Dört erkek başkanın yönetiminde geçen yetmiş yılın köhne düzenine cinsiyet eşitliğinin sağlandığı “eşbaşkanlık sistemi” ile son veren Berlin Film Festivali, sunduğu programla değişimin kapısını açtı. Altın Ayı ödülleri kadar sinema sanatının kendisini de gündeme getiren tazelenmiş Berlinale’den sıcağı sıcağına izlenimler…
70. Berlin Film Festivali, 1 Mart akşamı sona erdi. 15 yıldır takip ettiğim festivalde huyumdur, her seferinde virüsünü kapar, birkaç gün sürünürüm. Meşhurdur çünkü Berlinale gribi, kapmadan olmaz. Fakat bu yıl başkaydı, çünkü ondan da beter bir tehdit vardı havada: corona virüsü. Festivalin günlük telaşı corona haberleriyle çalkalandı, bazı davetliler ise baştan hiç gelemedi.
2020, Berlin Film Festivali için özel, ilklerle dolu bir yıl. Bunun en büyük sebebi yönetimdeki değişim. Üç yıl önce, 20 yıldır festivali yöneten Dieter Kosslick ve ekibine sanatsal vizyonlarını ve programlama önceliklerini değiştirmeleri gerektiğini talep eden kısa, net ve dokunaklı bir mektup yazıldı. İçlerinde Fatih Akın, Maren Ade, Christian Petzold gibi yönetmenlerin de bulunduğu 79 imzalı bu mektup festivaldeki film sayısının haddinden fazla olması, yarışmanın fazla kolaycı ve risksiz hazırlanması gibi sebepler öne sürerek Berlinale’nin yenilenmesini istedi. Almanya’daki yönetmenler mutsuzdu, festivalin Venedik veya Cannes seviyesine yükselmesini istiyorlardı. Akabinde Kosslick önce işi bırakacağını duyurdu, sonra istifa etti ve Berlinale tarihi için yeni bir sayfa açıldı.
Berlinale’nin başına, HDP’nin eşbaşkanlık sistemine benzer, cinsiyet eşitliğini de sağlayan iki kişi geldi. Ve bu ikili radikal kararlarla yeni bir festival inşa etmek yerine ufak tashihlerle, akort ayarlarıyla festivali eski halini koruyarak devam ettirecek gibi gözüküyor…
Yönetim değişince iki yol olabilir: ya radikal kararlarla bir öncekini yıkarak yerine yapısal reformlarla yeni bir festival inşa etmek (örnek, Berlinale’yi yaz festivali yapmak) ya da ufak tashihlerle, akort ayarlarıyla festivali eski halini koruyarak devam ettirmek. Yetmiş yıllık tarihine hükmeden dört erkek başkandan sonra, Berlinale’nin başına, HDP’nin eşbaşkanlık sistemine benzer, cinsiyet eşitliğini de sağlayan iki kişi geldi. Bu ikilinin biri yönetmenlerin mektubunda talep ettiği gibi bir küratör: cesur, sanat sinemasının bayraktarlığını üstlenmiş, vizyonu ve sektördeki ilişkileriyle Locarno Film Festivali’ni son altı yılda daha yüksek bir yere taşımış İtalyan küratör, eski film eleştirmeni Carlo Chatrian. Diğeri de festivalin işletmesinden sorumlu Mariette Rissenbeek. Ve bu ikili ikinci yolu tercih ettiler gibi gözüküyor, en azından şimdilik.
Ustaların yarışı
Peki neler değişti, ne gitti, ne geldi? Çoğu bölümün yönetici kadrosu değişti. Kosslick’in 13 yıl önce açtığı ve mutfak kültürüyle sinemayı bir araya getiren Mutfak Sineması (Culinary Cinema) bölümü bu yıl itibariyle kalktı. Bu yan bölüm yemekle ilgili bir filmin ardından ünlü, kimi zaman Michelin yıldızlı bir aşçının hazırladığı yemeklerin yendiği, sonra da filmin yönetmeniyle sohbet edildiği bir etkinlikti. Berlinale içinde 400’e yakın filmi barındıran devasa bir organizma, dolayısıyla her biri kendinden mesul, bağımsız yönetilen Panorama, Forum, Generation gibi kompartımanlara bölünmüş. Aralarındaki tek ortaklık, yöneticilerinin yarışma filmlerini oturup birlikte izleyerek karar vermeleriydi. Bu yıl bu yöntem değişti. Bu ve(ya) başka sebepten, 2020 yarışmasının film kalitesi arttı.
Altın Ayı için yarışan 18 film arasında farklı sinema deneyimleri sunan, eleştirmen ve dağıtımcıları memnun eden çok sayıda favori vardı. Malezyalı yönetmen Tsai Ming-liang’ın yedi yıllık sessizlikten sonra çektiği, diyalogsuz akan, anlatma ve izleme deneyimiyle yine biricik bir film olan Rizi (Günler) favoriler arasındaydı. Yönetmenin 1989’dan beri birlikte çalıştığı oyuncu Lee Kang-sheng ile yeniden buluştuğumuz bu yavaş ve minimal film iki yalnız adamın iç dünyasını ve kısa da olsa bir araya gelmesini izliyor.
Güney Kore sinemasının ustalarından Hong Sang-sol, 24. filmi Domangchin Yeoja (Koşan Kadın) ile “En İyi Yönetmen” dalında Gümüş Ayı kazandı. Kocası iş gezisine çıkan bir kadın Seul’ün dış mahallelerindeki arkadaşlarını ziyaret ederek onlarla sohbet eder. Film bu ziyaret ve görüşmelerden oluşan üç bölümlük bir kadın portresi sunarken bölümlerin aktarımındaki dejavu etkisi, bir kadının iç dünyasını ancak o şekilde anlatabileceğini öneren bir deneme.
Sundance’in son yıllardaki gözde isimlerinden Eliza Hittman’ın, Jüri Büyük Ödülü’nü kazandığı üçüncü filmi Never Rarely Sometimes Always bir başka favoriydi. Pennsylvania’nın küçük bir kasabasında yaşayan, 17 yaşında hamile kalan Autumn’un kürtaj hikâyesini göstermeden anlatan, dramı sessiz anlarda yaşatan, karakterine nazik ve itinayla yaklaşan bir film. Trump iktidarının kadın bedeni üzerinden işlerlik kazandığı bir alan olan kürtaj üzerine yapılmış bu filmin zamanlaması şaşırtıcı değil.
Yine Amerikan bağımsız sinemasının önemli isimlerinden Kelly Reichardt’ın, Oregon’da yolları kesişen iki adamın dostluk hikayesini anlattığı bir nevi western yorumu First Cow için de erkek egemen bir tarihi yeniden yazma çabası diyebiliriz. Vahşi batının coğrafyasına uymayan yumuşak ve tatlı mizaçlı bir aşçı ile ticaret yapma hayalleri kuran bir Çinlinin ortaklığını bir dönem filmi gibi değil de izleyeni içinde hissettiren bir dünyada anlatan filmin oyuncu kadrosu kadar hayvan kastingi de dikkat çekici.
Eliza Hittman’ın Jüri Büyük Ödülü kazanan filmi, Pennsylvania’nın küçük bir kasabasında 17 yaşında hamile kalan Autumn’un hikâyesini anlatıyor. Trump iktidarının kadın bedeni üzerinden işlerlik kazandığı bir alan olan kürtajı konu alan filmin zamanlaması şaşırtıcı değil.
Yarışmanın merakla beklenenlerinden Christian Petzold’un yeni filmi Undine, Uluslararası Film Eleştirmenleri Federasyonu (FIPRESCI) ödülünü kazandı. Filme adını veren mitolojik karakter Undine’yi canlandıran Paula Beer ise “En İyi Kadın Oyuncu” dalında Gümüş Ayı ödülüne layık görüldü. Petzold bundan önce yaptığı üç dönem filminden (Barbara, Phoenix, Transit) sonra bugünün Berlin’ine geri dönüyor. Kendisini aldatan erkeği öldüren su perisi Undine’nin efsanesini yeniden yorumlarken şehrin mimarisi üzerinden tarihi sorguluyor. Undine, tarihin bugüne kadar kapanına kıstırdığı kadınları da temsil ediyor. Petzold, karakterini belki bu tarihin baskısından kurtarmak istemiş, “kaderin çemberine çomağı nasıl sokarım?” gibi bir sorunun cevabını arasa da, stili de anlatımı da şık olan bu aşk hikâyesinde malzeme az gelmiş. Sanki kıvamı daha iyi tutturabilirmiş…
Stalinist “Truman Show”
Yarışmanın bir de skandal filmi vardı: Ilya Khrzhanovskiy ve Jekaterina Oertel imzalı DAU.Natasha, Stalin döneminde Lev Landau’nun (namı diğer “Dau”) başında olduğu Moskova’daki bir bilim araştırma enstitüsünün kantininde çalışan kadına, Natasha’ya dair bir hikâye anlatıyor. Hem yardımcısı Olga ile hem de devlet güvenlik komitesinin başındaki memurla olan arızalı ilişkileri gösteriyor. Yalnız baştan söylemekte fayda var: bu filmi tek başına değerlendirmek yanlış olur. Yapım süreci 15 yıldır devam eden, neredeyse efsaneleşmiş bir sanat projesinden çıkan bir ürün.
DAU.Natasha için Ukrayna’da inşa edilen sete iki yıl boyunca binlerce katılımcı gitti, oyuncu ve figüranlar orada yaşadı, çalıştı. Çoğunluğu amatörlerden oluşan oyuncu kadrosu modern hayattan kopuk, 1950’lerdeki Sovyet vatandaşı gibi, kendi kurdukları devlet ve para sisteminde yaşadı. Herkesin her an rolde kaldığı, setin de birebir dönemin kopyası olduğu bir simülasyon.
Ukrayna’da iki futbol sahası büyüklüğünde bir alana enstitünün reprodüksiyonu olan bir set inşa edildi. Buraya iki yıl boyunca binlerce katılımcı gitti, oyuncu ve figüran kadroları orada yaşadı, çalıştı. Çoğunluğu amatör oyunculardan oluşan oyuncu kadrosu (400 ana oyuncu, 10 bin figüran) iki yıl o binada modern hayattan kopuk, 1950’lerdeki Sovyet vatandaşı gibi, kendi kurdukları devlet ve para sisteminde yaşadılar. Herkesin her an rolde kaldığı, setin de birebir dönemin kopyası olduğu bir simülasyon. Videoya çekilmiş oyuncu ve figüran seçmelerin sayısı 210 bin ile 392 bin arası. Oynayanların çoğu gerçek hayattaki rollerini filme taşıdılar: set dışındaki hayatında garson veya KGB’li olan filmde de aynı rolü oynadı. Oyuncular arasında şamandan tutun neo-Nazi örgüt mensuplarına pek çok tipleme ve Nobel ödüllü fizikçi David Gross’tan sanatçı Marina Abramović’e birçok ünlü de var.
Filmin ahlâki soruları kadar sorunları da mevcut. Baskıcı bir rejimin kadın bedeni üzerine dayattığı politikaları eleştirmeyi hedeflerken o şiddeti bir kez daha üretiyor. Özellikle KGB memurunun Natasha’ya uyguladığı işkence sahneleri çok rahatsız edici. İki karakter arasındaki Stockholm sendromu, yani rehin alınanla alan arasındaki o tutkulu ilişki, Sovyet vatandaşının Stalin ile kurduğu ilişkinin çapraşıklığını yansıtıyor. Filmin duygusal olarak çok sahici bir çiğliği ve dramında acayip bir yoğunluk var. Alman görüntü yönetmeni, Michael Haneke filmlerindeki kamera gözünden tanıdığımız Jürgen Jürges festivalde “Olağanüstü Sanatsal Performans” ödülüne layık görüldü. “Stalinist Truman Show” olarak da adlandırılan bu proje için çekilmiş 700 saatlik film kaydı var. Natasha haricinde bu malzemenin asıl büyük ürünü, 355 dakikalık DAU.Degeneration isimli film de Berlinale’de gösterildi. Önümüzdeki günlerde, belki de Cannes’da DAU’dan daha başka filmler de izleyeceğiz gibi.
Şeytan paradigması
Bu yılki yarışmanın uluslararası jürisinde başkan İngiliz aktör Jeremy Irons’dı. Estetik ve stil olarak bir film üzerinde anlaşamadıklarını ima eden bir yorumla, Altın Ayı ödülünü, jürinin en azından içerik olarak hemfikir olduğu İranlı yönetmen Mohammad Rasoulof’un Sheytan vojud nadarad (Şeytan Yoktur) filmine takdim etti. İran’ın 90’lardaki politik sinemasına yakın bir anlatım tarzında çekilen filmin iskeleti dört hikâyeden oluşuyor. Erkeklerin iki yıl zorunlu askerlik sürecinde idama şalteri çekerek de olsa iştirak etme zorunluluğunu vurgulayarak vicdani ret hakkının mümkün olmadığı Kafkavari bir dünyanın içindeki ahlâk çatışmasını işliyor.
Altın Ayı’yı alan İranlı yönetmen Mohammad Rasoulof’un Şeytan Yoktur filmi erkeklerin iki yıl zorunlu askerlik sürecinde idama şalteri çekerek de olsa iştirak etme zorunluluğunu vurgulayıp vicdani ret hakkının mümkün olmadığı Kafkavari bir dünyanın içindeki ahlâk çatışmasını işliyor.
On yılda üçüncü kez bir İran filmi kazanıyor Altın Ayı’yı. Adaylar arasında estetik ve stil olarak daha yenilikçi, sinema dili daha cüretkâr filmler varken Rasoulof’un filmini “konvansiyonel”, jürinin seçimini de “güvenli” –bir tür vicdan rahatlatma– olarak değerlendirenler oldu. Filmi izleyemedim, gösterimi festivalin en sonuna bırakılan filmlerdendi. Grip yüzünden kaçırdım. Ama akla 2015’teki Cafer Panahi’nin Taksi filmi geliyor. İran’ı terk etmesi yasaklandığı için Panahi de Rasoulof gibi festivale katılamamıştı, basın toplantısında oturamadığı sandalyesini boş tuttular. Törende de Şeytan’ın ödülünü yönetmenin filmde rolü olan kızı Baran Rasoulof aldı.
Politik sinemanın belki çıkmazlarından biri: amacı egemen sinemaya karşı olduğu halde biçim ve sinema dili olarak muhalefet olamaması. Ama sinemanın hayatla yakın temasının sonuçları bazı filmlerde başka oluyor: bu filmin oyuncularının vatandaşlıkları, kariyerleri tehlikede, yönetmeni sistem karşıtı propaganda yapmaktan bir yıl hapis cezasına çarptırıldı. (Henüz teslim olmadıysa da bunun başlıca sebebi –en azından şimdilik– yine corona virüsü. Ülkede son iki haftada 107 kişiyi öldüren virüsün hınca hınç dolu hapishanelerde yayılmasını önlemek amacıyla İran hükümeti 54 bin mahkûmu daha yeni serbest bıraktı.) Bu noktada sinema ne işe yarar sorusuyla baş başa kalıyoruz.
“Karşılaşmalar”
70. yıl reformlarına geri dönecek olursak, yeni ekibin getirdiği en önemli değişiklik festival menüsüne yeni bir yarışma eklemek oldu: Encounters. “Karşılaşmalar” olarak tercüme edebileceğimiz bu yarışmanın nedeni ve işlevi en çok tartışılan konulardan biriydi. Halihazırda Forum gibi bağımsız, sanatsal oksijeni yüksek olan kurmaca ve belgeselleri, farklı sesleri içeren, biraz da dağınık, kocaman bir bölüm varken neden yeni bir yarışmaya ihtiyaç duyuldu? Sanırım cevabı, Toronto Film Festivali’nin beş yıl önce açtığı Platform bölümü gibi, daha çok keşif ve gözcülük imkânı sağlayan bir alan açmak, uzlaşmacı anlatımlar yerine daha maceracı ve deneysel yollara giden yönetmenlere biraz daha ışık tutmak, onların basın değerini arttırmak. Küratöryel iyileşme yolunda önemli bir adım olabilir bu, ki sonuçlarını önümüzdeki yıllarda daha iyi göreceğiz.
Politik sinemanın belki çıkmazlarından biri: amacı egemen sinemaya karşı olduğu halde biçim ve sinema dili olarak muhalefet olamaması. Ama sinemanın hayatla yakın temasının sonuçları bazı filmlerde başka oluyor: Şeytan Yoktur’un oyuncularının vatandaşlıkları tehlikede, yönetmeni bir yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bu noktada sinema ne işe yarar sorusuyla baş başa kalıyoruz.
Bölümün açılış filmi Romen yönetmen Cristi Puiu’nun Malmkrog’ü oldu. 200 dakikalık filmin neredeyse tamamında bir odadayız, 19. Yüzyılda, Avrupa tarihinin dönemeç yılında, dört Rus aristokratın ağzından ahlak, din, insan ve Avrupa ile ilgili felsefi diyalogları dinliyoruz. Saf metinden oluşan bu filmin festival döngüsü dışında yer bulması zor ve bu, “Karşılaşmalar”ın anlam ve ehemmiyetini işaretler gibi.
Ya da yeni bölümün ilk şampiyonu olan ve Kyoto’nun bir dağ köyünde kocasının ölümünü bekleyen bir kadını inceleyen The Works and Days (of Tayoko Shiojiri in the Shiotani Basin) filminin sekiz saat uzunluğunda olması da bölümün başkalığını vurguluyor.
“Karşılaşmalar”da ödül yerine sinema yazarlarının gönlünü kazanan Amerikan indie yönetmen Josephine Decker’ın Shirley’si de vardı. Elisabeth Moss ile Odessa Young’ın oynadıkları bu kadın filmi, Shirley Jackson isimli yazarın hayatından bir kesit sunuyor. Bir süredir tıkanıklık yaşayan yazarın hayatına giren Rose yeni romanın konusu da beraberinde getirir. İki kadının kasabalarında kaybolan liseli kızın hikâyesinin peşine düşmelerini izleyen psikolojik bir inceleme. Anlatımı parçalı, oyuncuları ve metni sağlam, kadın meselesi için sunduğu “çözüm” tartışmalı olsa da festivalin en başarılı filmlerinden biri şüphesiz.
Bölümün Almanya kısmı da iyiydi: Melanie Waelde’nin yönettiği, kırsal bir yerleşimde liseyi bitirmeye hazırlanan beş gencin hayatları ve ilişkileri üzerine hareketli, duyusal anlatımıyla da genç bir film olan Nackte Tiere (Çıplak Hayvanlar), 10 yaşındaki android Elli’ye odaklanarak sanal gerçeklik ve ahlâk kavramını sorgulayan Sandra Wollner’in biçimci bilim kurgu denemesi The Trouble With Being Born ve Yeni Alman Sineması’nın öncü isimlerinden Alexander Kluge ile Manilalı yönetmen Khavn’ın işbirliğinde, Orfe ile sevgilisi Evridiki’yi günümüz Manilası’na taşıyarak efsaneye gerçeküstü, deneysel bir yorum getiren Orphea.
Sonuç olarak, yeni şef Carlo Chatrian’ın, Locarno çıkışlı kendi programcı ekibini, bağlantılarını, zevklerini ve yönetmenlerini de beraberinde getirdiği açık. Belirli festivallerle anılan bazı yönetmenler bu yıl Berlin’e transfer oldu. Örneğin Philippe Garrel’in son dönem filmlerinin hemen hemen tümü Venedik veya Cannes’daydı, Rithy Panh ve Rasoulof da Cannes’ın müdavimleriydi, ama bu yıl Berlinale yarışmasında yer aldılar.
Zorunlu bir isim değişikliği ve piyasa
Berlinale’nin, her ne kadar özsuyu yarışma gibi olsa da, kuruluşundan çok kısa bir süre sonra bir karşı görüş kampı olarak doğan ve yarışmaya alınmayan eleştirel filmleri kendi bünyesinde göstermeye başlayan Forum bölümü bu yıl 50. yaşını kutladı. Doğumgünü şerefine ilk yıl gösterilen Forum filmlerinin tümü tekrar izleyiciyle buluştu. Festivalin ikinci büyük bölümü olan Panorama’nın, geçtiğimiz yıllara göre şaşaasının söndüğü, Alman sinemasına ayrılan Perspective Deutsches Kino içeriğinin de azaldığı söylenebilir.
70.yılın başka bir gündem maddesi de 33 yıldır verilen Alfred Bauer ödülünün isim değiştirmesi. Ama bu yeni yönetimin yetkisinde alınmış bir karar değil: 1951-1976 arasında Berlin Film Festivali’nin direktörlüğünü yapan Bauer’in “Nazi film bürokrasisinde üst düzey görevli” olduğunu gösteren yeni belgeler gün yüzüne çıkınca festival bu kara lekenin üstünü kapatmak için bu yıl ödülleri “Gümüş Ayı – 70. Berlinale” adıyla verdi.
Festivalin açılışındaki basın toplantısında jüri başkanı Jeremy Irons kadın hakları, eşcinsel evlilik veya kürtaj gibi konularda geçmişte verdiği “kötü” demeçleri temizleyerek özür diledi. Berlin Film Festivali, bu yıl “5050 by 2020” taahhüdünü imzalayarak festivalde cinsiyet eşitliğinin sağlanması yolunda önemli bir adım attı: programdaki 340 filmin 137’si kadın yönetmenler tarafından çekilmişti. Bir önemli not da Berlinale’de bu yıl Türkiye’den hiç film olmaması. Bunun yanı sıra, Onur Saylak “Bu Dünyada İki Tür İnsan Vardır” projesiyle 20 bin euro değerindeki Eurimages Ortak Yapım Geliştirme Ödülü’nü kazandı.
Sinema iki başlı bir dev gibi. Bir başı sanatsa diğeri de ticaret. Berlinale gibi dünyanın en zengin festivallerinden birinin de temelini sinema sanatına katkı sağlayacak filmler kadar sinema piyasasının dinamikleri ve küresel meseleler belirliyor. Örnek vermek gerekirse, başrollerinde Jessica Chastain ve Eddie Redmayne’in olduğu, yapım aşamasındaki The Good Nurse, Netflix’e 25 milyon dolara satıldı. Bu, Berlinale’nin hesabına geçen bir alışveriş. Piyasa demişken, üç ay sonra Cannes var. Eğer COVID-19 tehdidini aşabilirse (festivalin pazar payında Güney Kore ve Çin şirketleri büyük bir yer tutuyor), Berlinale gibi Cannes da global erişimi olan dijital platformlarla ve #MeToo hareketi gibi gündem meseleleriyle uğraşacak mı? Bakalım…