HUGHES DE COURSON: MOZART’I MISIR’A NASIL GÖTÜRDÜM?

Söyleşi: Siren İdemen
11 Ocak 2019
SATIRBAŞLARI

70’li yıllarda Bröton müziği etkileşimli folk rock’la meşgul olan Fransız müzisyen Hughes de Courson, 90’lardan itibaren birbirinden ilginç projelerde başrole çıktı: Bach’ı Kara Afrika’ya, Mozart’ı Mısır’a (tersi de doğru: Afrika’yı Bach’a, Mısır’ı Mozart’a) götürdü, “Lambarena” ve “Mozart In Egypt” albümlerinin yanı sıra dünyanın bütün çocuklarına “Songs of lnnocence”ı armağan etti. 2006 Şubat’ındaki uzun bir telefon görüşmesinin zabıtları…

Mozart’ın 250. doğumgünü vesilesiyle 14 Ocak’ta Viyana’da düzenlenen ve çok farklı türden pek çok müzisyenin sahne aldığı “Spirits of Mozart” (Mozart’ın Ruhları) konserine siz de katıldınız. Nasıl geçti konser, siz hangi parçalan çaldınız?

Hughes de Courson: Dört parça çaldık: Önce, ilk Mozart In Egypt albümünde yer alan piyano ve ud konçertosu, uda uyarladığımız 23 numaralı konçerto. Sonra da orkestrayla “Taksim” adını verdiğim küçük bir emprovizasyon yaptık. Ardından korno, klarinet, keman ve birkaç Arap enstrümanı için yazdığım “İskenderiye Beşlisi” adlı Klarinet Quintet’i (K.V. 581) çaldık ve “Binbir Gece Kraliçesi” adını verdiğim meşhur “Der Hölle Rache” (Gece Kraliçesi) aryasının Arapça yorumuyla bitirdik, çok değerli genç Mısırlı müzisyen Amira Selim’in sesiyle…

Dinleyicilerin tepkisi nasıldı?

Olağanüstüydü, konserin en çok alkış alan performansları arasındaydı.


Diğer müzisyenler arasında en çok ilginizi çekenler kimlerdi?

En profesyonel lan Anderson’dı herhalde.

Sihirli Flüt’ten bir şey çaldı mı?

Hayır, Jethro Tull’dan beri, kırk yıldır çaldığı Johann Sebastian Bach’ın “Bourée”sini çaldı, bilirsiniz, “traamm, traamm…” (mırıldanarak melodiyi söylüyor) Neyse, iyiydi. Sonra, “Türk Marşı’nın 5/4 tempoda bir adaptasyonunu çaldı, gayet iyiydi… Dee Dee Bridgewater da bizim Amira Selim’le düet yaptı. Biraz caz ve Mozart’tı, o da iyiydi…

Vaktiyle Jethro Tull’a ilgi duymuş muydunuz?

Gençliğimde bilirdim tabii. Çok düşkün değildim ama, Bach’ın “Bourée” yorumu hoşuma giderdi.

Konserin adı “Spirits of Mozart”tı, bu adlandırmayı nasıl buldunuz? Bugün “Mozart’ın ruhu” sizin için ne ifade ediyor?

O Alman organizatörler daha önce de Spirits of Johann Sebastian Bach konseri düzenlemişlerdi. Yine bir tür maraton gibiydi, birçok müzisyen katılmıştı. Bu fikri beğeniyorum, Mozart’ı yorumlamanın bütün biçimlerine yer veriliyor. Nasıl yorumlarsanız yorumlayın, ister Arap müziğiyle birleştirin, ister cazla ya da başka bir türle, Mozart hep Mozart. Mozart’ın ruhu hâlâ burada.

“Spirits of Mozart” konseri o ruhu iyi temsil etmiş oldu mu?

Zevkinize göre değişir yorumunuz. Ben birçok büyük Avrupalı besteciye olduğu gibi, Mozart’a da büyük hayranlık duyuyorum. Ama, Batılı klasik bestecilerin yüksek kaideler üzerine konarak dokunulmaz heykeller haline getirildiğini düşünüyorum. Diğer bütün müziklerden üstün olduklarına inanılıyor. O görüşe katılmıyorum. Mozart’a, Bach’a, Vivaldi’ye tabii ki büyük hayranlık duyuyorum. Öte yandan, Arap müziği, Türk müziği, Hint müziği gibi Avrupalıların daha az tanıdığı, ama çok değerli başka müziklerin de olduğunu söylüyorum. Ve bu nedenle, küçük bir provokasyon yaparak, bazı albümlerde onları eşitliyorum: Bach ve Afrika müziği, Mozart ve Mısır, Vivaldi ve İrlanda halk müziği… Çünkü partisyonlara dökülmemiş, sözlü müzik geleneğine de çok tutkunum. Bu müzik çok farklı ve çok da güzel, ustadan çırağa, babadan oğula, nesilden nesile aktarılıyor. O müziğin de çok güçlü olduğunu düşünüyorum. Klasik müzikle –okullu müzikle– sözlü gelenek müziğini bir araya getirmek ilgimi çekiyor.

Mozart’ın pop yorumları, caz yorumları oldu, ama rock müzisyenleri böyle bir şeyi pek denemedi, bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Belki de rock sistem olarak başka tarzlara doğru arayışta bulunmaya daha az yatkın. Cazcılar daha arayışa yatkın, daha kâşif ruhlu… Benim yaptığım, bu adlandırmayı hiç beğenmiyorum ama, “dünya müziği” olarak yorumlanıyor. Pek tanınmayan, görmezden gelinen şeyleri keşfetmeyi seviyorum. Rock belki de kendi kendine yetiyordur. Rap’çiler de Mozart yorumlamadı nedense.

Mozart’a, Bach’a, Vivaldi’ye tabii ki büyük hayranlık duyuyorum. Öte yandan, Arap müziği, Türk müziği, Hint müziği gibi Avrupalıların daha az tanıdığı, ama çok değerli başka müziklerin de olduğunu söylüyorum. Ve bu nedenle, küçük bir provokasyon yaparak, bazı albümlerde onları eşitliyorum.

Plant ve Page’in Kuzey Afrikalı müzisyenlerle yaptığı No Quarter’ı nasıl buldunuz?

Çok hoşuma gitmişti. Genel olarak oryantal müzikle ilgiliyim, yani Arap müziğiyle olduğu gibi, İran, Fars ve Türk müziğiyle de. Türkiye’yle önemli bir bağım da var. Çünkü iki dedem de, hem annemin hem babamın babası çok uzun süre İstanbul’da yaşamış. Annemle babam da İstanbul’da tanışmış. İstanbul hep hayallerimdeydi. Dedem, Karaköy’e inen o küçük metroyu yapan Belçika şirketinde çalışıyormuş. İstanbul’da harika bir hayatları varmış. Erkek kardeşi de İstanbul’da askerî ataşeymiş. Tarabya’da evleri varmış, elçiliğin teknesiyle Boğaz gezintileri yaparlarmış. Dedelerimden, ninelerimden ve babamdan hep İstanbul hatıraları dinlerdim. Babam Fransız konsolosluğunun olduğu yerde okumuş. Dolayısıyla, İstanbul benim için hep bir hayal şehriydi ve sonra orada yaşama şansım da oldu.

Ne zaman, nasıl geldiniz İstanbul’a?

Bağlama dersi almak için geldim. Büyük hayranlık duyduğum bir Türk müzisyen var: Arif Sağ.

Arif Sağ’ı nasıl keşfetmiştiniz?

Kasetlerden… Onunla mutlaka tanışmam gerek diye düşündüm. Gittim, tanıştım. Çok nazikti. Arif Sağ’ın İstanbul’da bir saz okulu var. Onun bağlamalarından bir tane satın aldım ve ondan saz dersleri aldım. Yani Arif Sağ stilinde bağlama çalabiliyorum bir parça. Paris’teki Türk lokantalarına gittiğimde, saz çaldığımı görünce çok şaşırıyorlar, hemen bir kadeh ikram ediyorlar. İstanbul’a çok sık gidiyorum, çünkü iki göbek ailemin anıları var. Asıl önemlisi, İstanbul beni çok cezbediyor.

Çocukluğunuz İspanya’da geçmiş ve sizi ilk olarak çok etkileyen müzik flamenkoymuş…

Çok küçük yaşlardaydım, annemle babam Madrid’de, Prado yakınlarında, bugün artık olmayan La Sambra adında bir yere götürmüşlerdi beni. Katışıksız, saf flamenkoydu, çok güzeldi, dansla birlikte… Büyülenmiştim. Derhal büyük usta Perico el del Lunar’dan ders almaya başladım. Maalesef bugün hayatta değil, ama oğlu devam ediyor. Flamenko dansı seyretmeye de bayılıyordum. Yani Fransa’ya okumaya gidinceye kadar epey flamenko gitar çaldım. İlginçtir, sonradan hiç flamenkoyla “crossover” yapmadım, sanıyorum altından kalkamayacağımdan korktum. Âşık Veysel’in, Arif Sağ’ın tarzıyla flamenko arasında birçok ortak nokta olduğunu düşünüyorum; sizce de öyle değil mi? Âşık müziği flamenkoyu andırıyor.

Müziğin kendisi aslında bir karışımın, birleşmenin meyvesi. Tamamen katışıksız bir tür yok. “Okullu” Batı müziği ile sözel geleneğin müzikleri arasında sınırların olduğunu düşünmüyorum.

Kültürlerin, türlerin karışımına duyduğunuz ilginin temelinde İspanya’da büyümüş olmanızın da etkisi var mı?

Kesinlikle. İspanya’da, İngiliz okuluna giden bir Fransızdım. Flamenko zaten büyük bir karışım. Ama bütün müziklerin bir karışımın meyvesi olduğunu düşünüyorum. Bütünüyle saf, katışıksız tek bir müzik yok. Her müzik çeşitli etkilenmelerden oluşmuştur, ancak bu adımlar uzun zaman içinde yavaş yavaş atılıyor ve biz farkına varmıyoruz. Flamenko dediğimiz müzikte Arap müziği, Çingene müziği, Avrupa müziği, hepsi var. Mesela Vivaldi gibi Batı Avrupalı klasik müzik bestecileri de pek çok farklı müzikten, geleneksel halk müziklerinden parçalar alıyor, etkileniyorlardı. Müziğin kendisi aslında bir karışımın, birleşmenin meyvesi. Tamamen katışıksız bir tür yok. “Okullu” Batı müziği ile sözel geleneğin müzikleri arasında sınırların olduğunu düşünmüyorum.

1992’de, dört yıl boyunca Mısır, Türkiye ve bölgedeki diğer ülkelere seyahat edebilmenize imkân sağlayan bir burs kazanmışsınız.

Evet, o arada İstanbul’a da geldim. Kahire’ye gittim, bir ay kalmayı düşünüyordum, bir yıl kaldım. Kahire beni içine çekti, Kahire’ye âşık oldum.

O dönem en etkilendiğiniz şehir Kahire miydi?

Hem evet hem hayır. Kahire’den çok etkilendim, ama sonra Yemen’e, Suriye’ye, Ürdün’e, Irak’a gittim. İsrail’de Filistinli ve İsrailli müzisyenlerle beraber bir konser düzenledim. Sonra Balkanlar’da uzun süre geçirdim. Beni en çok büyüleyen Balkan müziği. Arnavutluk’a, Makedonya’ya, Bulgaristan’a, Yunanistan’ın kuzeyine ve Türkiye’ye gittim. Bulgar müziğine çok yakınlığım var, eşim de Bulgar zaten. Bulgar müziğinde Türk müziğinin etkisi çok fazla. 500 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altında kalmışlar sonuçta. Bulgar müziği beni çok etkiliyor, çünkü Slav, Türk ve Avrupa müziği karışımı çok çarpıcı.

Gençliğinizde klasik müzikten hoşlanmazmışsınız, hatta bir söyleşide “klasik müzik beni terörize ediyordu” diyorsunuz…

Evet büyük harf “K” ile klasik müzikle aramda bir sevgi-nefret ilişkisi var. Babamın en sevdiği müzikti ve malûm, Freud’yen bir durum, oğlan çocukları babalarıyla sorunludur… Babam Mozart’ın operalarına bayılırdı, bana da onlardan nefret etmek düşmüştü. Ben Rolling Stones falan seviyordum. Klasik müzik dinlemeyi reddediyordum. Sonra, kendi kendime öğrenerek gitarla, gaydayla müzik yapmaya başladım. Zaman zaman beraber müzik yaptığımız konservatuara gitmiş bütün müzisyenler, o dönemde kendilerini bütün diğer müzisyenlerden üstün görürlerdi, burnu büyük tiplerdi… Klasik müzikçilerin kendilerini apayrı, üstün bir kast olarak gördüklerini düşünüyordum, bundan hem çekiniyordum, hem de hoşlanmıyordum. Mozart In Egypt’i kaydetmeye başladığımızda, klasik müzik orkestrası ve çölden gelen Mısırlı müzisyenler birbirlerine tuhaf tuhaf bakıyorlardı… Mısırlılar “Bu penguenler de nereden çıktı?” diyordu, ötekilerse “Bizimle müzik yapmaya çalışan bu berduşlar da ne böyle” bakışındaydı. Ama bir süre sonra, önyargılar düştü, müzik üzerinden ortak bir dil buldular. Ancak bu hemen, kendiliğinden olmuyor, önyargıların, tabuların yıkılması gerekiyor. Kayıtlar sırasında şu espriyi yapıyordum: Bir klasik müzisyen çalmayı nasıl bırakır? Elinden nota kâğıtlarını, partisyonunu alırsınız. Mısırlı bir geleneksel müzisyenin çalmaması için ne yaparsınız? Önüne nota kâğıdı koyarsınız. (gülüyor)

Dr. Schweitzer tıpta yaptığını müzikte de yapsaydı nasıl bir şey olurdu diye muhayyel bir yöntem seçtim. Gabon müziğiyle Bach’ı buluşturdum. O çalışma sırasında farklı anlayışta, kültürde müzisyenleri bir araya getirmenin çekiciliğini keşfettim.

Hakikaten tamamen zıt iki zihniyet, iki yaklaşım mı, yoksa ortak noktalar da var mı?

Çok farklı iki yaklaşım, çok farklı iki müzik, kesinlikle aynı gamlar değil. Batı müziğinde 3/4 ya da 4/4 var: 9/8’ler, 11/8’ler, 5/4’ler yok. Avrupa müziği muhteşem, ama fazla yapısal, fazla katı. Bugün Bach’ın ya da Vivaldi’nin kadansları çok daha az çalınıyor. Fransa’da müzik eğitiminde, enstrümana elinizi sürmeyi hak edebilmek için önce iki sene solfej yapmanız gerekiyor. Bu çok saçma bir durum. Konuşmayı öğrenmeden önce imlâ kurallarını öğrenmeye benziyor! Solfej elbette gerekli ve faydalı. Müziği yapısallaştırıyor. Ama müzik yapmanın yollarından sadece biri! Oryantal müziğin içinde yetişen küçük çocuklar dahi bizim kulağımızın bir türlü alamadığı o çeyrek sesleri kavrıyor, çalabiliyor. Bizde o sesler yok, dolayısıyla da bu iki müziği birbiriyle kaynaştırmak oldukça zor, özellikle de makam nedeniyle.

Klasik müzikle geleneksel müziği ilk buluşturmanız Lambarena (Bach To Africa)’yla mı oldu? O fikir ne zaman, nasıl şekillendi?

Daha önceden de böyle birtakım girişimlerim olmuştu, büyük müzisyenlerle değildi ama, denemeler yapmıştım. Malicorne adlı bir grubumuz vardı. On yıl müzik yaptık, bayağı ünlü de olmuştuk, daha ziyade folk yapıyorduk. O günlerde de klasik müzisyenlerle zaman zaman çalışıyorduk. Ama bu konuda yaptığım ilk büyük çalışma Bach To Africa oldu. Bir siparişti, Gabon’da faaliyette bulunmak isteyen büyük bir şirket, doktor Albert Schweitzer anısına özel bir olay yapmak istiyordu. Albert Schweitzer, Sınır Tanımayan Doktorlar’ın öncüsü diyebileceğimiz bir Fransız hekimdi. Afrika’da bir cangılın ortasında hastanesi vardı ve hastaları orada tedavi ediyordu. Aynı zamanda, U2, Peter Gabriel gibi müzisyenlerin de öncüsüydü diyebiliriz. Zira, Bach uzmanıydı ve ABD’nin, Avrupa’nın birçok yerinde orguyla konserler vererek Afrika’daki hastanesi için para topluyordu. Bu sıradışı, şaşırtıcı kişiliği saygıyla anmak için ne yapılabilir diye düşünüyordum. Schweitzer Afrika’daki hastanesinde tedavi yöntemlerinde Batı tıbbıyla Afrikalı, yerli, büyücü tıbbını harmanlıyordu. Bir karışım yapıyordu, ama aynı karışımı müzikte yapmıyordu. Afrika müziği kesinlikle ilgisini çekmiyordu. Ben de Dr. Schweitzer tıpta yaptığını müzikte de yapsaydı nasıl bir şey olurdu diye muhayyel bir yöntem seçtim. Yani Gabon müziğiyle Bach’ı buluşturdum. Bu daha ziyade bir deneydi. O çalışma sırasında farklı anlayışta, kültürde müzisyenleri bir araya getirmenin çekiciliğini keşfettim. Çünkü bu öncelikle insanî bir şey, müzikleri buluşturup kaynaştırmadan önce, müzisyenleri, insanları kaynaştırıyorsun. Yemek yeme, yaşama, zamanı algılama tarzları farklı olan insanları bir araya getiriyorsun. Bu bana müthiş çekici geldi. Ayrıca, bir deney olarak giriştiğim bu albümün tutulması da beni şaşırttı. Sonra da devam ettim…

Müzisyenlerin beraber müzik yapma arzusu olduğu andan itibaren, Bach’ı Arap müziğiyle, Beethoven’i de Eskimo müziğiyle yapabilirsiniz, bu bir arzu ve irade meselesi. Bazı durumlarda işlemeyebiliyor tabii. Önyargıları bir kenara atıp denemek lâzım. Bu tür buluşmaları, bu çok büyük figürleri alıp onlarla oynamayı çok eğlenceli buluyorum.

Gabon’da Pigme müzisyenler size “Mösyö Bach” diyorlarmış…

Evet, çok hoştu. Afrikalı dostlarımla beraber gitmiştim, tek beyaz bendim. Onlara müzik dinletiyordum ve bunun Bach’ın müziği olduğunu söylüyordum, onlar da benim Bach olduğumu sanıyordu. Çok gururlanıyordum. (gülüyor)

Mozart’ı Arap, Mısır müziğiyle harmanlama fikri nasıl doğdu?

Bir gün dostum Ahmed Al Maghreby’le sohbet ediyorduk, konu döndü dolaştı, Mozart’a geldi. Mozart’ın müziğinin Doğu’yla hiçbir alâkası yoksa da, Mozart’ın operalarının çoğu Doğu’da geçer. Sihirli Flüt firavunların Mısır’ında, Saraydan Kız Kaçırma Osmanlı sarayında… Mozart, Salzburg’dan 30 kilometre ötede doğsaydı, Osmanlı tebası olacaktı. O sıralarda Osmanlı İmparatorluğu Viyana’nın çok yakınlarına gelmişti…

Sizce Mozart oryantal müzik dinlemiş midir, kulağında bir aşinalık var mıydı?

Herhalde yoktu, öyle olsa daha fazla oryantal izler taşırdı. Mozart’ın müziğinde kesinlikle oryantal bir yan yok. Türk Marşı’nda sürekli olarak majör-minör, majör-minör değiştiriyor; bu onun açısından oryantal mod’ları yansıtma biçimidir belki.

Mozart’ı en iyi yorumlarla dinlemek tabii ki çok güzel, bu benim de tercihim, ama Mozart’la oynamak da eğlenceli. Mozart’ın kendisi de çok oyuncuydu ayrıca.

Bach’ı Afrika müziğiyle harmanlamak, Mozart’ı Arap müziğiyle harmanlamaktan daha mı kolay, daha mı zor oldu?

Bach daha kolaydı, çünkü o çalışmada ritm ve spiritüalite fikrinden yola çıktım. Afrika müziği çok spiritüel ve çok ritmik. Bach’ın müziği de aynı şekilde. Ayrıca, Bach çok daha fazla zaman ötesi. Bach’ın müziğini her şeyle çalabilirsiniz, bilgisayarla, caz enstrümanlarıyla… Mozart’ın müziğine kıyasla dönemine daha az bağlı. Bach’ın müziği, Mozart’ınkine kıyasla, enstrümanlara o denli bağlı olmayan bir anlayışın müziği. Bach’ın bir eserini hangi enstrümanla çalarsanız çalın, aynı eserdir. Oysa Mozart’ın müziğinde, onun öngördüğü enstrümanlara ihtiyacınız vardır, belli bir dönemin damgasını daha çok taşır. Mozart’ın müziği dahiyane, ama daha çok Avusturyalı ya da Alman, Bach’ın müziğiyse evrensel.

Bach oryantal de olabilir miydi?

Olabilirdi. Bence üç müzik biçimi vardır: iyi, kötü ve Jean-Michel Jarre’ınki… (gülüyor) Neyse, müzisyenlerin beraber müzik yapma arzusu olduğu andan itibaren, Bach’ı Arap müziğiyle, Beethoven’i de Eskimo müziğiyle yapabilirsiniz, bu bir arzu ve irade meselesi. Bazı durumlarda işlemeyebiliyor tabii. Biraz yeni mutfak anlayışına benzetilebilir, bir sürü şeyi karıştırıyorsunuz, bazen harika oluyor, bazen de felaket. Önyargıları bir kenara atıp denemek lâzım. Bu tür buluşmaları, bu çok büyük figürleri alıp onlarla oynamayı çok eğlenceli buluyorum. Yaşlı bir hanımdan çok dokunaklı bir mektup aldım. Mozart’a büyük hayranlık beslediğini, benim albümümün onu ilk başta çok korkuttuğunu yazıyor. “Fakat dinleyince, kendimi bir uçan halının üzerinde hissettim” diyor. Herkes gibi o hanım da Mozart’ta sürprizleri çok sevdiğini söylüyor. Evet, Mozart’ın müziğinde çok fazla sürpriz vardır, tam bitirdiğini düşünürsünüz, hoop başka bir tarafa yönelir. Besteleme tarzında hep bir öngörülemezlik vardır, parçaları sürprizlerle doludur. O hanım da “Mozart’ı ezbere bildiğim için, sürprizler sürpriz olmaktan çıkmıştı, ama sizin albümünüzü dinlerken bir sonraki mezürde ne olacağını merak ediyorum” diyor. Merakla dinlemenin çok Mozart’yen olduğunu söylüyor. Bu mektup, bu iltifat çok hoşuma gitti. Mozart’ı en iyi yorumlarla dinlemek tabii ki çok güzel, bu benim de tercihim, ama Mozart’la oynamak da eğlenceli. Mozart’ın kendisi de çok oyuncuydu ayrıca. Böyle bir şey ona ters gelmezdi herhalde.

Batı ile Doğu arasında büyük bir yarılma var. Din savaşlarından söz ediliyor, Arap dünyasına neredeyse savaş açılıyor. Böyle bir ortamda, birbirimizi iyi anlamak koşuluyla bir araya gelebileceğimizi müzikle göstermenin de önemli olduğunu düşünüyorum.

Mozart’ı yeniden keşfetmenin, üzerine düşünmenin bir yolu da denebilir…

Evet, Bach To Africa’dan sonra birçok kişinin, özellikle gençlerin o albüm üzerinden Bach’ı keşfettiğini duymuştum. Bu albümden sonra da Mozart’ın plaklarını alanlar olacaktır. Tabii ki Mozart’ı dinlemek için bana ihtiyaçları yok, ama bir köprü oluşturuyor, bağ kuruyor. Tersi de geçerli olabilir, Mısır müziği, oryantal müzik dinlemeyenlerde de o müziği dinleme arzusu uyandırabilir. Özellikle son dönemde, uluslararası politika düzeyinde, Batı ile Doğu arasında büyük bir yarılma var. Din savaşlarından söz ediliyor, Arap dünyasına neredeyse savaş açılıyor. Böyle bir ortamda, birbirimizi iyi anlamak koşuluyla bir araya gelebileceğimizi müzikle göstermenin de önemli olduğunu düşünüyorum. Kültürel yarılmalardan, kopuşlardan kaçınmanın yolları var.

Albümünüz Mozart Mısır’da değil de, Mozart İstanbul’da olsaydı, çok farklı olur muydu?

Neredeyse öyle yapacaktım. Kahire’de de Osmanlı’ya dair çok unsur var, sizin hemen hemen her yerde etkileriniz, izleriniz var. (gülüyor) 500- 600 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu çok şeyi etkiledi. Kahire’de hâlâ epey Osmanlı etkisi var. Bu albümü İstanbul’da, Anadolu’da da yapabilirdim. Biraz farklı olurdu elbette. Alevi türkülerinin, sufî müziğinin, yaklaşımının etkisi daha fazla olurdu. Bir gün öyle bir şey yapmak isterim. Alevi müziği, dervişlerin müziği, Arif Sağ’ın halk müziği çok, çok güçlü. Müthiş zengin bir müzik var Türkiye’de. Mozart bütün bu 7/8, 11/8 gibi Türk ritimleriyle yapılabilir. Asıl mesele şu: Organizasyon çok uzun sürüyor ve çok pahalıya çıkıyor, çünkü çok kişi bir arada çalışıyor, gidiş-gelişler oluyor… Ama Türkiye’den böyle bir maceraya hevesli biri olursa, seve seve bir Mozart Türkiye’de yapmak isterim. Şimdi aklıma geldi, tanıdığım başka bir Türk müzisyen daha var, Kudsi Ergüner… Çok güzel ney çalıyor, onunla da beraber çalıştık…

Beraber çalıştığınız Mısırlı geleneksel müzisyenlerin Mozart’la ilişkisi nasıldı?

Tanıyanlar vardı, ama çoğu duymamıştı. Aralarından biri, Mozart’ın adını dahi duymamıştı, bana Mozart’ın kim olduğunu, nasıl bir müzisyen olduğunu soruyordu. O sırada cep telefonu çaldı: Dıdıdıt dıdıdıt dıııt!… “Hah işte Mozart bu” dedim. (gülüyor)

Mozart’a nüfuz etmeleri zor oldu mu?

Kesinlikle kolay değildi. Çünkü Arap müziği modal bir müzik, Mozart’ın müziği armonik düzeyde sürekli olarak üst üste biniyor, yapıları tamamen farklı. İçine girmekte zorlanıyorlardı, ama hayran kaldılar. Fakat hemen olmadı, tabii emprovizasyona özel bir yeteneği olan birkaç ender müzisyen hariç. Örneğin, bir şarkıcı vardı, La Messe’i çalıyorsun ve üstüne emprovize söylemeye başlıyor, değişecek armonileri tahmin ederek. Olağanüstüydü… Yemen’de, Yemenli bir arkadaşla seyahat ediyorduk, arabayı o kullanıyordu ve habire Yemen müzikleri dinletiyordu. Yolumuz çok uzundu, çölde saatlerce gidiyorduk. Derken, ben de çantamdan bir kaset çıkardım, tesadüfen Mozart’tı. Hangi eser olduğunu hatırlamıyorum, koydum, dinledik. Nasıl bulduğunu sordum. “İyi, iyi, ama hep aynı şey” dedi. Ben de bana dinlettiği Yemen müziği hakkında aynı şeyi düşünüyordum. (gülüyor) Ne demek istediğini anlıyorum. İnsan Mozart’a, bu müziğe uzak olunca, “iyi ama, biraz fazla monoton, hep aynı şeyi tekrarlıyor” diyebilir. İnsanların müziklerini birbirlerine dinletmeleri çok ilginç, zihinleri, zevkleri çok genişletiyor. Sadece tek bir tarz müzik dinlerseniz, ufkunuz dar olur.

Mozart’ın tamamlanmamış biri olduğunu düşünüyorum. Zihnindeki bütün o fikir fırtınalarını aktaracak vakti olamadı. Ona çekiciliğini veren bir şey de bu, belki de genç ölen pek çok kişinin çekiciliği gibi, Jimi Hendrix gibi…

Mozart’ın kişiliği, dehası size çekici geliyor mu?

Mozart etkileyici bir karakter, o kadar erken yaşta ölmüş olmasına çok hayıflanıyorum. 35 yaşında öldüğü düşünülürse, olgun döneminde, 40’lı, 50’li, hatta 60’lı yaşlarda neler yazardı diye merak etmekten kendini alamıyor insan. Bunu düşünmek ürkütücü, inanılmaz şeyler yazabilirdi. Mozart’ın tamamlanmamış biri olduğunu düşünüyorum. Zihnindeki bütün o fikir fırtınalarını aktaracak vakti olamadı. Ona çekiciliğini veren bir şey de bu, belki de genç ölen pek çok kişinin çekiciliği gibi, Jimi Hendrix gibi… En büyük kahramanlar genç yaşta ölenler oluyor. Böyle şaşırtıcı bir yanı da var. Müziğinde hemen hemen her şey vardı. Ben “sevimli, şirin” Mozart’ı pek sevmiyorum. Fakat neşesi çok hoşuma gidiyor, müzikle her şeyi yapabiliyordu. Ayrıca, çok hızlı beste yapıyordu… O kısa zaman içinde yaptıkları inanılır gibi değil. Vivaldi de biraz öyle. Mozart’ın bir eserini bilgisayarımda yazabilmek için, sanıyorum, onun bestelerken harcadığı zaman kadar zaman harcıyorum, inanılmaz bir hızı vardı Mozart’ın.

Albümdeki Mozart parçalarını nasıl seçtiniz?

Her eseri defalarca, farklı yorumlardan dinledim. Arap müziği de dinliyordum ve oryantalleştirilmeye neyin daha uygun olacağını tahayyül etmeye çalışıyordum. Yorumlanmaya en uygun olanları seçtim. En uygun olanlar demek, en kolay olanlar anlamına gelmiyor, hatta bazıları bilhassa daha zordu. Aslında, bu sonu olmayan bir çaba. Seçim de daha ziyade sezgisel oldu. İkinci albümde, birincidekinden çok farklı olarak tamamen yalnız çalıştım, bütün düzenlemeleri tek başıma yaptım. Ayrıca, Mozart’ın notalarını çok daha fazla değiştirmeye çalıştım. Birinci albümde de bu vardı, ama daha çekingendim. Bu sefer, olabilecek her yere Arap gamları koydum, Araplaştırmak için birçok küçük detay yazdım. Çünkü bu sefer daha az çekiniyordum, korkum geçmişti. Belki de bir klasik müzikçi bunu yapamaz.

Çok hızlı beste yapıyordu… O kısa zaman içinde yaptıkları inanılır gibi değil. Vivaldi de biraz öyle. Mozart’ın bir eserini bilgisayarımda yazabilmek için, sanıyorum, onun bestelerken harcadığı zaman kadar zaman harcıyorum.

Milos Forman’ın Amadeus’unu nasıl bulmuştunuz? Filmdeki Mozart zihninizdekine uyuyor muydu?

Film bir şok etkisi yaratıyor. Mükemmel bir film. Kimileri için bir Viyana bonbonu, kimileri için ulaşılmaz bir abide olan Mozart’ı, çok insanî, özdeşleşilebilir, kanlı canlı bir kişilik olarak gösteriyor. Filmin kendisinin de Mozart’yen olduğunu düşünüyorum. Forman çok etkileyici, çok özgün bir karakter koymuş ortaya. Mozart’ın gerçekten tam olarak öyle olup olmadığını bilmiyorum, filmdeki gibi mi gülüyordu acaba? Ama sinemada tamamen gerçeğe sadık olmanız gerekmiyor, bu bir tarih filmi değil, Mozart’ı ele alan bir film. Amadeus’u çok sevdim. Birçok insanı Mozart’a, Mozart’ı da insanlara yaklaştırdığını, dokunulmaz ikona imgesinden çıkardığını düşünüyorum.

Mozart’ın Türk Marşı’nı nasıl buluyorsunuz? Güzel bir millî marş olmaz mıydı?

Hoş olurdu. (gülüyor) Genelde millî marşlar çok ağırdır, Türk Marşı ilk hafif, uçan, neşeli millî marş olurdu. Benim bir millî marş da yaptığımı biliyor musunuz? Geçen sene, Katar millî marşının bir düzenlemesini yaptım. Bana hep “kızıl” diyen babam bunu görseydi, çok şaşırıp gururlanırdı…

Katar millî marşını yapmanız nasıl oldu?

Bütün Arap emirlikleri, özellikle de Katar biraz Batılılaşmak istiyor. Daha önce çeşitli vesilelerle onlarla çalışmıştım. Sonuçta, benden millî marşlarını yeniden düzenlememi istediler. Genellikle hâlâ daha geleneksel versiyonu kullanıyorlar, ama birtakım sportif olaylar gibi daha hafif durumlarda benim düzenlememi tercih ediyorlar.

1997’de yaptığınız ilk Mozart In Egypt ile 2005’teki Mozart In Egypt 2’nin aldığı tepkilerde bir farklılık var mı?

Birinci albüm yavaş yavaş kabul görmüştü. İkincisi hemen tuttu. İlk albümün etkisi var tabii.

“Dünya müziği” adı verilen türün çok yaygınlaşmasının da bunda etkisi var mı?

Dünya müziği, “world music” gibi adlandırmalar daha yokken bu müziği yapıyordum. Ama elbette, son yirmi yıldır insanlar diğer müziklere çok daha açık hale geldiler. Ben ilk müziğe başladığımda, Batı ülkeleri dışında ülkelerin müziğini dinlemekte, farklı tarzlarda müzik bulmakta çok zorlanıyordum. Birkaç arkadaştan oluşan bir kulübümüz vardı, Kate Bush’un kardeşi de aramızdaydı, kaset değiş tokuşu yapardık. Geceleri Radio Tirana’yı dinlerdik, Arnavut müziği nasılmış diye. Üçüncü dünya ülkelerinden hiçbir plak yoktu ortalıkta. Londra’da bir plakçıda Rus kaydı Bulgar müziği bulduğumda çok sevinmiştim. Şimdi hangi müzik mağazasına gitseniz, özellikle de Peter Gabriel’in plak şirketi Real World’den sonra, pek çok ülkenin müziğini buluyorsunuz. Bakın, şimdi hatırladım, Arif Sağ’ı da ilk defa Peter Gabriel dinletmişti. Arif Sağ’la bir albüm yapmak istiyordu, ama olmadı. İlk dinlediğimde büyülendim. “Mutlaka İstanbul’a gidip onunla tanışmam lâzım” dedim. Arif Sağ’ın mükemmel bir bağlama çalışı var, kesinlikle virtüöz değil, çok derin, çok vakur. Onunla çalışmayı çok isterim. Almanya’da bazı klasik orkestralarla girişimleri oldu, ama onlar çok iyi değil bence, o derinliği yansıtmıyor. Benim arzum onunla daha saf âşık müziği yapmak, saz, perküsyonlar, vokal. Kürt şarkıları da çok güzel. Tabii Alevi türküleri bambaşka. Ben dindar biri değilim, ancak Alevilik çok önemli, çok hümanist bir yorum çünkü. Ben agnostiğim, benim için hiçbir din diğerinden daha iyi değil. Ama Alevilik farklı bir şey. Özellikle bugünlerde, müslüman eşittir şeriatçı, o da eşittir terörist gibi bir denklem var. Sûfîler gibi. Aleviler gibi insanların olduğunun bilinmesi lâzım. Çok hümanist, çok hoşgörülü, çok açık İslâm yorumları olduğunu insanlara anlatmak istiyorum. Ben siyasetçi değilim, sadece müzisyenim, benim rolüm çok sınırlı, ama yine de anlatmak istiyorum. Türkiye’nin bu açıdan çok zengin bir ülke olduğunu düşünüyorum. Türkiye başlı başına bir kıta gibi zaten.

İlk müziğe başladığımda, Batı ülkeleri dışında ülkelerin müziğini dinlemekte, farklı tarzlarda müzik bulmakta çok zorlanıyordum. Birkaç arkadaştan oluşan bir kulübümüz vardı, Kate Bush’un kardeşi de aramızdaydı, kaset değiş tokuşu yapardık. Geceleri Radio Tirana’yı dinlerdik, Arnavut müziği nasılmış diye.

Fazıl Say’ı dinlemişliğiniz var mı?

Tabii, biraz önce ismini hatırlayamamıştım. Çok iyi bir Mozart yorumcusu, birçok konserine gittim. Başka bir Türk piyanist daha var, genç ve ilginç bir yorumcu: Toros Can, onu da dinledim.

Vivaldi’yi de İrlanda halk şarkılarıyla harmanladınız. Vivaldi ve Mozart bir yandan da fazla hafif, fazla “pop” bulunarak burun kıvrılan besteciler oldu… Belki reklam cingıllarında, lokantalarda fon müziği olarak çok kullanıldıkları için…

Evet ama, Mozart da, Vivaldi de sadece hafif, kolay yakalanır müzikler yapmadılar ki. Mesela, Vivaldi’nin Dört Mevsim’inin –ki o da muhteşem bir eserdir– galiba 250 küsur kaydı var, hep aynı eserler piyasaya sürülüyor. Vivaldi’nin repertuarının sadece yüzde 30’u kaydediliyor. Vivaldi ve Mozart’ın “hit” parçalarına, herkesi kolayca yakalayacak melodilere yoğunlaşılıyor, reklamcılar da bunların üstüne atlıyor. Üstelik, telif hakkı da yok. (gülüyor) Dört Mevsim’i ya da Türk Marşı’nı herkesin bilmesi o eserlerin gücünden bir şey kaybettirmez. Ayrıca, bunlar aysbergin sadece küçük bir kısmı, Vivaldi’nin, Mozart’ın suyun altında kalan çok derin eserleri var.

Rock’çular arasında geleneksel bir kıyaslama var Rolling Stones mu, Beatles mı? Siz hangi taraftasınız?

Ben Stones’cuyum. (gülüyor) Gençliğimde, safını seçmen gerekirdi. Şimdi ikisini de seviyorum, dinliyorum. 1946 doğumlu olduğuma göre, 1968’de 22 yaşındaydım, Beatles ortaya çıktığında 17-18 yaşındaydım. İlla birinden birini seçmen gerekiyordu. O sıralar Kinks, Yardbirds, Rolling Stones tarafındaydım. Çünkü daha kirli, daha asiydiler. Beatles ise temiz pak, kibar, nazikti. Beatles biraz küçük Mozart’lar gibiydi. (gülüyor) Halbuki biz o sıralar daha kötü, daha kirli, gürültülü gitarlı, aşırı yanları seviyorduk…

Bu yaz başı Stones Paris’e turneye geliyormuş.

Evet, hâlâ turne yapmaları olağanüstü. Birkaç kere sahnede seyrettim, inanılmaz. Dinozorlar ve hâlâ ayaktalar. “Honky Tonk Woman”ı, “Satisfaction”ı çaldıklarında efsanevî bir durum oluyor. (gülüyor) Gençliğin marşları bunlar, üstelik millî marş değil, enternasyonal marşlar.

Stones mu, Beatles mı” sorusunun klasik müzikteki karşılığı “Mozart mı, Beethoven mi”, orada hangi taraftasınız?

Bilemiyorum. Beethoven’den çok Stravinsky, Bartok tarafındayım herhalde. Wagner ya da Beethoven gibi fazla masif şeyleri çok sevemiyorum, işin içine çok büyük orkestralar girdiğinde beni zorluyor. Ama Beethoven’in de quotor’ları, hoşuma giden eserleri var. Daha çok Ortaçağ, Rönesans dönemi müziklerini, Barok müziği seviyorum, sonra atlıyorum doğrudan çağdaş müziğe, Stravinsky’ye, Bartok’a, Monod’ya geçiyorum.

Yeni bir klasik-folk harmanı projeniz var mı?

Maalesef ve iyi ki şu sıralar yok. Bu tür harmanlamaları çok seviyorum, ama biliyorsunuz, plak şirketlerine bağımlısınız hep. Bir yandan da bu benim için bir etiket haline geldi, sanki hep bunu yapmaya mecburmuşum gibi. Başka bir şey yapmaya niyetlendiğimde, “yoo, şimdi de Beethoven yap!” deniyor. Yaptığım albümlerin tutmasından çok memnunum, ama aynı zamanda bir yandan da sizi o çerçeveye hapsediyor. Çocukluğumun flamenkosuna dönmek istiyorum; çok saf, sırf piyano, iki gitar, bir erkek, bir kadın şarkıcıyla Flamenko Erik Satie yapmak istiyorum. Bence Erik Satie’nin flamenko yorumu muhteşem olabilir. Mozart In Egypt kadar spektaküler değil tabii. Bach’ın St. Mathieu Passion’unu yapmak istiyorum, yine biraz Afrikalı Bach olacak, fakat bu sefer çeşitli eserlerden parçalar yerine tek bir eserle çalışmak istiyorum. Ama bu tür projelerin organizasyonu çok vakit alıyor. İki müziğin de tamamen içine girmek, hem klasik kompozitörlerin bestelerine, hem folklorik müziklerin karakterlerine saygı göstermek, onları iyi tanımak gerekiyor. Ayrıca, en uygun müzisyenleri bulmak gerekiyor.

Arif Sağ’ı da ilk defa Peter Gabriel dinletmişti. Arif Sağ’la bir albüm yapmak istiyordu, ama olmadı. İlk dinlediğimde büyülendim. “Mutlaka İstanbul’a gidip onunla tanışmam lâzım” dedim.

Plak şirketlerinin bu tür projelere ilgisi nasıl?

Yaptığınız tutunca fazlasıyla ilgileniyorlar tabii. Ama şu sıralar genel bir kriz, genel bir karamsarlık var. Korsandan, mp3’ten çekiniyorlar. Bir yandan da büyük bir tekelleşme var, dört büyük şirket bütün küçük plak şirketlerini satın aldı, yuttu. Kırk yıl önce, deneye, maceraya açık kişilerin sahip olduğu küçük plak şirketleri de vardı. O insanlar sadece işadamı değildi, müzik sevgisine sahiptiler, artık öyle bir şey kalmadı. Plak şirketlerinin sahipleri şimdi büyük işadamları, en az maliyetle, en kısa zamanda en fazla kârı amaçlıyorlar. Her plak şirketinde harika insanlar var, ama iktidar onlarda değil. Aslında son noktayı kimin koyduğu tam bilinmiyor bile, “piyasa” koyuyor. Mozart In Egypt gibi büyük bir prodüksiyon yaptığında, arkanda bir plak şirketinin olmasına ihtiyacın var, yoksa gücün yetmez. Ama yine de iyimserim, müzik yapmak istiyorsan, eninde sonunda yaparsın bir şekilde.

‘68’de 22 yaşındaymışsınız, ‘68 Mayıs’ını nasıl yaşadınız?

Nanterre’de, her şeyin patlak verdiği yerde, olayların kalbinde sosyoloji okuyordum. Cohn Bendit’le aynı sınıftaydık, yakın arkadaştık o zamanlar.

Hâlâ görüşüyor musunuz?

Son zamanlarda birkaç kere rastlaştık. Ben de AB’den yanayım, Fransızların anayasa referandumunda hayır demeleri beni hayal kırıklığına uğrattı. Türkiye’nin AB’ye girmesinden de yanayım.

Geriye dönüp baktığınızda, 1968 Mayıs’ı sizin için ne ifade ediyor?

Hakiki bir devrim değildi. Biraz oyun gibi geliyor, ama kalıcı kültürel izler bıraktı. Genel bir özgürleşme vardı. Savaş sonrasında doğmuş kuşaktık, anne-babalarımızın iki savaşta çektiği sıkıntıları yaşamamıştık. Her şeyin iyi gittiği –en azından Avrupa için öyleydi– bir dönemde yaşıyorduk. Ve tabii ki otoriteyi sarstık biraz. ‘68’in çocuksu bir yanı da vardı, ama küçümsenmemesi gereken izler bıraktı geriye. Kültürel olduğu kadar, sosyal ve siyasal izler…

Roll, sayı 104, Şubat 2006

^