İMROZ’DAN GÖKÇEADA’YA

Şeyda Ayan
4 Aralık 2022
SATIRBAŞLARI

Öğle güneşinin alnında küpeşteye dayandık, yaklaşan adayı izledik güverteden. Bir buçuk saat süren yolculukta, dalgaların sıçrattığı sularla oynaşan çocukların çığlığı, badem salatalık kokusu, çay kaşığı şıngırtısı hiç kesilmedi. Ve her köşe başında selfie çılgınlığı…

Yanımızdaki Rum anne oğluna dudaklarını yalamasını söylüyor. Çocuk yüzünü ekşiterek dudaklarını yalıyor kıkır kıkır. Çaktırmadan biz de, tuza bulanmış dudaklarımızı… Denize girmeden tuzuna bulandık Kuzey Ege rüzgârı sayesinde. Ana-oğul elini kolunu yalamaya geçiyor şimdi. Biz de tabii, iştahlarına imrenip denemeden duramayanlar… Deniz kokusu, tuzun tadı, birbirine yapışmış kirpiklerimiz işi kolaylaştırıyor, muhabbete başlıyoruz. “Almanya’da yaşıyoruz, orada işçiyim… Burada doğdum, hep geldik, unutmadık tabii Türkçeyi… Oğlum bilmez, onda Rumca ve Almanca… Dereköylüyüm…” Arkamızdan geçen genç çiftin sesi bölüyor sohbeti. “Ne kadar çok yabancı var, değil mi?”

“Bu adada itilip kakılmanın  sıradan acılar olduğunu, ada halkının bu umursanmaz acılar arasında kendi özel, acıtmaya izin verdikleri acılarını seçtiklerini düşündü. Adayı o an sevdi.”

Rumlar var feribotta, yabancı dedikleri onlar. Neyse ki, Rumca mırıltılar Türkçe uğultulara karışıyor hâlâ burada. Fakat anne de duydu uzaklaşan çifti. Tadı kaçtı muhabbetin. Oğluna dönüyor, biz oyun dışı kaldık, onlar yine ne güzel gülüşüyor… Galiba ilk burada çıkageldi Sevgi Soysal, utançtan. Ve adada da hiç ayrılmadı yanımızdan.

1970’te yayınlanan ve 12 Mart askeri darbesi sonrasında “müstehcen neşriyat” sayılarak toplatılan ve Sevgi Soysal’a hapis de yattıran romanı Yürümek’in son bölümünde, başkahraman Elâ ve sevgilisi Mehmet’in yolu İmroz’a düşer. Feribot dalgalarla boğuşurken adanın henüz bir iskelesi olmadığından yolcuları kıyıya Karadenizli takacılar taşır. Yaşlı bir Rum kucağında keçisiyle atlar takaya. O sırada sinirli takacı somyasını geçiriverir kaza süsüyle Rumun kafasına. Zor bela zapt edilen keçi suya düşer, dalgalarda bir görünür bir kaybolur… Elâ görmüştür her şeyi, emindir, bilerek vurmuştur takacı. Yaşlı Rum ise şişmiş başına aldırmadan keçisinin arkasından sessizce ağlıyordur.

“Sıradan acılar, acıtan acılar”

“Yabancıların” çokluğuna şaşıranlara ikinci defa şahit olunca, yine anneye ve karşımızda çaylarını yudumlayan yaşlı Rum çifte kayıyor gözümüz. Duyuyorlar, fakat umursadıkları yok. Onlardaki huzurlu rahatlık sayesinde, biz de kitabın kahramanı Elâ’yla hemhal oluyoruz. “Bu adada şişen bir başın, itilip kakılmanın umursanmayacak, sıradan acılar olduğunu, ada halkının bu umursanmaz acılar arasında kendi özel, acıtmaya izin verdikleri acılarını seçtiklerini düşündü. Adayı o an sevdi.”

Feribottan inmeye hazırlanırken tuzdan, rüzgârdan, motor sesinden yorgunuz. Rum anne “yorgunluk kahvesi için Zeytinliköy’e gidin” diyor. “Hem güzel restore edildi çok yeri, hem patriğin köyü olduğundan… Bol bol fotoğraf da çekersiniz.” Utançtan mı çıktı geldi bu alınganlık mereti nedir, incitiyor lafı. İmroz ayan beyan artık bulutların arasında, yolcularını bekleyen kalabalığıyla iskele görünüyor. Koca ada koca bir balinaya benziyor, nefes alıyor. Bizim ahali adayı seyrederken sessizleşiyor, iyice yanaşmayı bekliyor ayrılmak için yapıştığı küpeşteden.

Ayatodori’deki 130 yıllık aile kahvesini 2003’te vefat edene kadar işleten Madam Evstratia

Adanın merkezine yakınca köylerden olan Ayatodori (Aya Theodori), Zeytinliköy diye anılır olmuş çoktandır. “1928 kayıtlarında Ayatodori’ymiş hâlâ, sonrasını bilmem” diyor sertçe kahveci. Sonrası 1965’e kadar gidiyor, o yıl mahalle ve köy isimleri değiştiriliyor. Madam’ın Yeri’ndeyiz, meşhur dibek kahvesi için. Nasıl olduğunu anlamadan geldik buraya yorgun argın. Ada tenhaydı, köy tıklım tıklım. Şaşkınlıkla turladık, “bir fotoğrafımızı çekebilir misiniz” diyen kimseyi geri çevirmedik, şuursuzca kahveye oturma sırası bile bekledik ve meşhurluğunu sonuna kadar hak eden kahveyi yudumlarken nihayet kendimize geldik de, kalabalığın dışına çıkabildik.

Köyü sarıp sarmalamış gürbüz zeytin ağaçlarına bakıp kolayca konuvermiş anlaşılan yeni adı Ayatodori’nin. Sürekli yaşayan kırk-elli hane. Yazları ise adadan gidenlerden bazıları dönüyor, diğer Rum köyleri gibi kalabalıklaşıyormuş. Patrik Bartholomeos da burada doğmuş. Gururlular evini tarif ederken. Fakat evler sımsıkı kapatmış kendini. “Yaz kalabalığında böyle oluyor” diyor zeytin bahçelerinde rastladığımız teyze. Güzelim Rum aksanıyla anlatıyor: “Vre çiçek sularım, bakıyorum fotoğrafımı çekiyorlar. Don asıyorum, yine. Yayılmışız oturuyoruz, yine. Eeh!”

“Uğurlu’ya gidin” diyor sonra. “Güzeldir plajı, suyu…” Fakat karnımız gurulduyor. Feribot, tuz, muhabbet, utanma sıkılma, kahve kalabalığı derken, öğle sıcağına da maruz kalmış bünyeler soluklanmak zorunda. Araba tepelere doğru kıvrıldı. Sarı çayırlarda birbirlerinden ayrı düşmüş zeytinlere, ansızın çıkıveren heybetli kayalıklara, aralarından yol veren yarıklara, yaz sonu kavrulmuşluğuna rağmen besbelli derelere, bozkır tarlalara, çam ormanlarına, cambaz ve serbest keçilere, olmadık yerden kendisini gösteren çivit mavisi denize bakakalırken çıt çıkmadı kimseden. “Kimse gördüğü güzelliği ötekine anlatmadı, yeni bir güzelliği kaçırmamak için.”

“Sevgiyle yapılmış şarap”

Bol rüzgârlı bir tepede, küçük bir restorana oturduk. Soframızda adanın taze keçi peyniri, eski kaşarı, sulu domatesleri, sivri biberleri, kavun ve birkaç meze. Yürümek’te “sevgiyle, istekle yapılmış, acemi bir şarap” diye anılan İmroz şarabının beyazı serinletti. Türkmen garsonumuz Sultan’ın gözlerinin içi gülüyor konuşurken. Geldiğinden beri hiçbir yere ayrılmamış restorandan, adayı bilmiyor. “Bir kez Uğurlu’ya gittim sadece, güzeldi denizi. Gidin tabii, ama bence Rum köylerinde kalın.” Neden? “Tipinize bakınca işte, o taraflar biraz muhafazakâr.” Tabaklar yavaşça boşaldı, hafif yemeğimizin tadı damakta… Şarap kitaptaki gibi küflü-tatlı, hatta isli. Yediğimiz “her lokma bilinerek yendi, her lokmada denizin, özgür kayaların anısı güçlendi”.

Adanın merkezine yakınca köylerden olan Ayatodori (Aya Theodori), Zeytinliköy diye anılır olmuş çoktandır. “1928 kayıtlarında Ayatodori’ymiş hâlâ, sonrasını bilmem” diyor sertçe kahveci. Sonrası 1965’e kadar gidiyor, o yıl mahalle ve köy isimleri değiştiriliyor…

İkinci şişenin gelişi etrafı iyice tedirgin etti. Hemen arkamızda oturan muhafazakâr aile yer değiştirdi. Restoranda hepi topu üç masa var. Şarabımızla rahatsızlık verdiğimiz aile diğer masaya “afiyet olsun” diyerek hızlıca ayrılıyor. Artık herkes gergin, ama Sultan uzaktan müthiş gülümsüyor.

Restoranın sahibesi Karadenizli genç bir kadın. Ailesi biraz da zorla göç ettirilenlerdenmiş. İlk istimlâklardan sonra, 1940’ların sonunda gelmişler Trabzon’dan. “Rumların kültürü biraz da bizim kültürümüz, her bildiklerini öğretmişler, her şeylerini paylaşmışlar. Yoksa ne yapsın Karadeniz insanı hiç bilmediği topraklarda. Takacılık, balıkçılık ilk başlarda…” diyor ilişkilerini sorduğumuzda.

Sultan patronu yanımızdan ayrılır ayrılmaz sakınmadan anlatıyor.Pes edecekler bunlar da, bu sene içkili yapmak istediler burayı, ama nafile. İçkiyi gören girmiyor, aile yeri diye gelmek istiyor hep bu gelenler…”Çok mudur böyle gelenler buraya?“ Çok, çok olmaz mı? Onların tatil yeri olmuş biraz buralar…”

Sultan, Türkmenistan’daki ailesini özlüyor, üç yıldır gidemiyor. Ayaklarına kara sular iniyor bütün gün, ama hep gülüyor ve dalgasını geçiyor izlediği Türkiye mahalleleriyle. Her şeyi keskin gözleriyle, sezgisiyle görmüş, notunu vermiş. Bizi sevdi sanki, Uğurlu’ya uğurlarken ayrılmak istemedi.

İmrozlu Rum kadınlar. Fotoğraf: Orkun Yekcan

“Aile bu dikenli telin içinde”

Adanın en batı ucunda, merkezden uzak, istimlâklarla kurulan Uğurlu’ya 1980’lerde Erzincan, Burdur ve Muğla’dan getirilen nüfus yerleştirilmiş. Köye girer girmez “Aile Pansiyonu”, “Aile Apartı”, “Aile Hoteli” levhalarını ve “Sadece Aile” restoranlarını da gördükten sonra durumu anladık, yine de devam ettik denize doğru. Haşemasıyla denize giren kadınların bolluğuyla sarsılanlara içimizden geldi itirazlar: “Ne var bunda, neden rahatsız oluyorsunuz, istedikleri gibi denize giremezler mi, tatil yapamazlar mı?”

Bakışlar üzerimizde fazla gezinmeye başlayınca derdimizin haşemalar olmadığı açık oldu. Tüy dikmeyi, yorgunluğun verdiği istekle gözümüze kestirdiğimiz şezlonglar becerdi. İşletmeye yaklaştıkça adı henüz konmamış “aileye mahsustur” havasıyla yüzleştik ve uzaklaştık.

Dereköy Ege’nin en büyük köyüymüş zamanında. Kimi kaynaklar “Türkiye’nin en büyük köyüydü” diyor. İki bin haneli, yirmi küsur kahvehanesi, iki sineması, berberleri, terzileri, dokuma ve zeytinyağı atölyeleriyle capcanlı bir köy iken, önce 1960’larda yaşananlar, sonra Kıbrıs harekâtının estirdiği zulüm terk edilmiş, hüzünlü bir yer bırakmış geride.

Yürümek’te Elâ bir sabah uyanır ve çıkarma yapan askeri gemileri görür baktığı pencereden. Ve tek bir suçun işlenmediği, fakat işleneceği günlerin yakın olduğunu bildiği adaya sayfalarca süren şiirsel ağıtına başlar. Her gün gittikleri plajın ortasında dikenli teller beliriverir bir gün. “Ortasında bir levha: ‘Aileye Mahsustur.’ Yalnızca dikenlerle kaplı bir tepenin yamacında, çakıllar, istiridye kabukları, kurumuş deniz bitkilerinden başka görülecek bir şey olmayan, arada bir bir keçinin ya da üç koyunun tembelce geçtiği bir kumsalda, alabildiğine uzanan denizin yanıbaşında dikenli tellerle çevrili bir kıyı parçası. Dikenli telin dışına oturdular. Ailenin dışına. Aile bu dikenli telin içinde demek? Koskoca denizin, uzun kumsalın, tepeleri, dikenleri, köyleri, ormanı, şarabıyla adanın dışında demek…”

Sıcak kumlar yorgun bedenlerimize derman oluyor her şeye rağmen. Zor da olsa birer bira da bulabildik, bikinili kadınları da görebildik, “Neyse canım, biz de bu köşede fena değiliz işte” de dedik. Ancak Elâ gibi biz de, ne denizden ne güneşten hoşlandık o gün… Dereköy’e girdiğimizde güneş batıyor, akşamüstü kızıllığı var gökyüzünde. Uğurlu’nun üzerimize yıktığı karamsarlığın bu yeni köyde karşılacağımız manzarayla katmerleneceğine hazırdık elbet. Fakat hızlıca fark ettik ki, buna hazır olunamazmış.

“Emekten daha değerli bir şey var mı?”

Dereköy Ege’nin en büyük köyüymüş zamanında. Kimi kaynaklar “Türkiye’nin en büyük köyüydü” diyor. İki bin haneli, yirmi küsur kahvehanesi, iki sineması, berberleri, terzileri, dokuma ve zeytinyağı atölyeleriyle capcanlı bir köy iken, önce 1960’larda yaşananlar, sonra Kıbrıs harekâtının estirdiği zulüm terk edilmiş, hüzünlü bir yer bırakmış geride. Adayı Rumsuzlaştırma politikalarının en vahşisi olan “yarı açık tarım cezaevi” köyün hemen dibinde açılmış. Rum köylerinde, özellikle kadınların hâlâ dehşetle anlattığı azılı suçluların serbestliği adalıları mahvetmiş.

Dereköy unutulmayan heybeti yüzünden de bir türlü eski günlerine dönememiş. Adanın diğer Rum köylerindeki bakımlı, temiz halden eser yok –eski adıyla– Shinudi’de. Yaklaşık iki yüz hanede hayat var bugünlerde. Yarısından fazlasında Kürt illerinden getirilen aileler yaşıyor. Onların yoksulluğuyla birleşen bu terk edilmişlik hali daha da acı veriyor her bakılan köşeye.

Ara ara kaçtığımız Kapıkaya plajının kumu, denizi her şeyi unutturdu. Karşıdan görünen koca taş ocağı bile tadımızı kaçıramadı çoğu zaman. Pansiyon sahibi Dimitri sorunca plajdan taş ocaklarını görüp görmediğimizi, derdin büyüklüğünü de o zaman anladık: “TOKİ’ler, taş ocakları, kum ocakları… Şimdi de altın arama deyip durmaya başladılar. Korkmamak elde değil…”

Köyün eski ünlü çamaşırhanesinin yakınında Kürt çocuklar futbol oynuyor. Topu bırakmadan rehberimiz oluyor, çamaşırhaneyi anlatıyorlar bize. Makineli tüfek gibi sıralıyorlar ezberlediklerini. Nereden öğrendiniz bu kadar şeyi? “Gelenlere anlatıyor onları gezdirenler abla. Dinleye dinleye öğrendik.” Memleket neresi? “Muş, bir de burası.”

Güneş de kalmadı, kızıllık da. Akşam iyice çöküyor. Ayrılırken iki evin arasında güzel bir bahçede küçük bir beyaz perde çıkıyor karşımıza. “Bu ne” diyorum beni markaja alan Muşlu oğlana, “Sinema, görmüyor musun” diyor bilmememi ayıplayarak. Köyün bir sineması var hâlâ. Biraz yol alıyoruz kilise istikametinde. Az ötede çember sakallı, mütedeyyin görünüşlü bir amca sigarasını tüttürüyor. “Dereköy bizi üzdü” deyince başlıyor: “Ezilmiş insanlar bunlar, devlet haklarını vermeli. Kardeşim der Rumlar, biliyor musun bana? Atina’da, Almanya’dalar şimdi, Güney Afrika’ya giden var, gidip madenci oldular, heyyy… Kardeşim diyenler var bana oralarda. İnsan emeği bu evler, inci gibilermiş zamanında, geldikleri hale bak… Emekten daha değerli bir şey var mı?”

Hayalet midir, eren mi, kim bu diyerek bakıyoruz birbirimize. Yine Trabzonlu, başka bir köyde yaşayan bu adam, düştüğümüz kuyulardan çekip alırken bizi, Sultan gibi sakınmadan anlatıyor: “Devlet bizi getirdi de buraya, sonra verdiği toprakları da almadı mı geriye… Selden, garibanlıktan mecbur gelmiş köylüyü bıraktı buraya, sonra bir de toprağını almadı mı?” Rum topraklarına gelen başka bir istimlâk dalgası, ayrım o kadar belli olmasın diye, Türklere verilen topraklara da gelmiş 1970’lerde. Bundan bahsediyor ve bilgeliğiyle birleştirip parçaları, “emek” diyor…

“Hain bir cümle”

Elâ yaşlı Rumun acısına acıyla bakarken Mehmet’e dönüp onun ne gördüğünü, ne düşündüğünü anlamaya çalışır. Mehmet sinirli takacıyla muhabbete başlar o sırada, “ben de Karadenizliyim” diyerek… Elâ öfkeyle düşünür:

“Şimdi bir keçi boğulmuşsa suda, biraz önce bir bebek gibi kollarda taşınan bir keçi, yaşlı bir adamın başına bir somya çarpmışsa, kan akmışsa, kollarında bebek gibi taşıdığı keçiyi yitiren adam aldırmıyorsa şişen, kanayan alnına, olabilecek en büyük hüzünle ağlıyorsa keçinin ardından, sabahın dördünde bunca insan doluşmuşsa kıyıya, bunca insan sabahın dördünde gelen sıradan bir geminin, sıradan yolcuların bir şeyleri değiştirebileceğine inanabiliyorsa, kapısı açık bir kilisenin mumları bütün bir yolculuğun yorgunluğunu bir anda unutturabiliyorsa nasıl ‘Ben de Karadenizliyim’ denilebilir? Bu hain bir cümledir, bu sevmemektir, bu bir savaş açmaktır, sınırları kapamaktır, gümrükler almaktır.” (Karadenizli arkadaşımız mütedeyyin köylü adama “ben de Karadenizliyim amca bu arada” deyiverince aklıma geliyor Elâ’nın öfkesi. Galiba burada kızmazdı o da…)

Sevgi Soysal’ın Yürümek’i 1970’te yayınlandığında, İmroz boşalıyor, başarıya ulaşıyordu Rumsuzlaştırma politikaları. Adı o yıl, 29 Temmuz 1970’te değiştirildi. Osmanlı hâkimiyetine girdiği 1455’ten Cumhuriyet’in ilk yıllarına dek, yaklaşık beş yüzyıl Türk nüfusun olmadığı bu ada, Lozan’da aldığı özel yönetim statüsünü, çıkarılan sinsi zorluklar yüzünden hiç yaşayamadı.

1964’te, yine bir 29 Temmuz günü gelen kararnameyle okulları kapatıldı, aileler çocukları okulsuz kalmasın diye bin parçaya bölündü, ağır istimlâklarla yok paralara sayılan güzelim topraklarını kaybetmesine rağmen direndi, ama yarı açık cezaevinin açılması ve Kıbrıs harekâtıyla yıkım geldi…  Ya da, eski adı Agridia olan Tepeköy’deki bir Rum meyhanecinin dediği gibi, ne denizde ne karada bereket kaldı”…

Eleni, Dimitri ve jetler

Bütün bir hafta Agridia’da, adanın en yüksek, tertemiz, güzel köyündeydik. İlk günden “hoş geldin çayı” ısmarlayarak yanıma oturan ve köydeki en yakın arkadaşım olan Eleni 60’larının sonunda. Kışları Selanik’te, yazları Agridia’da yaşıyor. Çok dertli, çok hüzünlü. “Sorma o zamanları, problemler çoktu, sorma” dese de durmaksızın anlatıyor olup biteni…

2013’te, elli sene sonra tekrar açılan Rum okullarına getirip konuyu, “İyi oldu mu sence” diyorum. Kızgınlık ve bıkkınlıkla Benim için olmadı” diyor. Ben burada okurken 180 öğrenciydik, sonra çocuklarım okuyabilsin diye İstanbul’a gittim. Bir sürü tasa, para yok, zor…” Adada eskilerden kiminle konuşsam aynı şeyi söyledi hasretle. “Her şeyimiz vardı, her şeyin en güzeli. Yiyecek gırla, ipekler, yünler… Ama para yoktu, hiç paramız yoktu… ”

Koca hafta köylülerin birbirlerine sevgilerini, muhabbetlerini, gürültülü tavernacı komşularıyla kavgalarını, gelen ziyaretçilerin çerinden çöpünden bıktıklarını dinledik kahvede. Ara ara kaçtığımız Kapıkaya plajının kumu, denizi her şeyi unutturdu. Karşıdan görünen koca taş ocağı bile tadımızı kaçıramadı çoğu zaman. Pansiyon sahibi Dimitri sorunca plajdan taş ocaklarını görüp görmediğimizi, derdin büyüklüğünü de o zaman anladık: “TOKİ’ler, taş ocakları, kum ocakları… Şimdi de altın arama deyip durmaya başladılar. Korkmamak elde değil…”

Dimitri okul için İstanbul’a, oradan da Yunanistan’a giden köy çocuklarından. “En büyük dert iklim” deyip durdu, köyün yakınındaki gölün değişiminden, balıkların azalmasından, dalında eriyen zeytinlerden dem vurdu hep İmroz günlerimizde. Ve Türkçe, İngilizce, Rumca ortaya karışık çok güzel ağırladı, çok candan uğurladı.

Son günümüzde, gazetelerde Yunanistan’a yönelen savaş çığırtkanlığını, “bir gece ansızın gelebiliriz” mesajlarını okuyoruz. Sabah kahvemizi içerken köye bakıyoruz. Keçiler, koyunlar sakin gezintilerinde, karşı komşu tavuklarını besliyor, Dimitri çamaşır asıyor, yedi yıldır köyde yaşayan Gönül Hanım “selâmetle çocuklar, hayırlı yolculuk” diye sesleniyor. Sonra diğerleri de… Adlarını, modellerini bilmediğimiz jetler tepemizde durmadan vızır vızır uçarken.

Adanın büyük bölümü askeriye. Jet sesi duymamız belki bir iki… Şimdi ise, kahve içtiğimiz balkonun önünden geçiyorlar neredeyse. Korku saçıyorlar gürültüleri ve akrobatik efelenmeleriyle. Dehşetle izlerken elimiz telefonlara gidiyor, ne oldu, bir şey mi başladı… Oysa köyün umurunda değil, “hayde, işiniz rast gelsin”diyerek yolcu ediyorlar bizi.

Son günümüz madem deyip tüm adayı turluyoruz. Adanın en bakımlı köyü Gyliki’de –yeni adı Bademli– leziz mi leziz haşhaşlı revaniyi yerken, bir yine başlayan jetlere, bir muhabbet ettiğimiz gencecik güzel kadına bakıyoruz. Yunanistan’dan her yaz geldiği ana baba köyünde Türkçeyi ne güzel öğrenmiş. Jetleri duymuyor gibi. “Bir çay daha getireyim mi?” Jetler? Gülümsüyor, “çay?”

Feribot saatini bekliyoruz. Çarşıda turladık, İmroz sokaklarında dolandık ve güzel kahveleri için Dimar’a oturduk. İsmini sahipleri Dimitri ve Maria’nın isimlerinin birleştirilmesiyle bulmuş bu güzel kahve, 2015’te Yunanistan’dan adaya temelli dönen bu aile sayesinde açılmış. Müdavimleri köylerden inen Rumlar, İmroz’a yeni yeni yerleşmeye başlayan orta yaşlı veya genç Türkler ve bu mevsimde haliyle turistler. Bursalı olduğunu anladığımız genç bir çift masalarına geçerken Rumca konuşmalara kulak kabartıp birbirlerine takılıyor.“ Sen seviyorsun bu yabancıları, hep onların yerlerini buldun adada.” Diplerindeki masada bir Rum kadın gazete okuyor. Duyuyor, ama duymuyor…

Jetler yine başladı. Köylerin yüksekliğinde olmayınca gözümüz görmese de sesleri huzur bırakmıyor. Bursalı çift pizzalarını havayı kolaçan ederek yiyor. Onların gözleri de ikide bir telefonlarda. Jetlerin sıradan günlerinden birini yaşamadığı belli. Kucağımdaki kedi yavrusunun bir zeytin tanesiyle nasıl saatlerce oynadığını neşeyle anlatıp duran, “kışın Atinalı, yazın İmrozluyum” diyen adama soruyorum bu sefer de. Jetler? “Amaaan sen de yahu…” Normal mi bu halleri? “Bizde ne normal ki, bu olsun! Dert edilecek şey değil, boşver sen jetleri…”

Sonra yine kedi, zeytin ve iyi kahve nasıl pişer… Bize de yine Elâ ile hemhal olduğumuz bir son. “Şu senin Karadenizli takacı somyasını şu yaşlı adamın başına bin kez de çarpsa, o yine bir keçisinin ardından ağlayacak.”

1+1 Express, sayı 181, Güz 2022

^