Süleyman Soylu 14-28 Mayıs seçimlerinden sonra, HaberTürk’te, “Göreceksiniz, Tayyip Erdoğan’ın attığı Hüda-Par adımı Türkiye’nin yirmi-otuz yıl içinde Doğu ve Güneydoğu’da muhafazakâr politika açısından yalnız kalan, kendi kodlarına dönmeye çalışan dönemin en büyük akıllarından. Bu çok güçlü bir sosyolojik adımdır ve büyük devlet aklıdır” demişti. Bu açıklamadaki “sosyolojik adım” ne anlama geliyor? “Devlet aklı” bu adımdan ne umuyor?
Adnan Çelik: “Devlet aklı” Türkiye’de çok sık kullanıldığı için yer yer bir boş gösterene tekabül ediyor gibi algılansa da, öyle değil. Türkiye’de hem Makyavelci anlamdaki devletin ulvi çıkarlarını korumak için hukukun askıya alınmasını ifade eden klasik devlet aklı (raison d’état) hem de Foucault’cu anlamıyla yeni bir rasyonalite kavrayışı içinde bir yönetimsellik tekniği olarak insanlar ve nesneler üzerinde tasarrufta bulunmayı ifade eden bir devlet aklı var.
Tabii devletin “aklı” var, ama bu kendinden menkul, değişmeyen bir şey değil. Şimdiki zamanın içinde konumlanmış aktörlerin güç ilişkileri içinde sürekli yeniden üretilen bir şey. Bu nedenle, “devlet aklı” derken onu değişmez olarak değil, oyuna giren yeni aktörlerin öncelikleri ve ajandalarıyla yeniden biçimlendirdikleri, yorumladıkları bir çerçeve olarak düşünmek gerekiyor.
Hüda-Par HDP’nin kurduğu siyasal ve kültürel hegemonyaya karşı devlet eksenli bir olanak olarak öne çıkarılıyor. Kürtleri esas olarak “Sünni” ve özellikle “Şafi” olarak düşündüklerini unutmamak lâzım, Alevi ve Êzidi Kürtler için başka stratejiler geliştiriyorlar.
Soylu’nun açıklaması için iki şey söylemek gerekiyor. Bir yandan, bunun güncel aciliyetle alâkalı bir söylem olduğunu pekâlâ düşünebiliriz. Kamusal alanda ciddi bir hoşnutsuzluk ve tepki var Hüda-Par’a. Bu tepkileri susturmanın bir yolu devlet aklına refere ederek, orada stratejik bir adım kurulduğunu ifade ederek ilerlemeye dayanıyor. Fakat bir yandan da bir gerçekliğe tekabül ediyor. Söylenenler öyle eften püften şeyler değil. Soylu geleceğe odaklı bir yerden kuruyor gerekçelendirmeyi, ama eğer yine “devlet aklı” bağlamında düşünürsek, geçmişte de o gerekçelendirmenin nüvelerini bulabiliriz.
Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan beri Kürdistan’daki toplumsal yapı ve örgütlenmeyi değiştirmek, onu bozmak, orada yeni birtakım ihtilaf alanları açmak için çok sayıda strateji geliştirdi. Soylu’nun açıklamaları da onlardan biri olarak düşünülebilir. Aklıma iki şey geliyor. Sorudaki “sosyolojik adım” kısmı için, bir kere, Soğuk Savaş bağlamını, çerçevesini hatırlamamız lâzım. 1950’lerden, yani Türkiye’nin NATO üyeliğine kabul edildiği andan itibaren, Türkiye’de ve esas olarak Kürdistan’da iki büyük tehlike inşa edildi. Bunlardan biri komünizm, diğeri Kürtçülük. Özellikle Kürt sahasında komünizmle Kürtçülük birlikte düşünüldü ve “en büyük tehlike” olarak addedilen iki akım oldu. Soğuk Savaş 90’larda sonlanınca onun etrafında kurulan bu ikili tehlikeye dair diskur da mutasyona uğradı. Benim anladığım, devletin Soylu üzerinden söylediği şey, Soğuk Savaş’taki çerçeveyi şimdiki zamana uyarlama çabası. Yani, Kürtçülük ve komünizm tehlikesinin şimdideki ifadeleri. “Kürtçülük” hâlâ baki, çünkü Kürt siyasal hareketi sonuçta çok güçlü. Fakat bu Kürtçülük bu defa sadece bir “bölücülük faaliyeti” olarak değil, esas olarak bir “terörizm” meselesi olarak çerçevelendiriliyor.
Bu anlamda Kürt siyasal hareketine yönelik siyasi kırım pratikleriyle bu “Kürtçülük” 2000 sonrası yeni dünya düzensizliği için insan haklarını hedef alan bütün devlet politikalarının meşrulaştırıcı zırhı olan terörizm söylemiyle hedef alınıyor. “Komünizm tehlikesi” ise bu defa “dış mihraklar” eliyle “elhamdülillah Müslüman” Türk toplumuna dayatılan yeni aile ve toplumsal değerler ekseninde çerçevelendiriliyor. LGBTİQ+’lar üzerinden, feminist kadın hareketi ve İstanbul Sözleşmesi üzerinden, toplumdaki dini inanç üzerinden (gençler ve deizm tartışmalarını hatırlayın), sürekli aşındırılan Sünni ethos üzerinden bir endişe yarattı.
Bu sebeple, komünizmin şimdiki zamandaki karşılığı, küresel ölçekteki sağ yükselişin gramerini de içeren bir yeni algılanan tehlike olarak çözülen aile, kopan değerler, kutsal Sünni Türk (veya Hüda-Par için Kürt) aile yapısı. Bu anlamda, Soylu’nun sözlerini Soğuk Savaş’ın düşman ve tehdit söyleminin yeni bir versiyonunu kurma çabası olarak okumamız gerektiğini düşünüyorum.
Soylu’nun bir diğer vurgusu da dikkat çektiğiniz bu noktalara denk düşüyor: “HDP muhafazakâr değerlerden uzak, seküler bir yapı. Birtakım dini duyarlılıklardan uzak siyasi parti” diyerek onun karşısında Hüda-Par’ı parlatıyor.
Soylu’nun bu vurgusu vesilesiyle biraz daha geriye gitmek istiyorum. 1970’lerden beri yükselen bir sol muhalefet damarı var Kürdistan’da. Her ne kadar bu damarın son zamanlarda ciddi bir irtifa kaybı yaşadığını düşünsem de, 70’lerden beri Kürt siyasal hareketlerinin beklenti ve gelecek ufuklarını belirleyen en temel unsur sol eksenli siyaset ve özgürleşme tahayyülü.
Hizbullah, Hüseyin Velioğlu tarafından kuruldu. Velioğlu, Batman – Gercüşlü bir Kürt. 1970’lerin başında Ankara’ya, SBF’ye okumaya gidiyor. MTTB’ye girmiş, Akıncılarla bağlantısı olmuş. Hizbullah 1978-79’da Cemaata Ulemayên İslâmi ismiyle ortaya çıkıyor. Hizbullah isminin örgüt tarafından sahiplenilmesi 90’ların başını buluyor.
Yine 70’lerden beri bu tahayyüle karşı düşmanca bir tutum içinde olan, bu tahayyülün öngördüğü toplumsal gelecek ufkuna direnç gösteren ciddi bir kesim de var Kürdistan’da. Bu kesimlerin bir kısmı bunu açık politik bir karşıtlığa dönüştürmeden, Türk sağının ana akım siyasal partilerine oy vererek, Kürt hareketinin zayıflamasına yol açacak birtakım iktidar mekanizmalarına dahil olarak yaptılar. Bir yandan da Hizbullah gibi bu sol tahayyüle açık bir şekilde meydan okuyanlar da oldu. Onlar için bu sol tahayyül Kürtlerin Sünni ve Şafi Müslüman kimliğini, yani onların nezdinde “orijinal” kimliğini dejenere ediyor. Aynı zamanda, Kürt özgürlük hareketinin, kadın mücadelesinin patriyarkal sisteme meydan okuması var. Hatırlayalım, 70’lerde PKK’nin siyasal mücadelesi silahlı anlamda devlete yönelmeden önce, Urfa’da ağalara (Bucaklara) yönelmişti. Kürt toplumundaki geleneksel liderlik ya da hiyerarşik toplumsal rollere yönelik bu meydan okuma, ağalara, şeyhlere, beylere ve ağalaşan bazı aşiret liderlerine karşı halkta oluşan hoşnutsuzluğun örgütlenmesi çok önemliydi.
Devlet Kürt ulusal kurtuluş hareketlerinin bu sol eksenli toplumsal özgürleşme tahayyüllerine karşı 1960’lardan beri birçok farklı stratejiyle karşılık verdi. Soylu da, güncel siyasal konfigürasyondan hareketle tüm bu hoşnutsuzluğu bu defa Hüda-Par’a kanalize etmeye çalışıyor. Yani Hüda-Par bu hoşnutsuzlukları siyasal alanda temsil edebilecek, HDP’nin kurduğu siyasal ve kültürel hegemonyaya karşı “başka” bir devlet eksenli olanak olarak öne çıkarılıyor. Buradan bir siyaset kurma çabası var.
Ancak, burada Kürtleri esas olarak “Sünni” ve özellikle “Şafi” olarak düşündüklerini unutmamak lâzım; Alevi ve Êzidi Kürtler bu fotoğrafta pek yok, daha doğrusu onlar için başka stratejiler geliştiriyorlar.
Hüda-Par’ın öncülü Hizbullah, Hizbullah deyince de 90’lara gidiyoruz. Biraz daha geriye götürür müsünüz bizi; Hizbullah’ın tarihsel, sosyolojik zemini nedir?
2013-2018 arasında, Paris EHESS’te yürüttüğüm doktora araştırmam Türkiye Kürtleri arasındaki çatışmalar üzerineydi. Araştırma, en temelde bu çatışmaların hem Kürt toplumuna içkin dinamiklerle ilişkisi, hem de kolonyal bir yönetimsellik içinde bu kolonyal ilişkinin Kürt toplumundaki ihtilafları nasıl dönüştürdüğü, nasıl biçimlendirdiği, bazı ihtilafları nasıl tamamen yapay bir şekilde “icat ettiği” üzerineydi. Araştırmamı Diyarbakır’a bağlı üç ilçeye (Kulp, Lice ve Silvan) odaklanarak yürüttüm. Böylece hem bu üç yereldeki çatışma dinamiklerinin tarihsel dönüşümünü 19. yüzyılın sonlarından 2000’ler başına karşılaştırmalı bir perspektifle ele alma, hem de çalışmanın temel odağı olan 1990’lardaki Kürtler içi çatışmaları bir tarihsel peyzaja yerleştirerek anlama olanağım oldu.
Bu araştırma bulgularım, 20. yüzyılın başından günümüze, Türkiye Kürtlerinin iç çatışmaları açısından üç temel kırılma noktası olduğunu iddia ediyor. Birinci kırılma noktası, 1915’teki Ermeni soykırımından 1938’de Dersim direnişinin bastırılmasına kadarki dönemde gerçekleşiyor. Ermeni-Asuri soykırımına katılıp katılmamakla başlayan, “Kurtuluş Savaşı” olarak inşa edilen ulusal anlatıya teveccüh gösterip göstermemekle devam eden, Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesi sonrasındaki süreçte, özellikle Sevr ile Lozan arası üç yıllık dönemdeki siyasal konumlanışla belirginleşen ve en nihayetinde 1921 Koçgiri’den 1938 Dersim’e kadarki dönemde gerçekleşen epidemik Kürt isyan ve direnişlerine katılıp katılmamakla, ona destek vermek ya da karşısında durmakla kendini gösteren gelişmeler silsilesi Kürtler içi çatışma dinamikleri içerisinde birinci kırılma noktasını oluşturuyor.
Özellikle soykırım sonrasında, Sevr’den Lozan’a, yani 1920’den 1923’e kadarki dönem Türkiye Kürtleri için hayati önem taşıyor. Bu, aynı zamanda, Türkiye Kürtlerinin kendi geleceklerine dair tahayyüllerinin çarpıştığı bir dönem. Bizim tarih okumamız büyük oranda devletin Kürdistan’ı sömürgeleştirmesi, Kürtlerin ulusal haklarından mahrum bırakılması üzerinden kuruluyor, ama bu boyutları da görmemiz gerekiyor.
Silvan üzerine çalıştığım için iyi biliyorum, Sevr Antlaşması’nı Şerif Paşa Paris’te Nubar Paşa’yla beraber imzalarken Silvan’da büyük bir bey ailesinden Sadık Bey var. Sadık Bey Paris’e bir protesto telgrafı çekiyor. “Biz Türklerle beraber bir ümmet birlikteliğine inanırız, geleceğimiz Türklerden başkasıyla olamaz, ancak Türklerle yaşarız, Ermenilerle bir ortak geleceğimiz yok” minvalinde bir telgraftır bu.
Hizbullah ‘91’den ‘95’e kadar Mardin-Diyarbakır-Batman üçgeninde varlık gösteriyor. Bu üçgen kırsaldan kente göçün en yoğun yaşandığı, mülksüzleşmenin en yaygın olduğu, kentleşmenin en hızlı arttığı bir coğrafya. Demografik değişim çok hızlı.
1920’lerde Kürtler arası çatışma dinamiği “Kürtler Kürt ulusuna dayanarak bir ulus-devlet mi kuracaklar, yoksa Osmanlı’da devam ettiği üzere Türklerle beraber Müslüman olma ortaklıkları üzerinden, ümmet birliği fikri etrafında mı devam edecekler?” sorusu üzerinedir. Özellikle Sevr’den Lozan’a kadarki süreç, Mustafa Kemal’in Erzurum’dan Amasya’ya uzanan kongreleri Kürt elitlerinin bir kısmını yanına çektiği, bu elitler üzerinden de “Kürtler aslında ayrı bir ülke istemiyor, Ermenilerle beraber yaşamak da istemiyor, onlar da kendilerini Müslüman olarak görüyor ve Türklerle yaşamak istiyorlar” fikrinin mayalandığı bir dönem. Birinci çatışma dinamiği bu.
1925’teki Şeyh Said hareketine bakın. Bir yandan, hem topraksız köylüler hem aşiretler hem ağa ve beyler içinde harekete katılan ciddi bir Kürt kesimi var, bir yandan da devletle işbirliği yapmış, bu hareketi bastırmak için güçlü bir mobilizasyon yaratmış aktörler var. İroniktir mesela, az önce bahsettiğim Sadık Bey 1925’teki direnişte Boşatlı bir köylü tarafından konağının kapısının önünde öldürülüyor. Kürtler arasındaki çatışma dinamiklerini anlamak için bu önemli bir milât bence.
İkinci büyük kırılma 1970’lerde yaşandı. Sol Kürt örgütlerinin ortaya çıktığı, bunların Marksist ve anti-kolonyal bir ulusal kurtuluşu Kürdistan’ın sorunlarının çözümüne tek çare olarak gördükleri bir dönemde, ideolojik ayrışmalar üzerinden bu örgütlerin çatışmasına tanık olduk. Öte yandan, aslında bu fraksiyonların verili toplumsal yapıya olan muhalefetlerinin, o dönemdeki ağalar, beyler, şeyhler, aşiret liderleri tarafından bir tehdit olarak algılanması ve o güne kadar tarih sahnesine çıkmamış gençlerin, kadınların, mekteplilerin geleneksel aktörlere, hiyerarşilere meydan okuduğu bir çatışma dinamiği yaşadık.
Bu anlamda, 1970’ler Kürt ulusal kurtuluş hareketlerinin tamamen anti-kolonyal ve sol bir gelecek ufkunu benimsedikleri, esasta mektepli gençlerin ve çok cılız olsa da kadınların yeni toplumsal mücadele aktörleri olarak ortaya çıktıkları ve Kürt toplumunun geleneksel liderliklerinin (ağa, bey, şeyh, aşiret reisi) büyük bir statü kaybı yaşadıkları bir dönem. Yani hem Kürtlerin özgürleşme mücadelesinin aktörleri ve mücadele ufukları radikal biçimde değişti, hem de toplumun sosyo-ekonomik, sosyo-politik dinamikleri büyük bir dönüşüme uğradı. Bu da Kürt toplumu içinde ciddi bir çatışma ve ihtilaf dinamiği doğurdu.
Üçüncü en büyük kırılma ise –ki benim esas olarak üzerinde durduğum nokta– PKK’nin silahlı mücadeleye başladığı ve 90’larda serhildanların kentlerde büyük mobilizasyon yarattığı dönemde yaşandı. Bu dönemde devlet, bir yandan 1985’te inşa ettiği koruculuk sistemiyle, bir kesimi Kürt hareketine karşı paramiliter bir şekilde örgütledi. Bir yandan da Hizbullah gibi, paramiliterliği belirgin, ama kendi iç gündemi de olan bir örgütün Kürt hareketinin Marksist ve anti-kolonyal ufkuna meydan okuduğu ve buna karşı büyük bir şiddet dalgasıyla cevap verildiği bir ayrışma yaşadık. Bu üçüncü dönem aynı zamanda Kürtler arası çatışmalarda bir doruk noktasını da ifade ediyor.
‘90’lardaki iç çatışmaları 1920’ler ya da ‘70’lerdekinden farklı kılan ne?
1920’lerdeki çatışmalarda Kürtler birbirlerine karşıydı, ama birbirlerini ortadan kaldırma gibi bir fikirleri ve tahayyülleri yoktu. Siyasal bir ihtilaf içindeydiler. 70’lerde, Kürt fraksiyonları arasındaki çatışmalar da mutlak bir düşmanlığa dayanmıyordu. Bir kontrol sağlama, bir iktidar alanı açma anlamında birbirleriyle çatıştılar, hatta PKK ile KUK ya da PKK ile Özgürlük Yolu arasında ölümle sonuçlanan çatışmalar da oldu, ama bu çatışmalar mutlak bir düşmanlığa evrilmedi. Fakat 90’lara geldiğimizde durum farklı.
Carl Schmitt Partizan Teorisi isimli kitabında, daha önceki çalışmalarında siyasal alandaki ihtilaflar temelinde geliştirdiği dost-düşman ayrımına yeni bir yaklaşım getirir. Schmitt’e göre partizan savaşında düşmanlık “mutlak düşmanlığa” evrilmiştir. Karşındaki boyun eğdireceğin bir düşman değil, ne pahasına olursa olsun ortadan kaldırman gereken bir düşmandır artık. Hizbullah’ın 90’ların başında PKK ile ilişkilendirdiği sivillere yönelik şiddetini Carl Schmitt’in bu çerçevesinde anlamlandırabileceğimizi düşünüyorum.
Hizbullah için PKK müzakere edilecek, aracılar yoluyla siyasal bir ihtilafın çözüleceği bir muhatap, bir “gerçek düşman” değildi. PKK tamamen yok edilmesi, ortadan kaldırılması gereken “mutlak düşman” idi. PKK’nin açılımı olan Partiya Karkerên Kurdistanê (Kürdistan İşçi Partisi) yerine Partiya Kafirên Kurdistanê yani “Kürdistan Kafirler Partisi” lâkabını kullanması tam da bu mutlak düşmanlık algısıyla ilgiliydi. PKK için kullandığı “mürtet” sıfatı da bunu gösteriyordu.
Hizbullah hangi dinamiklerle 1990’lara geldi?
Hizbullah üzerine araştırma yapmaya başladığımda konuyla ilgili o güne kadarki literatüre baktım. Büyük bir kısmı Emniyet mensuplarının polis akademilerinde bitirme ödevi şeklinde yazdıkları ve büyük oranda devletin arşivine dayanan, terörle mücadele çerçevesinde Hizbullah’ı değerlendirdikleri birtakım araştırmalar vardı. Bir de Ruşen Çakır’ın (Derin Hizbullah –İslâmcı Şiddetin Geleceği, birinci basım 2001, Metis) ve başka birkaç gazetecinin (Mehmet Faraç, Faik Bulut, Hikmet Çiçek, Hikmet Çetinkaya, Ferhat Parlak vd.) çalışmaları yayınlanmıştı.
Bir de doktora tezini Hizbullah üzerine yazan Mehmet Kurt’un çalışması vardı. Kurt’un Türkiye’de Hizbullah: Din, Şiddet ve Aidiyet (2015, İletişim) başlıklı çalışması çok önemli, çünkü ilk defa bizzat Hizbullah’ın militanlarıyla görüşmelerden hareketle örgütün iç dünyasına eğilen antropolojik bir çalışmaydı. Ayrıca Ayhan Işık’ın da Türkiye’deki paramilitarizmi ele aldığı doktora tezinde Hizbullah üzerine önemli katkıları var.
Fakat bu çalışmalarda benim gördüğüm üç temel az değinilmiş konu veya eksiklik vardı. İlki, sizin de sorduğunuz, Hizbullah’ın tarihsel kaynakları. Bu birdenbire 90’ların başında ortaya çıkan bir örgüt değil. Kadrolarının örgütsel inşasını 1978-79’a kadar götürebileceğimiz, ama tarihsel kaynaklarını çok daha gerilerde bulabileceğimiz bir örgütten bahsediyoruz. Bu nedenle, Hizbullah’ı tarihsel bağlam içine yerleştirerek anlama çabası önemli.
Devletin PKK gerillalarını “sünnetsiz Ermeni” olarak lanse ettiği söylemle çok benzeşiyor Hizbullah’ın bakışı. Ama Êzidi vurgusu ile devletten ayrışıyor. Hizbullah için PKK’yi Êzidilere hizmet eden bir örgüt olarak çerçevelemek onun “mürtet” karakterini vurgulamak demek.
İkincisi, Hizbullah çalışmalarında mekânsal boyutun, topografik perspektifin büyük oranda gözardı edildiğini fark ettim. Hizbullah dediğimiz bu örgüt nerede ortaya çıktı, nerede faaliyet yürüttü, nerelerde şiddeti mobilize etti, bu yerlerin kendine özgü özellikleri var mı? Mesela, neden Silvan’da var da Kulp’ta ve Lice’de yok?
Üçüncüsü de Hizbullah’ın bu şiddeti –ki 90’larda, devlet ve JİTEM şiddetinin yanında Hizbullah’ın ortaya koyduğu şiddet toplumsal hafızada en fazla yer eden şiddet pratiğidir– günlük hayatta nasıl işledi? Ne tür modaliteler üzerinden Hizbullah şiddet pratiği üretti ki, kolektif hafızada bu kadar güçlü yer etti? Yani Hizbullah’ın gündelik yaşamı adeta paralize eden bir mikro şiddet iklimini nasıl inşa ettiği ve bunu ne gibi araçlarla gerçekleştirdiği, başardığı boyutu bence çok önemliydi.
Böylece doktora çalışmamda esas olarak Silvan’a odaklanarak Hizbullah’ın ortaya çıkışını etkileyen tarihsel ve sosyo-politik dinamikleri, kendine eyleme kapasitesi yaratabildiği mekânsal/topografik boyutları ve ortaya koyduğu şiddet pratiklerinin işleme mantığını ele alarak bu örgütü anlamaya çalıştım.
Birincisiyle devam edelim. Hizbullah’ın tarihsel zemini, çıkış noktası nedir?
Hizbullah’ın örgütsel düzeydeki tarihselliğine bakmadan önce birkaç makro dinamiğe işaret etmek istiyorum. Bu dinamikleri yerel, ulusal ve uluslararası eksende ele alabiliriz. Yerel düzeyde, yeraltında devam eden Kürt medreselerinin içine girdiği kriz (imam hatiplerin yaygınlaşması, devlet okullarının daha fazla tercih edilmeye başlanması, cemaat olgusunun kent ve kasaba merkezlerinde güç kazanması vb.) bu medrese geleneğinden gelen bazı kesimleri yeni arayışlara itiyor.
Ulusal ölçekte, özellikle Soğuk Savaş bağlamında, devlet ve NATO eliyle, özellikle de Özel Harp Dairesi, Komünizmle Mücadele Dernekleri ve Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) gibi oluşumlar aracılığıyla inşa edilen anti-komünist fikir 70’lerde yükselen sol ve anti-emperyalist mücadelenin karşıtı olarak büyütülüyor. Kürt sahasında da yükselen anti-kolonyal, anti-sömürgeci ve Marksist-Leninist veya Maocu hareketlere karşı yerellerde gelişen bir İslâmcı-muhafazakâr hoşnutsuzluk var. Bu durum özellikle 12 Eylül 1980 darbesi sonrası benimsenen Türk-İslâm sentezi ile daha da belirginleşiyor.
Uluslararası ölçekte ise Müslüman Kardeşler Örgütü’nün ideologlarının (Hasan el-Benna, Seyyid Kutub, Said Hawwa gibi) yazdıkları kitapların çevrilmesi, Afganistan’ın SSCB tarafından işgali ve oraya giden “mücahitler” ve nihayet 1979’da İran’daki İslâm Devrimi ile birlikte siyasal İslâm eksenli bir tahayyüllün ortaya çıktığını ve hem Türkiye’nin batısında hem de Kürt bölgesinde bir kıpırdanma olduğunu görüyoruz. Hizbullah’ın ortaya çıkışını düşünürken bu dinamikleri akılda tutmamız gerekiyor.
Hizbullah Hüseyin Velioğlu tarafından kuruldu. Velioğlu, Batman – Gercüşlü bir Kürt. Çocukluğu köyde geçiyor, ilkokulu bitirdikten sonra Batman merkeze yerleşiyor. 1970’lerin başında Ankara’ya, Siyasal Bilgiler’e okumaya gidiyor. Çocukluğunda medrese eğitimi almış, sonrasında MTTB’ye girmiş, Erbakan’ın MSP’sinin uzantısı Akıncılar hareketiyle bağlantısı olmuş. İslâmcı ethos içinde şekillenmiş ve Ankara’da kaymakamlık sınavını kazanamayıp Batman’a döndükten sonra kendine yeni bir yol çizmiş, yeni bir siyasal hat örgütlemeye başlamış.
Hizbullah 1978-79’da Cemaata Ulemayên İslâmi ismiyle ortaya çıkıyor. Hizbullah ismi 90’ların başına kadar Hizbullah’ın kendisi tarafından da kullanılmıyordu. Bu ismin bugün konuştuğumuz örgüt tarafından sahiplenilmesi 90’ların başını buluyor. Hüseyin Velioğlu’nun Batman’a döndüğü 1970’ler aynı zamanda üçüncü dünyada yükselen anti-kolonyal ve anti-emperyalist mücadelelerin Kürt sahasına ciddi oranda etki ettiği, Kürtlerin de artık kendi geleceklerini anti-sömürgeci bir gramerle politize ettikleri bir sürece tekabül ediyor.
Hizbullah’a bağlı Mizgîna İslâm grubunun yaptığı şarkıların söylem analizi Hizbullah’a dair çok şey söylüyor. Örneğin, bu grubun Öcalan üzerine yaptığı iki şarkının isimleri “Ey Ermeni Uşağı” ve “Amele Çavuşu”. İki şarkıda da ana fikir Öcalan ve PKK’nin Ermeni ve Êzidiler hizmetinde İslâm karşıtı bir mücadele yürüttükleri.
1970’lerin ortalarına kadar, Kürt sol örgütlerinin hegemonik düzeyde güçlü olduğu, bugünkü anlamıyla bir İslâmi hareketlenmenin olmadığı bir dönem. Kürt hareketleri 1960’larda büyük oranda Türkiye soluyla beraber yürüyor. Türkiye İşçi Partisi (TİP) içinde örgütleniyorlar. Fakat sonra, ‘69’da Kürt gençlik hareketi Türkiye solundan kopuyor ve Devrimci Demokratik Kültür Ocakları’nı (DDKO) kuruyor. Kürt solu Türkiye solundan özerkleşiyor. Enteresandır, Hizbullah’ın da benzer bir süreci on yıllık bir gecikmeyle yaşadığını görüyoruz.
Hüseyin Velioğlu MTTB’deyken çok aktif. Hatta 1980’de Batman’daki Petrol-İş Sendikası seçimlerinde MTTB’nin adayı olarak PKK’nin adayına karşı yarışan bir isim. Ancak, tüm sağcıların ve yerel muhafazakârların desteğine rağmen, PKK yanlısı aday tarafından yenilgiye uğratıldı. Aynı yıl belediye seçimlerinde de PKK destekli bir aday olan Edip Solmaz’ın belediye başkanlığını Raman aşiretinin adayına karşı kazandığını da belirteyim.
Fakat 70’lerin sonuna geldiğimizde, Kürt İslâmcılar da Türk İslâmcılarla köprüleri atmaya başlıyor. Bunu yapmalarının birkaç temel sebebi var. Birisi, tabii ki 70’lerdeki anti-sömürgeci gramer, kendilerini her ne kadar içinde görmeseler de, onları da çok etkiliyor. Kürt solunun özerkleşme dinamiği Kürt İslâmcılarda da “acaba biz de farklı bir yoldan yürüyebilir miyiz?” sorusu yaratıyor.
Bir yandan da, medreseler her ne kadar 1924’te kapatılsa da, Kürdistan’da gizli bir şekilde, yeraltında eğitimlerine devam ediyor. Medreselerdeki ağlar Kürt İslâmı’nın ayakta kalmasını, 70’lere kadar devam etmesini sağlayan temel dinamiklerden biri. Fakat 70’lerde, bir yandan imam hatip okullarının açılmasıyla, bir yandan artık medreselerden ziyade devlet okullarının daha çok tercih edilmeye başlanmasıyla, Kürt medreseleri de bir krize giriyor.
Hüseyin Velioğlu tam da böyle bir dönemde ilkin medreselerle iletişime geçiyor. 1979’daki İran devriminin hemen akabinde İslâm Devrimi’ne dönüşmesinin yarattığı havayla, medreselerle ilişki kurup nihai hedefi İslâm devleti kurmak olan bir örgütlenmeye girişiyor. Burada unutmamak gerek, Hüseyin Velioğlu tek değil. 70’lerin ikinci yarısında, onlarca İslâmi fraksiyon var Kürtler arasında. Mehmet Kurt bu gruplara dair ayrıntılı bilgiler veriyor çalışmasında.
Mesela Diyarbakır’da, Menzil diye bildiğimiz, lideri Fidan Güngör’ün sonradan Hizbullah tarafından zorla kaybettirildiği hareket çok etkili. Fidan Güngör aynı zamanda İran’daki rejimle çok güçlü ilişkileri olan biri. Diyarbakır’da büyük oranda etkili olan grup Menzil. Hüseyin Velioğlu 1980’lerin başında Batman’dan Diyarbakır’a geliyor. Gördüğü manzara şu: Fidan Güngör’ün Menzil Kitabevi var ve çevresinde ciddi bir örgütlenme ağı oluşmuş. Camilerde iyi örgütleniyorlar. Velioğlu da İlim isminde bir kitabevi-kırtasiye açıyor. Bu mekân üzerinden örgütlenmeye başlıyor. 80’lerin ikinci yarısından itibaren, önce kendisine rakip olarak gördüğü İslâmcı grupları elimine etmeye, onlara boyun eğdirmeye, İslâmcı Kürt sahasında monopolizasyona başlıyor.
Hizbullah’a yakın çevrelerin son yıllarda yazdığı Velioğlu biyografilerine dayanarak şöyle söyleyebiliriz: Velioğlu PKK’nin 70’lerin sonunda diğer Kürt fraksiyonlarıyla çatışmasından çok şey öğreniyor. PKK silahlı mücadeleye başladığında Kürt fraksiyonları arasında büyük oranda kendi monopolünü sağlamış durumdaydı. Bu Velioğlu’na ilham veren noktalardan biri. Çevresindekilere hep şunu diyor: “Türkiye Cumhuriyeti’ndeki laik, tağuti rejimle mücadele etmek için önce İslâmi alanda bizim bir birlik sağlamamız lâzım.”
Hizbullah’ın katlettiği ilk kişi Süryani Mihail Bayro. İkinci kişi Êzidi köy muhtarı Hüseyin Pamukçu. Üçüncü kişiyse Ermeni diş doktoru Yakup Yontan. 60’a yakın Süryani 1990’larda Hizbullah ya da JİTEM tarafından “faili meçhul” cinayetlerle öldürüldü.
Birlikten kastı, İlim grubu olarak bir monopol inşa etme. İlimciler 80’lerin sonundan itibaren bu gruplarla önce sözlü, sonra fiziksel darp ve taciz, en sonda da ölümle sonuçlanan ciddi çatışmalara giriyorlar. Velioğlu’nun ilk ilişki kurduğu medrese hocaları İlim grubundan ayrılıp Vahdet diye bir grup kuruyor. Onlar Velioğlu’nun tarzını “sert” buldukları için geri çekiliyorlar.
Türkiye’deki İslâmi hareket içinde Kürt İslâmcıların özerkleşme eğilimi özellikle 12 Eylül darbesi sonrası artıyor. Türk-İslâm sentezinin hegemonik hale geldiği ve solcular ya hapiste ya sürgünde olduğu için İslâmcıların görece daha rahat oldukları bir ortamda, Kürt İslâmcılar özellikle kitabevleri üzerinden, camilerde, düğün organizasyonlarında örgütleniyorlar. İlk defa örgütsel altyapılarını inşa ediyorlar.
Bu dönemde Velioğlu ve Hizbullah grubunu rahatsız eden iki temel nokta var. Fidan Güngör o dönemde Velioğlu’na göre çok daha karizmatik, daha güçlü bir isim. İran’la ilişkileri daha ileri düzeyde. Velioğlu kendisine rakip gördüğü bu İslâmcı fraksiyonları boyunduruk altın alma ya da şiddet yoluyla elimine etmeyi seçiyor.
Onu kaygılandıran ikinci büyük risk ise PKK’nin yükselen gücü. Bir yandan silahlı gerilla mücadelesi ciddi bir yükselişte, bir yandan da bu mücadeleden ilham alan, onunla senkronize bir şekilde kentsel alanlarda gittikçe yükselen serhildanlar dinamiği var.
1990 Mart’ına geldiğimizde, Nusaybin’de başlayan serhildanlar dönemiyle birlikte, Hizbullah büyük bir güvenlik krizine giriyor. Hizbullah için PKK “ateist”, asla Kürtlük ve Müslümanlıkla alâkası olmayan, Ermeni ve Êzidilerin kurduğu bir örgüt.
Fidan Güngör’ün İran’la Hüseyin Velioğlu’ndan daha sıkı ilişki içinde olmasının belli bir nedeni var mı?
İran’daki yeni rejim kendi devrimini ihraç etmek için ciddi çaba sarf ediyordu. Velioğlu da, Güngör gibi, 1980’ler boyunca çok defa İran’a gidiyor. Ama enteresan bir şekilde, 80’lerin sonunda, yani İlim grubuyla Menzil grubu arasındaki tansiyon yükseldiği andan itibaren, Velioğlu’nun İran’la ilişkilerinde bir kopuş oluyor.
Bence bunun iki nedeni var. Birincisi, İran lojistik olarak Güngör’ü Velioğlu’na nazaran daha çok destekliyor. Velioğlu, Güngör hayattayken ve Menzil grubu devam ettikçe İran ile istediği oranda bir yakınlaşmayı sağlayamayacağının farkında. İkinci nedense Velioğlu’nun Sünni ve Şafiiliğinin baskınlığı. Bu enteresan, çünkü 1980’de Hafız El Esad Hama kentinde Müslüman Kardeşler örgütüne karşı büyük bir tasfiyeye ve katliama girişiyor. O hareketten sağ kurtulan Molla Ahmed isminde bir seyda Mardin’e yerleşiyor. Velioğlu 1980’lerde Molla Ahmed’le sık sık buluşuyor. Onun Velioğlu’nun dikkatini çektiği bir gerçek Hama Katliamı karşısında İran’ın sessizliği ve bu sessizliği Şiilik vurgusuyla çerçevelendirmesi; bu iki husus bir araya gelince Velioğlu İran’la mesafeleniyor.
Benim kişisel argümanım şöyle: 80’lerin sonunda, bir yandan Fidan Güngör’ü ve diğer rakiplerini elimine etmek, bir yandan PKK’ye topyekûn savaş açmak için, Velioğlu İran’a sırtını dönüp Türk derin devletiyle, Türk istihbaratıyla daha aktif bir ilişkiye giriyor.
Hizbullah çalışmalarında ikinci eksiklik olarak gördüğünüz mekân boyutuna gelirsek… Hizbullah daha çok Batman’la anılıyor. Hatırlattığınız gibi, Diyarbakır – Silvan’da da yüzlerce insanı öldürüyor. Örgütün mekânsal varlığı, yayılımı nasıl ve bunda belirleyici olan ne?
Öldürülenlerle ilgili bilgiler biriktikçe, Hizbullah’a dair mahkeme kararlarını okudukça, Hizbullah’ın 1991 sonundan ‘95’e kadar esas olarak Mardin-Diyarbakır-Batman üçgenindeki düz ova alanında varlık gösterdiğini gördüm. Bir ucunda Silvan, bir ucunda Diyarbakır ve Batman merkez, bir ucunda da Nusaybin ve Cizre var –bir de İdil’i ekleyebilirsiniz. Bu bölgeyi haritada gözünüzün önüne getirin. Genel olarak düz, ovalık bir alan. Peki, Hizbullah denen bu örgüt neden tarihin belli bir ânında bu coğrafyada şiddet pratiği üretti? Benim bu soruya üç cevabım var:
Bu üçgen 1950’lerden itibaren köyden, kırsaldan kente göçün en yoğun yaşandığı, topraksızlaşma ve mülksüzleşmenin en yaygın olduğu, kentleşmenin en hızlı arttığı bir coğrafya. Demografik değişim dramatik bir şekilde çok hızlı.
Batman 1955’te henüz bir köy. Petrol rafinerisi kuruluyor ve “köyün” nüfusu 90’ların başında 200 bine yaklaşıyor. Toplumsal ilişkilerde büyük bir altüst oluşun yaşandığı, Marksist deyimle “katı olan her şeyin buharlaştığı” bir dönem bu. Hizbullah’ın bir örgüt olarak militan devşirmede bir fırsat penceresi ile karşılaştığı bu dönemi esas olarak bu bağlam içinde düşünmek lâzım.
Düğünler Hizbullah’ın kimliğini inşa ettiği ilk alanlar. Bu düğünlerde davul-zurna yoktur, erbane çalarlar, dini şarkı söylerler, kadınlarla erkekler ayrı oynar. Bu pratikler Hizbullah’ın hem dünya görüşünü ifade etmesi hem de kendine ait bir ritüel yaratması açısından çok önemli.
Aslında militan devşirmeyi 1980’lerin ortasına kadar medrese ağları üzerinden denedi Hüseyin Velioğlu, fakat medrese ağlarını şiddet üretme noktasına evriltemedi. Çünkü medreselerin yapısı buna uygun değildi. Medrese seydaları söylemde çok radikaldi, ama iş somut olarak şiddet üretmeye, “İslâmi devrim” yapmaya geldiğinde, Velioğlu medreseleri mobilize edemeyeceğini anladı. Bunu anladığı andan itibaren lumpen proletarya içinde kolayca örgütleyebileceği gençliğe odaklandı. Genelde 15-25 yaş arası, kentleşmenin yarattığı altüst oluş ortamında sosyalizasyon olanakları arayan gençliğin bir kesimini camiler üzerinden muazzam bir şekilde örgütlemeyi başardı.
Aynı zamanda, bu coğrafya Nusaybin’de 28 Mart 1990’da başlayan serhildanlar ağının da en efektif olduğu coğrafya. 90’larda Kürt hareketinin mobilize ettiği bütün serhildanlar bu üçgende gerçekleşti: Cizre, Nusaybin, Silvan, Amed merkez. Vedat Aydın’ın öldürülüşünü[1] hatırlayın. Hizbullah’ın ortaya çıktığı yerle Kürt hareketinin siyasal, legal mobilizasyonunun en yüksek olduğu yer birbiriyle örtüşüyor. Yani, Hizbullah yaklaşık 1500 sivilin ölümüne sebep olduğu şiddet dalgasını esas olarak Kürt siyasal taleplerinin dile geldiği toplumsal mobilizasyon sahasına yöneltti.
Üçüncüsü ise, bu bölge aynı zamanda 1915 Ermeni-Asuri soykırımı sonrasında hayatta kalmayı başarmış ve bütün şiddet pratiklerine rağmen hâlâ orada hayata tutunmaya çalışan Süryani, Êzidi ve Ermeni nüfusun en yoğun yaşadığı yer. Hizbullah örgüt içi pedagojisinde bu bölgedeki gayrimüslim topluluklara yönelik ciddi bir nefret söylemi inşa ediyor ve bunu yaparken de bu azınlıklaştırılmış grupların Kürt hareketine olan sempatisini özel bir gerekçe olarak öne çıkarıyor.
İşin ilginç yanı, aynı dönemde PKK’ye yönelik devlet merkezli propaganda söylemiyle hem çok benzeşen hem de ayrışan noktalar olması. Örneğin, devletin PKK gerillalarını sürekli “sünnetsiz Ermeni” olarak lanse ettiği söylemle çok benzeşiyor Hizbullah’ın bakışı. Ama buna ek olarak özellikle Êzidi vurgusuyla devletten ayrışıyor. Hizbullah için PKK’yi Êzidilere hizmet eden bir örgüt olarak çerçevelemek aynı zamanda onun “mürtet” karakterini vurgulamak demek.
Biraz önce de de bahsettiğim gibi, aslında Hizbullah’ın kendisi üzerine elimizde özellikle 90’lara dair neredeyse pek bir şey yok, ama araştırmam esnasında beni dehşete düşüren bir nokta da, Hizbullah’ın 90’lara dair elimizdeki en iyi arşivinin şarkılar olduğu gerçeğini kavramam oldu. Kitapları, broşürleri yok, ama şarkıları var. Kürt hareketi için Koma Berxwedan neyse, onlar için de kendilerini ifade eden müzik grupları ve onların şarkıları var.
Nasıl içeriğe sahip bu şarkılar, icra edenler kim?
Hizbullah’a bağlı Mizgîna İslâm isimli bir grubun yaptığı bu şarkıların söylem analizi bize Hizbullah’a dair çok şey söylüyor. En temel özelliklerinden biri, ısrarla PKK’nin bir Êzidi ve Ermeni örgütü olarak lanse edilmesi. Onların gözünde PKK Ermeni ve Êzidilerin kurduğu ateist, komünist bir örgüt.
Örneğin, bu grubun PKK lideri Abdullah Öcalan üzerine yaptığı iki şarkının isimleri “Ey xulamê Ermeniya” (“Ey Ermeni Uşağı”) ve “Çawîşê Emela” (“Amele Çavuşu”). Her iki şarkıda da ana fikir Öcalan ve PKK’nin Ermeni ve Êzidiler hizmetinde İslâm karşıtı bir mücadele yürüttükleri. Sünni-Müslüman olmayan grupların varlığı aynı zamanda Hizbullah’ın bunlara yöneltilecek bir nefret söylemini, öfkeyi de mobilize etmesi demek.
Örneğin, Hizbullah’ın katlettiği ilk kişi İdil’de Süryani Mihail Bayro’dur. İkinci kişi Batman’da Êzidi köy muhtarı Hüseyin Pamukçu. Üçüncü kişiyse Kızıltepe’de Ermeni diş doktoru Yakup Yontan. 60’a yakın Süryani 1990’larda Hizbullah ya da JİTEM tarafından “faili meçhul” kalan cinayetlerle öldürüldü.
Bu coğrafyanın özellikleri Hizbullah’ın hem neden burada şiddet ürettiğini hem de bu şiddeti hangi gerekçelerle ürettiğini göstermesi anlamında çok önemli. Ova bir alan olduğu için bir gerilla etkinliği yok, gerillanın hareket alanı çok zayıf, o yüzden PKK, ERNK diye bir cephe örgütü kurmuş ve bu örgüt aracılığıyla bölgedeki insanları serhildanlar üzerinden mobilize ediyor. Sonuç olarak, Hizbullah serhildanları hedef alarak aslında PKK’yi hedef aldı. Bu coğrafya Hizbullah’a militan ve kadro devşirebileceği imkân sunuyordu. Şehirlerin hızla büyümesi anonimlik ve büyük bir manevra alanı sağlıyordu.
Sözünü ettiğiniz üçgen dışında da Kürt dindarlığı çok güçlü. Hizbullah’ın bölgenin genelinde etkili olamamasını neye bağlıyorsunuz?
Kürdistan’da, cumhuriyetin kuruluşundan beri, tarikatlar üzerinden son derece güçlü Nakşibendi ve Kadiri örgütlenme ağının olduğunu biliyoruz. Bu tarikatlar büyük oranda yaşamlarını devam ettirdi. Mesela Norşin şeyhliği Nakşibendiliğin ana arterlerinden biriydi. Her ne kadar Şeyh Said’e bağlı damar 1925’te kesilmiş olsa da, devlete daha yakın kesimler hayatta kalabildi.
1950’lerden itibarense Kürdistan’da ciddi bir cemaatleşme olgusu var. Mesela Med Zehra Cemaati Saidi Kurdî’yi sadece bir âlim değil, aynı zamanda bir “Kürt” olarak da tanıyan, onun üzerinden yükselen bir cemaatti. Nitekim, liderleri İzzettin Yıldırım ‘99’da Hizbullah tarafından öldürüldü.
Kürt İslâmı’nın medreseler, cemaatler, tarikatlar gibi nefeslenme alanları vardı. Hizbullah bu tarikatlara hiç giremedi. Sadece medrese geleneğinden gelenlerin bir kısmına etki edebildi. Fakat 90’larda şiddet pratiklerine başladığı andan itibaren bu damarı da tamamen kaybetti.
Erdoğan Hüda-Par’la 200 bin oy için ittifak kurmadı. Seçimleri kültür savaşına dönüştürmek amacındaydılar. Öte yandan, Kürt sahasında HDP’nin dışında bir siyasi odak inşa etmenin de önemli bir adımı oldu Hüda-Par’la AKP işbirliği.
Enteresan bir vakadır, Silvan’da Molla Ali Zila adında ünlü bir medrese seydası var. 1960’larda Cîgernûr mahlasını kullanıyor, Cegerxwîn’e atfen. Cegerxwîn Rojava’da imamdı. Sonra imamlığı bırakıp komünist oldu, Suriye Komünist Partisi’ne üye oldu. Daha sonra da Kürt ulusal kurtuluş hareketine dahil oldu. Tamamen ağalık karşıtı, İslâm’ın sömürü rolüne vurgu yapan şiirler yazmaya başladı. Cegerxwîn’e karşılık Molla Ali Zila Cîgernûr mahlasını alıyor, ona bir karşıtlık temelinde. Yazdıklarında Cegerxwîn’e cevap veriyor.
Medreseler arasında bir bölünme yaşanıyor. Bir yanda, Mele Abdulkerim Ceyhan’dan tutun Mele Mahmud Okutucu’ya kadar, Kürt davasına meyleden bir medreseli ekol var; bunun merkezi Silvan. 1960’larda Silvan’ın politik hayatında önemli yeri olan, Doğu Mitingleri’ni organize eden, DDKO’nun kuruluşuna öncülük eden isimler bunlar. Bu isimler Kürdistani bir perspektifle hareket ediyor.
Molla Ali Zila, Hüseyin Velioğlu’nun gidip ilk ilişki kurduğu ve Hizbullah’ın kuruluşunda yer alan en aktif kişilerden biriydi. Nitekim, Molla Ali Zila ‘87’de Vahdet diye bir grup kuracak. Çünkü Hüseyin Velioğlu’nun sekter dini ideolojik tutumunu kaldıramayacak kadar kırılgan. Hüseyin Velioğlu’nun İslâmi ideolojik perspektifi Molla Ali Zila’yi bile zorlayacak bir perspektif.
Bir de Hizbullah çalışmalarında bir eksiklik olarak tarif ettiğiniz üçüncü boyut var, Hizbullah’ın şiddetinin günlük hayatta nasıl işlediği meselesi…
Evet. Hizbullah’ın 1990’daki şiddeti ve bu şiddetin Kürt toplumunda yarattığı paralize olma hali özel olarak ele alınmayı hak eden bir tema. Öncelikle Hizbullah’ın uyguladığı şiddet metodları ve bu yolla hedefledikleri açısından Suriye savaşında ortaya çıkan selefi örgütlerin adeta bir avatarı olduğunu söyleyebiliriz.
Bu şiddet sadece öldürülen kişileri hedef almıyordu, esas olarak hayatta kalanların nasıl davranmaları gerektiğine dair bir uyarı da içeriyordu. Silvan’da 90’larda yaygın kullanılan bir deyiş vardı: “Bir roj deve xwe, bi sev deriye xwe bigre”, yani “Gündüz ağzını, gece kapını kapat.” Bu söz Hizbullah cinayetlerinin toplumda yarattığı derin korku ve güvensizliğin özeti gibiydi adeta.
Cinayet işleme biçimleri ve araçları (Takarov tabanca ile enseye tek kurşun, satırlarla doğrama, yüze kezzap atılması, çivili sopalar ile linç, domuz bağı ile işkence) bu korkunun tek sebebi değildi. Telefonla yapılan tehdit aramaları, evlere konulan işaretler, isminin “ölüm listesi”ne eklendiğine dair dedikoduları dolaşıma sokmak, kişiye fark ettirecek şekilde ısrarlı takip gibi yöntemlerle bu korku ve güvensizlik daha da derinleştiriliyordu.
Öldürülen kişilerin cenaze törenlerine katılanların veya cenazeyi yıkayan imamların hedeflenmesi gibi taktikler toplumun en köklü inanç geleneklerini bile sarsıyordu. Örneğin, bazı durumlarda kadınlar erkek cenazelerini yıkamak durumunda bile kalmıştı Silvan’da. Agamben’in tarif ettiği haliyle tam bir stasis, yani sivil savaş/iç savaş haliydi yaşanan. Babasını gerçek Müslümanlığı uygulamamakla suçlayıp asan oğul, oğullarının Hizbullahçı olmasını kabullenmeyip öldüren baba hikâyeleri bu stasis gerçeğinin sadece bir yüzüydü.
Hizbullah kent merkezlerinde uyguladığı topyekûn şiddetle sadece ölümü değil, gündelik yaşamı da yönetiyordu. Bugün 90’ların kolektif belleğinin şiddetle özdeşleşmiş yegâne referansının Hizbullah olması bu stasis durumunun çıplak gerçekliğiyle ilgilidir.
Hizbullah-devlet ilişkisine gelirsek, şiddet ürettiği mekânlarda ve zamanda Hizbullah’ın devletle ilişkisi nasıl?
Araştırmam için Silvan’da, Lice’de, Kulp’ta, Diyarbakır merkezde 100’ün üzerinde görüşme yaptım. Görüştüğüm kişilerin gözünden bakarsak, devlet-Hizbullah ilişkisi tartışmasız, üzerine spekülasyon üretilemeyecek kadar açık. 80’lerin ikinci yarısında, Hizbullah için iki tabir kullanılıyor. Silvan’da onlara “Humeynici” diyorlar. Çünkü Silvan’da açtıkları kırtasiyede İran Devrimi’yle ilgili çok sayıda yayın satıyorlar, ayrıca yine orayla ilgili marşları çalıyorlar.
Bir parantez açarsak, Hizbullah’ın kendine nasıl bir moral, epistemoloji inşa ettiği meselesi de çok önemli. Mesela düğünler Hizbullah’ın Hizbullah olarak farkını, kimliğini inşa ettiği ilk alanlar. Bu düğünlerde davul-zurna yoktur, erbane çalarlar, dini şarkı söylerler, kadınlarla erkekler ayrı oynar. Bu pratikler Hizbullah’ın hem dünya görüşünü ifade etmesi hem de kendine ait bir ritüel, beden dili yaratması açısından çok önemli.
Bu düğünlerden sonra, insanlar bunlara “sofik” demeye başlıyor. “Sofi” Kürtçede önemli bir kelimedir, kendi halinde, dini inancını saf ve temiz yaşayan, dinine bağlı, kimseye zararı olmayan insanlar için kullanılır. Fakat “sofik” bir küçümseme ifadesidir. Sofi gibi görünen, ama esasen öyle olmayan anlamında bir aşağılama barındırır.
1991’de şiddet uygulamaya başlamasıyla birlikte, Hizbullah için iki yeni ifade devreye giriyor: Hizbul-şeytan ve Hizbul-kontra. Bu iki tabir Hizbullah’ın cinayetlerinin devlet tarafından desteklenmesini, bu cinayetleri işleyenlerin yargılanmamasını ifade ediyor. Silvan’da çok sık şu hikâyeler anlatıldı bana: Sokak ortasında infaz oluyor. İlk cinayetlerde esnaf, etraftaki insanlar koşup tetikçileri yakalıyor, karakola teslim ediyor. Ama bana hep şöyle söylüyorlardı: “Ön kapıdan teslim ediyorduk, arka kapıdan eli serbest çıkıyorlardı.” Yani o bölgedekiler açısından Hizbullah’la devlet arasındaki ilişki çok aleni.
AKP ile Hüda-Par’ı ortaklaşmaya yönelten esas dinamik 2016’daki darbe girişiminde ortaya çıktı. Gülen örgütü tasfiye edilince oluşan boşluğu devletin lehine dolduracak yeni bir konfigürasyona ihtiyaç vardı. Devlet savaşta ve barışta faydalanabileceği bir ortak arayışına girdi. Legal alandaki Hüda-Par bu arayış için biçilmiş kaftandı.
Hizbullah’la özdeşleşen şiddet pratiklerinden biri az önce aktardığınız “domuz bağı”. Hizbullah’ın şiddet pratiğinde bu yöntem nasıl bir anlam taşıyor?
1990’larda devletle çalışan her organın kendi şiddet yönteminin bir imzası vardı. JİTEM’i düşünün; asit kuyuları, zorla kaybetme… Hizbullah’ın yöntemiyse şöyleydi: Eğer PKK’ye yakın olduğunu düşündükleri bir sivili, milisi ya da siyasetçiyi vuruyorlarsa, Takarov marka tabancayla enseye tek kurşun. Eğer dini fikrine karşı çıktıkları ya da onlar aleyhine konuşan sıradan, sivil bir insanı öldüreceklerse bunu satırla (sator) yapıyorlardı. Kıyafetlerini şeriat usûllerine uygun bulmadıkları bir kadını öldüreceklerse bunu ya yüzlerine kezzap atarak ya da ellerindeki çivili sopalarla linç ederek yapıyorlardı.
Domuz bağı çok konuşuluyor ama, domuz bağı görece daha geç ortaya çıkan spesifik bir işkence yöntemi Hizbullah için. Özellikle ‘96’dan sonra kendi üyelerini sorguladıkları, kendi üyeleriyle ilgili infazlarda kullandıkları bir yöntem. Yani, Hizbullah için her bir öldürme yöntemi o öldürmenin gerekçesini de aşikâr kılıyordu.
Kürt kentlerinin yanısıra Batı’da nasıl varlık gösteriyor Hizbullah?
Biraz geriden başlayarak cevap vereyim. 1980’lerin ikinci yarısında, özellikle ‘87’den sonra, henüz PKK’yi karşısına almadığı dönemde, doğrudan öldürme olmasa da diğer İslâmi Kürt fraksiyonlara dair tehdit, şantaj, dövme eylemleri var. Mesela camideki bir görevliyi tehditle kaçırma, bazı büfeleri işletmek için sahiplerine şiddet uygulama… 90’ların başından itibarense ana şiddet stratejisi Kürt hareketinin şehirlerdeki sivil mobilizasyonunu bitirmeye dairdi.
Bu dönemde enteresan bir şey oldu. Menzil’in lideri Fidan Güngör’ü kaçırdı ve “kaybettirdi” (Eylül 1994). O süreçte Menzil grubuyla İlim grubu arasındaki çatışmalarda 200’den fazla insan öldü. Fidan Güngör’ü hedeflemelerinin temel sebebi, Güngör’ün “Ana hedefimiz İslâm devleti kurmak ve bu tağuti rejimi devirmek” demesiydi. Yani Menzil’in temel hedefi PKK değildi ve Güngör bunu açıkça dile getirince Hizbullah onu kaçırdı, öldürdü ve üyelerine suikast girişimlerinde bulundu.
‘95’e kadar Hizbullah’ın ana şiddet mekânı Kürdistan’da bahsettiğim üçgendi. ‘96’dan itibaren iki yeni şiddet sahası oluştu. Hizbullah, devletin göz yumduğu bir konfigürasyonda uyguladığı şiddetle Kürt hareketinin siyasal mobilizasyonunu büyük bir sekteye uğratınca bir zafer sarhoşluğuna kapıldı. 1995’ten itibaren Mersin’de, Adana’da, Konya’da, batı illerinde de örgütlenmeye başladı.
Hüda-Par ve KDP arasında yoğun bir trafik olduğunu görüyoruz. Seküler, sol, özgürlükçü anlayışın karşısında Hüda-Par, KDP ve AKP’ye oy veren Kürtlerden oluşan bir blok inşa etme arzusu var. Soylu’nun açıklamalarından da Kürdistan’ın sosyolojisini değiştirmekle ilgili bir hedef olduğu anlaşılıyor.
Hizbullah üyeleriyle yaptığım görüşmelerde bu süreci şöyle anlatıyorlardı: “Biz ‘96’dan itibaren bir iç muhasebeye girmeye başladık. PKK’yle yürüttüğümüz mücadelenin bir muhasebesine girdik. JİTEM’in, derin devletin Hizbullah içine çok fazla ajan, istihbaratçı soktuğunu fark ettik. ‘Mezar evler’de domuz bağıyla öldürdüğümüz kişilerin büyük bir kısmı kendi üyelerimizdi. Onları infaz etme gerekçemiz de devletle olan işbirliğiydi.” Kendi durdukları yerden bu hikâyenin bir mantığı var, ama bunu benim kanıtlamam da, anlamam da mümkün değil.
Sorunuza dönersek, Hizbullah 1996-97’den itibaren “nasılsa PKK’nin siyasal mobilizasyonunu bitirdim, devletle işbirliğinde de büyük bir güç elde ettim, şimdi davamı Türkiye’nin batısına taşıyabilirim” dedi. Türkiye’nin batısında İBDA-C vardı, ama gücü büyük oranda kırıldığı için Hizbullah rahat bir şekilde burada konumlanabildi. Devlet de buna göz yumdu. Ondan sonra da iki grubu hedefledi. Biri Med Zehra grubuydu. Saidi Kurdî geleneğinden gelen, şiddetle arasına mesafe koymuş, Hizbullah’ın PKK’ye, sivillere yönelik eylemlerine eleştirel bakan Med Zehra grubunun lideri İzzettin Yıldırım’ı kaçırarak öldürdüler. Bir de 1998’de Mersin’de feminist Müslüman Konca Kuriş’i kaçırarak öldürdüler.
Hizbullah Türkiye’nin batısında örgütlenirken artık sadece PKK’li diye addettiklerini değil, tağuti rejimin temsili ya da kendine tehdit olarak gördüğü herkesi hedeflemeye başladı. ‘99’un sonlarında Öcalan’ın yakalandığı, Kürt hareketinin patinaja girdiği dönemde, devletin gözünde artık Hizbullah kazan-kazan işbirliği yapılacak bir organ olarak değil, kontrol etmekte zorlanılan bir engel olarak görülünce büyük bir operasyon başladı. 17 Ocak 2000’de Hüseyin Velioğlu Beykoz’daki bir villada “ölü olarak ele geçirildi”. Hizbullah’ın Velioğlu’nun öldürülmesinden sonra yaptığı tek eylem Gaffar Okkan’a suikasttı. Okkan ve beş polis öldürüldü.
2000’lerin başında Hizbullah’ın tasfiye edilmesinden sonra Hüda-Par nasıl ortaya çıkıyor? O günden bugüne gelene kadar ne gibi faaliyetler yürütülüyor?
Postmodern darbe diye tanımlanan 28 Şubat’ı unutmamalıyız. 28 Şubat süreci ile hemen ertesinde Hizbullah’a yönelik tasfiye operasyonlarının başlaması arasındaki ilişkiyi gözden kaçırmamamız lâzım. Refah Partisi’nin yükseldiği, siyasal İslâm’ın yerel yönetimler üzerinden kökleştiği bir dönemde, Hizbullah’ın batıda kendine yeni etki alanı açması ve 28 Şubat’ta MGK kararları doğrultusunda siyasal İslâm’ın ana tehdit olarak tanımlanması Hizbullah’a yönelik operasyonları meşrulaştıran en temel noktalardan. Aynı zamanda, Hizbullah’a dair algının inşa nedeni de bu. 28 Şubat üzerinden yaratılan algıya göre, Hizbullah İran rejimi çizgisinde, Türkiye’ye şeriatı getirmeyi hedefleyen tehlikeli bir İslâmi örgüt. 90’lardaki kirli savaştaki rolü tamamen görünmez kılınıyor. Onu sadece İran’ın molla rejimiyle ilişkilendirerek, Konca Kuriş’i öldürmesi üzerinden bir söylem inşa ederek 90’lardaki “kontra” rolü tamamen sessizleştiriliyor.
2000’de Hüseyin Velioğlu’nun öldürülmesinden sonra, Türkiye’nin dört bir yanında Hizbullah militanları ve Hizbullah’a yardım yataklık yaptığı gerekçesiyle binlerce kişi tutuklanıyor. Bunların bir kısmı büyük cezalara çarptırılıyor. Hizbullah’ın yeraltına çekilme dönemi başlıyor. Tutuklanmayan ya da tutuklanması “tercih edilmeyen” kadroları ya yurtdışına kaçırılıyor ya da Türkiye’de enteresan bir şekilde gizleniyorlar. 2004’e kadar herhangi bir şey duymuyoruz. Sadece ara ara bulunan “mezar evler”, Hizbullah yargılamaları ve bunlar üzerinden birtakım gazetecilik işleri var.
2004’te, Hizbullah’ın “legal” alanda örgütlenme çabaları başlıyor. Bu ilk örgütlenme Diyarbakır’da kurulan Mustazaf-Der adlı bir dernek üzerinden yapılıyor. Derneğin farklı yerlerde şubeleri açılıyor. Mustazaf-Der, adından da anlaşıldığı üzere, güya yoksullara yardım, dayanışma temelli, 2000 sonrasının sivil toplum fırsat penceresinden de faydalanan bir dernek.
Fakat bu dernek 2012’de Diyarbakır 2. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından “Hizbullah’ın amacı doğrultusunda faaliyet gösterdiği” gerekçesiyle kapatıldı. (Bu arada, dernek yöneticilerinin 9 Şubat 2021’de yaptıkları AİHM başvurusu haklı bulundu, ihlâl kararı verildi ve dernek 2022’de aynı isimle yeniden açıldı.) Sadece Mustazaf-Der’i anıyorum, ama birbiriyle alâkasız gibi görünen, ancak hepsi Hizbullah geleneğinden gelen insanların kurduğu çok sayıda dernek, küçük oluşumlar var. Yani örgüt bir sivil toplum ağı içinde kendini yeniden inşaya girişiyor.
Mustazaf-Der 2012’de kapatıldığında bundan Gülen Cemaati’ni sorumlu tutuyorlar, “FETÖ kumpası” diyorlar. Ve 2012’nin sonlarında dernek Hüda-Par adıyla partileşiyor…
Hüda-Par’ın kendini sivil toplum örgütlenmesi üzerinden güçlendirdiği iki temel saha var. Birincisi, muazzam bir “yardımlaşma ve dayanışma” ağı kuruyor. Tabanıyla sıkı bir ilişki içinde ve “hayırseverlik” üzerinden çemberini genişletmeyi hedefleyen ciddi bir sivil toplum ağı yaratıyor. Bir yandan da Kur’an kurslarının resmiyete bürünmesiyle, buralarda ciddi etkinliklere başlıyor. Fethullahçıların öğrenci evleri ve öğrenci yurtlarından esinlenerek öğrencileri örgütleme çabasına giriyor.
Nihayetinde, Aralık 2012’de, Hür Dava Partisi ismiyle parti kuruyorlar. Partinin kısaltmasının Hüda-Par olması da tesadüf değil. Hüda-Par hem ideolojik anlamda hem de kadrolarının büyük oranda sürekliliğiyle Hizbullah mirasını sahiplenen, Hizbullah’ın legal alandaki bir yüzü. Ama öte yandan, Hüda-Par sadece Hizbullah’a indirgenebilecek bir parti de değil.
Hüda-Par’ın daha geniş bir tabanı olduğunu mu kastediyorsunuz?
Legal alanda siyaset yapma iddiasında olan, bu sebeple de sadece Hizbullah tabanına değil, kendince daha geniş bir kitleye seslenen bir parti söz konusu. Aradaki sürekliliği ismi üzerinden açıklayabiliriz: “Hizbullah” ile “Hüda-Par” aynı anlama geliyor. Hizbullah, “Allah’ın yolundan giden, Allah’ın askeri” anlamına gelir. “Hizb” Soran Kürtlerinde de “parti” için kullanılır. Bu kısaltma üzerinden de bir süreklilik kurduklarını görebiliriz. Hüda-Par ve Hizbullah arasında bir süreklilik var, ama Hüda-Par legal bir parti. Hizbullah’la alâkası olmayan, ama Hüda-Par’a oy veren insanlar da var. Şiddetsiz, legal alanda siyaset yürüten bir partiyi Hizbullah’a yeğlerim şahsen. Hüda-Par’ı “iptal” edemeyiz, ama bu Hüda-Par’ın Kürt siyasi hareketine, kadınlara ve LGBTİ+’lara karşı ürettiği nefret siyasetini tartışmaktan da bizi alıkoymamalı.
Hizbullah’ın kuruluşunu anlatırken yıllarca bir broşür dahi basmadığını, oldukça gizli bir örgütlenme yürüttüğünü söylediniz. Parti düzeyinde legalleşmek kendi camialarında nasıl karşılanıyor?
2013’te, saha araştırmam kapsamında yaptığım görüşmelerde, Hizbullah’ın içerisinde ciddi ihtilaflar yaşandığını gördüm. Legalleşmenin 90’lardaki iddiayı dejenere ettiğini savunan bir kanat vardı. Bu sebeple Hizbullahçıların bir bölümü El-Nusra ve IŞİD gibi selefi örgütlere katıldı. Militan kanadını selefi örgütlere kaptırınca Hüda-Par için legalleşme zorunluluk haline geldi, çünkü başka türlü büyüme olanakları yoktu. 2010’ların başından itibaren tutuklu Hizbullah militanlarının serbest bırakıldığını biliyoruz. Bu durum da devlet ile Hüda-Par arasındaki ortaklığın devam ettiğinin bir işaretiydi.
Hüda-Par’ın bugün Meclis’e girmesi, iktidar koalisyonuna dahil olması üzerine yapılan değerlendirmeleri, yürütülen tartışmayı nasıl görüyorsunuz?
Hizbullah ve Hüda-Par’la ilgili bugün tartışma konusu edilen tek şey Konca Kuriş ve Gaffar Okkan cinayetleri. Bütün bu konuştuğumuz hikâyenin nasıl tamamen perdelendiğini, görünmez kılındığını, kamusal alanda sessizleştirildiğini görünce tüylerim diken diken oluyor. Yanlış anlaşılmasın, Gaffar Okkan’ın, Konca Kuriş’in öldürülmesi daha az korkunç olduğu için söylemiyorum bunu. Ama Hizbullah’ın devletle ilişkisinin daha açık şekilde görüldüğü, 1500’den fazla insanın öldürüldüğü bir şiddet dalgasından, şiddet örgütünden bahsediyoruz.
Sizce bu boyut neden perdeleniyor?
Bence iki temel sebebi var. Öncelikle Hizbullah hakkında konuşmak aynı zamanda devleti konuşmak demek. Hizbullah’ın büyümesinin, Kürt hareketine karşı bir “taşeron” olarak rol almasının, bu kadar güçlenmesinin devletin lojistik desteği ve göz yumması sayesinde olduğunu unutturuyorsunuz bu şekilde.
İkincisi, bu söylemin en büyük tehlikesi, Konca Kuriş’e, yani feminist Müslüman bir kadına yönelik şiddet ve Gaffar Okkan gibi bir emniyet müdürüne yönelik şiddet üzerinden Hizbullah’ı çerçevelendirmek Kürtlüğü şeriat ve gericilikle ilişkilendirmenin de bir yolu. 1925’teki Şeyh Said’in “gerici” diye tabir edilen isyan anlatısı vardır ya, o belleğin bir nevi şimdiye transfer edilmesi ve yeniden ikame edilmesidir bu. Sanki Kürt siyasal hareketi Kürt toplumunda muazzam seküler bir değişim ve dönüşüm yaratmamış gibi, yine Kürtlüğü “gericilik” ile damgalayan fabrika ayarlarına bir geri dönüş aslında bu.
Bu ikili perdelemenin bir amacı Hizbullah’ın 90’larda esas hedeflediği grubu ve bunu yaparken işbirliği yaptığı devlet rejimini unutturmak, bir amacı da Hizbullah’ı Kürtlerle özdeşleştiren birtakım stereotiplerle ilişkilendirerek onu tamamen “Kürtleştirmek”. Bence çok tehlikeli. Oysa Yeniden Refah Partisi’yle Hüda-Par’ın İslâmi anlamda birbirinden çok uzak görüşlerde olduğunu zannetmiyorum.
Devlet Kürt hareketinin taleplerini marjinalize ederek Kürtleri ilgilendiren konularda birtakım adımlar atabilir. Mesela anadilde eğitim hakkını vermese de Kürtçeyle ilgili sembolik iyileştirmeler yapabilir. Bunu da topluma Hüda-Par ve KDP siyasetinin başarısı olarak sunabilir.
Hüda-Par’ın ciddi bir sayısal katkısı olmadığı Cumhur İttifakı’na dahil edilmesini ve buradaki konumunu nasıl değerlendirmek gerekir?
AKP ile Hüda-Par’ı ortaklaşmaya yönelten esas dinamik 2016’daki darbe girişiminde ortaya çıktı. Gülen örgütü Kürdistan’da çok güçlüydü. AKP ile işbirliği yaptığı süreçte diğer İslâmi grupların büyümesine izin vermedi. Cemaat tasfiye edilince oluşan boşluğu devletin lehine dolduracak yeni bir konfigürasyona ihtiyaç vardı.
Bu konfigürasyonun bir ayağı tarikat ve cemaatler. Örneğin, Adıyaman’daki Menzil grubu veya Said-i Nursî geleneğine bağlı, ama bir yandan da onu Türkleştiren, Yeni Asya, Süleymancılar veya Meşveret gibi grupların Kürdistan’daki etkinlik alanları büyüdü. Devlet savaşta ve barışta faydalanabileceği bir ortak arayışına girdi. Legal alandaki Hüda-Par bu arayış için biçilmiş kaftandı. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, bölgede devlet bürokrasisi dışında demokrasi nöbetlerine katılan yegâne örgüt Hüda-Par’dı. Aslında 2016’da başlayan işbirliği ittifakla birlikte açık bir siyasi niteliğe kavuştu.
Figen Yüksekdağ 7 Haziran’da görülen Kobanê davasının 25. duruşmasındaki ifadesinde “Hüda-Par Kobanê davasıyla sisteme dahil edildi” diyor…
Hüda-Par 90’lardan gelen olumsuz algıyı 2014 Kobanê serhildanında yaşananlardan sonra kısmen kendi lehine çevirebilmeyi başardı. 90’larda “kurban” olduğunu söylüyordu, ancak bu söylemin karşılığı yoktu. Fakat Yasin Börü’nün öldürülmesi sonrasında iki şeyi başardı. Birincisi, artık devletin gözünde 90’ların hafızasından ayrışan yeni bir “kurban” statüsü edindi. İkincisi, Yasin Börü gibi bir çocuğun öldürülmesi üzerinden sivil toplumda da bir mağduriyet hikâyesi yaratmış oldu.
Yasin Börü’nün öldürülmesinin hiçbir haklı gerekçesi olamaz, kesinlikle kınıyorum. Ama Kobanê serhildanında elliye yakın insan hayatını kaybetti. Ölenlerin neredeyse dörtte üçü HDP siyasetine yakın insanlardı. Fakat, bu gerçeklik bir tarafa konup Yasin Börü üzerinden bir mağduriyet hikâyesi yaratıldı.
“Devlet aklı” açısından Hüda-Par ile birlikteliğin başka araçsal karşılığı var mı sizce?
Tabii var. Kayyum politikaları başladığından beri bölüşümü yerelde örgütleyip dağıtacak yeni bir mekanizma oluştu. Hüda-Par bu mekanizmanın içinde aktif. Mesela, Diyarbakır Milli Eğitim Müdürlüğü’nde Hüda-Par’ın güçlü bir örgütlenmesi olduğu belirtiliyor. Aynı zamanda, Diyarbakır’daki bürokratik mekanizmalar üzerinden kültür-sanat faaliyetlerinin örgütlenmesinde de güçleniyorlar.
Eskiden seküler temelde yapılan kültür-sanat faaliyetleri artık valiliklerin kontrolünde, tamamen dini içerikli aktiviteler üzerinden yürütülüyor. Devlet bürokrasisiyle işbirliği içinde ortak amaca doğru ilerliyorlar. Devlet aklının da içinde olduğu kısa, orta ve uzun vadeli planların olduğunu düşünüyorum.
Bu ortaklığın kısa vadeli hedefleri sizce ne olabilir?
Seçimler Cumhur İttifakı açısından bir aciliyet barındırıyordu. Erdoğan Hüda-Par’la 200 bin oy için ittifak kurmadı. Cumhur İttifakı’nın bir duruşa ihtiyacı vardı. İstanbul Sözleşmesi’ni reddeden, İslâmi aile değerlerini yücelten bir söyleme ihtiyaç duyuluyordu. Seçimleri kültür savaşına dönüştürmek amacındaydılar. Bunu başardıklarını söyleyebiliriz. Öte yandan, Kürt sahasında HDP’nin dışında bir siyasi odak inşa etmenin de önemli bir adımı oldu Hüda-Par ile AKP işbirliği.
Orta vadeli hedefler ne olabilir?
Kürt toplumunda Kürt hareketinin yarattığı muazzam bir dönüşüm var. Her ne kadar kayyumlar ve siyasi kırım operasyonlarıyla toplumsal dönüşümün önünü kesmeye çalışsalar da, potansiyel hâlâ orta yerde duruyor. Osmanlı’da Sünni ve Türk olmayan halk tabakasına reaya denirdi. Reayanın sadece “itaat etme hakkı” vardı. AKP devlet eliyle Kürdistan’da Sünni bir Kürt reaya yaratmaya çalışıyor. Türklerle ümmet kardeşliğine ne olursa olsun “evet” diyen, devletin kırmızı çizgilerini asla geçmeyecek muhafazakâr, Sünni bir “halk” istiyor. Ancak, bunu yaratmak kolay değil. Çünkü HDP’nin sol bir söylemi olsa da Kürt dindarlarla ilişkisi son derece güçlü.
Peki ya uzun vadeli hedefler?
Devlet Hizbullah’a dair 90’lardaki negatif hafızayı silmek istiyor. Dikkat ederseniz, seçimlerden önce Güney Kürdistan’da Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ısrarla Erdoğan’a desteğini ifade etti. Son zamanlarda Hüda-Par ve KDP arasında yoğun bir trafik olduğunu da görüyoruz. Seküler, sol, özgürlükçü anlayışın karşısında Hüda-Par, KDP ve AKP’ye oy veren mütedeyyin Kürtlerden oluşan bir blok inşa etme arzusu var. Süleyman Soylu’nun açıklamalarından da Kürdistan’ın sosyolojisini değiştirmekle ilgili bir hedef olduğu anlaşılıyor.
Devletin sol-seküler siyaseti geriletmek için yeni kolonyal pratikleri uygulayacağından şüphem yok. Hüda-Par bu anlamda 90’lardan çok şey öğrendi. Mustazaf-Der’in ilk örgütlü eylemleri Kutlu Doğum etkinlikleriydi. Bu etkinlikler, içeriği dışında, Newroz’un neredeyse aynısıdır. Toplumsal hareketler de birbirlerinden öğreniyor.
Öte yandan, Kutlu Doğum etkinliklerine katılanların büyük bir kesimi Hüda-Par’lı değildir. Bizzat o etkinlikleri izlemiş biri olarak, “Öcalan’a Özgürlük” eylemlerine katılanların bile Kutlu Doğum etkinliklerine katıldıklarını biliyorum. İnsanlar o etkinliklere Hz. Muhammed’in doğum gününü kutlamak için gider. Fakat, Hüda-Par Kutlu Doğum Haftası’nın mülkiyetini üstlendi. Kürt hareketi bu tekelleşmeye karşı “sivil cuma” namazları örgütleyerek, Demokratik İslâm Kongresi’ni kurarak yeni stratejiler geliştirdi.
Devlet farklı yönetimsellik teknikleriyle rıza üretmeyi başarabiliyor. Proletarya ekonomik bölüşüm üzerinden terbiye ediliyor. Yeniden Refah’ın taşeron işçileri gündemine alması tesadüf değil. Ağır sömürü ve proleterleşme koşullarında, işçiler onlara uzanan ellere tutunacaktır.
Türkiye’nin hızla proleterleştiği bir dönemde Hüda-Par’ın tabanını işçi ve emekçileri etkileyecek bir siyasetle genişletme olanaklarının arttığı söylenebilir mi?
On yıldır bu konuda çalışan biri olarak Hizbullah’la ilgili her şeyin ciddiye alınmasını öneririm. Ancak, durumu alarmist bir boyuta taşımamak gerek. 19. yüzyılın ikinci yarısından beri Kürdistan toplumuna çeşitli kolonyal müdahalelerde bulunuldu. Bu müdahalelerin başarılı olanları olduğu gibi başarısız olanlar da var. Devletin planını elbette ciddiye almak gerek, ama karşımızdakine onda olmayan gücü atfetmek de bizi gerçeklikten uzaklaştırabilir.
Kürdistan’da devletin sadece despotik gücü değil, altyapısal iktidarı da inanılmaz gelişti. Devlet artık farklı yönetimsellik teknikleriyle insanlarda rıza üretmeyi başarabiliyor. Proletarya ekonomik bölüşüm üzerinden terbiye ediliyor. Bu bağlamda, Yeniden Refah Partisi’nin toplumun en güvencesiz kesimlerinden taşeron işçileri gündemine alması tesadüf değil. Ağır sömürü ve proleterleşme koşullarında işçiler onlara uzanan ellere tutunacaktır.
Hüda-Par’ın yereldeki sermayeyi bölüştürme kapasitesi proleterleşen ortamda avantajına olacak. Hizbullah’ın insanların hafızasında kötü bir yeri var ama, 90’ların üzerinden otuz sene geçti. Kuşaklar arası aktarım mekanizmalarının çözüldüğü düşünülürse, genç kuşaklar için Hüda-Par 90’ların şiddetiyle bilinen bir parti olmayabilir.
Hüda-Par’ın önümüzdeki yerel seçimlerde başarı kazanması mümkün mü?
Hüda-Par zaten yerel seçimlere odaklanmış durumda. Medyalarında ana gündem yerel seçim. Kürt hareketinin belediyelerinin İslâm’a ve aile değerlerine karşı olduğuna dair yayınlar yapıyorlar. Belediyeler Hüda-Par’ın ideolojik tahayyülünü hayata geçirebileceği alanlar. Hüda-Par’ın kendi başına hiçbir yerde belediyeleri alabilecek gücü olduğunu sanmıyorum. Muhtemelen kayyum uygulaması devam edecek. Hüda-Par kayyumlarla yerellerde ortak çalışmalar yürüterek tabanını genişletmek isteyecektir.
Hüda-Par’ın Kürt halkının gözünde meşruiyet kazanması için kayyum uygulamasına karşı çıkması beklenmez mi?
Hüda-Par’ın kayyum karşıtı bir açıklamasına rastlamadım. Onların gözünde Kürt hareketinin asla belediyeleri yönetmemesi gerekiyor. Bu yüzden yerel seçimlerde yeni Kürtlük tanımının somutlaşacağı çeşitli adımlar atılacak. Bu aşamada KDP faktörünü yabana atmamamız gerekiyor.
Devletin “yeni Kürtlük” tasavvurunu hayata geçirmesinde KDP nasıl bir rol üstleniyor?
KDP Türkiye rejimiyle derin bir bağımlılık ilişkisinde. Güney Kürdistan’ı kuşatan ekonomik kıskaç düşünüldüğünde bu bağımlılık ilişkisini yargılayamıyorum. KDP açısından Türkiye ile ekonomik ilişkiler yürütmek mecburi bir strateji. Fakat ekonomik ilişkilerdeki bağımlılık KDP’yi Türkiye’deki devlet aklının rehinesi haline getirdi.
KDP, AKP’nin Kürtlerle ilişki kuramamasının tek nedeninin Kürt hareketi olduğunu ileri sürüyor. Bu fikir uzun zamandır topluma benimsetilmeye çalışılıyor. Yeşil Sol Parti’nin genel seçimlerdeki kısmi oy düşüşü de bu söylemi provoke etti. KDP’nin yayınlarında “Kürtler Yeşil Sol Parti yüzünden yine hiçbir şey kazanamadı” gibi söylemleri görürsünüz.
Bu durumda devlet bu gerilimi körükleyecek politikalara da girişebilir, öyle mi?
Evet, bu çok muhtemel. Devlet Kürt hareketinin taleplerini marjinalize ederek Kürtleri ilgilendiren konularda birtakım adımlar atabilir. AKP mesela anadilde eğitim hakkını vermese de Kürtçeyle ilgili sembolik iyileştirmeler yapabilir. Bunu da topluma Hüda-Par ve KDP siyasetinin başarısı olarak sunabilir. Bu açıdan KDP’nin pozisyonu sınır ötesi bir dinamik olarak çok önemli.
Sınırın öte yakasındaki diğer bir deneyimi, Türkiye’deki Kürtleri siyasal ve duygusal olarak etkileyen Rojava’yı tabloya dahil edersek, bu denklemde Rojava nasıl bir konumda?
Rojava çok önemli bir deneyim ve içinden geçtiğimiz karanlık zamanlarda Kürtler için adeta bir Kuzey Yıldızı gibi gelecek ufkunu besliyor. IŞİD’in Rakka’yı işgal edip kendisini devlet ilan ettiği, Kürtleri katlettiği dönemde bile Hüda-Par için Rojava yönetimi yanlıştı. Çünkü Hüda-Par’ın gözünde Rojava tağuti bir rejim. Rojava’daki KDP yanlısı ENKS ile yönetimdeki Kürt partiler arasında uzun süredir çözülemeyen ihtilaflar var. O ihtilafın yansımalarını Türkiye ve Güney Kürdistan’da görüyoruz.
İki Kürtlük hattı inşa ediliyor. Biri, piyasa ekonomisiyle barışık, kapitalist moderniteyle derdi olmayan, radikal bir dönüşüm arzulamayan, asgari bir Kürtlükle hayatta kalabildiği ölçüde rıza üreten KDP merkezli çizgi. Diğeri, devrimci ve radikal bir siyaseti önceleyen, sadece Kürtleri değil, Kürtlerin beraber yaşadığı halkları da dönüştürmeyi hedefleyen bir özgürleşme ve bağımsızlık çizgisi. Bu iki gerçeklik çarpışıyor.
Bu iki kutup arasındaki çarpışma üstelik küresel olarak rüzgârın otoriter sağdan estiği, neo-faşist iktidarların güç kazandığı bir zamanda cereyan ediyor…
Kürt siyasal sahnesinde ideolojik bir kırılma ânından geçiyoruz. Bu kırılmanın Kürtleri daha muhafazakâr, İslâmcı, içine kapanık bir ideolojiye doğru ittiği görülüyor. “Türk solu ile ilişki kurmayalım” diyen bir kesim Kürt bu anlamda önemli bir gösterge. 70’lerde Marksist-Leninist veya Maocu olan Kürtlerin saf Kürt milliyetçisine dönüşmesi beni hayrete düşürüyor.
Bu kesimler arasında özcü bir milliyetçiliğin uç verdiğini gözlemliyorum. Sanki orijinal bir Kürtlük varmış da sol-seküler akımlar bu Kürtlüğü dejenere ediyormuş gibi algılanıyor. Daha muhafazakâr, daha erkek ve daha Sünni bir Kürtlük arzusu önümüzdeki tehlikelerden biri.
Bu sağa kayış elbette küresel bağlamla çok ilişkili, onu gözardı etmemek gerekiyor. Küresel ölçekte bir sağ yükseliş olduğu gibi, Türkiye’de de daha güçlü bir şekilde var bu yükseliş. Kürt toplumunu da bu süreçten yalıtmak mümkün değil. Seçimden daha önce başlayan, ama seçim sonuçlarının anlamlandırılmasında bir kesimin dilinde daha da belirginleşen bir eğilim bu.
İki Kürtlük hattı inşa ediliyor. Biri, piyasa ekonomisiyle barışık, kapitalist moderniteyle derdi olmayan, KDP merkezli çizgi. Diğeri, devrimci ve radikal bir siyaseti önceleyen, halkları dönüştürmeyi hedefleyen bir özgürleşme ve bağımsızlık çizgisi. Bu iki gerçeklik çarpışıyor.
İçinden geçtiğimiz küresel kriz halini kendi üstüne kapanan bir sağ geriye sıçrama ile göğüsleyen söylemler Kürtlerin de bir kesimini etkiliyor, cesaretlendiriyor. Ezilen bir ulus olarak maruz kaldığı kesintisiz şiddet ve ırkçılık Kürtleri buna daha da açık hale getiriyor.
İlk emarelerini 1915 tartışmalarındaki sorumluluk reddinde gördüğümüz bu durum, günümüzde kadın hareketinin kazanımlarına ve LGBT+’lara yönelik nefret söylemiyle, demokratik ulus arayışını ifade eden müşterek örgütlenmelere karşı tepkisellikle daha da belirginleşiyor. Ulus-devlet merkezli sağcı yükselişten farklı olarak Kürt toplumunun bazı kesimlerindeki bu sağa kayış özellikle bir tepkiselliğe dayanıyor.
Türkiye’deki milliyetçi ve ırkçı şiddet bir yandan, Kürtlerin hak arayışına kulak tıkayan dünya öbür yandan, bu tepkiselliği besliyor. 1990’larda yükselen liberal insan hakları rejiminin düşüşü, kendi kaderini tayin hakkının görmezden gelinmesi ve başta dil kaybı olmak üzere Kürt kimliğinin kurucu dinamiklerinin yok olmayla karşı karşıya gelmesi ontolojik bir güvensizliği ve kendi içine kapanmayı getiriyor.
Dünyadaki ve Türkiye’deki sağcılaşmaya sağcılaşarak yanıt vermek maalesef mümkün değil. O yüzden beklenti ufku fazlasıyla sislenmiş olan Kürt öznellik rejimini hem bu sapmaya karşı koruyacak hem de onunla doğru temelde mücadele edecek bir özgürlük ve kurtuluş paradigması gerekiyor. Bu anlamda Kürt siyasal hareketinin bu sağcı sapmaya karşı yeni bir söylem üretmesi gerekiyor.
YSP’nin Diyarbakır adaylarından araştırmacı Azad Barış, yaptıkları araştırmalara referansla, dindar Kürtlerle HDP arasında bir mesafelenme olduğunu belirtiyor. Böyle bir durum Hüda-Par’a alan açar mı?
Demokratik İslâm Kongresi tecrübesinden sonra, HDP mütedeyyin Kürtlere dair pek bir söz üretemiyor. Ama iş dönüp dolaşıp gündelik hayatta insanlara ne kadar dokunabildiğinizde düğümleniyor. İslâmcı siyaset yapan partilerin tabandaki güçlü karşılığının cevabı da burada. Siyaseti sadece seçim zamanı bir-iki konuşma yapmak olarak görmek çok sorunlu.
Mahallelerde insanlara doğrudan temas eden örgütleriniz olmadığında dönüştürücü güç de azalıyor. Bu eksiklik HDP’nin suçu değil, devlet tarafından 2016’dan beri sistemli bir şekilde devam ettirilen siyasi kırım operasyonları partinin tabanıyla doğrudan bağına, gündelik yaşamdaki pratiklerine zarar verdi. Taban ideolojik angajmanından dolayı partisini takip ediyor ama, somut temas azaldı.
Selahattin Demirtaş seçimlerin ardından Hüda-Par başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu’na çağrı yaptı: “Kürdün eli, Saray’ın bahçesinde bir Kürt siyasetçi için idam sloganları atılırken tuttuğunuz Mustafa Destici’nin elinden kıymetsiz değil. Bugün gidip tutmanız gereken el, Meclis’te HDP’lilerin elidir. Hiçbirimiz artık kirli oyunlara prim vermeden halkımızın çıkarlarına odaklanmalıyız. Umarım bu mesajlarım, tarihsel önemi itibarıyla karşılık bulur.” Yapıcıoğlu’nun yanıtı ise Erdoğan’ın Demirtaş ya da HDP’li siyasetçilere yönelik suçlayıcı ithamlarından farklı olmadı. Demirtaş’ın sözlerini siz nasıl karşıladınız?
Selahattin Demirtaş’ın Hüda-Par’ın Cumhur İttifakı’yla kurduğu ortaklığa şerh düşerek söylediği sözleri politik olarak doğru buluyorum. 90’lardaki PKK-Hizbullah savaşını doğuran faktörlerin ortadan kaldırılması, en azından geçmişle yüzleşme perspektifi önemli. Nitekim, Öcalan da Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) kuruluşu sonrası 90’lardaki pratikleriyle yüzleşmeleri ve topluma özeleştiri vermeleri koşuluyla Hizbullah çizgisine yakın kesimlerin de DTK’ye dahil olabileceğini belirtmişti.
Bence Demirtaş da bu çağrıya olumlu bir cevap almayacağını biliyordu zaten. Fakat bugün 90’lardaki Hizbullah’tan farklı olarak Kürt meselesinin çözümüne dair bir perspektif de barındıran Hüda-Par’a kamuoyu önünde bu iddiasını hatırlatmak ve bunun gereğini yerine getirme çağrısı yapmak bir lider olarak önemli.
Hüda-Par liderinin Demirtaş’a verdiği cevap ise güncellenmiş bir Hizbullah çizgisi cevabı. Bu defa kadrajdan 90’lardaki Hizbullah şiddetini çıkararak 6-8 Ekim 2014’teki yaşananları odağına alıp sorumluluğu Demirtaş ve HDP’ye yükleyen bir dil var.
Kürt hareketi ve Hizbullah çizgisi arasında 90’lı yıllardakine benzer bir çatışma riski var mı sizce?
Kürtler arası çatışma dinamiklerinde devlet her zaman belirleyici bir rol oynamıştır. Fakat Hizbullah’ın Kürt hareketinin gücünü azaltmak için 90’larda devletle kurduğu ilişki iki taraf açısından da kazançlıydı. Bugün Hizbullah 90’lardaki düzeyde bir silahlı güce sahip mi, emin değilim. Şeyh Said Seriyyeleri isimli bir yapının varlığından haberdar olsak da, 90’lardaki olanaklara sahip olduğunu sanmıyorum. Dediğim gibi, Hizbullah silahlı tabanının önemli bir kesimini Suriye savaşı sonrası selefi örgütlere kaptırdı. Ayrıca Hizbullah’ın da bir kesimi alenileşti. 2014’teki Kobanê serhildanı sırasında bilinmeyen, anonim bir örgüt yoktu.
Bugün durum eskisi gibi değil. Hizbullah’ın da kaybedeceği çok şey var. Fakat şunu da belirtmek gerekiyor ki, Hizbullah 90’lardaki pratiğine dair özeleştiri bir tarafa, Kobanê serhildanında ürettiği şiddet kapasitesiyle aba altından sopa gösterdi. Bu şiddet kapasitesinin bazı aktörlerin desteğiyle yeniden aktifleşebilmesi imkânsız değil. Ama bu kadar alenileşmiş bir Hizbullah kolay manevra yapamayabilir.
Öcalan 2007’deki bir avukat görüşünde Hizbullah konusunda “AKP Kürt Hamas’ını yaratmaya çalışıyor. Hamas’ı çağırıp boşuna görüşmediler. Hamas nasıl Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) tasfiye ettiyse, PKK’yi de FKÖ’nün akıbetine uğratmak istiyorlar” diyor. Bugünkü tabloyu da göz önüne alınca ne dersiniz?
Öcalan’ın burada ne demek istediğini anlayabiliyorum, fakat Hizbullah ile Hamas arasında doğrudan bir analoji kurmanın yanlış olduğunu söylemek isterim. Hamas ile FKÖ zıt siyasi perspektiflere sahip olsalar da, en temelde İsrail devletine karşı Filistin halkı adına silahlı mücadele yürütüyorlardı. Hizbullah’ın 90’lardaki pratiği bu anlamda tamamen farklıdır.
Hizbullah hiçbir zaman Kürt ulusal mücadelesiyle ilgili bir ajandaya ve taleplere sahip olmadı. Onun rolü daha ziyade Kürt ulusal kurtuluş hareketine karşı devletle saf tutmak oldu. Bu saf tutmada kendine dair failliği ise Kürtlük üzerinden değil, Müslümanlık üzerinden işledi. Eğer bir karşılaştırma yapılacaksa, Mozambik deneyimi bize daha fazla şey söyleyebilir. Portekiz sömürgeciliğine karşı mücadele eden Frelimo’ya karşı kurdurulan Renamo’ya benziyor Hizbullah’ın misyonu.
90’lar boyunca Hizbullah devlet desteğiyle Kürt hareketine karşı “topyekûn yok etme” savaşı yürüttü. Neticede Hizbullah ne silahlı savaşında “mutlak zafer” elde edebildi ne de Kürt Müslümanlığını yanına çekebildi. Sizce neden?
Bugün Türkiye’deki yaklaşık 20 milyon Kürt nüfusun ağırlıklı bir kesimi Şafi. Son yıllarda yapılan değer araştırmalarında da Kürt toplumunun son derece muhafazakâr ve dindar olduğunu görebiliyoruz. PKK’nin de kurulduğu andan itibaren farkında olduğu bir gerçeklik bu.
Şunu bir dipnot olarak söyleyeyim, Hizbullah ilk eylemlerine başladığında PKK lideri Abdullah Öcalan’ın bir değerlendirmesi var. Hizbullah için “bunlar gerçek Müslümanlar değil” diyor. Sözü buradan kuruyor: Kürt toplumu dindar, inançlı bir toplum. Halk gündelik dindarlığını derin bir şekilde yaşıyor. Fakat Hizbullah’ın önüne koyduğu siyasal program Kürt halkının yaşadığı gündelik dindarlıkla alâkası olmayan, son derece ideolojik ve bütün hayatı yönetmeye, ideolojik yönetimsellik içerisinde üretmeye dayalı bir yaklaşım.
Öcalan, “bizim tabanımız dindar bir taban”diyor. PKK bu noktada Hizbullah’ın dindarlığını verili almadı, çünkü kendi tabanının dindarlığının farkındaydı. Son derece dindar bir taban olmasına rağmen, gerillaya katılımdan tutun da siyasal mobilizasyona dahil olmaya kadar ciddi bir yakınlık vardı. Kürt hareketinin en büyük başarısını zaten bu kadar muhafazakâr, inançlı, dindar bir toplumu, onların dinsel aidiyetini rencide etmeden, bu aidiyetle keskin bir karşıtlığa girmeden, onları o haliyle mobilize etme becerisine bağlıyorum.
Aynı zamanda, Hizbullah’ın 90’lardaki şiddeti, sıradan, yani kendi dindarlığını yaşayanların gözünde dinle alâkalı bir şey olarak görülmedi. Hizbullah için kullanılan “Hizbul-şeytan” ya da “Hizbul-kontra” ifadeleri toplum içerisinde Hizbullah örgütünün neye tekabül ettiğini çok iyi gösteriyor. Toplumun kılcal damarlarında değişimi tetikleyebilmiş bir örgüt değil Hizbullah. 90’ların başında çok sınırlı sayıda üyesi olan, büyük oranda karanlıkta kalmış bir örgüt olarak sıradan Müslüman Kürtlerin gözünde asla bir şey ifade etmiyordu.
Bir yandan da bunu Kürt hareketinin bu süreci yönetebilme becerisine bağlıyorum. 90’larda Kürt hareketinin İslâm’la alâkası olmadığı algısı da yoktu. Tabanının dini hassasiyetlerine saygılı bir üslûp görüyoruz. Onların ulusal duygularını, arzularını, bir Kürt olarak ulusal taleplerini dile getirmelerinin önünde bir engel değildi Müslümanlıkları. Dengeyi bence bu şekilde koruyabildi.
Son söz?
Yaptığım araştırmalar, Kürtler arası çatışmaların altında yatan dinamiklerin sadece Kürt toplumu içindeki toplumsal eşitsizlikler ve güç dengeleriyle ilgili olmadığını, aynı zamanda devletin askeri, idari ve dinsel yöntemlerle sürekli müdahalede bulunarak yeniden yapılandırdığı bir kolonyal mühendislik yapılanması olduğunu ortaya koyuyor. Devletin bu çatışmalara olan etkisi, hem doğrudan kolonyal müdahalelerle hem de çatışma ve ihtilafların tarafı olan Kürt aktörlerin güç dengelerindeki konumları ve kolonyal gücü kendi lehlerine kullanmalarıyla belirginleşiyor.
Doktora araştırmamın bana gösterdiği bir başka nokta ise, geçmişte çözülmemiş ihtilafların ve adaletin sağlanmamış olmasının, yeni iç çatışmaların hızla patlak verme potansiyelini yarattığıdır. Özellikle 90’lı yıllarda Hizbullah’ın eylemleri üzerine herhangi bir yüzleşme çabası olmaması Kürt toplumunda hâlâ belirgin bir şekilde hissediliyor. Fakat Kürtler arası çatışmalarda devletin tetikleyici ve kışkırtıcı rolünün görmezden gelinerek ve bu müdahaleci durum ortadan kaldırılmadan, Kürtler arasında iç barışın sağlanması ne yazık ki zor görünüyor. Dolayısıyla, Kürtlerin kendi iç ihtilaflarının çözümü, geçmişle yüzleşme ve adaletin tesis edilmesi gerekliliğini vurguluyor. Ancak, mevcut kolonyal egemenlik koşullarının devam etmesi durumunda, bu çözümün gerçekleşebilmesi, devletin kendi suçlarıyla yüzleşmesine bağlı.
[1] Halkın Emek Partisi (HEP) Diyarbakır il başkanı Vedat Aydın 5 Temmuz 1991’de gece vakti, kendilerini polis olarak tanıtan kişiler tarafından “ifadesinin alınması için” Diyarbakır Şehitlik semtindeki evinden alındı. 7 Temmuz’da Elazığ’ın Maden ilçesi yakınlarında bir köprü dibinde cesedi işkence edilmiş halde bulundu.