ZEYNO PEKÜNLÜ İLE YENİ SERGİSİ “İŞ” ÜZERİNE

Söyleşi: Video: Anıl Olcan
12 Mart 2019
SATIRBAŞLARI

Geçim için yapılan işler, zevk için yapılan işler, ev işleri, gündelik hayatın mecburi işleri… Her biri çeşitli emek türlerini içeriyor ve hepsi sosyo-politik bir bağlamda, bir tarihsellik içinde ve gündelik zaman dilimlerinde yapılıyor. Zeyno Pekünlü’nün yeni sergisi İş vesilesiyle, işlerin çoğulluğuna, yeni teknolojilere, emek-zaman ilişkisine ve bütün cereyan ettiği güncel ortama yakın plan…  

Sergiye ismini veren İş videosuyla başlayalım…

Zeyno Pekünlü: Bilgisayar başında çalıştığım her anda, ki çalıştığım anların büyük çoğunluğu bilgisayar başında geçiyor, kamerayı açtım ve çalıştığım zamanı kaydettim. Bir mesai süresi gibi kurgulanan dokuz saatlik videoda bilgisayarın ekranını görmüyoruz, ancak yaptığım işlerin tamamını seslendirerek anlatıyorum. Önceki çalışmalarımda online aktiviteler, internette üretilen, paylaşılan bilgi gibi konularla ilgileniyordum. Kendi aktivitelerimi takip etme isteği böyle bir ilgi sonucu başladı. Ancak, aylara yayılan ilk deneme kayıtlarını izledikçe kendi yaptığım işlerin niteliğine dair sorular ön plana çıktı. Böyle bir kayıt sürecinden sonra, işin nasıl sürdüğüne, nasıl aktığına dair kendimi de şaşırtan şeyler görmeye başladım.

Bu kaydın içinde örneğin sanat işinin üretimi var, ki ona da yaygın olarak ‘’iş’’ deniyor. Sergileme aşamasına geldiğinde daha büyülü görünen, kimi zaman büyük sözler söyleyen işin üretiminin en sıradan hallerine bu videoda tanıklık ediyoruz. Mesela üzerinde çalıştığım videonun kurgusu sırasında, bir saat boyunca üzerindeki efektleri temizliyorum. Yaratıcı süreçten bir iz yok, tamamen el oyalayan bir iş var. Diğer yandan da sanat işinin üretimini desteklemek için çalıştığım ücretli işlerin kaydı var. Bu, bilgisayar başında çok sayıda insanla aynı anda iletişim halinde olmamı gerektiren bir iş. Sürekli mail, Whatsapp, telefon, Telegram arasında geçiş yaptığım, sürekli bölünen, düzenli akmayan, parçalı bir iş. Bir yazışmanın cevabını beklerken diğer tarafta kurguyu yapıyorum. Kurguyu yaparken bir yandan cevap vermem gereken acil bir şey oluyor. Aynı anda yürütmem gereken farklı işler arasında sürekli geçiş var ve birbirlerini bölüp duruyorlar. Üstelik bu bölünmelerin ritmi 45 saniyeyle iki dakika arasında gidip gelen kısa zaman aralıklarıyla gerçekleşiyor. Burada da kalmıyor; gönüllü emeğimiz de sürekli dahil oluyor. Dünyada Mekân, Müştereklerimiz gibi politik kolektiflerin yazışmaları, koordinasyonu, sohbeti de sürekli araya giriyor. Burada da kalmıyor, videoda hemen ardımdaki kapalı kapının ardında süren ev hayatının, ev içi emeğin düzenlenmesi de bilgisayar başından sürüyor: alışveriş listeleri, doktor randevuları, aşı tarihleri, ustalar, badana, para çekme… Ve son olarak, kendi ritminde ve akışında sürüp giden tüm bu işleri beklenmedik anlarda kesintiye uğratan, çalışma alanına telefon ve sosyal medya üzerinden sürekli sızan Türkiye gündemi var.

İş videosunun bir yerinde S-400 tartışması, Şebnem Korur Fincancı’ya ödül verilmesi, tek tip askerlik gibi konu başlıklarına atıflar var.

O kısım mola verdiğim sırada okuduğum haberler. Birinden cevap beklerken sosyal medyaya, gazetelere göz gezdiriyorsun. Ama örneğin molada karşılaşılan haberlerin dışında aniden önümüze düşen beklenmedik haberler de var. Örneğin İş videosuna, şimdi Gezi iddianamesine dönüşen, ama o sırada Osman Kavala davasıyla ilişkili diye yorumladığımız gözaltı haberlerinin Whatsapp’tan, Telegram’dan yağması da denk geldi, İf İstanbul Film Festivali’nin senelerdir emek veren ekibinin elinden alınması da. Tam da peşinden koştuğum his buydu: yaratıcı üretimin, ücretli emeğin, gündelik meşguliyetlerimizin, politik aktivitelerimizin ve gündemin saniyelik geçişlerle ardı ardına yığılması, birbirinin içine geçmesi.

Görünmeyen emek, gayri maddi emek, güvencesiz emek; tüm bunlar uzun süredir üzerine konuştuğumuz, sanatçıların kendi aralarında anlaşamadığı konular. Sanattan bahsederken emek kelimesini kullanmak birtakım sanatçıları ya da sanat profesyonellerini bozuyor.

Diğer yandan da bütün bu iş ve gündem hareketliliği içinde beden tamamen sabit. Bunca insanla aynı anda iletişim halindeyken fiziksel olarak tamamen yalnızsın. Aynı anda pek çok şey olup biterken, ekrana bakan yüz durağan, büyük ölçüde duygusuz. Sesi duymasan, kurgu yapan ya da gözaltı haberi alan yüzünde tepkiler hep aynı, duvar gibi. Yani çok kişisel bir çalışma sürecini ifşa ediyor gibi görünse de İş, Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu gösteriyor.

Duygusuzluk dediğin şey alışma ve tepki verememe hali mi?

Duygusuzluk değil, ama alışmanın getirdiği bir hal. Aynı şeyi kaçıncı defa yaşıyor olmanın alışkanlığı. Bir haber geldiğinde kafandaki listeler, network’ler devreye sokuluyor ve belki de yüzüncü defa yaptığımız şey olarak “şimdi de şunlar gözaltına alınmış” diyerek gününe devam ediyorsun. Bu durumun farklı evrelerinden geçtik 2010’dan beri. İlk zamanlarda bu tip haberler geldiğinde tüm hayat duruyordu, yaptığımız her şeyi bırakıp toplaşıyorduk, buluşuyorduk. Gündelik akış kesintiye uğruyordu. 2016’ya kadar ciddi bir politik apati yaşamamıştık. İş’in şimdi çıkması ve adının İş olmasının altında böyle bir sebep de var. 2016’dan sonra iyi kötü sürdürdüğümüz siyaset yapma biçimlerine devam edemez olduk, her denemede duvara tosladık. Gidenler gitti, kalanlar kaldı, ama kalanlar da önceki gibi kalamadı. Ya davalarla uğraşıyorlar ya da hayatları çok sıkışmış durumda. Dolayısıyla, çevremde gözlediğim şey herkesin kendisini aşırı derecede işe gömmesi oldu, o iş her ne ise. Durum buysa, bari yaptığımız işi iyi yapalım, bari üretmeye devam edelim diyerek kendini yorgunluktan öldürürcesine ve dışardaki dünyayı unuturcasına çalışma hali. Madem siyaset arenasında dişe dokunur bir şey yapamıyorum, o zaman bir makale daha yazayım, bir sergi daha açayım, bari bu durgun dönem üreterek geçsin demek gibi.

Zeyno Pekünlü, “İş”, video, 2019.

Hayatta kalma stratejisi gibi mi? Ahmet Oktay, ‘80 darbesinden sonra Türkiye’de peyzaj ve manzara resminde artış yaşandığını söylüyor. Sözünü ettiğin apati haliyle nasıl başa çıkıyorsun?

İşlerimin temalarıyla ilgili bir değişim gözlemedim. Ama yaşama şeklimizde büyük bir değişim oldu. Sosyal medya mecrasının çok hareketli olduğu zamanlardan geçtik, yarım saat bakmazsan en az beş gündem kaçırmış oluyordun, birkaç saat bakmasan ne olup bittiğini anlayamıyordun bir süre. Şimdi dört gün açmasan sosyal medya hesaplarını, girdiğinde yine aynı şeyleri görüyorsun, herkes aynı haberleri yorumsuz, tartışmasız olarak paylaşıyor. İnsanlar çekiniyor düşündüğünü yazmaktan –o kadar çok dava açıldı ki. Elbette sadece korku da değil, “yazdık yazdık ne oldu, şimdi yazsak ne değişecek ki?” gibi bir yılgınlık da var. Bir de tabii, halimizle dalga geçebiliyorduk, işler bu kadar ciddiye binmeden önce. Şimdi daha ağır yaşıyoruz.

Pek çok insan çalıştığı kurumlardan KHK ile atıldı. Bazı sanatçılar da kendilerini daha yalıtılmış hissediyor. Senin için de geçerli mi bu?

Birkaç sene önce hem akademiyle ilişkim vardı hem de sanatçı olarak başka bir camianın içindeydim. Akademiyle ilişkim neredeyse tamamen bitti ve alternatif yollar bulmak mümkün olmadı. Akademiyle kıyasladığımızda sanat ortamı ve kurumları daha esnek. Üniversiteyle ilişkim süresiz sona erdiğinde, hem yerel hem de uluslararası sanat camiasından ciddi destek gördüm –işsiz, geçimsiz bırakmadılar. Ama elbette kamusal temasların oldukça azaldığı, kültürel hayatın sekteye uğradığı böyle bir dönemde bize belli etmemeye çalışsalar da sanat kurumlarının büyük bir baskı hissettiğinden eminim. Güncel sanat alanı henüz çok hedef haline gelmediği için kurumsal sansür pek duymadık, ama oto-sansürün yoğun yaşandığı kesin. Sansür ve baskı elbette sinema ve müzik gibi daha büyük kitlelere erişen sanat dallarında daha yoğun yaşandı. Konserlere güvenlik gerekçesiyle izin verilmedi, eser işletme belgesi adı altında sinema eserlerinin denetimi ve sansürü artırıldı, zaten tekelleşme bu sektörlerde hep bir kontrol mekanizması olarak işliyor.

Beyaz yakalı çalışanların hep dikkat çektikleri konu, boş zamanlarının da sürekli şirket aktiviteleriyle, iş piknikleri, eğlenceli eğitimler gibi etkinliklerle gaspedilmesi. Kurumsal yapılar insanın boş zamanına da göz koyuyor artık.

Diğer yandan, sanatçıların da uluslararası çalışma pratikleri başka sektörlere göre daha yoğun olduğu için çok sayıda sanatçı artık Türkiye dışında yaşamayı seçiyor. Bu anlamda çok ciddi kan kaybı yaşandı. Gidenlerin çoğunun aklı burada kalıyor aslında. Buraya dair üretmeye, düşünmeye devam ediyorlar. Kopuş belki de bedensel bir rahatlamaya denk düşüyor, ama zihinsel rahatlamaya dönüşüyor mu, bilemiyorum. Giden hiç kimsenin de buradan tamamen koptuğunu düşünmüyorum. Ama şunu da anlıyorum; sokakta güvenli yürümek –özellikle bir kadın olarak– veya her gün yaşadığımız gerginlikleri yaşamamak… Bunun tercih edilebilir bir şey olacağının farkındayım. Mecbur kalmadığı halde gideni anlamadığım gibi anlaşılmasın. Niye tercih edildiğini anlıyorum.

İş videosuna baktığımızda YouTube Vlog estetiğini görüyoruz. Bunun videonu hafifleştirici bir etkisi olacağına dair endişen var mı?

Hiç öyle düşünmedim, aksine bunu kucakladım. Daha önce hem YouTube görüntülerini kullandığım hem de doğrudan YouTuber’larla ilgili ürettiğim işler var, Kendine Ait Bir Banyo ve Bir Kadına Ürkütmeden Nasıl Dokunursunuz? gibi. Bu estetiğe aşinayım ve çekimleri yaparken özellikle iyi kalite bir kamera ve ses kayıt cihazı yerine, bilgisayarın built-in olanaklarını ve estetiğini kullanmak istedim. Elbette son vardığı noktada, pek çok YouTuber gündelik hayatlarını sergilediklerini iddia ederken kalabalık ekiplerle çalışmaya başladı, sponsorları sayesinde çekim ekipleriyle çalışıp cilalanmış videolarla karşımıza çıkıyorlar. Daha alışkın olduğumuz, daha eski tip YouTuber estetiğini tercih ettim. Bu arada,“YouTuber”lık bir iş, bir meslek olmuş durumda. Bu estetik İş’in içeriğiyle de bu anlamda paslaşıyor. Diğer yandan, takipçi sayısını artırmak için cilalanan gerçek hayat videolarının yanına, “gerçek hayatta aslında böyle çalışıyoruz” diyen bir not düşüyorum.

Zeyno Pekünlü, “Yıpranan Yer”, videodan detay, 2019.

Bir yandan “sanat işi’’ yaparken diğer yandan gündelik hayata dair işler yapmak zorundayız. Bu noktada sanat üreten insanların görünmez emeği tartışma konusu. Görünmez emeğin günümüzdeki durumuyla ilgili düşüncelerin neler?

Görünmeyen emek, gayri maddi emek, güvencesiz emek; tüm bunlar uzun süredir üzerine konuştuğumuz, sanatçıların kendi aralarında anlaşamadığı konular. Sanattan bahsederken emek kelimesini kullanmak birtakım sanatçıları ya da sanat profesyonellerini bozuyor. Sıklıkla duyduğumuz şeylerden biri “sanat para için yapılmaz” meselesi. Bir diğeri “emek kelimesini kullanırsak, yaptığımız işi örneğin bir terzinin işiyle eşitlemiş oluyoruz”. Elbette para için yapmıyoruz ya da elbette yaptığımızın kol emeğiyle eşitlenemeyeceğinin, tanımının, sınırlarının bulanık olduğunun farkındayız. Ancak yine de o emeğin de bir karşılığının olması gerekiyor. Türkiye gibi kurumların sayılı, piyasanın da görece zayıf olduğu yerlerde bunu tartışmak iyice çetrefilli. Burada şunu düşünmek çok önemli: Sanatın etrafına örülmüş mitler nasıl daha sonra ayağımıza dolanıyor? Zamanında sanatçıların giriştiği bir mesleki örgütlenme deneyiminin içinde bulundum, daha sonra da Dünyada Mekân gibi bir freelance dayanışmasının içinde. Birbirinden farklı sektörler gibi görünen çevirmenler, yayınevi çalışanları, kod yazanlar, küratörler, sanat kurumu ya da STK çalışanlarının emeklerinin sömürüsü için kullanılan söylemlerin çok benzer olduğunu farketmeye başladık. Kendi aramızda “idealizm sömürüsü” dediğimiz şey. Sen olmadan yürümeyecek işleri sanki onlar sana iyilik yapıyormuş gibi sunmaları meselesi bahsettiğim sektörlerde çok ortak.

Beyaz yakalı çalışma, freelance ve işsizlik birkaç ayda bir yer değiştirebilecek yakınlıkta birbirlerine. Freelance çalışmak aynı anda dört-beş işverenle farklı ilişkileri yürütmeye çalışmak demek. Duygusal yükü çok fazla. Freelance derken “özgür” kelimesiyle saklanan, mesai saatlerinin olmamasının, işyerinin olmamasının getirdiği bir aşırıya kaçma hali de cabası.

Pierre Bourdieu buna öz-sömürü diyor. Bu esnekliğe açık hale gelmenin, neoliberalizmin dayattığı şartlardan kaynaklandığı artık çok açık. Bir sanatçının görünür olmayı, işlerinin kamusallaşmasını istemesi anlaşılır bir durum, ama bunun sömürülmesiyle de karşı karşıyayız.

Akademi de benzer bir durumda, ama sanat alanında çokça olan bir şey. İçinde örgütlenme mekanizmaları yaratmamıza engel olan bir geçişlilik meselesi var. Bir sergide o küratörlük yapıyor, ben sanatçıyım. İki hafta sonra ben ondan bir yayın için yazı isteyebilirim. Üç hafta sonra koordinatörlüğünü yaptığım bir programa ders vermeye çağırabilirim. Yani işçi-işveren ilişkisi sürekli yer değiştiriyor. Birbirimize sürekli iş veriyoruz, iş alıyoruz. Bu yüzden “bu konuda şimdi onunla tartışırsam bir daha çalışamam” düşüncesi hakkını savunamamaya sebep olabiliyor. Piyasanın ölçeği de buna sebep oluyor elbette. Daha önce sinemadan örnek verdik, yine sinema örneğini kullanabiliriz: Orada da geçişlilikler mümkün, ama iş bölümü ve iş tanımı daha net. Dolayısıyla sanat yönetmenleri ayrı dernekleşebilir, ışıkçılar, sesçiler, senaryo yazarları ayrı örgütlenmeler içine girebilir. Ama burada herkes her şeyi yapıyor, piyasa da senden bunu bekliyor. Dolayısıyla o geçişlilik de hak arama meselesinde sıkıntı yaratmaya başlıyor. Olmamalı demiyorum, ya da işin, bilginin uzmanlaşmasını, tekelleşmesini savunmuyorum, ama adını nasıl koyacağını bilemediğin bir ilişki sistemi emek meselesini konuşmayı zorlaştırıyor.

Zeyno Pekünlü, “Yıpranan Yer”,video, 2019.

Sanatçıların mevcut kurumsal sendikalar içinde örgütlemesi pek çok açıdan zor. İşçi sınıfı hareketlerinde daha küçük ölçekli sendikal faaliyetlere tanık oluyoruz. Sanatçılar arasında da benzer bir faaliyet var mı?

Bildiğim kadarıyla yok, ama belki duymadığımız bir yerlerde yeniden konuşuluyordur. Sanat Emekçileri öyle bir denemeydi, kısa sürdü. Ama ne zaman ortaya çıktığı ve ne zaman dağıldığı tarihsel olarak çok şey söylüyor. 2010’da İstanbul Modern’de yaşanan bir sansür krizi ile ilk toplantısı yapıldı. Orada sanatçıların imzaladığı sözleşmelerin içeriğiyle ilgili sıkıntı yaşamışlardı. Kurumlarla sözleşmeler meselesi böyle gündeme geldi. Diğer yandan 2010, kültür başkenti tantanasının olduğu, pek çok yeni kurum ve özel galerinin ortaya çıktığı bir dönemdi. Genç sanatçılar hızla galeri sisteminin içine giriyordu. Aynı dönem internetin daha etkin kullanımı ve genç sanatçıların yurtdışı piyasalarla temasının artması sebebiyle Türkiye dışındaki sanat emeği tartışmalarını daha kolay duymaya başladığımız bir dönemdi.

Sanat Emekçileri bir buçuk sene boyunca düzenli toplantılar yaptı. Çalışma grupları kuruldu, sözleşmeler toplandı, incelendi. Emek kelimesinin kullanılması bile büyük bir tartışmaya dönüştü. Kol emeği – sanat emeği ayrımları, sanatçının sözleşmesinin olması sanatçılığına nasıl etki eder gibi konular çok uzun ve ateşli tartışıldı. Bu tartışmalarda kabaca iki grup olduğunu söyleyebilirim. Bir tarafta, örgütlü olmak isteyen, ama emek, sözleşme gibi “iş” tanımlarından kaçınmaya çalışanlar. Diğer tarafta, bu piyasanın şartlarına tabiysek, bir yandan bunu değiştirmek için uğraşacağız, ama o zamana kadar da hak mücadelesi vermeliyiz diyenler.

Çeşitli kayıt cihazlarını artık hepimizin bu kadar yaygın kullanmamızın etkileri üzerine düşünme fırsatım oldu. Arşivlere baktığımızda, neyi nasıl gördüğümüzle ilgili birçok soru uyanıyor. Çekimlerin büyük çoğunluğu ana akım medyanın bakış açısını taklit ediyor. Aynı olayla, eylemle ilgili pek çok farklı kişinin farklı noktalardan çektiği görüntülerde herkes aynı yere bakıyor.

Sırf bu tartışmanın yapılması bile tecrübe paylaşımına sebep oldu. En önemlisi, adı konmamış, resmileşmemiş de olsa bir örgütlülüğe sebep olması oldu. Siyah Bant’ın da çok büyük bir etkisi var bu süreçte. Bir sanatçı sansüre uğradığında ya da hakkını alamadığında kimlerle temas edeceğini ve kimlerden destek alabileceğini biliyor en azından.

Bir talihsizliği, denk geldiği dönemin Gezi öncesi olmasıydı. O sıralarda örgütlenme kelimesi insanların kafasında eski tip imgeler canlandırıyordu. Gezi’den sonra örgütlenme denen şeyin çok daha farklı formları hayal edilebilir oldu. Belki o zamana denk gelse tartışmalar farklı yürürdü.

Prekaryanın ekonomik boyutu bir yana, Judith Butler’ın bu kavramı tartışırken “kırılabilir” diye tarif etmesi dikkat çekici. Bireyi sadece ekonomik bir özne olarak tanımlamayıp farklı boyutlarıyla ele alabiliyor. Her an kırılabilir olmanın da farklı bir yaşamsal pratiği var.

Tabii ki. Bu çalışma koşullarında altı ay sonrasını öngöremeden yaşıyoruz. Yerini alabilecek yüzlerce insanın olduğu sana hep hissettirilen bir şey. Özellikle üniversitelerde, sosyal bilimlerde ve sanat alanında çok hissedilen bir şey.

Emek sadece karşılığında ücret alınan bir faaliyeti ifade etmiyor, yaşamın her alanını kapsayan bir kavram. Senin İş’in de bu çoğulluğu işliyor.

Emeğin ne kadar farklı biçimleri olduğunu İş videosunu yaparken bir daha farkettim. Bir tarafta ücretli emeğin var ve özellikle freelance çalışmanın içinde iş tanımı hiçbir zaman net değil. Her zaman yanında ek işler getirebilecek, önceden tahmin ettiğin çalışma sürelerini hep aşan sürelerle yaptığın bir şey. Bir yandan da sanat üretimin için harcadığın emek var, ki onun doğrudan bir karşılığı yok. İşin gerçek üretimi başlamadan önce bazen senelere yayılan bir düşünme ve araştırma süreci var. Sonra üretimi için harcanan, daha adı koyulabilir bir emek var. Ortaya çıktığı zaman bir tatmin yaşıyorsun, ama karşılığında ne gelecek, ne zaman gelecek bilmiyorsun. Diğer yandan evin ve gündelik hayatın organize edilmesi var. Bu şimdilerde feministlerin sıklıkla dillendirmeye başladığı bir konu ve evin içinde işler eşit şekilde paylaşılıyor gibi görünse de bunların takibinin yapılmasının, paylaştırılmasının kadınların üzerinde nasıl bir zihinsel yük oluşturduğu tartışılıyor. İş söylenmeden görünür olmuyor ve söylemek genellikle kadınların omuzlarına yüklenen bir şey.

Zeyno Pekünlü, “Yıpranan Yer”, videodan detay, 2019.

Neoliberal ekonomi “iş’’ ve “meşgale” arasındaki sınırları belirsizleştirdi. Bu bir tarafıyla güvencesizliği üreten bir makineye dönüşüyor. Boş zamanı da etkileyen bu ayrım hakkında ne düşünüyorsun?

Beyaz yakalı çalışanların hep dikkat çektikleri konu, boş zamanlarının da sürekli şirket aktiviteleriyle, iş piknikleri, eğlenceli eğitimler gibi etkinliklerle gaspedilmesi. Kurumsal yapılar insanın boş zamanına da göz koyuyor artık.

Diğer yandan, özellikle son yıllarda boş zaman da sosyal medya aracılığıyla yalnız, sessiz, kafa boşaltılan zamanlar olmaktan çıkmaya başladı. Ne yaptığını, ne yediğini, nereye gittiğini göstermek için yapılan yarışlara dönüştü. Bize ücretsiz, eğlenceli platformlar olarak sunulan Instagram gibi servis sağlayıcıların hayatın nasıl yaşandığını ne kadar etkilediğini görüyorsun. Bu yaz tatile gittiğimiz pansiyon her gün yeniden dolup boşalıyordu. Bu sakin pansiyon çekirge istilasına uğramış gibiydi. Gelenler acele acele yemek yiyor, aynı ağacın önünde, aynı iskelenin üstünde fotoğraf çekiyor, ertesi sabah ortadan kayboluyordu. Gelip gidenin hareketinden dinlenemedim.

Serbest zamanı özgür zaman olarak görmek gibi bir yanılgıya da düşüyoruz galiba.

Anne babalarımızın kuşağında başladığın işten emekli olmak gibi bir şey vardı. Taş çatlasa birkaç iş değiştiriliyordu. Şimdi ya aynı anda birkaç işte çalışıyorsun ya da birkaç senede bir iş değiştiriyorsun. Beyaz yakalı çalışma, freelance ve işsizlik birkaç ayda bir yer değiştirebilecek yakınlıkta birbirlerine. Freelance çalışmak aynı anda dört-beş işverenle farklı ilişkileri yürütmeye çalışmak demek. Duygusal yükü çok fazla. Freelance derken “özgür” kelimesiyle saklanan, mesai saatlerinin olmamasının, iş yerinin olmamasının getirdiği bir aşırıya kaçma hali de cabası. Gece 12’de de, tatilde, plajda da çalışıyor olabilirsin.

Mobil teknolojilerin artmasıyla birlikte, şimdiye dek seyirci olan öznenin karar verici bir yerde olduğu düşünülüyor. Bir taraftan da bu teknolojilerin iş kavramını geniş bir alana yayması sorunu var –esneklik denen şey. Özgürleştirici bir yanı olan bu teknolojik gelişme çok kısıtlayıcı bir araca dönüşebiliyor. Bu çelişkiyi nasıl görüyorsun?

Mobil teknolojiler konusu da çok çetrefilli. Marjinal ilan edilmiş kesimler açısından bu medyumların önemi tartışılmaz. Büyük şehirde yaşamayan, kendisine benzer insanları bulmakta zorlanan bir LGBTİ için bu medyumların önemini kavrayamayız bile. Ya da başka bir ülkede başlayan bir feminist tartışmanın buraya da hızla ulaşması çok önemli.

Diğer yandan, 2010’ların başındaki ayaklanmalarda “sosyal medya devrimleri” lafı çok kullanıldı, bence yanıltıcı bir tarafı vardı. Elbette sosyal medya baskıya ve medya sansürüne karşı insanların iletişimini sağlayan çok önemli bir araçtı, ama asıl dönüşüm insanlar sokaklarda, meydanlarda yan yana geldiklerinde yaşandı. İkisi birbirini büyüttü ve besledi.

Gezi’de kendiliğindenliğe yapılan bir vurgu vardı, ki tek başına polise direnen bedenler görüntüsü bunu besliyor. Ancak bir kişi o an tek başına direnebiliyorsa, ardında binler, milyonlar olduğunu bildiği içindi. Evet, Gezi kendiliğindendi, ama oradaki hayatı işler kılan insanların da geçmişten taşıdığı tecrübeler, ağlar, tanışıklıklar vardı.

Yakın zamanda Özgürleşen Seyirci: Emek Sineması Mücadelesi belgeselini sadece eylemcilerin çektiği görüntüler ve medyada yer almış görüntüleri kullanarak kurguladığımızda, çeşitli kayıt cihazlarını artık hepimizin bu kadar yaygın kullanmamızın etkileri üzerine düşünme fırsatım oldu. Bu teknolojilerin yaygınlaşmasının çok heyecan verici bir yanı var. İzleyici eylemciye, eylemci kayıt tutan kişiye, daha sonra da filmi yapan kişiye dönüşüyor. Seyircisi olduğun filmi birtakım aşamalardan geçerek kendin üretmeye başlıyorsun. Burada hikâyeyi ya da tarihi çok farklı şekillerde anlatabilmeye imkân veren bir şey var. Ancak, bu şekilde oluşmuş arşivlere baktığımızda, Emek Sineması eylemleri olsun, Gezi olsun, neyi nasıl gördüğümüzle ilgili de birçok soru uyanıyor. Çekimlerin büyük çoğunluğu ana akım medyanın bakış açısını taklit ediyor. Emek Sineması kayıtlarında örneğin, aynı olayla, eylemle ilgili pek çok farklı kişinin farklı noktalardan çektiği görüntülerde, herkes aynı yere, şeye, kişiye bakıyor aslında. Herkes basın açıklamasını, elinde megafon olanı çekmiş. İşin lojistik kısmına, eylemin örgütlenme aşamalarına, çorbayı kimin kaynattığına, çadırın nasıl kurulduğuna, kabloların nasıl çekildiğine dair kayıt bulmak çok zor.

Medya kahramanlar ya da odak insanlar yaratıyor. Sen de bu bakışı taklit ettikçe o pozu veren insan sayısını artırmaya başlıyorsun. Kırılgan bir kadın bedeninin korkusuzca polise direnmesi Gezi’nin en başında hareketi taşıyan imge oldu. Daha sonra pek çok insan bu kareyi yeniden üretti. Ancak o kareye baktığımızda görmediğimiz kareler ne, kimleri görünmez kılıyoruz?

Diğer yandan, bu karelerin anlattığı hikâye başka bir anlatıyla da karşılıklı birbirini besleyerek ilerliyor. Gezi’de örneğin, kendiliğindenliğe yapılan bir vurgu vardı, ki tek başına polise direnen bedenler görüntüsü bunu besliyor. Ancak bir kişi o an tek başına direnebiliyorsa ardında binler, milyonlar olduğunu bildiği içindi. Bunu unutmamak önemli. Ve evet, Gezi kendiliğindendi, ama oradaki hayatı işler kılan, lojistiği kuran insanların da geçmişten taşıdığı tecrübeler, ağlar, tanışıklıklar vardı. İmgeler üzerinden bakınca, elden ele çöp taşıyanlar var, ama tuvalete şap dökenler yok, ya da müzik yapanlar var, ama yangın söndürenler yok. Hepimiz aynı bakışı tekrar ettiğimizde pek çok yön karanlıkta kalıyor.

Sosyal medyanın özgürleştirici taraflarının yanında kısıtlayıcı tarafları üzerine pek tartışılmıyor galiba.

Bunların hepsi araç neticede. Fotoğraf ilk bulunduğunda ve yaygınlaşmaya başladığında, “resim sanatını öldürecek mi?” tartışmaları gibi. Öldürmediği gibi, görsel sanatları başka yollara soktu ve fotoğraf da kendine hem sanatsal hem ticari çeşitli mecralar buldu. Aynı şey Youtube’dan Instagram’a, Snapchat’ten Twitter’a pek çok mecra için söylenebilir. Bu mecralar birbirinden çok farklı amaçlar için kullanılabilir ve her birinin tartışması ayrı olur.

Tüm bunlar olurken dikkat etmek gereken bir başka mesele, ücretsiz kullandığımız servislerin kâr amaçlı şirketler olduğunu unutmamak ve sonsuza kadar orada kalacaklarına güvenmemek. Günün birinde kapanabilirler ve orada ürettiğimiz bilgiler bir anda yok olabilir. Dolayısıyla, gerçekten önemsediğimiz arşivler için sadece bu kaynaklara güvenmemek gerek.

Sanal kamusal alanların yükselişini kamusal alanlarımızın daralmasına bağlayanlar var.

Bence ikisi birlikte daraldı. Kamusal alanda çok görünür olduğumuz zamanlar sosyal medyadaki görünürlüğümüz de daha fazlaydı. Şu anda aynı korku iklimi iki alanı aynı anda baskılıyor. Eskiden Twitter ve Facebook üzerinden daha açık şekilde yapılan yorumlar şimdi kapalı Telegram ve Whatsapp gruplarında konuşuluyor. Birbirimize bağlıyız, ama 15-20 kişi bağlıyız.

^