ağır ceza bilgisi olan mahkeme yapıyordu. Bugün tek yargıçlı İnfaz Hâkimliği ise bir mahpusun tabiriyle “noter gibi” çalışıyor, cezaevi idaresi ne karar alırsa bunu onaylıyor. Ardından, dosyaları Ağır Ceza Mahkemesi’ne, AYM’ye götürüyoruz. Sonuç olarak, tahliye aşamasına gelmiş bir mahpusun tahliyesinin süründürülmesiyle hem kendisi hem ailesi ve yakınları yıpratılıyor. Kişinin iradesine kasteden bir iktidar yapısı bu. 30 yıl hapis yatmışsınız, tam çıkacağınız dönemde devlet sizinle pazarlık masasına yatıyor resmen.
Bu “pazarlık” nasıl yapılıyor?
Yeter: Kurullar her hapishanede farklı uygulamaya kondu. Ocak ayında Karadeniz’deki bütün cezaevlerini ziyaret ettik. Orada kurullar henüz kurulmamış, tekli psikolog görüşmeleri yapılıyordu. Van’daki cezaevlerindeyse üçer kişilik heyetler koşullu salıverilme süresi gelenlerle görüşüyor. Bayburt Cezaevi’nde kurul yok, “puanlama sistemi” diye bir şey çıkarmışlar. Bir mahpusun söylediklerini olduğu gibi aktarıyorum: “Her ay puanlama sistemiyle değerlendirmeye tabi tutuluyoruz. Bize söylenen şu: Ocak ayından itibaren kurslara çıkılmaması, diğer mahpuslara koridorlarda selam verilmesi ve personelle ilişkilere göre defter tutulacak, 45 puanın altına düşüldüğünde koşullu salıverme tarihinde altı aylık bir erteleme yapılacak.” Bunlar cezaevi idaresi tarafından siyasi mahpuslara söylenenler. Rengin’in bahsettiği uluslararası yargı kriterleriyle ve Türkiye’nin infaz yasası, anayasası ve ceza usul ilkeleriyle bağdaşmayan bir uygulama söz konusu.
Her hapishanede idarenin keyfine göre mi karar veriliyor?
Keyfiliğin örnekleri çok. Şakran’daki siyasi mahpuslara şu sorular sorulmuştu mesela: “Abdullah Öcalan’ı seviyor musun?” “Örgüt içinde misin, taraflıda mı kalıyorsun?” “Peygamberin kim, Müslüman mısın?” “Pişman mısın?” Van Yüksek Güvenlikli Cezaevi’ndeyse bir siyasi mahpusa şu soru sorulmuştu: “Çıktığın zaman HDP’de çalışacak mısın?” Yine Ordu E Tipi Cezaevi’nde, “X örgütünü terör örgütü olarak görüyor musun, çıkınca ne yapacaksın? Siyasi bir partide çalışacak mısın?”. Süleyman Timurtaş isimli bir siyasi mahpusun tahliyesi hiçbir gerekçe gösterilmeden, “iyi halli değildir” denerek engellenmişti.
Tahliye aşamasına gelmiş bir mahpusun tahliyesinin süründürülmesiyle hem kendisi hem ailesi ve yakınları yıpratılıyor. Kişinin iradesine kasteden bir iktidar yapısı bu. 30 yıl hapis yatmışsınız, tam çıkacağınız dönemde devlet sizinle pazarlık masasına yatıyor.
Bahsettiğiniz “puanlama sistemi” cezaevi yönetiminin uydurduğu bir şey mi, yasal bir karşılığı var mı?
Yeter: Adalet Bakanlığı’nın internet sayfasında puanlama sistemine dair bir tablo var. Ama bunun hangi cezaevinde nasıl uygulandığı belli değil. Uygulamada birlik oluşturulmazken kararların hukuka uygunluğu nasıl sağlanacak? Kurullar neye göre bunu değerlendirecek? Mesela pişmanlık. Buradaki pişmanlık etkin pişmanlıktan farklı, ucu çok açık. Pişmanlık kişinin iç dünyasıyla, vicdanıyla alakalı bir durumdur. Bunu dışarıya ne şekilde yansıtacaksın? Heyet neye göre tespit edecek? Siyasi mahpusların çoğu suç işlediklerini düşünmüyor ki, pişmanlık belirtsin. Düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında gerçekleştirdikleri siyasi çalışmalar, dernek çalışmaları, öğrencilik faaliyetleri, avukatlık veya gazetecilik faaliyetleri suçlama konusu yapılmış. Onlara “pişman mısın, şu örgüt sence terör örgütü müdür, şu parti terör örgütü müdür, şu örgüt liderine sempatin var mı?” diye sorular sorulması kabul edilemez.
Bu uygulamanın uluslararası sözleşmelerdeki karşılığı nedir?
Bir manevi zarar var; uluslararası sözleşmelerde ıstırap seviyesi olarak geçer bu. Istırap seviyesini olağandışı bir şekilde artırarak kişiye kötü muamelede bulunuluyor. Çünkü mahpus kurulun karşısına çıktığında hem politik duruşuyla bağdaşacak bir cevap vermeye, hem hukuk çerçevesinde tahliye olmasını engelleyecek bir cevap vermemeye çalışıyor. Bu başlı başına bir manevi hak ihlali, bir kötü muamele.
Mahpusun “taraflı” bir siyasi koğuşta kalması da tahliyesini engelleyen bir şey olabiliyor mu?
Yeter: Evet. Örneğin, Mehmet Sabri Yakut 29 yıldır Trabzon E Tipi Cezaevi’nde, kalp hastası. Tahliyesi taraflı koğuşta kaldığı gerekçesiyle ertelendi. Yargıtay’ın bu konuda bir kararı var. Yargıtay “kişinin ‘taraflı’ olarak nitelendiren bir siyasi koğuşta kalıyor olması o kişinin örgütten ayrılmadığı anlamına gelmez, kişiyi örgütteymiş gibi değerlendirerek ‘iyi halli değildir’ diye rapor vermek hukuka uygun değildir” diyor. Ama İGK’ler kişilerin kaldıkları koğuşlara göre “iyi halli değildir” raporu veriyor. Ya da kişileri bulundukları koğuştan ayrılıp başka bir koğuşa gitmeye zorlayabiliyorlar. Üst mahkemelerin kararları bile uygulanmayarak kişi özgürlüğü ve güvenliği ihlal ediliyor.
“Sayımlarda cezaevi personelinin çalışmalarını kolaylaştırmaya yönelik ekstra bir gayret göstermeme”, yaptırımlara uymama gibi gerekçeler de tahliyelerin engellenmesine neden olabiliyor. Karşılaştığınız böyle başka örnekl var mı?
Yeter: Van F Tipi Cezaevi’nde keyfiliğin de keyfiliği denebilecek bir örnekle karşılaşmıştım. Bir senedir hiçbir açlık grevine katılmayan, kapı vurma gibi protesto eylemlerine dahi iştirak etmeyen, kendi halinde siyasi mahpuslarla ilgili İGK’ler şöyle diyor: “Son bir yılınız kaldığı için örgüt sizi hiçbir eylem ve etkinliğine almıyor, iyi halli görünmek için böyle yapıyorsunuz.”
Keyfiliğin örnekleri çok. Mahpuslara şu sorular sorulabiliyor: “Öcalan’ı seviyor musun?” “Peygamberin kim, Müslüman mısın?” “Pişman mısın?” “Çıktığın zaman HDP’de çalışacak mısın?” Bir mahpus için “kitap okuma alışkanlığı yok, cezaevindeki kütüphaneden hiç kitap almıyor” diye “iyi halli” olmadığı yönünde karar verilmişti. Suyu tasarruflu kullanmadığı için “iyi halli değilsin” denen var.
Ergül: Bir sivil toplum kuruluşuyla mektuplaştığı için “örgütten kopmamışsın” diyerek “iyi hal” verilmemişti bir mahpusa. Bir başka mahpus için “kitap okuma alışkanlığı yok, cezaevindeki kütüphaneden hiç kitap almıyor” diye “iyi halli” olmadığı yönünde karar verilmişti. Suyu tasarruflu kullanmadığı için “iyi halli değilsin” denen var.
Yeter: Sosyal faaliyetlere katılmama gerekçe olabiliyor. Ama zaten pandemiden dolayı iki senedir hiçbir sosyal faaliyet yapılmıyor ki. Devlet özetle, “cezaevinden çıkamazsın, senin iraden ve özgürlüğün bir psikoloğun, cezaevi müdürünün, başgardiyanın iki dudağı arasında, hâkime, savcıya gerek yok” diyor.
İGK’ler mahkeme gibi hareket ediyor yani, öyle mi?
Ergül: Kurulun hukuki bir alt yapısı yok. Bu yüzden iptali için dava da açtık, ama reddedildi. İGK idari bir yapı. Ne bir mahkeme ne de ağır ceza heyeti. Evet, yeri geldiğinde savcının dahil olduğu, ama nihayetinde idari bir kurul. Çok net bir kural var Türkiye ve dünya hukukunda; özgürlüğü kısıtlayıcı bir kararın ya bir mahkeme heyeti ya da bir yargı birimi tarafından verilmesi gerekiyor. Hâkimlik sıfatı taşımayan birinin özgürlüğü kısıtlama yetkisi yoktur.
Yeter: Aslında mahkemeyi de aşan yetkilere sahip İGK’ler. Kurulun kararına karşı istediğiniz hukuksal mekanizmayı işletin. Sonuçta itirazı değerlendiren hâkim –AYM’ye kadar– Kurulun raporuna bakıyor, mahkûmu görmüyor. Ceza hukukundaki yüz yüzelik ilkesi çiğneniyor. Kurul raporunda “pişman olduğunu düşünmedim” diye yazdığında, değerlendirmenin hiçbir hukuksal zemini olmadığı halde buna itibar ediliyor. İnfaz Hâkimliği mahpusu çağırıp “itiraz etmişsin, bir de biz değerlendirelim” diye sormuyor ki. İGK’nin itiraz dilekçesini okuyup “reddine” deyip geçiyor. Noter gibi.
İGK’lerin kararlarıyla 2021’in başından bu yana kaç kişinin tahliyesi engellendi?
Yeter: Maalesef elimizde net bir veri yok. Ama ÖHD’ye (Özgürlük İçin Hukukçular Derneği) yapılan başvurulara göre, Şubat 2022 itibariyle bu sayı Türkiye genelinde 116, Van’da sanırım 15.
Bu kurullara karşı davayı nasıl bir kapsamda açmıştınız, neden reddedildi?
Ergül: İnfaz hukukunda aleyhe bir düzenleme geriye yürümez. “İyi hal”de de bir düzenleme aleyhe ise geriye yürümemesi gerekiyor. Yani, bugün “iyi hal” konusundaki bir değişikliğin 30 yıl önce tutuklanan birisine uygulanmaması gerekiyor, sadece o kişinin lehine olan kısımları uygulanabilir. İnfaz hukukunda böyle bir temel prensip var. Bir de İGK’lerin idari bir yapı olarak özgürlüğü kısıtlayıcı karar almasının kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlali olduğu üzerinden dava açtık. Fakat, gerekçelerimizi temelsiz buldukları yönünde bir cevapla başvurumuzu reddettiler.
Dolayısıyla ortada bitmeyen bir ceza uygulaması var, öyle mi?
Ergül: 12 Eylül döneminde Diyarbakır Cezaevi’ndeki Esat Oktay Yıldıran’ın “buradan kendinize saygınız kalmadan çıkacaksınız” lafı geliyor aklıma. Kişinin iradesine, bağlılık iradesine kastetme söz konusu. Ekin örnek verdi ya, “örgüt senin son yılın olduğu için eylemlere almıyor, taktik olarak yapıyorsun” deniyor. Duygu bağına kastediliyor. “Duygu bağıyla da olsa örgütle ilişkini keseceğim, iradeni ortadan kaldıracağım” deniyor. Düşman ceza hukuku bu.
“Düşman ceza hukuku” olarak nitelendirmenizin nedeni ne?
Ergül: Düşman hukukunda amaç o bedeni, o iradeyi ortadan kaldırmaktır. Türkiye ölüm cezasını kaldırıp ölünceye kadar hapis cezasına çeviriyor mesela. Devlet cezaevinden tabut çıkarma fantezisi güdüyor. Devletin siyasi mahpuslara dönük fantezisi budur. Cezaevinden ya iradesini yitirmiş olarak çıkacak ya da tabutta çıkacak.
Tahliyesi engellenen, infazı yakılan mahpuslar bu bilinmezlik hali karşısında ne diyor, ne hissediyorlar?
Yeter: Özellikle 50-60 yaşında, evli, çoluk çocuğu olan ve tahliyesine az kalmış kişilerin buhranlı bir ruh haline büründüğünü söyleyebilirim. “Kurula çıkınca kendi değerlerimle, kendi inandığım düşüncelerle nasıl cevap verebilirim” noktasında bir buhran. Çünkü ağızlarından çıkan her söz çarpıtılıyor. “Pişman mısın?” diye soruluyor, suç işlemediği için “değilim” diyor. Bu sorulara nasıl yanıt verecek? Bizden bu konuda hukuki yardım isteyen mahpuslar oldu. Ama onlara sağlayabileceğimiz bir hukuki destek yok açıkçası. Çünkü o kadar keyfi, hukuk dışı ki, “şöyle söylersen böyle olur” diyemiyoruz.
Bu kurullara karşı bir direniş var mı?
Şu anda Türkiye genelindeki hapishanelerde bu kurulları boşa düşürmek için protesto eylemleri gerçekleştiriliyor. Mahpuslar iki-üç aydır kurullara çıkmıyor. Tek tük çıkılan yerler var, ama genel olarak protesto hali hâkim. Mahpuslar bu kurulları meşru görmediklerini, iradelerine karşı düşman hukuku olarak gördüklerini söylüyorlar.
Devlet özetle, “cezaevinden çıkabilmen ve özgürlüğün bir psikoloğun, cezaevi müdürünün, başgardiyanın iki dudağı arasında, hâkime, savcıya gerek yok” diyor. Çok net bir kural var Türkiye ve dünya hukukunda, hâkimlik sıfatı taşımayan birinin özgürlüğü kısıtlama yetkisi yoktur.
Kurullara çıkmadıklarında ne oluyor?
Ergül: Mahpusun bu iradesini yansıtmamak için bu protestoyu raporlara direkt yazmıyorlar. Ama başka bahaneler uydurup tahliyesini engelliyorlar.
Kurula çıkmadığı halde tahliye edilen var mı?
Yeter: Van’da İGK karşısına çıkmadığı halde bir mahpus tahliye edilmişti.
İçerideki birisi için çok ağır değil mi bu ikilem, özellikle uzun tutuklular için?
Ergül: 25 yıldır cezaevinde olan bir mahpus, “25 yıldır ağaca dokunmadım, bu ülkeye barış gelmesini ben ve benim gibilerden daha çok kim isteyebilir” demişti. 25 yıldır ağaca dokunmamış bir insanı karşına alıp özgürlüğü için pazarlık yapıyorsun. Bu irade üzerinde yapılan her türlü pazarlık ahlaksızlıktır.
Yeter: Kalkandere Cezaevi’nde Hasan Mesut Çelebi var, 28 yıldır cezaevinde. Kendisiyle en son iki ay önce görüşmüştüm. Kurulları protesto ettiklerini, kurula çıkılmayacağını, bunu hak ihlâli raporlarında yazmamızı istemişti. Kendisine sormuştum, “tahliyenize az bir süre kaldı, şimdi bu protestoya dahil oluyorsunuz, ne düşünüyorsunuz?” diye. Demişti ki, “Bu kurulları meşru görmüyorum. Benim iradem söz konusu. Ha 28 sene yatmışım ha 30 sene, yeter ki bu düzenleme değişsin.”
İGK’lerin yerine, tutukluluğun mahpuslar üzerindeki etkilerini bilimsel, tarafsız bir yaklaşımla gözlemleyen, mahpuslar lehine değerlendirme yapabilen kurullar da oluşturulabilirdi, değil mi?
Ergül: Biz İGK’lere kökten karşı değiliz zaten. Umut hakkını savunduğumuzdan devlete, “birisine müebbet vermiş olabilirsin, ama ölünceye kadar hapis cezası anlamına gelmemesi gerekiyor, bunu değerlendirecek bir yapı olması gerekiyor” diyoruz. AİHM de bunu söylüyor. Burjuva hukukunda, pozitif hukukta, dünyadaki teamül 25 yıl, Bir kişinin 25 yıllık mahkûmiyetten sonra tahliye edilmesi gerekiyor. AİHM de biz de mahpuslara usul güvencesi verilmesini istiyoruz. Yani, bağımsız ve uzman kişilerden oluşan bir kurul olsun, kurulun kıstasları objektif kriterlere ve klinik yaklaşımlara uygun olsun. Kurulun kararlarına karşı itiraz edebileceğimiz mekanizma tek yargıçlı İnfaz Hâkimliği değil, üç yargıçlı ya da daha fazla yargıçlı bir mekanizma olsun. Olsun ki, bir mahkeme kararı ortaya çıkabilsin. Tabii bunu süresiz hapis cezaları için istiyoruz, süreli hapis cezaları açısından böyle bir kurula gerek yok.
Yeter: Mesele bunun bütün süreli hapis cezalarına uygulanıyor olması zaten. Bir Tweet atıp propagandadan içeri girdiğinizde de, bir mitinge katılıp örgüt adına suç işlemekle itham edildiğinizde de bu kurullara çıkıyorsunuz. Buna “umut hakkı” kapsamında bakmalıyız. “Ölünceye kadar” diye müddetnameler düzenlenmeye başlandı. Tahliye tarihinde “ölünceye kadar” yazıyor! Ağırlaştırılmış müebbetlerde korkunç bir infaz rejimi söz konusu zaten. Ama bugün bütün kısa süreli hapis cezalarında usulü belirsiz, keyfi kurul değerlendirmesi uygulanması kabul edilebilir değil.
Umut hakkı nedir?
Ergül: Aslında net bir umut hakkı tanımı yok. Umut hakkı mahpusun bir gün tahliye olma imkânının yasal olarak düzenlenmesidir. Mahpusun bir gün özgür olabileceği bilgisine sahip olmasıdır. Yasa maddesinde “ölünceye kadar hapis cezası” gibi bir ifade olmaması gerekiyor. Diğer bir kıstas da kişinin bütün süreçlerde itiraz mekanizmalarını işletebileceği usulü güvencelere sahip olması. Dördüncü kriter de cezai yaptırımın kişinin topluma yeniden kazandırılmasına dönük olması. AİHM kararı diyor ki: “Bir kişiye ağırlaştırılmış müebbet bile versen onu tecrit altında tutmayacaksın. Çünkü tecrit altında tutman o kişinin yeniden topluma kazandırılmasına hizmet eden bir uygulama değil.” Ve bu dört kriteri ortaya koyuyor.
Yeter: Umut hakkı, ağırlaştırılmış müebbetle beraber tartıştığımız bir kavram. Ama İGK’leri, onların kararlarını da kişilerin umut hakkını elinden alan bir düzenleme olarak değerlendirebiliriz. Çünkü özgürlük ve güvenlik hakkını ihlal ediyorlar. “Cezaevinden çıkman benim keyfime bağlı” mesajı umut hakkı kapsamında değerlendirilebilir.
Ergül: 25 yılın üstündeki cezalar da umut hakkının ihlâli anlamına geliyor. Türkiye’de uygulanan 30 yıllık cezalar, onların yakılıp 36 yıla çıkartılması… Sadece ağırlaştırılmış müebbet değil, müebbet konusunda da Türkiye umut hakkını ihlal ediyor.
Türkiye ölüm cezasını kaldırıp ölünceye kadar hapis cezasına çeviriyor mesela. Devlet cezaevinden tabut çıkarma fantezisi güdüyor. Devletin siyasi mahpuslara dönük fantezisi budur. Cezaevinden ya iradesini yitirmiş olarak çıkacak ya da tabutta çıkacak.
Bu uygulamalarda Öcalan’ın durumunun, İmralı’daki tecrit sisteminin bir etkisi var mı?
Ergül: “Ölünceye kadar hapis cezası” Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesine kadar yok. İdam cezası var, ama 1984’ten sonra idam uygulanmıyor. 20 yıl gibi bir süreden sonra, idam cezası alanlar dahi tahliye ediliyor. Öcalan’a verilen idam cezasını avukatları AİHM’e taşıyor ve Türkiye hakkında yaşam hakkını ihlal ettiği yönünde karar veriliyor. Sonra Türkiye bir yargılamayla Öcalan’ın cezasını ağırlaştırılmış müebbete çeviriyor. Bu süre zarfında, 4771 sayılı yasa değişikliğiyle idam cezaları ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çevriliyor. Bu değişiklik de “ölünceye kadar hapis cezası” anlamına geliyor. Bu değişiklik Meclis’te görüşülürken dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin Öcalan’ı kast ederek diyor ki: “Bu düzenlemelerle 33 yıl sonra serbest kalacak, biz onun bir gün tahliye olma imkânını, afla çıkma imkânını ortadan kaldıracağız.” Bir gazeteye verdiği söyleşide de ağırlaştırılmış müebbet için şöyle diyor: “Bir kişiye ölüm cezası verdiğinde bir kere öldürürsün, ağırlaştırılmış müebbet cezası verirsen her gün öldürürsün.” Aslında bu yasa değişikliğinin tüm zeminini Öcalan’ın durumu oluşturuyor. O dönem AB’ye giriş, Kopenhag Kriterleri gibi sebeplerle idam cezasının kaldırıldığı için bu yasa değişikliği yapılıyor. Öcalan için yapılan bir yasa değişikliğinin bugün Kürt hareketini ve toplumsal muhalefeti nasıl felç ettiğini görüyoruz. Bu yüzden bu yasaya “Öcalan Yasası” da diyebiliriz.
Yeter: İmralı’daki tecrit sistemi de bazı süreçlerde hafifletilebilen, bazı süreçlerde ağırlaştırılan bir sistem. 2012’de başlayan Barış Süreci’nin sonlanmasından sonra, tarihte hiç görülmedik bir mutlak tecrit geliştirildi.
19 Mart’ta Iğdır S Tipi Cezaevi’ndeki Sinan Kaya ve 22 Mart’ta Van F Tipi Cezaevi’ndeki Şervan Can Güder şüpheli bir şekilde yaşamlarını yitirdi. Son dönemde, cenaze aracı vermeme, cenazeleri usulünce defnettirmeme ya da mezarlık tahribatları sıkça yaşanıyor. İnfaz yakma, tahliye etmeme hallerini bunlarla birlikte düşününce nasıl bir değerlendirme yapılabilir?
Yeter: Hak ihlâlleri bu denli yoğunken, bir de İGK gibi kurulların varlığı nedeniyle içeriden çıkamaz hale geliyor mahpuslar. Tecrit altındalar. Bütün bu koşullar kişiyi zaten psikolojik olarak ölüme iten sorunlar. Bu ölüm siyasetinin bir parçası da hasta mahpusların karşılaştığı uygulamalar tabii. Cezaevinden cenazeleri çıkan hasta tutsaklar gerçeği var. Demans hastası Aysel Tuğluk en bilinen örnek. Geçtiğimiz günlerde Kobani dosyasında ÖHD adına hepimiz savunmada bulunduk. Bu hastalığın daha da ilerlememesi için, kişinin kendi hafızanda hapsolmaması için uyaranlara ihtiyacı var. Tıbbi gerçeklere, sağlık kurulu raporlarına rağmen, bu kadar bilinen, göz önünde olan bir hasta tutsak siyasi kararlarla tahliye edilmiyor. Bu ölüm siyaseti değil de nedir?
Ergül: Yok etme siyaseti aslında. İradeyi, bedeni, o iradeyi yansıtan siyaseti yok etme. Bugün Öcalan üzerindeki tecrit de, mezarlıklara yapılan saldırılar da, siyasi mahpusların rehin tutulması da bunun parçası. Yok etme siyaseti.