ANNIE ERNAUX İLE EDEBİYAT, HAFIZA, KADINLIK VE GEÇİP GİDEN SENELER ÜZERİNE

10 Şubat 2021
SATIRBAŞLARI
1940’lardan 2000’lere… İçinden geçtiğimiz ve içimizden geçen tarih. Annie Ernaux aile yemekleri sohbetlerini, fotoğraf albümlerini, gazete-televizyon haberlerini, reklamları, filmleri, şarkıları tarıyor, süzüyor, damıtıyor… Hafızasının dehlizlerinde derinlere, mahrem odalara girdikçe tarihi de yeniden yazıyor. 1970’lerin başlarındaki ilk kitabından bu yana Fransız edebiyatında yeni yollar açıyor. Romandan, kurgudan uzak duruyor. Ama “edebiyat yapıyor”. Saf edebiyat. “Geri gelmeyecek zamandan bir şey kurtarmak” için yazıyor. Geçtiğimiz günlerde Türkçede yayınlanan “romanesk özyaşamöyküsü” Seneler’de “artık asla olmayacağımız zaman”dan Ernaux’nun kayda geçirdiklerini kendi ağzından dinliyoruz.

Seneler’in yazımıyla başlayalım. Kitabın konusunu düşünmeye 1985’te başlamışsınız. Bu fikir nasıl doğdu?

Annie Ernaux: Başlangıç dürtüsü hayatın kendisinden kaynaklandı: 45 yaşındaydım, ömrümü yarılamıştım, dünyanın çok değiştiğini düşünüyordum, ben de değişmiştim. Boşanmıştım, bir sevgilim vardı, doğum kontrolü mümkündü. O gün Paris’e gitmek üzere trene binmiştim, yanımda bir çocuk oturuyordu, belli ki trene ilk defa biniyordu, annesine sorular sorup duruyordu. Çocuklarımın o yaştaki halleri geldi aklıma, sonra artık üniversite çağında olduklarını idrak ettim. Bütün bunlardan, yaşananlardan geriye ne kalmıştı? Çağ değişmişti. Çağ sözcüğü birdenbire anlam kazandı. Ben biraz savaşı görmüş, kürtaj yasağını, hamile kalma korkusunu yaşamış bir nesildendim, henüz hiç uzağımızda olmayan ‘70’lerde elde ettiğimiz bütün her şeyi düşündüm. Bunlar, çok uzun zamandan beri, 1958’de yaşayıp Mémoire de fille’de (2016) anlattıklarımdan bu yana zihnimi meşgul ediyordu: Kadın olmak 18 yaşından itibaren bir mesele.

Yaşım ilerledikçe, her insanın içinde bir sert çekirdek olsa da, bir dönemden diğerine tamamen değiştiğimiz hissi gittikçe güçleniyor. Kimliğin var olmadığının farkına vardım. İnsan kim olduğunu bilmiyor, ama tarih ve dönemler aracılığıyla bir sonuca varıyor. Ben, birbirini izleyen dönemlerimin eseriyim.

Anlatı biçimini oluşturmanız zaman aldı mı?

Başlangıçta Seneler’de hiç kimsenin olmamasını istiyordum, dünyanın geri kalanıyla etkileşim halindeki Fransız toplumuna dair kolektif bir metin olacaktı. Fakat öyle olunca da tarih kitabına benzemesinden korktum. Gözümün önüne gelen ilk görüntü Normandiya sahilinde o küçük kızın, kendimin, dünyanın bilincine varmaya başladığım zamanki, 1945’teki fotoğrafıydı. Anlatacağım her dönem için bir fotoğraf seçerek, böyle böyle biçim yerli yerine oturdu. Ardından, ailece yenen yemekler kerteriz noktası oldu. Aslında ana yapı çok basit: Bir yanda kolektif hafıza var, yani beşer yıllık dilimler halinde olup bitenler, olaylar ve o olayların sohbetlere yansımasını, ne yenip içildiğini, bahsi geçen tüm yenilikleri yani şimdiyi özetleyen aile yemekleri. Ve buna ek olarak bu kadının bireysel hafızasını, şimdisini ve geleceği nasıl gördüğünü anlatmaya yarayan fotoğraflar. Doğrusu bayağı sistematik. Bütün bunlar yazarken ortaya çıktı. Benim için yazı hafızanın üzerine oturan bir şey.

Yılların akışını vurgulamak için mi her dönemi aile yemeğiyle sonlandırdınız?

Sanırım her şey aslında öyle başladı… Benden önceki dünyanın hafızasını Noel yemeklerinde algıladım. 1940’taki savaşın hatıraları bana hiç uzak değil. Bu aile hafızası, yemeğin sonunda tatlı yerken söylenen şarkılar. Önceki zamanlar çocukluğumda bana bu yemeklerde aktarıldı. O anlarda çok şey olup bittiğini düşünüyorum. Zaman ve olaylar askıya alınıyor. Yemeği ve sofrayı hep tuhaf bir şey olarak gördüm. Masadan kalktığınızda bir dünyadan ayrılıyorsunuz, birkaç dakika sonra sofraya döndüğünüzde sohbet artık aynı sohbet olmuyor.

Kitabı neden 2006’daki Noel yemeğiyle bitirdiniz?

Nasıl bitireceğimi bir türlü bilemiyordum. Bir fotoğrafla ve onun anlatımıyla mı noktayı koymalıydım? Sonra, kitabı tamamlamadan altı ay kadar önce, sahnenin görüntülerle kapanmasına karar verdim.

Ya başlık? Ve şu son cümle: “Artık asla olmayacağımız zamandan bir şey kurtarmak”?

Başlık konusunda uzun süre kararsız kaldım. Bir sıfat arıyordum… “Dünyadan Günler”, “Senelerin Işığı”, “Pazar Günlerinin Işığı” gibi şeyler geçiyordu aklımdan. Sonra bir anda sadeleştirmeyi seçtim. Son cümleye gelirsek, sondan altı ay öncedeyiz. Taşlar yerine oturuyor. Kitap artık bir manzara gibi yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Ansızın son satırlar görünüyor… Aslında kitaptan ayrılmak benim için çok acı verici oldu.

Yazma sürecinin sona ermesinden mi yoksa bu metinden ayrılmaktan mı söz ediyorsunuz?

Kitabın her ânında dönemin içindeydim. Tamamen içine girmiştim!

Yeniden içine girdiğiniz o dönemlerden çıkmak mı sancılı oldu yani? Başka bir deyişle “belirli bir dönemde dünyadan geçtiğiniz o süreyi yakalama”nın son bulması mı sancılıydı?

Yazıya yeniden döndüğümde bu zamanı yakalayabilirim. Gerçekliğin içindeyken bunu yapamıyorum. Yazmayı bırakmak akıp giden ve sizsiz de akacak zamanın eğimine karşı vites küçültmek demek. Bu kitapla geri dönüşü olmayan zamanın içine dalmış gibi oldum. Kitapla nihai vedalaşma çok zor oldu.

Normandiya’da yıkım dönemini, ardından 1956’ya kadar da yeniden-inşa dönemini yaşadık. Savaş-sonrası da şiddet yüklüydü. Çok keskin bir toplumsal hiyerarşi vardı. Şehrin merkezi yeniden inşa edildikten sonra, burjuvazi yerleşti buraya. Modernizm onlar içindi. Bizler, eski Yvetot’da yaşamaya devam ettik. Hayatım boyunca hep iki dünya arasında yaşadım.

Tercihiniz hangi yıllardan yana?

1970’ler. Genç bir kadın olduğum yıllara denk geldiği için büyük ihtimalle. Ama o döneme ait fotoğraflarıma karşı mesafeliydim. O dönemde herhalde gençliğin şımarıklığı da vardı üzerimde, benden yaşlı kadınlara “moruk” gözüyle bakıyordum diye düşünüyorum.

Kendinizden söz ederken neden “ben” yerine “o” diyorsunuz?

Yaşım ilerledikçe, her insanın içinde bir sert çekirdek olsa da, bir dönemden diğerine tamamen değiştiğimiz hissi gittikçe güçleniyor. Kimliğin var olmadığının farkına vardım. İnsan kim olduğunu bilmiyor, ama tarih ve dönemler aracılığıyla bir sonuca varıyor. Ben, birbirini izleyen dönemlerimin eseriyim. 18 yaşındaki düşüncelerimle önceki ya da sonraki düşüncelerim aynı değil, zaten düşüncelerimiz dönemin önyargılarından büyük oranda etkileniyor. Örneğin benim dünyaya geldiğim dönemde, hatta sonra çok uzunca bir süre, 1980’lere kadar diyelim, boşanma bir utançtı. Toplum baskısı yüzünden, aile birliğinin dışına çıkmak sayılıyordu. Kadın oturduğu yerde oturmalıydı, çocuk yapmalıydı, oysa aile sadece bir kurumdan ibaretti. İşte, içinden geçtiğim süreci aktarıyorum diyelim. “O” dediğim fotoğraflardaki kadın. Tekil bir şahıs, ama aynı zamanda 1970’lerin kadın –feminist– bakış açısı. Bu önemli, çünkü kitapların dünyayı genelde erkek gözüyle anlattığını düşünüyorum.

Normandiya’nın Yıkımı, 1944

Sizce 1940’ta, savaş yıllarında, doğmuş olmanın üzerinizde etkisi var mı?

Evet. Olağanüstü bir şiddetti o, ve tabii korku… Bombardımandan korunmak için babamın işlettiği kafedeki bilardo masasının altına hep beraber sığınmak ve birazdan öleceğinizi düşünmek çok tuhaf bir duyguydu. Yvetot’ya geldiğimizde, şehrin merkezi bombalar yüzünden tamamen harabe halindeydi. Normandiya’da yıkım dönemini, ardından 1956’ya kadar da yeniden-inşa dönemini yaşadık. 16 yaşındaydım. Savaş ortamıydı, belirsizlik, savaş-sonrası da şiddet yüklüydü. Ayrıca, beni etkileyen bir başka şey de bir kafede, insanların arasında büyümüş olmak, özel hayatımız diye bir şey yoktu. Kafeye gelen insanlar da işçi kadınlar ve erkeklerdi, halktı yani. Alt sınıfların Fransa’sında, onlarla haşır neşir büyüdüm. Yvetot’da da çok keskin bir toplumsal hiyerarşi vardı. Şehrin merkezi yeniden inşa edildikten sonra, burjuvazi yerleşti buraya. Modernizm onlar içindi. Bizler, eski Yvetot’da yaşamaya devam ettik. Bir anlamda, hayatım boyunca hep iki dünya arasında yaşadım.

Peki, kendinizi iki dünya arasında mı hissediyorsunuz?

Hayır. Ne birine ne de diğerine aitmişim gibi geliyor. Bir yerde iyi hissetmeyi sağlayan şey yazmak, aslında, bir yerin olmaması durumu yazının da işine geliyor. Edebiyat dünyasının uzağında olmamın nedeni de bu herhalde. Öte yandan, yaşam tarzı bakımından, içinden çıktığım o halk sınıfına ait de sayılmam artık.

Zamanı sadece lineer bir şekilde yazmak istiyorum, çünkü lineerliği bedenimde hissediyorum. Ancak tabii ki zihnimde farklı zaman katmanları birbirine karışabiliyor, yani Proust’vari bu zaman algısı zihnimde mevcut, ama yazı tarzım böyle işlemiyor. Sıraya diziyorum. Zamanın karışımının beni ele geçirmesini istemiyorum.

Bir noktada Proust’tan söz ediyorsunuz. Siz zamanı ve belleği nasıl işliyorsunuz?

Zamanı sadece lineer bir şekilde yazmak istiyorum, çünkü lineerliği bedenimde hissediyorum. Ancak tabii ki zihnimde farklı zaman katmanları birbirine karışabiliyor, yani Proust’vari bu zaman algısı zihnimde mevcut, ama yazı tarzım böyle işlemiyor. Sıraya diziyorum. Zamanın karışımının beni ele geçirmesini istemiyorum. Hafızaya gelince, daima çevremdeki dünyanın, sözlerin, olayların ve bunların yaşanış biçiminin varlığıyla yaşıyorum. Beni ele geçiriyor. Ben aslında kayda alıyorum. Bir kayıt cihazı gibi.

Tür olarak romanı, eğretilemeyi, karşılaştırmaları reddediyorsunuz. Bu bir tür dogma mı?

Hayır, bu bir dogma değil. Ama Babam’la bir eşik aştım ve kurguyu reddettim. Babamın yaşamını, bilmediğim kısmını yeniden kurduğum sırada geleneksel anlatıya giriyordum ve iyi olmuyordu. Babam hakkında bildiklerim bana anlatılanlardı. Bunun üzerine bilmediklerimi atlayarak, bildiklerimi yazmaya çalıştım. Güzel bir cümle ile doğru bir cümle arasında seçim yapmam gerekse daima doğru cümleyi seçerim. Bence güzel cümle yoktur. Veya güzel cümle, doğru söyleyen bir cümledir. Güzel bir cümleyse koftur.

Fransız edebiyatının değişimine katkıda bulunduğunuzun farkında mısınız?

Evet, bunu gerçekten düşünüyorum. Romanın baskın edebi tür olmaktan çıkmasına katkıda bulunduğumu düşünüyorum. Ayrıca edebiyata dair kalıpların yıkılmasına da katkıda bulundum, ayrıcalıklı konuların ve nesnelerin olmadığını gösterdim. Süpermarket üzerine bir metin yazdım. Journal du dehors adlı kitabım sert eleştiriler aldı, çünkü onda da banliyö trenlerinden söz ediyordum.


Kitabın
son sayfalarında Seneler’in notlarınızdan, günlüğünüzden (ergenliğinizden bu yana günlük tutuyormuşsunuz) ve yaşamınızı belgeleyen fotoğraflardan esinlenen “romanesk bir özyaşamöyküsü” olduğunu söylüyorsunuz. Bu öğeleri nasıl ayırıyor, nasıl kullanıyorsunuz?

Günlük dediğiniz ham bir malzeme, içinizi döktüğünüz bir şey. Önemli anları yazıyorum, her gün yaptığım bir iş değil. Hiçbir şey yazmadığım uzun dönemler olabiliyor, ayrıca hiçbir şeyi düzeltmiyorum. Notlarınsa farklı bir işlevi var, evimin dört yanı notlarla dolu, dosyaların altında kalmış durumdayım. Ama o notlar sayesinde planlı bir esere girişebiliyorum.

Peki o notlarda neler var?

Toplumsal duruma, yaşanan değişimlere ilişkin, kişisel olmayan şeyler. Hafızam çok iyidir, ama hatıralar çoğunlukla okurken ve yazarken geri gelir aklıma. Kitabımı çoğunlukla bu notlar ve görüntüler sayesinde inşa ederim. Örneğin, beş yaşındayken olduğum bademcik ameliyatı geliyor gözümün önüne, hastane, çocuklar. Kızların, oğlanların aralarındaki konuşmaları, ağlamalarını hatırlıyorum. Fakat bunlar kişisel bir hatıra olarak ilgilendirmiyor beni. Benim istediğim, o döneme girişi sağlayacak bir gedik, bir aralık bulmak ve böylece birikecek, birbirine bağlanacak daha fazla şey hatırlamak. Etkileyici olan, hatırayı kurtaran da bu. Çünkü aslında bu kitap hayatı kurtarmanın bir yolu.

Güzel bir cümle ile doğru bir cümle arasında seçim yapmam gerekse daima doğru cümleyi seçerim. Bence güzel cümle yoktur. Veya güzel cümle, doğru söyleyen bir cümledir. Güzel bir cümleyse koftur.

Pek çok ürün adı, marka, reklam sloganına da yer veriyorsunuz; hafızayı harekete geçirmenin bir yolu mu bu?

Babamın işlettiği kafenin ön tarafı da annemin çalıştırdığı bakkal dükkânıydı. Belki de bakkal kızı olmakla ilgilidir bunca markanın aklımda yer etmesi.

Georges Perec’vari bir listeyi çağrıştırıyor, öyle değil mi?

Evet, Perec’i okurken, onun listesi tam olarak içime sinmemişti, çünkü zamanın akışı, yılların geçişi, tarih boyutu eksikti. Durkheim şöyle diyor: “bilinçdışı tarihtir”.

“Romanesk özyaşamöyküsü” sözü sizin için ne ifade ediyor?

Özellikle bu kitapta bir füzyon, bir alaşım elde etmeye çalıştım. “Biz” ve “o” anlatıcılarını kişiliği olmayan kolektif bir anlatım biçimi olarak kullandım. Bununla birlikte mahrem olanı anlatmaktan vazgeçmedim. Genelde “ben”li birinci tekil şahıs özyaşamöyküsünün göstergesidir. Ama aynı zamanda etraftaki dünyayı anlatmanın da bir yoludur. Aptalca sadece kendine odaklanmış bir özyaşamöyküsü söz konusu değilse tabii! Ben tam tersini yaptım. Fotoğraflar ve bir de tabii günlüğüm, notlarım, kişisel anılarım sayesinde, hafıza üzerinde duraklamayı başardım. Tüm bu farklı yazılar yaşama ve hafızaya dair mahrem olanı, tarihi olanı ve bazı şeylerin nasıl değiştiğini anlatma olanağı verdi. Bu kitap zaman ve hafıza hakkında.

Romanın baskın edebi tür olmaktan çıkmasına katkıda bulunduğumu düşünüyorum. Ayrıca edebiyata dair kalıpların yıkılmasına da katkıda bulundum, ayrıcalıklı konuların ve nesnelerin olmadığını gösterdim. Süpermarket üzerine bir metin yazdım.

Alaşımdan söz ettiniz. Bu romanesk özyaşamöyküsü, altmış yıldan uzun süreye yayılan bir alaşım-kitap, bir bilanço kitabı sayılabilir mi?

Evet. Bir kızın (aslında kendimin, zira sonuçta en iyi tanıdığım kız kendimim) zamandaki, kendi çağındaki, tarihteki öyküsünü yakalamak istedim. Fakat bu alaşım meselesi uzun süre bir sorun olarak kaldı, doğru biçimi arıyordum. Bütünlük arzusu, hayatın içinden zamanın geçişini aktarmak neredeyse yirmi yılımı aldı. Ve her şey kırkıma doğru başladı.

Seneler’de kendinizden söz ettiğiniz sırada bile her zamanki gibi narsisizmi reddeden bakışınıza şahit oluyoruz. Burada bir çelişki yok mu?  

Doğrusu daima benliğin kendini dış dünyada bulduğunu düşündüm. Bununla birlikte bilin bakalım yirmi yıldır bu kitaba dair bütün notlarımın yer aldığı dosyanın başlığı neydi? “Romanesk toplam!” Çünkü başlangıçta onların bir romana dönüşeceğini düşünüyordum. Ama sonuç yine bir roman değil, çünkü burada anlatılan her şey doğru.

Peki neden bu mesafeli duruş?

Mesafe kavramı hep benimle oldu. Ayrı bir dünyadayım, kuşkusuz bu durum geldiğim toplumsal sınıftan kaynaklanıyor. Kitap okunmayan bir dünyada yaşadım. Karşı tarafa sığınmış bir kaçağım ben. Etnolog rolünü üstleniyorum. Ama tarih ve tarihteki değişimler daima ilgimi çekmiştir. Hatta gençliğimde modern ve çağdaş tarih yan dal eğitimi bile aldım.

Ama bir an geliyor, metni terk etmek, ona mesafelenmek gerekiyor. İniyorum, iniyorum, iniyorum. Öyle bir seviyeye iniyorum ki, nostalji duygusu kalmıyor. İşte o mesafe, görmeme olanak veriyor.

Etnolog ve yazar gibi çalışırken diğerlerine nazaran sizi daha çok zorlayan dönemlerden geçtiniz mi?

Yazarken en çok zorlandığım dönem en yakın dönemdi. 2000’den başlayarak diyebiliriz. Son yıllarla ilgili neyin doğru neyin yanlış çıkacağını bilememek işi zorlaştırıyordu… Ama “bunun” yaşanmakta olduğu anlarda yazmak istiyordum. Oysa olanlarla aramda mesafe yoktu ve bir çeşit yığılma hissediyordum. En zoru, o günün sözcükleriyle 2006-2008’in dünyasını anlatmaktı, halbuki bundan yirmi otuz yıl sonra bunları anlatacak sözcükler olacak. 1950’leri anlatmak için kullandığım sözcükler gibi. Yazının sınırı bu işte. Ama bir an geliyor, metni terk etmek, ona mesafelenmek gerekiyor. İniyorum, iniyorum, iniyorum. Öyle bir seviyeye iniyorum ki, nostalji duygusu kalmıyor. İşte o mesafe, görmeme olanak veriyor.

Bu mesafe çaba gerektiriyor mu?

Öznellikle yazmak istemiyorum. Meselelerin etrafında dönüyorum. Ama değişimi tetikleyen sözcükler oluyor. Örneğin 1950’li yıllarda şu cümle duyulurdu: “Gençler bizden daha çok şey bilecek”. Bu cümleyi duyduğum anda aklıma şunlar geliyor, eğitime duyulan heves, gelecekteki dünyada daha eğitimli, daha mutlu olunacağı, her şeyin harika olacağı düşüncesi.

Dorothea Tanning, Doğumgünü, 1942


Özyaşam kurgusu tür olarak bu nedenle mi uzak size?

Özyaşam kurgusuyla hiçbir ilgim yok. Söyledim işte! Özyaşam kurgusunda çok fazla kurgu var. Oysa benim amacım bu değil. İlgimi de çekmiyor! Edebiyat dünyayı aktarırsa ilginçtir. Benim için kullanmak zor olsa da “özyaşamöyküsü” sözcüğüne bağlı kalmayı yeğliyorum.

Ama edebiyatta yeni bir yol açtınız.

Tek bir yol değil de belki birçok yol açmış olabilirim. Farklı yollar. Ama doğrusu, bunu yapmaya çalışmıyordum.

Yazmak için belli alışkanlıklarınız, kurallarınız var mı?

Sabahları yazıyorum. Sadece evimde çalışabiliyorum, küçük çalışma masamın baktığı pencerenin bir yanında ağaçlar, diğer yanında Cergy gölleri uzanıyor. Masamın üstü hep kâğıt dolu. Etrafında kitaplıklar ve fotoğraflar. Ama onlara bakmam. Önüme bakarım sadece ve dediğim gibi, önümde ağaçlar, geçip giden kuşlar ve kediler var. Uzun süre, sessizlik içinde çalışıyorum. Öğlen yemeği yemiyorum, telefona bakmıyorum.

Dorothea Tanning’in, Max Ernst’le karşılaşmasından hemen sonra yaptığı Doğum Günü da kitabımın içine işlemiştir. “Gerçeküstücülükte kadın ve aşk” konulu bitirme tezimi hazırladığım sırada gördüğüm bu eser o günden beri aklımdan çıkmadı. Ne Breton’u ne Beauvoir’ı, hatta ne de Bourdieu’yü tanıyordum o zamanlar.

Özellikle sevdiğiniz yazarlar kimler?

Flaubert’e ve Virginia Woolf’a hayranım. Özellikle Dalgalar’ı seviyorum; Woolf anlatı biçimini yeniliyor, “ben”i merkezden çıkardığı kolektif bir kitap yaratıyor. Georges Perec’in de benim için anlamı büyük. Bir de tabii kendini kadın olarak inşa etme konusunda Simone de Beauvoir ve Bulantı’daki Sartre. Dönemimizden Virginie Despentes’ı ve Edouard Louis’yi çok seviyorum…

2000’den bu yana, öğretmenliği bırakıp emekli olduğunuz için yazmaya ayıracak daha çok zamanınız var. “Emeklilik” sizin için şoke edici bir sözcük müydü?

Evet. Üstelik böyle olacağına inanmazdım, öğretmenlik yaptığım sırada işe mesafemi koruduğumu düşünürdüm. Sonra bir anda, “O halde artık notlarımı yakabilirim. Hatta öğretmenlik belgemi iade edebilirim. Ne de olsa hiçbir işe yaramıyorlar!” demeye başladım. Gerçekten çok fena, çok zor bir an. 2000’de emekliye ayrılınca artık kaçışım olmadığına karar verdim: Seneler’i yazmalıydım.

Yazmanıza yardımcı olan paralel okumalar oldu mu?

En az on beş yıldır aklımdan çıkmayan bir cümle var. Az tanınan İngiliz sosyolog Derek Parfit’in cümlesi: “Koca bir hayat hiç kişiselleştirmeye gitmeden betimlenebilir” diyor. Bu konuya çok kafa yordum, çünkü ortaya tarihçi elinden çıkma bir yapıt koymak değil, pek çok anıyı, kendi anılarımı değil, başka insanların anılarını anlatmak istiyordum. Küçük yaşta okuduğum bir kitap daha üzerimde derin iz bırakmıştır, ismini sık sık anıyorum. Sekiz yaşında okuduğum Rüzgâr Gibi Geçti.

Daha sonra tekrar okudunuz mu?

Evet, 1995’te. Ve kitabı sevmiş olduğuma utanmadım. Kitapta her ne kadar Güneylilere ve Siyahlara dair öne sürülen fikirler berbat olsa da kadının hikâyesini seviyorum. Scarlett O’Hara kendini koyvermiyor, seçimler yapıyor. Çiftliğine olan aşkı, ülkenin şiddet dolu tarihinin izlerini taşıyan hayatı. Benim hikâyemin başlangıcı da şiddet doluydu, unutmayın, 1940’ta Normandiya’da doğdum.
Beni çok etkileyen bir de film var, Ettore Scola’nın Balo filmi. Yazdıklarımla Scola’nın aktarmak istediği duyguyu bulup çıkarmak istedim. Bir de Dorothea Tanning’in, Max Ernst’le karşılaşmasından hemen sonra yaptığı Doğum Günü tablosu var. O tablo da kitabımın içine işlemiştir. Tabloda yarı çıplak bir kadın ve arkasında sonsuza açılan kapılar var. “Gerçeküstücülükte kadın ve aşk” konulu bitirme tezimi hazırladığım sırada gördüğüm bu eser o günden beri aklımdan çıkmadı. Ne Breton’u ne Beauvoir’ı, hatta ne de Bourdieu’yü tanıyordum o zamanlar.

Düşünsel açıdan çok yakın olduğunuz ve sık sık adını andığınız Pierre Bourdieu’yle yolunuz hiç kesişmedi mi?

Maalesef. Biraz da benim hatam yüzünden. Onun hakkında bir sempozyum vardı. Benim davetli olduğum oturum Bourdieu gelmeden önceydi, onun oturumu akşamdı. Beklemeden gitmem gerekti.

1970’te kadınlar söz alıyor; bu çok önemli, bunun üzerine ben de söz alıyorum ve kürtajdan, sözünü etmek istediğim, ama edebiyatta izine rastlamadığım şeylerden söz ediyorum: toplumsal kopuş. Alt sınıftan gelip yüksek öğrenim görmek. Bunu öncelikle öfkeyle dile getiriyorum.

Seneler’in sonunda, bu kitabı bir mücadele aracı olarak gördüğünüzü söylüyorsunuz. Kimin için? Ne için?

Toplumsal eşitsizliklere karşı ve kadınlar için, bu ikisi bence birbirine bağlı zaten. Genel olarak adaletsizliğe karşı. Bunlar benim değişmeyen siyasi görüşlerimle bağlantılı. İçinde büyüdüğümüz birinci dünyanın her şeyi, edebiyatta kendimize seçtiğimiz yolda belirleyici. Şimdi Bourdieu’yü anmama şaşırmazsınız herhalde, bence edebiyata dair çok doğru bir şey söylüyor: Edebiyatın, edebi alan ile habitus, yani benim mütevazı, feminist habitusum, arasındaki bir karşılaşma olduğunu söylüyor. 20 yaşında yazarken, sadece edebi alana bağlıyım, habitusumu henüz kavrayamıyorum, Yeni Roman akımının etkisi altındayım, sene 1960. Zamanla yazdığım şeylerde, dünya üzerindeki yerim ve kökenlerim bütünüyle belirleyici olacak. 1970’te kadınlar söz alıyor; bu çok önemli, bunun üzerine ben de söz alıyorum ve kürtajdan ve sözünü etmek istediğim, ama edebiyatta izine rastlamadığım şeylerden söz ediyorum: toplumsal kopuş. Alt sınıftan gelip yüksek öğrenim görmek. Bunu öncelikle öfkeyle dile getiriyorum, çünkü gerçekten mücadelenin içindeyim. Ardından mücadeleyi bırakmıyorum, ama aynı tonda yazmıyorum. Bu değişim, kendim hakkında yazmayı bırakıp babam hakkında, Babam’ı yazdığım sırada yaşandı. Çünkü öfke hemen popülist, sefalet çığırtkanı ya da intikamcı bir his doğuruyor.

Simone de Beauvoir’ın da katıldığı kürtaj hakkı yürüyüşü, 1972

Geldiğiniz çevreden öfkeden başka neler var içinizde?

Hiçbir zaman kurtulamadığım sınıfsal hareketlerim var. Biraz kaba sabayım hâlâ. Kapıları çarparak kapatırım, tencereleri şangırdatırım. Annemden böyle gördüm, ben de aynı şeyi yapıyorum. Bazı gündelik sözcükler de beni hiç terk etmiyor. Annemin sözleriyle konuşuyorum: “İşin boku çıktı” veya “Bu hiç hayra alamet değil” gibi… Annem kitaplara ve edebiyata hayran, olağanüstü bir kadındı. Les Armoires Vides’de onun hakkında korkunç şeyler yazdığımda, hiçbir şey demedi, ama eminim çok üzülmüştür. Bu yüzden hâlâ büyük suçluluk duyuyorum. Yazmakla birçok şeyi yıktığımın, birçok kişiyi kırdığımın farkındayım. Ama kendimi almam mümkün değildi…

Sizce Seneler siyasi bir kitap sayılabilir mi?  

Geniş anlamda mümkün. Yaşanan olaylarla bağlantılı siyasi itiraflar da var tabii ki orada. Bununla birlikte, bir siyasi duruş belirtmiyor. Şimdinin her ânında, her bireyin aklında bütün olarak dünyanın bilinçdışı bir görüntüsü olduğuna inanarak yazdım –tabii ki bir hayalden bahsediyoruz. Ancak herhangi bir bireyin şu âna dair aklındaki görüntü kesinlikle 1950’deki görüntüye benzemiyor, örneğin o zamanlar Fransız Hindiçini meselesi vardı. Günümüz dünyası bundan 30 veya 40 yıl öncekinden çok farklı.

MeToo hareketi bende büyük hayranlık uyandırdı. Büyük bir ışık yaktı, aydınlanma ânı yarattı, “Mümkünmüş, işte yaptılar!” dedim. 1970’li yılların feminizmini uyandırdı. Son dönemde, örneğin, “cinskırım” kavramı çıktı ortaya. Bu bir zafer sayılır. Sözcüklerden korkmamak gerek.

2016’da, #MeToo hareketi başlamadan bir yıl önce, 18 yaşınızdaki acı dolu deneyimi aktaran Mémoire de fille’i yayınladınız, cinsel ilişkilerde rıza meselesi etrafında mevcut “gri bölgeyi”, flu alanı anlatıyordunuz. Sinemada başlayan ve kültür dünyasının diğer alanlarına yayılan bu ifşa hareketini nasıl karşıladınız?

Kitapta “rıza” sözcüğünü kullandım, doğru. “Rıza gösteriyor, neye rıza gösterdiğini bilmiyor, ama rıza gösteriyor” diyorum. Yazının bunu açığa çıkarması gerekiyordu –“açığa çıkarma” sözünü çok seviyorum – birbirini izleyen şeyler olduğunu fark ediyorum, bazı anlarda rızam varmış, bazılarında pek bilmiyormuşum. Gerçekten de gri bir alan söz konusu. MeToo hareketi bende büyük hayranlık uyandırdı. Uzunca bir süre, ne kadar canlı olursa olsun, feminizmin artık başka bir şey elde edemeyeceğini düşünüyordum. MeToo büyük bir ışık yaktı, aydınlanma ânı yarattı, “Mümkünmüş, işte yaptılar!” dedim. 1970’li yılların feminizmini uyandırdı. 1990’lar her bakımdan bir regresyon, bir gerileme döemi oldu. MeToo hareketinde de, evet sapmalar oldu, olabilir. Ama ne tuhaf, hep ezilenlerden mükemmellik bekleniyor, hiç hata yapmayacaklar, kusursuz olacaklar… Sarı Yelekliler’le ilgili de aynı şey… En ufak bir açık yakaladıklarında başlıyorlar: “Bunlar antisemit!”, “bunlar islamofob!”… Erkek üstünlüğü her yerde. Korkutucu olan da bu. Ama son dönemde, örneğin, “cinskırım” kavramı çıktı ortaya. Bu bir zafer sayılır. Sözcüklerden korkmamak gerek.


Emmanuel Macron’a yazdığınız açık mektup France Inter radyosunda seslendirildi. Mektupta, savaşçı diline ve Covid-19 krizini yönetmedeki ekonomik zihniyete karşı olduğunuzu ifade ediyorsunuz. Evlerimizde kapalı kaldığımız bugünlerde içinde bulunduğumuz durum size neler hissettiriyor?

Birkaç aydır, tepkisizliğe ve bitkinliğe teslim olmuş durumdayım. Bir daha ne zaman normal bir hayat sürebileceğimizi bilemiyorum. Toplum derin bir yara almış durumda. Ötekinden, salgından, hastalık kapmaktan sürekli korkma hali, öngörülemeyen zorluklar, belirsizlik. Zamanın efendisi olmadığımız kesin. Hastaneler ikinci dalgayı karşılamaya hazır değildi. Bütün işler yalapşap yürüyor, ekonomi dönsün diye insanlar işe gitmeye zorlanıyor, ama zenginlerin bedel ödemesi için hiçbir önlem alınmıyor. Arzuladığımız her şeye, başka bir dünyaya, ekolojik önlemlere dair her şey paramparça oluyor… Bir tür sanal toplumda yaşıyoruz. Uykusuz geceler geçiriyorum, gece boyu boş sokaklarda, apartmanlarda, evlerinde, küçücük yuvalarında öylece oturan insanları düşünüyorum… Bir bilimkurgu romanında gibiyiz.

Kaynak: Inrockuptibles ve L’Express
Çeviren: Damla Kellecioğlu

^