“Her yerden uğultular geliyor, hiç hayra yorulmayacak çok alâmetler belirdi. Umalım vakit tamam değildir, dünyanın gidişatı bu yazının uyardığı yere varmaz, hava döner.” Express’in kış sayısında, Taha Parla’nın yazısının sunuşu bu cümlelerle başlıyordu. Aradan bir ay geçmedi, dünya “büyük savaş”ın eşiğine geldi. Buradan nereye gider, olasılıklar neler? Express’ten naklen…
Başlıktaki ünlem işareti, bir III. Dünya Savaşı’nın olanaksızlığını ve olasılıksızlığını ima etmiyor. I. ve II. kepazeliğin üzerine bir III. gelebileceğine dair emarelere karşı bir kınama ifadesi taşıyor. Bugün bölgenin ve dünyanın durumu, bölge ve dünya liderlerinin sapkınlığı böyle bir potansiyel taşıyor gibi görünüyor ve öfkelendiriyor. Özellikle ABD ve koalisyon ortaklarının “İslâmi terör”ü bahane ederek bölge kaynaklarına el koymak için kışkırttıkları savaş hali dikkati çekiyor.
Dünya savaşlarından birincisi daha önceki savaşlardan ders almadı, ikincisi birinciden almadı, eğer olursa bir üçüncü, bunların hiçbirinden ders alınmadığını göstermiş olacak. Birincisi pek beklenmiyordu, ikincisi göstere göstere geldi, eğer olursa, üçüncüsü taammüden cinayet gibi gelecek. Zamanımız Kant’ın “sürekli barış”ına tanık olmuyor, aksine “sürekli savaş”a yeniden tanıklık ediyor, barış hâlâ iğrenç bir sözde gerçekçilikle, “iki savaş arası” diye tanımlanıyor. Huntington’un istediği de oldu: “Dinler Savaşı”. (“Medeniyetler” değil.) Son Kudüs çatışması da bunun sembolizmidir.
En yakın ve olası görüneni, Büyük Ortadoğu’yu işgal savaşları, vekâlet savaşları ve kiralık katil şirketlerinin özel birlikleriyle yürüttükleri iç-savaşlar ve büyük güçlerin de bilfiil müdahil olması olasılığını taşıyan bir büyük savaş. Dünyanın başka bölgelerine de sıçrayabilecek bir büyük savaş.
I. Dünya Savaşı’na doğru yol alınırken, sosyalist ve marksist kuramcılar dışında, o ölçekte bir savaş öngörebilenlerin sayısı çok değildi. Başta Lenin olmak üzere, Hobson, Hilferding gibi kişiler dünya pazarlarını, hammadde kaynaklarını ve nüfuz bölgelerini genişletmek üzere büyük emperyalist devletlerin ve bu lige terfi etmek için yanıp tutuşan gecikmiş sanayi ülkelerinin (Almanya, İtalya gibi) er geç savaşacaklarını düşünürken, dekadan büyük güçlerin burjuvazileri ve iktisatçıları içeride “La Belle Epoque”un rehaveti içindeyken, dışarıda olan bitenden pek de haberdar değildiler.
Sosyalistlerin ve sosyal demokratların parmakla gösterilebilecek kadar az bir bölümü kendilerini dönemin milliyetçi, şoven ve sömürgeci eğilimlerinden kurtarabilecek (Jaurès, Luxemburg, Kaustsky gibi), önemli bir bölümü ise savaşı içine sindirebilecekti.
Geç-geç kapitalizmin barbarlığa yürüyüşü
“Dünya-tarihsel” ölçütlerle bakıldığında, bazı yüzyıllar ilerleme, aydınlanma, mutluluk (beklentisi), insan(lığ)ın doğası ve geleceği konusunda iyimserlik ve umudun baskın olduğu dönemlerdir. Örneğin, 19. yüzyıl kimilerine göre böyledir: Toplumsal reformlar ve devrimler, büyük felsefe ve ahlâk sistemleri, demokratik mücadeleler yüzyılıdır. (Tabii, her zaman olduğu gibi, diyalektik olarak bunlara eşlik eden karşı devrimler, emperyalizmler, savaşlar eksik değildir, ama son tahlilde birinci küme özelliklerin ağır bastığı söylenebilir.)
20. yüzyıl birçok bakımdan bunun tersidir. Dünya savaşları, soykırımlar, soğuk savaş, faşizmler, yabancılaşma ve düş kırıklıkları ağır basar; diyalektik harekette olumsuz etmenler öne çıkar. 21. yüzyıl ise beterdir. Yukarıda sayılanların derecesi artar. Militarist ve yayılmacı geç-geç kapitalizm barbarlığa, hatta vampirliğe doğru mesafe alır. Yükselen dinci siyasetler, vahşileşen iç siyasetler, savaşkan dış siyasetler daha yüzyılın ilk iki on yılında iyice belirginleşmiştir.
Siyaset ve kültür yozlaşmakta, evrensel kabul edilen değerler ve kurallar (sözde) en yerleşik ülkelerde de ihlâl üstüne ihlâl edilmektedir. Ülkelerin sahneye çıkardığı liderler eskisine göre daha da psiko-patolojik ve kriminel olmaya başlamaktadır. Ve bu en “geri” ülkelerden en “ileri” ülkelere kadar yaygınlık göstermektedir. Kalan monarşiler düşmediği gibi, otoriter-totaliter hanedan cumhuriyetlerinin sayısı artış göstermektedir.
Dünya nüfusunun yüzde 1’i servetin yüzde 80’ine el koyarken, dünya nüfusunun üçte biri açlıktan kırılırken, insanlara umut vaat eden ve onları mutlak yabancılaşmaya karşı koruyacak yeni düşünce ve eylem eğilimleri ufukta görünmüyor. Mülkiyetin sefil çıkarları uğruna gezegeni kirleten ve tüketen bir avuç cani elit ile hâkim ve yönetici sınıfların egemenliğine dur diyecek, kitlelere bilinç ve irade kazandıracak teori/ideoloji ortalıkta görünmüyor –iade-i itibar edilmesi ve üzerine bina edilmesi gereken sosyalizm-marksizmden başka.
Toplumların yöneticilerine müstahak oldukları özdeyişini doğrulayan örnekler saymakla bitmez görünüyor: ABD Reagan, Clinton, Bush’lar, Trump, Britanya Thatcher, Blair, Johnson, Fransa Sarkozy, Hollande, Macron, İtalya Berlusconi, Salvini, Macaristan Urban, Brezilya Bolsonaro vs. vs. gibi devlet adamından çok savaş suçlusu sayılması gereken tipleri ortaya çıkarıyor. Kissinger ve Huntington gibi savaş suçluları siyaset “bilimci”, Friedman ve “Şikago Çocukları” iktisatçı kabul ediliyor. Nobel, dış politikada birçok bakımdan oğul Bush’u aratmayan Obama’ya “avans barış ödülü” veriyor.
“Uygar” dünyanın barış sicili
Her şeye rağmen, I. Dünya Savaşı o kadar beklenen bir şey değildi ki, izleyen yıllarda büyük pasifistler olarak anılan Freud, Einstein gibi isimler, “bizim Batı uygarlığımız nasıl olur da böyle bir vahşete kapılabilir” diye şaşkın bir depresyona girmiş gibiydiler. Ekonomi politik bilmeyen Freud 1920’lerdeki “Niçin Savaş” adlı ünlü makalesinde işi naif bir şekilde kitle psikolojisine indirgiyordu. (Aynı Freud, II. Dünya Savaşı’nı yine psikolojizm yaparak analiz ediyor, 1940’larda “Savaş ve Ölüm İçgüdüsü” makalesini yazıyordu.)
Büyük güçler bölge ülkelerini daha küçük devletlere bölmeye çalışacak, mezhep ve alt-mezhep çatışmaları üzerinden iç-savaşları kışkırtacak, böl-yönet politikalarını yoğunlaştıracak, her zamanki gibi jeopolitik konumlarını ve askeri varlıklarını pekiştirecekler.
Tabii I. Savaş’ın ekonomik ve jeopolitik nedenlerine bakarken Sovyet Devrimi’nin Batı kapitalizmini ürküten deprem etkisini unutmamak gerek. Savaşa gecikerek ve “kurtarıcı” olarak giren Wilson ABD’sinin resmi amacı “dünyayı demokrasiler için güvenli bir yer haline getirmek” retoriği iken asli amacı, revizyonist Amerikan tarihçilerinin en etkililerinden Williams’ın çok iyi analiz ettiği üzere, aşırı üretim yapan Amerikan sanayiine denizler ötesi pazar bulmak idi. İktisaden yükselmekte olan bu güçlerin emperyalist dinamiklerinin yanısıra iç siyasetlerindeki sorunları da hatırlamak lâzım.
20. yüzyıl köşeyi dönerken, liberal parlamenter demokrasi “müflis” ilan edilmiş, gerçek demokrasinin otoriter ve giderek “faşist demokrasi” olduğu kabul edilmeye başlanmıştı. Yükselen işçi sınıfı hareketleri orta sınıflara kendilerini tekelci sermaye ile “kızıl tehlike” arasında sandviç olmuş gibi hissettirmeye başlamış, bu eğilim anti-sosyalist, milliyetçi ve savaşkan akımlara ek bir aşı olmuştu. Öyle ki, birçok kuramcı (özellikle faşist) asıl kavganın sosyal sınıflar arasında değil, ileri sanayi ülkeleriyle kalkınmaya çalışan gecikmiş ülkeler arasında olduğunu söylemeye başlamıştı.
Keynes, “Ben bir liberal miyim?” makalesini yazıyor, Pareto “kapitalizme liberalizm yetmiyorsa, faşizme geçilir” diyordu. (Zaten, Faşist senatoda yer alacak ve hiçbir zaman elit teorisyeni meslektaşı Mosca gibi “hata etmiştim” demeyecekti.)
“Uygar” Batılı kapitalist ülkeler birbirlerini on milyonlarla kestikten sonra, ancak yirmi yıl rahat durabilecek (bir bölümü kendi içlerinde faşizmleri uygulayarak) ve hiç ders almamış olarak yirmi yıl sonra aynı trajediyi ve katliamı daha da yüksek milyonlarla tekrarlayacaktır. Bu sefer de işin içine yine “kurtarıcı” olarak ABD dahil olacak, Büyük Buhran’ın durgunluğundan ekonomisini kurtarabilmek için New Deal’cı Roosevelt’in “ilan edilmemiş savaşı”na girecek, savaş sanayiini ekonominin motoru olarak çalıştıracaktır.
Savaşın bittiği belli olduktan sonra, ABD sivillerin yoğun olduğu belirlenen Hiroşima ve Nagazaki’ye Truman markalı atom bombası atacak, kuzeni Britanya da hiç asker bulunmadığı bilinen Dresden’i bombalayıp bir gecede 140 bin sivili öldürecekti.
20. yüzyıl köşeyi dönerken, liberal parlamenter demokrasi “müflis” ilan edilmiş, gerçek demokrasinin otoriter ve giderek “faşist demokrasi” olduğu kabul edilmeye başlanmıştı. Keynes, “Ben bir liberal miyim?” makalesini yazıyor, Pareto “kapitalizme liberalizm yetmiyorsa, faşizme geçilir” diyordu.
Kısacası, “uygar” dünyanın barış sicili hiç parlak değil: I. Dünya Savaşı, üstünden ancak yirmi yıl geçtikten sonra II. Dünya Savaşı, yer yer konvansiyonel sıcak savaşları (başta Vietnam) içinde barındıran “soğuk savaş” dönemi, Afganistan, Irak, Suriye işgal savaşları ve çeşitli biçim ve dozlarda başka savaşlar… En yakın ve olası görüneni, ABD-Britanya-Koalisyon ortaklarının merkez ve Büyük Ortadoğu’yu işgal savaşları, vekâlet savaşları ve kiralık katil şirketlerinin özel birlikleriyle yürüttükleri iç-savaşlar ve bölge-dışı büyük güçlerin de belki yakında bilfiil müdahil olması olasılığını taşıyan bir büyük savaş. Zaman içinde dünyanın başka bölgelerine de sıçrayabilecek bir büyük savaş. Sırasıyla, merkez Ortadoğu, Büyük Ortadoğu ve Uzakdoğu.
Belirsiz vadede üç olasılık
Merkez Ortadoğu’da on yıllardır süren Anglo-Amerikan (şimdi Amer-Anglo) hegemonyası ve haritacılığıyla Arap devletleri ve devletçilikleri ortasına İsrail’in oturtulmasıyla içeriden, önce İran’ın, şimdi de (şimdilik öyle görünüyor anlamında) Türkiye’nin eksilmesiyle geriye alınan,[*] Sovyetler’i ve Rusya Federasyonu’nu “kuşatma hattı” ile dışarıdan kuşatılmış olan Merkez Ortadoğu bir büyük savaşın başlaması için en güçlü aday gibi görünüyor. Irak, Suriye gibi ülkeler bu dairenin içinde kalırken bunlar da bir yandan Kuzey Afrika, öbür yandan İsrail ve başta Suudi Arabistan ve Ürdün olmak üzere Körfez ülkeleri, daha doğuda da Pakistan ve Afganistan çemberi (Büyük Ortadoğu) ile kıskaca alınıyor.
ABD öncülüğündeki emperyalist Batı kapitalizminin bu küresel, “grand” stratejisi karşısında Rusya, İran, Çin gibi azımsanamayacak güç ve kapasiteye sahip bir blok var. İki taraflı, henüz serbest bırakılmamış muazzam enerjilerin neye gebe olduğunu kestirmek çok zor. Mevcut durumun “daimi” bir statüko olmadığını varsayarsak, şu veya bu vadede birkaç olasılık var:
- Büyük güçler, vekâlet savaşlarıyla bölge ülkelerini birbirlerine kırdırarak “nüfuz bölgeleri”ni genişletmek ve pekiştirmek isteyeceklerdir. (Ne kadar kalıcı olabilir ki?)
- Bölge ülkelerinden bazıları büyük güçlerden birini, kalıcı olmak üzere, egemenliklerini paylaşacak şekilde, davet edeceklerdir. (Vietnam, Pakistan modeli.) Tabii, bunun karşılığı hamleler de gelebilir.
- Bazı büyük güçler, davetsiz misafir ve işgal gücü olarak bir bahane yaratıp bölge ülkelerine askeri-idari olarak da yerleşebilirler. (Irak’ta böyle olmadı mı?) Bunu misillemeler izleyebilir.
I ve II’den beter bir III
Dünya tarihinin böyle bir dönemine giriyorsak, hem bildiğimiz basmakalıp binlerce yıllık devlet yönetme veya hükümet etme tekniklerinin en bayağı ve en gayrı insani biçim ve dozlarını yine görebiliriz, hem de “devletin yüksek çıkarları” –ki arkasında hâkim sınıflar tarafından kendilerine göre tanımlanan “milletin yüce çıkarları” vardır– uğruna başka halklara yapılabilecek en adi sürprizlerle karşılaşabiliriz.
Yukarıdaki sözde politikaları ve sözde değerleri yutmamak gerekir: “Devlet”, iç siyasette bile tartışmalı bir kavram iken, dış siyasette neden uluslararası ilişkilerin tek yüksek, meşru ve etkin öznesi olsun? Devlet içeride sömürü ve baskının, dışarıda talanın aracı iken yurttaşlarını ve çocuklarını ölmeleri için hangi meşruiyetle cepheye sürebilsin?
Bırakın yenilgiyle biten savaşı, yengiyle biten savaşta da kazanan halklar değil, hâkim ve yönetici sınıflardır. Halkları savaşta kıran “düşmanlar” değil, onları cepheye gönderip kendileri arkada kalan hâkim ve yönetici sınıflardır.
Eğer (Büyük) Ortadoğu merkezli bir III. savaş çıkarsa I ve II’den tanıdığımız faktörlerin bir kısmı yine iş başında olacaktır: Yeraltı kaynakları (petrol, doğalgaz, madenler vs.) kontrol edilmek istenecek, ucuz emek-yoğun nüfuslar hem üretici hem tüketici olarak sömürülecek, reel ekonomileri kırılgan ülkelerin para piyasalarında spekülatif vurgunlar vurulacak, tarımları çökertilip yalnız mamûl maddelerde değil, tarım ürünlerinde de ithalata zorlanacaklar.
Büyük güçler bölge ülkelerini daha küçük devletlere bölmeye çalışacak, mezhep ve alt-mezhep çatışmaları üzerinden iç-savaşları kışkırtacak, böl-yönet politikalarını yoğunlaştıracak, her zamanki gibi jeopolitik konumlarını ve askeri varlıklarını pekiştirecekler. ABD, Rusya ve Çin’i kuşatma hattındaki müttefikleriyle (Japonya, Filipinler, Avustralya, Endonezya gibi) muhtemelen ikinci bir cephe açacaktır.
ABD “her şeyden önce Amerika” ideolojisiyle daha da saldırganlaşacak, yalnız bu sefer de “kurtarıcı” pozu takınamayacak ve açıkça bir haydut devlet olarak hareket etmiş olacaktır.
Şu saydıklarımı “olabilir” kipiyle de söyleyebilirdim, ama bunların çoğu zaten yapılmakta ve potansiyel o denli ortada ki, “olacak” kipini kullanmakta esaslı bir sakınca yok.
Olası bir III. Dünya Savaşı ek olarak öyle bir dinamit fıçısı niteliği de taşıyor ki, patlamasını önlemek çok zor olabilir: Hıristiyan Batı kapitalizmi ile İslâmi güçlerin bir bölümü din ekseninde de karşı karşıya gelecekler. Hiç değilse kapışmanın bir ekseni bu olacak. Son “Kudüs” meselesi belki de bu gelişmenin işaret fişeği olarak görülebilir.
Express, sayı 171, Aralık 2019 – Şubat 2020