Doktora teziniz 1990’lı yıllarda Kürtlere yönelik devlet şiddeti faillerinin itirafları, bu itiraflardaki motifler üzerine. İtiraf, hakikat ve sorumluluk ilişkisine odaklanıyorsunuz. Güncel bir fotoğrafla başlarsak, 1990’ların karanlık faillerinden ülkücü mafya şefi Alaattin Çakıcı, eski içişleri bakanı Mehmet Ağar ve MİT’çi Korkut Eken ile eski Eski Özel Kuvvetler Komutanı ve MHP milletvekili Engin Alan’ın bugün beraber fotoğraf vermesini, bunu paylaşmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bodrum Fotoğrafı diye geçen bu karede nasıl bir ifşaat var?
Yeşim Yaprak Yıldız: O fotoğrafın nasıl bir belge olduğu onu nasıl bir bağlam içinde gördüğümüze de bağlı. Bu kişilerin kendilerini ve birbirleriyle ilişkilerini gizlemeden fotoğraf çektirdiklerini ve fotoğrafın övgü amaçlı paylaşıldığını düşününce, bunu kabul görmüş anlamlarıyla itiraf ya da ifşaat olarak adlandırmamız tabii zor. Ancak, bu kişilerin devletin organize suç, faili meçhuller, kayıplar ve diğer ağır ihlaller ile kesişiminde kilit rollerde bulunduklarını düşününce, bu kareyi devletin şiddetle ilişkisini ifşa eden bir belge olarak okuyabiliriz. İtiraf ya da ifşaat amaçlı yapılmamış, ama eleştirel medya tarafından itiraf olarak dolaşıma sokulmuş çokça belge ve ifade mevcut. Yüksek rütbeli devlet görevlilerinin eylemlerini meşrulaştırdıkları itiraflarını tevil yoluyla ikrar kavramıyla incelemiştim. İtirafların içerdiği dolaylı anlatımı ifade eden bu kavram üzerinden düşününce, cezasız kalmış, hatta suç teşkil etmeyen ve övünme nedeni olan bu ilişkilerin fotoğrafının itiraf ya da ifşaat kategorileriyle düşünülmesi anlaşılabilir. Ancak, bunun yanı sıra bu fotoğraf bize Türkiye’de devletin karakterine, siyasi ahlaka ve cezasızlık kültürüne dair çok şey söylüyor. Bu kişilerin bir araya gelmeleri ve fotoğraflarını çekinmeden paylaşabilmeleri işledikleri suçların herhangi bir hukuksal ya da toplumsal sonucu olmayacağı düşüncesiyle mümkün.
Cizre’de 2016’daki sokağa çıkma yasakları günlerinde insanlar sığındıkları evlerin bodrumlarında öldürüldü. İnsanın zihni Bodrum Fotoğrafı’ndan Cizre bodrumlarına da sıçrıyor. Bu çağrışım sizde nasıl bir düşünce uyandırıyor?
Ben o kareyi şiddetin devamlılığını göstermesi açısından önemli buluyorum. Bu fotoğraf ‘90’lardaki şiddetin faillerinin bırakın cezalandırılmayı, hâlâ iktidardan pay aldıklarını ve anlayışlarının hâlâ egemen olduğunu gösteriyor. Bize hem Newroz günü insanların üzerine ateş açıldığı ‘92 Cizre’sini, hem de bodrumlarda insanların öldürüldüğü 2016 Cizre’sini hatırlatıyor. Aradan geçen bunca seneyi düşününce fotoğraf devlet şiddetinin nasıl normalleştirildiğini gösteriyor. Ayrıca, sadece bu şiddet olaylarına değil, bunları gerçekleştiren devlet düzenine tepkisizliğiyle ya da açık onayıyla toplumun büyük bir kesiminin bu düzene iştirakini de resmediyor.
Son günlerde devletin çeşitli kanatlarından yurtdışında yapılan ilginç itiraflar var. Mesela, eski Yüzbaşı Nuri Gökhan Bozkır Ukrayna basınına MİT’in silah ticaretini anlattı. Sonra, İtalyan pasaportu taşıyan Türkiye vatandaşı Feyyaz Ö. Viyana’da Avusturya gizli istihbarat teşkilatı binasına gidip teslim olarak emekli MİT mensubu olduğunu söyledi. Bir de Arjantin’de tutuklu olan Serkan Kurtuluş’un Rahip Brunson’ı öldürmek için talimat aldığına dair iddiaları var… Bu “itirafları” nasıl görmeli?
Takip ettiğim kadarıyla onları itiraf etmeye iten motivasyonlar ve itiraflarındaki motifler benim incelediğim devlet aktörlerinden çok farklı değil. Türkiye gibi devlet şiddetinin normalleştirildiği ülkelerde itiraflar genellikle bir iktidar ya da çıkar çatışması sonucu veya kişi yargılanma gibi bir tehditle karşı karşıya kalınca yapılıyor. Belli bir düzeyde ifşaat içerseler de itiraflarının asıl amacı birilerini uyarmak, birilerine mesaj vermek, şahsi bir çıkar elde etmek olabiliyor. Bir zamanlar ait oldukları güvenlik kurumlarından ya da örgütlerden dışlanmış kişilerin yeniden kendilerini bir koruma kalkanına alma çabası olabiliyor. Potansiyel bir değişim barındıran dönemlerde ya da hegemonik düzende bir çatlama yaşandığında kendini eski iktidardan ayırmak ya da olası yeni düzende yer edinmek amacıyla da yapılabiliyor. Mesela Susurluk kazası sonrası gelen itiraflar iktidardaki ciddi bir çatlamanın ardından yapılmıştı. İtiraf eden kişinin samimiyeti ya da amacına dair net şeyler söylemek kolay değil, ama itirafı yapan kişinin kim olduğu, itirafı ne zaman, nerede ve nasıl yaptığı bize buna dair ipuçları sunar. Ben çalışmamda kişinin kendi öznelliğini ve itiraf ettiği suçlarla ilişkisini nasıl kurduğuna bakıyorum. Türkiye’de devlet görevlilerinin itiraflarının belli bir suçu ifşa etmek ve sorumluluğu ortaya çıkarmak yerine, çoğunlukla farklı iktidar grupları arasındaki çatışma sonucu ve iktidardan pay almak için yapıldığını söyleyebiliriz.
Türkiye gibi devlet şiddetinin normalleştirildiği ülkelerde itiraflar bir iktidar ya da çıkar çatışması sonucu veya kişi yargılanma gibi bir tehditle karşı karşıya kalınca yapılıyor. İtirafların amacı birilerini uyarmak, birilerine mesaj vermek, şahsi çıkar elde etmek ya da yeni hegemonik düzende yer edinmek.
Susurluk’u hatırlatabilir misiniz? Ne olmuştu? Dönemin aktörleri kimlerdi? Failler ne gibi itiraflarda bulunmuşlardı?
Susurluk kazası sonrası Türkiye için çok önemli bir dönem ve ülkenin demokratikleştirilmesi yönünde kaçırılan büyük bir fırsat. Kısaca hatırlarsak, ‘96’nın Kasım ayında Susurluk’ta meydana gelen bir trafik kazası devletin paramiliter ve organize suç örgütleriyle ilişkisini inkâr edilemeyecek bir şekilde açığa çıkarmıştı. Kaza yapan arabanın içinde Bucak aşireti ileri gelenlerinden milletvekili Sedat Bucak, aranan ülkücü mafya lideri Abdullah Çatlı ve eski İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ vardı; arabanın bagajındaysa sahte pasaport, uyuşturucu ve silah gibi materyaller bulunmuştu. Ardından dava açılmış, Meclis’te Susurluk Araştırma Komisyonu kurulmuştu ve birçoğumuzun hatırlayacağı “sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eylemleri Türkiye’nin geneline yayılmıştı. Medyanın, muhalefet partilerinin ve toplumun açık tepkisine yol açan bu olay ve iktidardaki çatırdama sonrası, bazı devlet aktörleri itiraflarda ve ifşaatlarda bulundu. Ayhan Çarkın o dönem konuşmaya başladı. 2011’deki pişmanlık içeren itiraflarından farklı olarak “devlet için her şeyi yaparım” ile “devlet bizi kullandı” arasında gidip geliyordu. JİTEM’e çalışan PKK itirafçılarından Murat Demir ve Murat İpek de kazanın ardından faili meçhuller, kayıplar, uyuşturucu ve silah ticaretinde adı geçen devlet görevlileriyle ilgili konuşmaya ve kendi suçlarını itiraf etmeye başladı. Yüksekova Çetesi ile ilgili PKK itirafçısı Kahraman Bilgiç’in itirafları bu yapılanmayla ilgili soruşturma yürüten Jandarma Astsubayı Hüseyin Oğuz sayesinde komisyonun gündemine girmişti. Bu dönemde, “derin devlet” diye anılan devletin illegal faaliyetlerini ve ilişkiler ağını anlatan İkinci MİT Raporu olarak bilinen rapor kamuoyuyla paylaşılmıştı. Daha sonraki yıllarda bazı itiraflarda bulunan Hanefi Avcı da Susurluk Araştırma Komisyonu’na ve medyaya önemli açıklamalar yapmıştı.
Siz itirafı nasıl bir kavramsal çerçeve içinde ele alıyorsunuz?
İtiraf çoğunlukla hakikatin ortaya çıkmasıyla ve bunun sonucu yaşanan arınma duygusuyla birlikte anılıyor. İtiraf pratiğinin ardında uzun bir tarih var. Ben çalışmamda hem itiraf, hakikat, sorumluluk ve arınma ilişkisinin içselleştirilmesi sürecine hem de itirafın toplumsal işlevlerine bakıyorum. Bir suçun itirafı, işlediği suç nedeniyle toplumdan dışlanan kişinin yeniden topluma entegre edilme sürecinin önemli bir parçası. Michel Foucault itirafla ilgili çalışmalarında, yargı mekanizmalarından psikiyatri kurumlarına, kişinin suçunu ya da psikolojik durumunu egemenin diliyle, ama kendi ağzıyla kabullenmesinin bu alandaki egemen söylemi ve bu mekanizmaları meşrulaştırdığını söylüyor. İtiraf pratiği üzerinden iç hesaplaşma kişinin kendi kendini denetleme aracı haline gelir. Dolayısıyla, itirafın toplumsal kontrol işlevi de var. Devlet suçunun itirafı tabii daha farklı işliyor, ama genel olarak devlet aktörleri tarafından işlenen ve toplumsal normları ihlâl eden suçların itirafında da benzer işlevler olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye gibi bu tür fiillerin açık bir şekilde suç olarak görülmediği toplumlarda itirafın daha farklı etkileri var. Sosyolog Leigh Payne itirafı anlamak için sadece ne söylendiğine değil kimin, neyi, nasıl, nerede, ne zaman ve kime söylediğine bakmak gerektiğinin üzerinde duruyor. Ben de itirafların farklı tarihsel ve kültürel bağlamlarda nasıl etkileri olabileceğine bakıyorum. Modern itiraf pratiği, itiraf edilen eylemden ziyade itiraf eden kişiye odaklanıyor. Faillere ve sırrın ifşasına gösterilen genel ilgi ve merak nedeniyle itiraf sansasyonel bir şekilde dolaşıma giriyor.
İtirafı anlamak için kimin, neyi, nasıl, nerede, ne zaman ve kime söylediğine bakmak önemli. Modern itiraf pratiği, itiraf edilen eylemden ziyade itiraf eden kişiye odaklanıyor. Faillere ve sırrın ifşasına gösterilen ilgi nedeniyle itiraf sansasyonelleşiyor.
Sansasyonel itiraflar deyince ilk akla gelen isimler Cem Ersever, Arif Doğan, Hanefi Avcı, Ayhan Çarkın…
Çalışmamda bu kişileri ele almamın nedeni öncelikle itiraflarının ‘90’larla ilgili olması, bu kişilerin o dönemin olaylarındaki rolleri ve itiraflarına medyanın ve toplumun yoğun ilgi duyması. Mahkemelerde ya da araştırma komisyonlarındaki itiraflardan ziyade kitap ya da söyleşi yoluyla faillerin “kendi iradeleriyle” doğrudan kamuoyuna yaptıkları itiraflara odaklandım. Bu kişilerin neden itirafta bulunduklarından ya da onları suça iten nedenlerden ziyade, kamuya eylemlerini nasıl açıkladıklarına, suçlarını nasıl izah ettiklerine, ne tür retorik stratejilere başvurduklarına, itirafın toplumsal etkilerine baktım. Türkiye’de çok itirafın yapıldığını biliyoruz; ‘80 darbesi ve sonrasında özellikle cezaevlerindeki şiddetle ilgili itiraflar var, Dersim katliamıyla ilgili itiraflar var. Ama ben çalışmamı ‘90’larla sınırladım. ‘90’larla ilgili itiraflar daha 1990’dan itibaren başlıyor aslında. Biz sansasyonel olanları biliyoruz, hatırlıyoruz, ama özellikle 2000’e Doğru dergisinde anonim itiraflar da çıkıyor. Genellikle üst düzey devlet görevlilerinin pişmanlık belirtmeden yaptıkları itiraflara ve sayısı çok az olmakla birlikte bir pişmanlık içeren itiraflara baktım. Görece en erken olanlarından JİTEM’in önemli isimlerinden Cem Ersever’den başlamış oldum.
Mahkemelerdeki itirafları neden ayrı tuttunuz?
Mahkemelerde bir failin uzun uzun kişisel tarihini, psikolojisini, neyi neden yaptığını anlatması mümkün değil. Sorulan sorulara kısa cevaplar vermeleri beklenir ve çoğunlukla sorular suç fiiline odaklanır. Mahkemelerdeki itiraflar da tabii faillerin izahatlarının eylemlerini nasıl meşrulaştırdığını gösteriyor. Ama kurumsal sınırlamalar olmadan –tabii itirafın yapıldığı medya kurumunun, yayınevinin sınırlamalarını da unutmamak lâzım– doğrudan kamuoyuna yapılan itiraflar bu meşrulaştırmayı daha net anlamımızı sağlıyor.
Arif Doğan bir dönem pop-star gibi televizyon kanallarındaydı. Doğan örneği üzerinden itiraf-medya-toplum ilişkisini anlatır mısınız?
Evet, Arif Doğan JİTEM’i Ben Kurdum adlı kitabının yanı sıra televizyon programlarına da çıkıp JİTEM’i anlatıyordu. Özellikle 32. Gün programındaki performansı kayda değer. 2011’de, programa solunum makinesine bağlı ve tekerlekli sandalyede çıkmıştı. Ağır ağır konuşarak devletine uzun yıllar hizmet etmiş, vatansever, emekli, bilge bir asker portresi çizmeye çalışırken bir yandan da alttan alta tehditler savurup argo kelimeler kullanıyordu. Doğan’ın verdiği söyleşiler ağırlıklı olarak kitabının tekrarıydı ve basına sızdırılan bazı konuşmalarını kontrol altına almaya çalışıyordu. JİTEM’i kurduğunu, hem istihbarat hem operasyonel görevleri olduğunu, ancak sivillere yönelik ihlâllerde bulunmadığını söylüyordu.
Arif Doğan “itiraflarında” fantastik bir resim çizip kafa bulandırıcı şeyler söylüyordu. JİTEM ne olduğu anlaşılmayan bir örgüt haline geliyordu. Eylemleri, ilişkiler ağını, sorumluluğu belirsizleştirmek ve karmaşıklaştırmak üst düzey devlet görevlilerinin itiraflarında çok görülen bir şey.
Sunduğu bu resim, bölgede görev yapan bazı doktor ve öğretmenlerin de aralarında bulunduğu 10 bin sivil çalışanı olduğu, bunlara silah dağıttıkları, Kürt işadamlarının TIR’larını yaktıkları, izinsiz Irak sınırını geçtikleri ya da Hizbullah’la işbirliği yaptıkları gibi açıklamalarla çelişiyordu. Doğan suç teşkil eden birçok eylemini terörle mücadele bağlamında meşrulaştırarak sundu genellikle. Ancak, kendisinin kurduğu JİTEM’in işkence, faili meçhul cinayet ve kayıplarla anılan JİTEM olmadığını, bu suçların JİTEM’in adını kullanan bireyler tarafından işlendiğini iddia ediyordu. Bilinenle örtüşmeyen ve hayli fantastik bir resim çizip kafa bulandırıcı şeyler söylüyordu. Söyleşileri dinleyince JİTEM ne olduğu anlaşılmayan, elle tutulamayan bir örgüt haline geliyor. Eylemleri, ilişkiler ağını, sorumluluğu belirsizleştirmek ve karmaşıklaştırmak bu tür itiraflarda çok görülen bir şey. Genel olarak diğer üst düzey devlet görevlilerinin itiraflarında da olduğu gibi inkâr ve ikrar arasında gidip geliyordu Doğan’ın açıklamaları.
İncelediğiniz failler ile itiraflarındaki ortak noktalar neler?
İncelediğim itirafları vatanseverlik, kahramanlık performansı içeren itiraflar ve pişmanlık ve af talebi içeren itiraflar olarak ayırmıştım. Hem üst düzey hem de alt düzey devlet görevlilerinin itiraflarına baktım. Bu iki kesim arasında itirafın biçimini ve dinleyici tarafından nasıl anlamlandırıldığını belirleyen farklı etkenler olduğunu görüyoruz; kişinin rütbesi, mesleki konumu, etnik kimliği gibi. Nasıl Arif Doğan ile eski Özel Harekât Polisi Ayhan Çarkın’ın itiraflarına verilen tepkiler farklı ise Çarkın ve yine alt düzey JİTEM’ci Abdülkadir Aygan’ın itiraflarına verilen tepkiler de birbirinden çok farklı. Genellikle üst düzey devlet görevlilerinin itiraflarında, az önce dediğim gibi, inkâr ve ikrar iç içe geçiyor. Dolaylı bir itiraf mevcut. Doğan gibi, Cem Ersever de hem Soner Yalçın’a verdiği söyleşilerde hem kendi yazdığı kitapta suç teşkil eden eylemlerini anlatıyor. JİTEM benzeri bir yapılanma kurduğunu söylüyor mesela. Doğan gibi o da JİTEM’e atfedilen suçların itirafçılar ve JİTEM içindeki bölgede istedikleri gibi hareket eden milliyetçi siviller tarafından işlendiğini söylüyor. Suçun inkâr edilemediği durumda bireyselleştirilmesi en çok başvurulan strateji.
Failler yapıp ettiklerini nasıl meşrulaştırıyorlar?
Terörist olarak tanımladıkları kişilere yönelik hukuk dışı eylemlerini zaten çoğunlukla meşrulaştırmak zorunda hissetmiyorlar. Bunun dışında kalanları genellikle terörle mücadele, ulusal güvenlik ve birlik için verdikleri mücadelede zorunlu olarak başvurdukları eylemler olarak meşrulaştırıyorlar. Medyaya yansımış ya da insan hakları örgütlerinin ortaya çıkardığı ve inkârı güç eylemlerle ilgili de bazen inkâra devam etseler de genellikle suçu örgüt içindeki “çürük elmalara”, Kürt itirafçılara ya da koruculara yükleyerek, bireyselleştiriyorlar. Arif Doğan mesela, her zaman, “itirafçıların işidir” şeklinde sunuyor. Cem Ersever, itirafçılara ek olarak “ultra milliyetçi gruplar vardı, ama bireysel hareket ediyorlardı” diyor. Yani eylemi suç olarak kabul ettiklerinde fail hep “bireysel hareket eden kimseler” oluveriyor, suç olarak kabul etmedikleri de zaten “vatan için” yapılmış diye meşrulaştırdıkları eylemler.
Terörist olarak tanımladıkları kişilere yönelik hukuk dışı eylemlerini meşrulaştırmak zorunda hissetmiyorlar. Medyaya yansımış ya da insan hakları örgütlerinin ortaya çıkardığı ve inkârı güç eylemleri de örgüt içindeki “çürük elmalara”, Kürt itirafçılara ya da koruculara yükleyerek bireyselleştiriyorlar.
Türkiye’yle ilgili vurgulamak istediğim bir nokta da mağdurun kimliğinin suçu aklıyor olması. Siyasi bir suç olmak zorunda da değil, Kürt birine karşı adli bir suçun faili bile, karşısındakinin Kürt olduğunu söyleyerek ve siyasi düşüncesiyle ilgili imalarda bulunarak rahatlıkla kendisini aklayabiliyor. Bu itiraflarda da kişilerin terörist olarak yansıtılmasıyla mağduriyet ortadan kaldırılıyor. Bu da meşrulaştırmanın bir başka yolu.
Peki pişmanlık içeren itiraflar…
Pişmanlık ve af talebiyle yapılan itiraf oldukça az. Zorunlu askerlik yaptıkları sırada dahil oldukları bazı suçları itiraf etmek için mahkemeye gidip ifade veren erler var. Ama bunlar medyada pek yer almadı. Az önce bahsettiğim üst düzey görevlilerin itiraflarına kıyasla, pişmanlık içeren itiraflar, özellikle alt düzey görevliler tarafından yapılanlar, mağdurlarla ve işlenen suçla ilgili ayrıntılı bazı bilgilerin de ortaya çıkmasını sağladı. Çarkın infaz ettikleri birkaç kişinin son dakikalarını ve onları nereye gömdüklerini anlattı. Aygan da 30 kadar kayıpla ilgili detaylı bilgi verdi. Diyarbakır’da, 1994’te kaybedilen Murat Aslan’ın mezarı, yine Silopi’de 1995’te kaybedilen Hasan Ergül’ün mezarı onun tarifiyle bulundu.
İtiraflarda verilen bilgilerin genelde nasıl bir değeri var?
Mezar yerleri gibi bilgiler ailelerin yas süreci ve adalet arayışı için çok önemli. Ama tabii ailelerin aradığı sadece sevdiklerinin mezarı değil, sorumluların bulunması ve yargılanmasını da talep ediyorlar. İtirafın bu talebi karşılaması kişisel sorumluluğu çeşitli retorik stratejilerle almadıkları ve siyasi sorumluluğu da bulandırdıkları için çoğunlukla mümkün değil. Bu tür itiraflar, örneğin Doğan’ın düzeyinde, meseleyi gizemlileştirme, belirsizleştirme, karmaşıklaştırma yoluna başvurmasalar da itiraflarında ilişkiler ağı bir türlü saptanamayan, tanımlanamayan bir yumağa dönüşüyor. Meşrulaştırma biçimlerinde daha çok işledikleri suçu mazur gösterecek açıklamalar görüyoruz. Ya üstleri veya devlet tarafından kandırılmış oluyorlar, ya yaptıkları sistemin bir sonucu olarak sunuluyor ya da onları oraya sürükleyen hayat hikâyelerinin kaçınılmaz bir sonucu. Çoğunlukla kendilerini pasif bir rolde konumlandırıp, kendilerini de bir kurban olarak sunuyorlar. Yani hep “kandırılma”, “mecbur kalma”, “ideolojik endoktrinasyon”, “kurumsal kültür” gerekçeleri söz konusu. Bilinmeyen bir bilginin ortaya çıkarılması ve bununla ilgili sorumluluk alınması gibi görünen ifade aslında eylemin, eylemle ilgili önce hukuki, sonra ahlaki sorumluluğun reddine dönüşüyor.
Suç olarak tanımladığımız eylemlerin hiçbir suçluluk göstermeden açıkça ifade edilmesi suçu ve suçun itirafını normalleştiriyor. Dinleyeni de kendisine ortak eden bu açıklamalarda itiraf edilen fiiller affedilebilir şeyler haline geliyor.
Pişmanlık ifade etmeyen, cezasız kalan itirafların toplumdaki yansıması, toplumsal etkisi ne oluyor?
En çok ilgilendiğim boyut bu aslında. Kahramanlık performansları dediğim şey. Suç olarak tanımladığımız eylemlerin hiçbir suçluluk göstermeden açıkça ifade edilmesi suçu normalleştiriyor. Bu, suçun itirafını da normalleştiriyor. Bu fiillerin normal görülmesini, normal görülmese de mazur görülebilmesini sağlıyorlar. Dinleyeni de kendisine ortak eden bu açıklamalarda itiraf edilen fiiller affedilebilir şeyler haline geliyor. En önemlisi de Türkiye’deki inkâr repertuarını pekiştiriyor, yeniden üretiyor. Sosyolog Stanley Cohen inkârın biçimlerini incelediği çalışmalarında, inkârın sadece doğrudan olmadığını, suç teşkil eden fiil kabul edilse bile onun anlamının dönüştürülmesini, hukuki ya da ahlaki sonuçlarının görmezden gelinmesini inkârın bir biçimi olarak ele alıyor. Stanley Cohen’in inkâr tanımından yola çıktığımızda, Türkiye’de faillerin başvurdukları meşrulaştırma ve mazur gösterme biçimlerinin bir suçun izahatı için başvurulabilecek ortak kültürel repertuarı nasıl yeniden ürettiğini görüyoruz. İtiraf edilen fiillerin siyasi, hukuki ya da toplumsal sonucu olmaması da bir süre sonra çok ciddi bir ahlaki erozyona neden oluyor. Mağdurların sessizleştirilmesinin yanı sıra sevdiklerinin faillerini sürekli karşılarında görmek yeni bir şiddet biçimi haline geliyor. Generalden JİTEM’cisine, korucudan itirafçısına, çoğunun yayınlanan ya da yazmaya giriştikleri bir anı kitabı var, söyleşiler veriyorlar. 1989’da Silopi’de JİTEM tarafından kaçırılıp öldürülen birinin kardeşi, Arif Doğan’ın sürekli televizyona çıkmasıyla ilgili “bu kadar da vicdansızlık olmaz ki, ağabeyimin katilini ekranda görmeye artık tahammülüm kalmadı; insanlık onuru daha önce bu kadar ayaklar altına alınmış mıdır acaba?” demişti.
Sokağa çıkma yasağı uygulanıp ablukaya alınan kentlerdeki duvar yazıları var bir de. Kasım 2020’de Hakikat Adalet Hafıza Merkezi’nin Türkiye’de Geçiş Dönemi Adaleti başlıklı online sempozyumundaki sunumunuzda size yöneltilen sorulardan biri o yazıların da itiraf olup olmamasıydı.
Sempozyumda da söylediğim gibi, bir itiraf performansı olarak görülebilir, özellikle itirafın popüler anlamıyla. Fotoğraflarda gördüğümüz o yazıların itiraf gibi algılanması orada resmedilene bakış açımızla ilgili. Ancak, 2016’da Cizre’de, Sur’da yaşananlarla ilgili JÖH ya da PÖH’ün paylaştığı fotoğraflar niteliksel olarak biraz farklı. Her şeyden önce, açık açık devletin onayıyla yapılan ve neredeyse canlı yayınla sunulan operasyonlardan bahsediyoruz. ‘90’larda olduğu gibi bazılarının bilmesi, bazılarının da bilmemesi için gösterilen bir çaba yok; bastırılan, saklanan bir fiil de yok. Bunların yapılabiliyor olması Türkiye’de Kürtlere yönelik bu tür ağır ihlâllerin normalleşmesinin yanı sıra bunun itirafının da normalleşmesiyle alakalı. Sokağa çıkma yasakları sürecinde JÖH ya da PÖH’ün rahatlıkla yaptıklarını sergilemeleri, fotoğraflar paylaşabilmeleri, hiçbir yaptırımın olmayacağını bilmelerinin yanı sıra bazıları tarafından kahraman ilan edilecekleri bilgisiyle mümkün.
İtiraf edilen fiillerin siyasi, hukuki ya da toplumsal sonucu olmaması bir süre sonra ciddi bir ahlaki erozyona neden oluyor. Mağdurların sessizleştirilmesinin yanısıra, sevdiklerinin faillerini sürekli karşılarında görmek yeni bir şiddet biçimi haline geliyor.
1990’larla 2015 ve sonrası arasında gizlilik ve alenilik bakımından benzerlik ve farklılıklar neler?
Aslında ‘90’ların başından itibaren itiraflar var, ama çoğunlukla anonim ve pek ses getirmiyor. ‘90’larla ilgili en önemli itiraflar Susurluk kazasının ardından, en yoğun şiddet dönemi bittikten sonra yapılıyor. Bugün ‘90’lardaki şiddetten bahsedilirken, çok gizli saklıymış gibi anlatılıyor, ama aslında o dönem de faili meçhul cinayetler ve kayıplar bölgede göz göre göre yapılıyordu. Bu temelde, yerel halkı tehdit ve korkutma amacı güderken, bir yandan bu tür yöntemlere başvurarak inkârı mümkün kılıyorlardı. Ama suç teşkil eden bazı eylemler terörle mücadele bağlamında rahatça savunulsa da sivillere yönelik yaygın şiddet öyle açık açık savunulmuyordu. Bugün suç da suçun itirafı da çok daha aleni. Çünkü ince ince işlenmiş sessiz ve tepkisiz ve hatta iştirakçi bir toplum söz konusu. İktidar bu tür eylemlerin duyulmasının ardından büyük bir toplumsal tepki olmayacağını biliyor. Yıllardır süren bir şeyden bahsediyoruz; bugüne kadar yargılanmamış, bundan sonra da yargılanmayacak failler ortalıkta. En basit cevap tabii ki, cezasızlık. Bir yaptırımı olsa failler elbette daha fazla dikkat edecek, ama bu sadece hukuki bir mesele değil. Biz faillerin gerçekten de popüler olduğu bir ülkede yaşıyoruz. En popüler dizilerdeki karakterlerden tutun da bunların hayatlarının medyada incelenme biçimine, bu insanlardan bahsedilme şekline ve siyasetçilerin bu insanlarla ilişkilerini herhangi bir çekince duymadan açıklayabilmelerine kadar. Tüm bunlardan dolayı bu kadar rahat hareket edebiliyor failler. Benim “fail” dediğim, toplumun geniş kesimlerinin “kahraman” olarak nitelendirdiği kişilerden bahsediyoruz.
Hem hukuksal hem toplumsal tepkisizlik nasıl bir şey biriktiriyor?
Türkiye’deki toplumsal tepkisizlik ve bazen de toplumun geniş kesimlerinin suça dolaylı olarak iştiraki devletin çeşitli baskı ve rıza aygıtlarıyla ince ince ördüğü bir şey. İnsanların kafasına kazınmış: bir fiil ne zaman suç olarak tanımlanır, ne zaman kabul görür, ne zaman görmez, kime karşı ne kadar ileri gidilebilir, kimin sözü dikkate alınır? Devlet suçuna dair egemen söyleme, hakikat rejimine dair çok önemli bir şey söylüyor bize itirafların sunulma ve alımlanma biçimi. Sur ve Cizre’deki gibi paylaşımlar o normları daha da sağlamlaştırıyor, pekiştiriyor. Toplum olarak kabul edilemez, tahammül edilemez olanla ilgili ortak bir referans noktasına sahip olmamızı engelliyor.
Her şeye rağmen itirafı yüzleşmeye giden yolu döşeyecek bir başlangıç gibi düşünebilir miyiz?
İtiraf belli koşullarda geçmişle yüzleşmeye katkıda bulunabilir. Toplumsal yüzleşme ya da geçmişle yüzleşme sağlayacak bir biçimde fiile dair önemli bilgileri ortaya çıkaran, aynı zamanda mağdura öncelik veren bir itirafın dönüştürücü potansiyeli olabilir. Güney Afrika’da hakikat ve yüzleşme komisyonlarında itirafa böyle dönüştürücü bir rol yüklenmişti. Ama oradaki örnekler de itirafın sınırlılığını gösteriyor. Hakikat komisyonlarında failler neyi neden yaptıklarını anlatıp af ve özür diliyor. Mağdurun da bu performansa affederek katılması bekleniyor. Bu sözleşmeyi delip geçen çok örnek mevcut. Ve tabii itiraf üzerinden kurulan bu barışma performansı suçun yasal zeminden ahlaki zemine taşınmasına neden oluyor. Apartheid’ın sosyal, ekonomik sonuçlarının, bu rejimin sadece faillerinin değil yararlanıcılarının çoğunlukla herhangi bir yaptırımla karşılaşmaması bu tür bir yüzleşmenin sonuçlarından. Dediğim gibi, bazı mağdurlar için böyle bir karşılaşma önemli olabilir. Ancak, itirafın mağduru ve fiili ikincil hale getirecek şekilde faile odaklı olması ve faillerin suçlarını izah etme biçimleri, böyle bir potansiyel varsa da onu yok ediyor bence. Mağdurların adalet taleplerini yinelemek için ulaşamayacağı platformlar faillere sonuna kadar açık. Bize hakikat olarak sunulan failin hakikati. İtiraf bir hakikat, adalet, yüzleşme illüzyonu yaratıyor. Yargılanmamış birinin kitaplar yazarak, televizyona çıkarak yaptıklarını anlatmasında çok ciddi bir etik sorun da var zaten. Failler neden mahkemede ifade vermek yerine bu tür itiraf pratiklerine yöneliyorlar, bunu düşünmemiz lâzım. Bize nasıl bir hakikat sunuyorlar, sorumluluğu nasıl tanımlıyorlar?
Bugün suç da suçun itirafı da çok daha aleni. Çünkü ince ince işlenmiş sessiz ve tepkisiz ve hatta iştirakçi bir toplum söz konusu. İktidar bu tür eylemlerin duyulmasının ardından büyük bir toplumsal tepki olmayacağını biliyor. Faillerin popüler olduğu bir ülkede yaşıyoruz.
Daha başka bir alandan güncel ifşa ve “itiraf” örnekleri de geliyor akla. 2017’de ABD’de bir olayla başlayıp hızla bir harekete dönüşen, Türkiye de dahil, dünyanın dört bir yanına yayılan cinsel saldırı ve istismarları ifşa hareketi de zaman zaman failleri “itiraf”a zorluyor. Bu “itiraf performansları”nda da mağdurları ikincil konuma koyan, faillerin aslında kendilerini meşrulaştıran benzer mekanizmalar işlemiyor mu?
Ben devlet şiddeti faillerini inceliyorum, ama genel olarak itiraf ile ilgili düşüncelerimi doğrulayan bir örnek bu. Burada cinsel tacizden, insanların hayatlarını altüst etmiş olaylardan bahsediyoruz. Benim baktığım vakalardaysa faili meçhul cinayetlerden, kayıplardan, işkenceden bahsediyoruz. Ama itirafları dinlerken o olayların ağırlığını, mağdura saygıyı hiçbir şekilde görmüyoruz, hissetmiyoruz. Eğer bir pişmanlık ya da af talebi varsa, fail tarafından failin kendisini, mağduriyetini anlamaya davet ediliyoruz. Failin hayatına odaklandığımız için, failin görünürlüğü mağduru görünmez kılıyor. Bir açıklamanın özrün yerine geçebileceği ve özrün böyle bir olaya yeterli cevap olabileceği düşünülüyor. Bu örneklerin hepsi itiraf pratiğinin yüzleşme konusundaki sınırlılığını gösteriyor. Eğer hak temelli savunuculuğun yaygın olduğu bir toplumdaysanız, bu tür açıklamalar ters yüz edilip hak arayışına dönüştürülebiliyor ya da mağdurun ön plana çıktığı bir hal alabiliyor. Arjantin’de bir itiraf sonrası gelen itiraflar zinciriyle birçok isim yargılanmıştı örneğin.
Arjantin’deki o olay neydi?
Alfred Scilingo Arjantin’de Deniz Kuvvetleri’nde 30 yıl görev yapmış ve cunta sırasında gözaltına alınan, işkence gören, kaybedilen 30 bine yakın insanın onlarcasının denize atılmasından şahsen sorumlu emekli bir asker. Scilingo itiraflarını kendisi de işkenceye uğramış solcu bir gazeteciye yapıyor. Daha önce de aslında üstlerine yazdığı mektuplar mevcut, kilisede itirafta bulunuyor, psikolojik tedavi görüyor. Yani bir pişmanlık söz konusu. Ama, bu pişmanlık durumunda bile açıklamalarında yaptıklarının ağırlığını tam olarak kabullenmediğini görüyoruz. Bununla birlikte, onun itirafı sonrası bir itiraflar zinciri başlıyor, yeni yargılamalar oluyor, kilise ve ordu özür diliyor, eylemler düzenleniyor. Bu, gazetecinin itirafları oturttuğu çerçeve ve geçmişle yüzleşme konusunda ısrarlı bir toplumsal hareketlilik sayesinde mümkün olabiliyor. Türkiye’de Susurluk döneminde kısmen yaşanmış olsa da sonrasında böyle bir politik ortamı deneyimlemedik. İtirafın yol açtığı tartışmanın adalet talebiyle dönüştürülmesi mümkün, ama bu tek başına itirafla mümkün değil.
Hakikat komisyonlarında failler neyi neden yaptıklarını anlatıp af ve özür diliyor. Mağdurun da bu performansa affederek katılması bekleniyor. Ve tabii itiraf üzerinden kurulan bu barışma performansı suçun yasal zeminden ahlaki zemine taşınmasına neden oluyor.
Hamit Bozarslan günümüz Türkiye’sini “kartel devlet” olarak tanımlıyor; paramiliterleşmenin daha da arttığı, faillerin resmen kahraman olarak görüldüğü bir tabloda itiraf nerede duruyor?
Hamit Bozarslan’ın bahsettiği artan paramiliterleşme işlenen suçların artması ve çeşitlenmesi, ilişkiler ağının daha da genişlemesi anlamına geliyor. Bu tür hukuk dışı yapılanmaların olduğu her yerde, özellikle de klikler arası çatışma ihtimalinin yoğun olduğu durumlarda, çeşitli itiraflara ve ifşaatlara yine rastlayacağız. Ancak, itiraflar bu ilişkileri, devlet yapılanmasının bu niteliğini netleştirmek yerine daha da bulandırabilir. Türkiye’de itirafların çokluğu ve sıradanlığı herkes her şeyi biliyormuş gibi bir algı yaratıyor, ama bir yandan da kimse hiçbir şeyi tam olarak bilmiyor, hep karanlıkta kalan bir şeyler var gibi. Zihni bulandıracak, meseleyi belirsizleştirecek şekilde yapılan itiraflar böyle bir etki yaratıyor. O nedenle suçun ve sorumluların ortaya çıkarılmasında itiraf beklentisi yerine öncelikli olan, bunları soruşturacak ve araştıracak kurumların yeniden yapılanması. Bunun olabilmesi için de öncelikli olan ciddi bir siyasal, sosyal dönüşüm.
Gerçek bir itiraf mümkün mü? Fail mutlaka kendini kollamaz mı?
Pişmanlığın ve af talebinin en baskın olduğu itiraflarda bile o itirafın ne kadar gerçek, ne kadar samimi olduğunu söylemek zor. Af talebiyle başlayan bir itiraf, aldığı tepkiler sonucu öfkeyle bitebiliyor. Çarkın ya da Aygan gerçekten yaptıklarından pişman olmuş olabilir, ama itiraflarında genelde bir şartlılık hâkim oluyor; “ben suçluysam o daha suçlu”, “ben yargılanacaksam önce şunlar yargılanmalı” gibi. Pişmanlık duyup itiraf eden kişilerde “itiraf ettim, daha ne istiyorsunuz” gibi bir tavır görülebiliyor. Asla bir suç işlediğini, bu suçun ağır bir suç olduğunu ve bunun cezai bir yaptırımı olduğunu düşünmüyor. Suçu işliyor, “ben gerçeği söyleyerek, hakikatleri ortaya çıkararak zaten çok büyük katkıda bulundum” diyebiliyor. Devlet suçunda sorumluluk konusu çok karmaşık. Eylemlerini izah etme biçimleri ve itiraflarının tek başına adalet ve hakikat için yeterli olabileceği düşüncesi işledikleri suçun ağırlığını o kadar da kabullenmemiş olduklarını gösteriyor.
Mevcut şartlar altında itirafın dönüştürücü bir gücünün olamayacağını düşünmemin nedeni sadece Türkiye bağlamı değil, aynı zamanda modern itiraf kavramının aldığı halle de ilgili. İtirafta kişinin imajını düzeltme çabası ağır basabiliyor. İşlediği suçun ağırlığının farkına varan bir insan iç hesaplaşmasının farklı yolları var. Bu durumdaki biri kamuya itiraf yolunu mu seçer, kitap mı yazar, söyleşi mi verir diye sormamız lâzım. Faillerin neden bu yolu seçtiği üzerine düşünmemiz gerekiyor.