SINIRI GEÇMEK YA DA GEÇMEMEK

Burcu Karakaş
4 Mart 2020
SATIRBAŞLARI

Türkiye’nin Avrupa’ya düzensiz geçişleri artık önlemeyeceğini açıklamasının ardından yaşanan büyük insanlık dramı sürüyor. Hayatını bir sırt çantasına sığdıranlar, kundakta bebekler, umudu tüketmemek için direnen gençler Edirne sınırına, Ege kasabalarına akın etmiş durumda. Sınırın öbür yanına geçmeyi başaranları ise, palazlanan ırkçılara yakalanmazlarsa, belki de polis kurşunları bekliyor. Edirne’den Çanakkale’ye, Burcu Karakaş’ın izlenimleri…


“Gitsinler de… Nereye giderlerse gitsinler.”

Çanakkale’nin Ayvacık sahili, saat 10.30… Henüz 20’li yaşlarının başında olduğunu tahmin ettiğim jandarma, gözlerini kaçırmak için ayağıyla çizdiği biçimsiz daireye bakar gibi yaparak konuşuyor. Az ötede onlarca çocuk, birkaç genç ve yetişkin var. Hepsi Afgan. Çocukların ayakları çıplak. Hava pırıl pırıl, ama Çanakkale, Edirne kadar olmasa da soğuk. Deniz kenarındayız, rüzgâr esiyor. Deniz, karadan soğuk. Bir şey bekledikleri her hallerinden belli olan bu insanlar, Yunan kolluk kuvvetlerinin saldırısından, soğuk Ege Denizi’nden yeni kurtulmuş. Bebek ağlamalarını saymazsak, herkes gayet sakin. Herkes bekliyor. Beklemek, göçmenler için bazen bir ömür sürüyor. Bu yüzden bu limanda bir sabır halesiyle bekliyorlarmış gibi geliyor gözüme. Sabredince hayat daha iyi olacak diye değil, sabretmezlerse her şey daha kötü olabilir. 

Bazı çocuklar her yerde becerebildikleri gibi ölümün kıyısından döndükten hemen sonra bile oyun peşinde. Bir şey bekliyorlar. Yine gidecekler. Gitmeyi bekliyorlar.

“Gitsinler de… Nereye giderlerse gitsinler.” 

Gitsinler de… Nereye gitsinler?

Türkiye’nin Avrupa’ya geçişleri engellemeyeceğini açıklamasından bu yana yaşanan şu: Edirne sınırına gidip de Yunanistan’a geçemeyenler Ege kıyılarına denizden karşıya geçmek için geliyor; Ege’den karşıya geçemeyenler de otobüslerle Edirne sınırına gidiyor. Böylece sonsuz bir döngü yaşanıyor. 

Edirne sınırına gidip de Yunanistan’a geçemeyenler Ege kıyılarına denizden karşıya geçmek için geliyor; Ege’den karşıya geçemeyenler de otobüslerle Edirne sınırına gidiyor. Böylece sonsuz bir döngü yaşanıyor. 

Türkiye sınırından Avrupa’ya göçmeye çalışanlara sorduğumuz sorulara gazeteciler olarak aldığımız cevaplar hemen hemen hep aynı. Cevaplar ezberletildiğinden değil, bütün göçmenlerin ezberi bir olduğundan:

“Savaş vardı bizim ülkede.”

“Burada hayat çok zor.”

“Deneyeceğiz abla, Almanya’da tanıdıklar var.”

“İyi bir hayat olur diye işte.”

“Burada iş yok, Avrupa’da iş var.”

Avrupa’da da belki iş, hatta iş bulma umudu bile yok, ama iş bulma umudunun umudu var. Klişe, ama doğru işte: İnsanı en zor ânında bir umut yaşatıyor. Şu an Türkiye’den Avrupa’ya geçme umuduyla kara ve deniz sınırında bekleyen göçmenler, çok ama çok zor günler, saatler, dakikalar yaşıyor.

İki cehennem arasında

Çanakkale’den geriye saralım kaseti… Edirne Doyran köyünde, nehir kıyısında karşıya geçmek isteyenlerin bekleyişi sırasında İranlı bir delikanlı, sonradan açıklayacağı üzere, elimdeki mikrofon sebebiyle Alman olduğumu zannederek, çok iyi bir İngilizceyle sakin sorular sormaya başlıyor. Tek bir soru sorduğunu söylemek daha doğru:

“What is the result?” (Sonuç nedir?)

Göçmenlerle ilgili yaptığım, yapacağım haberlerin “sonucunu” soruyor. Sıklıkla karşılaştığım bir soru olduğu için şaşırmıyorum, ama yanıtlarım kendisini tatmin etmiyor, zaten pek iyi yanıtlar verdiğim de söylenemez. Neredeyse seri katil soğukkanlılığı denebilecek, insanın sinirini bozan bir sakinlikte sormayı sürdürüyor:

“What is the result?”

Bu şekilde en az on kere sorusunu yineliyor. İkimiz de biliyoruz ne demek istediğini, ikimiz de sorunun cevabını biliyoruz. Sorunun cevabı yok. İçimden, “No f*cking result” diye geçiriyorum, ona da bunu ima ediyorum. Bu tavrım karşısında sempatisini kazanmış olacağım ki, telefonundan bazı fotoğraflar açıyor. Yan yana dizilmiş onca sahte kimlik, telefon ekranından göz kırpıyor. Ben, birilerinden aldığı fotoğrafları gösterdiğini sanırken, o usulca “Para için yapmıyorum” dedikten sonra, yine aynı sakinlikle arkasını dönüp gidiyor.

Kimse Ayvacık sahilinde boğulma tehlikesi atlatmış, ayakkabısı dahi olmayan el kadar çocukların çıplak ayaklarını görmek istemiyor. Dünyanın hiçbir yerinde hiç kimse, hele de “kendi kanından” değilse, ülkesinde yoksul istemiyor. Göçmen meselesi sınıf meselesi. Bu konuyu konuşmadıkça edilen her söz yarım, her açıklama eksik kalıyor. 

Nehrin kıyısında onlarca Afgan genç bekleyişte. Üstleri başları dağılmış halde ateş etrafında ısınmaya çalışıyorlar. Çok gençler. Kime sorsam 18 yaşında, ama bazılarının daha çocuk olduğu gözlerinden belli. Bekleyişleri, hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor. Burada bekleyenler, arafta değiller. “Araf” çünkü, cennet ile cehennem arasında. Onlar için cennet zor, ancak ve sadece cehennemlerden cehennem beğenebilirler. “Ucunda ölüm olacağını bilerek insan neden meçhule gider” sorusu kafamda dönüp duruyor. İyi kötü bir hayatları vardır belki, burada kalsalar ne olur? İnsan istenmediği yerde kalır mı ki? Zaten bir hayatları olduğunu kim söyledi?

Göçmenlik yoksulluktur

Büyük laflara gerek yok, cevabı belki yine klişe, ama öyle:

Kaybedecekleri bir şey yok. Birkaç parça eşya dışında geride bıraktıkları bir şey yok. Yanlarında sadece canlarını alıp gidiyorlar. Bu yalnızca canlarını yanına alıp giden insanların göçmen olmanın yanı sıra bir ortak “özelliği” daha var: Yoksulluk.

Aralarında yollara düşmeden önce yoksul olmayanlar olabilir, bilemiyorum, ama bildiğim ve gördüğüm bir şey var ki, yola düşenin yoksullaşması kaçınılmaz. Göçmenlik demek, yoksulluk demek. Bu mesela, hayretler ediyor ki insan, hiç konuşulmuyor. Çünkü mevzu derin, bir açılırsa Pandora’nın kutusu konunun nerelere varacağı malûm. Zamanımız dar, konuşmaya ne hacet. Fakat konuşmadıkça biz, koca dünya daha iyi bir hayat için bir uçtan diğerine sürüklenenlere dar geliyor. Göçmenlere hayatı dar ediyoruz. Neden peki?

Çünkü kimse Ayvacık sahilinde boğulma tehlikesi atlatmış, ayakkabısı dahi olmayan el kadar çocukların çıplak ayaklarını görmek istemiyor. Dünyanın hiçbir yerinde hiç kimse, hele de “kendi kanından” değilse, ülkesinde yoksul istemiyor. Kimse yoksullukla yüzleşmek, yoksulla uğraşmak istemiyor. Göçmen meselesi sınıf meselesi. Bu konuyu konuşmadıkça edilen her söz yarım, her açıklama eksik kalıyor. 

İstanbul’da geçen sene röportaj yaptığım Afgan bir gencin “Ülkemizde savaş yok diye bizi istemiyorlar. Ama her gün bomba patlıyor, can güvenliğimiz yok. Çatışma var, iş yok” diyerek “keyfinden” gelmediğini açıklamak zorunda hissettiğini hatırlıyorum. İnsan “keyfinden” de bir ülkeden diğerine göçmek isteyebilir, ama bu gençlerin hiçbiri “keyfinden” göçmüyor. 

Edirne sınırında tanıştığımız Muhammed Zeytinburnu’ndan gelmiş. Sağanak yağmur yağıyor. Deli gibi yağan yağmurun altında bekliyor. Beklemek bazen göçmek isteyene bir ömür sürüyor. İnsanın kemiğine işleyen tarifsiz bir soğuk var. Muhammed’in saçlarından su damlıyor. Huzursuzluğundan içi içine sığmıyor, saçlarındaki su damlaları ağzından çıkan her kelimeyle bir bir yere düşüyor:

“Bizi arabaya yüklediler. Burada bekliyoruz, 12 saat oldu. Bize yazık değil, biz genciz, kaldırırız, ama burada ufacık bebekler var. Yazıklar olsun size, onu düşünseniz belki. Adamlar bir de utanmadan üzerimize gaz atıyorlar. Düşünmüyor musunuz ya? (sessizlik) Bize Yunanistan sınırı açık, gidebilirsiniz dediler. Yalan söyleyerek bizi buraya getirdiler, ama ben kendime bir şey yok yani, bana bir tecrübe oldu bu.”

Muhammed’in “tecrübe” olarak adlandırdıklarından kimse dersini almıyor. Mesele esasında sınırı geçmek ya da geçmemek de değil, bir yerden sonra. Göç, ölüm, yoksulluk, kimilerimiz için bir ömür sürüyor. Muhammed’in de dediği gibi:

Yazıklar olsun bize. 

^