“ÖLDÜRME EYLEMİ” VE GALİPLERİN TARİHİ

Erselan Aktan
27 Mayıs 2021
SATIRBAŞLARI

Anna Karenina’nın ünlü başlangıç cümlesine bir parende attırırsak bu sefer
de siyasal bir hakikat olarak ayakları üstüne düşer: Bütün faşizmler birbirine benzer. Demokrasiler ise çeşit çeşittir, her birinin kendine göre mutlulukları, mutsuzlukları vardır… Joshua Oppenheimer’in her ikisi de bolca ödül alan ve Oscar’a aday gösterilen “Öldürme Eylemi” (2012) ve “Sessizliğin Bakışı” (2014) belgeselleri bizi 1965’in Endonezya’sına, yüz binlerce kişinin katledildiği komünist avına ve sonrasına götürüyordu. Yeni düzenin muteber sahipleri o günlerde yaptıklarını bu filmlerde gurur ve neşeyle sahipleniyordu. Faşizmler birbirine benziyorsa eğer, bugünlerde video seriyallerinde sergilenen itirafların ışığında, bu filmleri hatırlamanın da  zamanı. Endonezya’daki “galiplerin hikâyesi”ni Express’in 2016 tarihli 141. sayısından aktarıyoruz.

O seneki genel seçimler ülke tarihinin en kanlı sonucunu doğuracaktı. Zira halk, iktidar çevrelerinin bütün telkinlerine, uyarılarına rağmen kaosu tercih etmiş, ülkenin en dinamik partisi EKP’ye altı milyon oy çıkmıştı. Fakat, akıl almaz bir biçimde, tarihinin en büyük başarısına erişen EKP’nin ülkenin en güçlü kurumu olan orduya savaş açtığı ve üst düzey altı generali kaçırıp öldürdüğü iddia edilecekti.

Yine de generallerin ölümü, büyük basının attığı manşetlerin aksine, ülkede infiale yol açmadı. Hükümet sözcülerinin şok efektli mimiklerle yaptığı peşpeşe açıklamalar beklenen etkiyi yaratmaktan uzaktı. Yolsuzluğa battıkları herkesçe bilinen yöneticilerin bu sıradışı tavırlarına, EKP’ye oy verenler başta olmak üzere, yoksul halk anlam veremedi.

Ordunun başına henüz getirilmiş, adı o zamana kadar pek duyulmamış Genelkurmay Başkanı’nın ve medyanın hedefinde EKP vardı: “İnsanları kandırarak ve çoğu gettoda yaşayan halka baskı uygulayarak oy toplamışlar, bunun verdiği şımarıklıkla da iktidarı darbe yapmak suretiyle ele geçirmeye cüret etmişlerdi.”

EKP bütün bu olanları “akılsızca yazılmış kötü bir senaryo” olarak değerlendirdi ve sorumluların derhal bulunmasını istedi. Ayrıntılı bir basın açıklaması yaptılar, ancak basında yer bulamadılar, hatta yüksek tirajlı gazetelere bakılırsa suçlamalar karşısında suskun kalarak darbeyi sahipleniyorlardı. Halkı parti binalarında yapılacak bilgilendirme toplantılarına çağıran EKP’lileri yakılmış, yıkılmış binalardan yükselen dumanlar, silahlı, bıçaklı, kızgın kalabalıklar karşılayacaktı.

Nefretle doldukları mitinglerden komünist mahallelere doğru akan kalabalıkların burada ne yapacaklarını bilmez tavırları, nereden geldiği bilinmeyen pala, bıçak ve benzin bidonlarının protestoculara elden ele dağıtılmasıyla netlik kazanmıştı.

Takvimler 1965’i gösteriyordu. Endonezya Hollanda’ya karşı bağımsızlık savaşını kazanalı henüz yirmi sene olmuştu. Çeşitli yolsuzluk ve hak ihlâlleri iddialarına rağmen halen ülkenin en saygın kurumu olan orduya göre, bu tarihi savaşta Papular, Alaslar, Gojolar, Çinliler, Araplar omuz omuza çarpışmış, ülkenin bağımsızlığı uğruna hep birlikte büyük bedeller ödenmişti. Fakat dış güçlerin binlerce adadan oluşan bu güzide ülkeyi parçalama, pay kapma hayalleri hâlâ canlılığını koruyordu. Elbette bu kirli emellere pabuç bırakılacak değildi. Ancak ne yazık ki ülke içinde bu güçlerle iş tutan çevreler vardı. EKP bunların başında geliyordu.

EKP, yani Endonezya Komünist Partisi (Partai Komunis Indonesia), üç milyon üyesiyle, Çin ve Sovyetler Birliği’nden sonra, “dünyanın en büyük üçüncü komünist partisi” unvanına sahipti. 1965 genel seçimlerinde tarihi bir başarı kazanmış, üyelerinin iki katı kadar oy alarak altı milyona varan bir seçmen kitlesi edinmişti. Artık ülkenin geleceği hakkında söz sahibi olacağı, hatta sonraki seçimlerde ülke yönetimine katılabileceği dahi düşünülüyordu. Bu ortamda EKP’nin orduya savaş açması, altı generali kaçırıp öldürmesi akla mantığa sığacak şey değildi.

“Kutsal direniş”

Ordunun ve basının EKP’yi suçlayan açıklamaları, manşetleri beklenen etkiyi bir türlü gösteremiyordu. Derken, ordudan da, siyasilerden de umudu nicedir kesmiş kalabalıklar, akıl almaz bir şekilde, “kendiliğinden organize olarak”, bu kirli oyuna karşı yekvücut olmaya, bu “kutsal direniş” etrafında kenetlenmeye başladı. Etrafı korumalarca sarılan birkaç adamın Cakarta meydan ve sokaklarında halkı EKP’ye karşı birlik olmaya çağırdığı mitingler polislerce itinayla korunup ordu tarafından da övgü dolu sözlerle karşılanınca, kalabalıklar bu adamların devletlerine bağlı, dini hassasiyetleri ve milli duyguları güçlü olduğunu anlamakta gecikmedi. Hararetli konuşmalarla başlayıp konuşmacıların polis ve asker nezaretindeki konvoylarla alandan ayrıldığı mitingler birkaç hafta sonra dağılmamaya, EKP’nin yüksek oranda oy aldığı mahallelere, semtlere doğru akmaya başladı.

Nefretle doldukları mitinglerden komünist mahallelere doğru akan kalabalıkların burada ne yapacaklarını bilmez tavırları, nereden geldiği bilinmeyen pala, bıçak ve benzin bidonlarının protestoculara elden ele dağıtılmasıyla netlik kazanmıştı. Öfkeli kalabalıklar gelmeden hemen önce askerler tarafından ablukaya alınan binalar, evler, işyerleri ateşe verildi. Yangından kurtulmak için kendini dışarı atanları “protestocular” karşıladı. Evleri ablukaya alan askerler linç edilen komünistleri linççilerin elinden almaya çalışıyor, ama neredeyse hiçbir girişiminde başarılı olamıyordu.

Katliama neden olarak gösterilen generallerin öldürülüşü daha katliam başlar başlamaz unutulmuştu. Olayın araştırılmasına, gündemi değiştirmenin bir anlamı olmayacağını düşünen parlamento da hiçbir zaman yanaşmadı.

Korku ve cesaret bütün ülkeye aynı anda yayıldı. Basına göre, Endonezya milliyetçileri haklı bir davaları olduğu için bu kadar cesur, komünistler haksız oldukları, zaten çoğu da Çinli olduğu için ödlekti. Nadir de olsa, bazı komünistler kendilerini almaya gelen kalabalıklara direniyor, hatta onların üzerine ateş açıyordu. Bu gibi durumlarda silahlı kuvvetler, kamu düzenini ve milli hassasiyete sahip vatandaşın can güvenliğini sağlamak adına zırhlı araçlarla kalabalıklara eşlik ediyordu.

Basının ve ordunun dolaylı ve doğrudan yönlendirmeleri sayesinde ülke geneline yayılan nefret Çinlileri de hedef almaya başladı, zira “komünistlere en büyük desteği Çinliler veriyordu”. Komünist olmayanları vardı, ama onlar da Müslüman değildi.

“Hür adamlar” “temizlik operasyonlarını” nasıl yaptıklarını Öldürme Eylemi’nde keyifle canlandırırken

Bu ülkeyi beraber kurmamış mıydık?

Komünistlerin ve Çinlilerin linçlere, işkencelere, diri diri yakılmalara verdiği ilk reaksiyon şaşırıp afallamak oldu. Çocuklarını gözlerinin önünde işkence ederek öldüren bu insanların çoğunu isim isim biliyor, tanıyorlardı. Aynı mahallede oturdukları, aynı okulda okudukları komşuları, arkadaşlarıydı bunlar. Nasıl olmuş da kendilerine saldırmışlardı? Hem daha yirmi sene önce bağımsızlık için hep birlikte mücadele vermemişler miydi? Endonezyalılar kardeş değil miydi?

Komünistler ve Çinliler şaşkınlıkla uzun süre hareketsiz, savunmasız kaldı. Şok atlatıldığında, yapabilecekleri hiçbir şeyin kalmadığını gördüler. Saklanmaya, kaçmaya çalışanlar da sokaklarda, caddelerde, nehirlerde o kadar çok cesetle karşılaştı ki, ne saklanmakta ne de kaçmakta anlam bulabildiler.

Artçı saldırılarıyla birlikte iki sene boyunca devam eden harekâtta resmi rakamlara göre üç yüz bin, insan hakları örgütleri raporlarına göre bir milyon insan katledildi. Bütün bu olanların nasıl patlak verdiği ne olayın akabinde ne de olaydan yıllar sonra anlaşılabildi.

Hukukun buzdolabına kaldırılması ve Suharto ile ailesinin bulaştığı yolsuzlukların hasıraltı edilmesi, büyüyen ekonomi karşısında tali kaldı: Ülke baştan sona yeniden imar ediliyor, inşaat şantiyeleri harıl harıl çalışıyordu.

Kimileri komünistler ülkeyi sattığı için böyle olduğunu düşündü, kimileri de pek anlam veremeyip “elhamdülillah, Endonezya yüzde doksanı Müslüman olan bir ülkedir” demekle geçiştirdi. Katliama neden olarak gösterilen generallerin öldürülüşü daha katliam başlar başlamaz unutulmuştu. Olayın araştırılmasına, gündemi değiştirmenin bir anlamı olmayacağını düşünen parlamento da hiçbir zaman yanaşmadı.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tarihin bu en büyük katliamından Endonezya’ya, tarihlerinin en büyük lideri General Suharto kaldı. Komünistlere ve Çinlilere karşı yapılan harekâtta verdiği hizmetler Suharto’yu ülkenin başkanlığına kadar taşıdı. “Gösterdiği üstün başarı”, orduya ve kendisine muhalif onlarca kurum, örgüt ve partiyi de kendi yörüngesine çekecekti.

Yeni düzen

Suharto’yu halk kısa sürede sahiplendi. Entelektüel donanım bakımından biraz zayıf kalıyordu, ama gelmiş geçmiş en iyi hatiplerden biri olduğu konusunda neredeyse herkes hemfikirdi. Endonezya’yı çok iyi tanırdı. Endonezya’nın bağrından çıkmış, tıpkı vatandaşları gibi yoksulluk görmüştü. Kendisine ve üyesi olduğu topluluğa yapılan ikinci sınıf vatandaş muamelesini de hep hatırladı, hatırlattı.

Suharto, vatandaşlarına “Yeni Düzen”i vaat etti. Kendi kurduğu Endonezya Hizmet Partisi, Golkar, her ne kadar hile yaptığı iddia edilse de, girdiği seçimlerden hep zaferle çıkmayı başardı. Golkar’ın ve devletin önemli kademelerine Suharto ailesinden ve yakın çevreden isimlerin atanması halkı rahatsız etmedi. Bunu ifade edecek muhalif bir parti de kalmamıştı zaten. Hukukun buzdolabına kaldırılması ve Suharto ile ailesinin bulaştığı yolsuzlukların hasıraltı edilmesi, büyüyen ülke ekonomisi karşısında tali kaldı: Eski, köhne binaların yerine yenileri dikiliyordu. Yollar genişletildi, asfaltlandı. Cakarta’da ve Cava’da dünyanın büyük metropollerindekini yaya bırakan gökdelenler yükseldi. Ülke baştan sona yeniden imar ediliyor, inşaat şantiyeleri harıl harıl çalışıyor, yayılıyordu. Suharto çalıyor, ama çalışıyordu. Evet, hırsızlık İslâm’a göre büyük bir günahtı, ama yıllarca yoksul bırakılan bir ülkeyi müreffeh kılmak sevapların en büyüğü değil miydi? Hem Suharto ve ailesinin yolsuzluk yaptığını gösterecek resmi tek bir delil bile yoktu…

Yeni muktedirler, yeni kanaat önderleri ve Suharto etrafında birleşen yeni milliyetçi-İslâmcı gruplarla geldi yeni düzen. Hemen her ilde teşkilatlanmış bu grupların başındakilerin çoğu yeraltı dünyasında tanınan, katliamlarda aktif rol alan kabadayılardı.

“Gangster” yakıştırmasından rahatsız değillerdi: Vatanını, dinini savunmak gangsterlikse, evet, öylelerdi. Yeni düzen işte böyle nesiller yetiştirecekti…

“Gangster” yakıştırmasından rahatsız değillerdi: Vatanını, dinini savunmak gangsterlikse, evet, öylelerdi. Hem zaten gangster “hür adam” anlamına geliyordu ve hükümet üyelerinin mitinglerde tekrarladığı üzere, Endonezya’nın esas ihtiyacı hür insanlardı. Yeni düzen işte böyle nesiller yetiştirecekti…

“Hür adamlar” Endonezya basınının gündeminden hiç düşmedi. 1960’lı yıllarda, harekâta katılanlar tartışma programlarının aranan isimleri oldu. Bazıları gazetelerde köşe kapabildi, bazıları da ticarete atılıp kısa sürede yükseldi. Şansı daha yaver gidenler milletvekilliğine, hatta bakanlığa kadar yükseldi.

Endonezya’nın ikinci kurtuluş savaşı denen harekâtın dizileri de çekiliyordu. Amerika’dan kalkıp gelen bir yönetmenin, Joshua Openheimer’in sinema filmi teklifi gangsterlerin iştahını kabartmıştı: Üstelik aktörler, artistler değil, bizzat kendileri oynayacaktı.

“Hür adamlar” Endonezya dilindeki adı Jagal (Kasap) olan The Act Of Killing (Öldürme Eylemi) filminde eski rollerine bürünüp “temizlik operasyonlarını” nasıl yaptıklarını keyifle anlattılar. Olaydan onyıllar sonra, yaptıklarının Cenevre Sözleşmesi’ne göre savaş suçu sayıldığını, yargılanmaktan korkup korkmadıklarını soran yönetmene, makyajını henüz temizlemiş eski gangsterlerden Adi Zulkadry şu cevabı verecekti: “Onca cana kıydık, ama bu o zaman suç değildi ki. Hem tarihi galipler yazar, savaşta da biz galip geldik.”

Express, sayı 141, Şubat 2016

^