SOMNUR VARDAR’LA YENİ BELGESELİ BOŞLUKTA

Söyleşi: Ayşegül Oğuz, Yiğit Atılgan
30 Eylül 2023
SATIRBAŞLARI

Sizi bu belgeseli yapmaya götüren çıkış noktası neydi?

Somnur Vardar: Yedi-sekiz yıl kadar önce, annemde demans ataklarıyla birlikte hafıza sorunları başladı. Annemin yaşadığı Fenerbahçe’deki evimizin etrafında inanılmaz bir yıkım ve inşaat faaliyeti vardı. Demans konusunu araştırırken kentsel dönüşüm gibi durumların demansı çok hızlandırdığını öğrenmiştik. Yaşlı insanlar mekânlardaki değişimleri kolay tolere edemiyor.

Annemde bu durum etkili oldu mu, bilmiyorum. O dönem zaten korkunçtu, sürekli bombalar patlıyordu. Bir yandan da ülkenin her yerinde doğa katliamı müthiş hız kazanmıştı, inşaat projeleri sorgulanır hale gelmişti. “Madem bu evdeyim, semtin dönüşümünü belgeleyeyim” düşüncesiyle, etrafta olup biteni arkadaşımdan aldığım bir kamerayla çekmeye başladım.

Somnur Vardar

Çekimlere başladıktan kısa süre sonra da darbe girişimi oldu. Balkondan, pencerelerden dışarıyı, o inşaat ortamını çekiyordum. Giderek işçilere konsantre olmaya başladığımı fark ettim. Resmen rol çaldılar. İnşaatın devinimini, o hareket halini gözlemlemek çok ilginç, ama beni etkileyen daha çok durdukları, dalgın oldukları anlardı. Derin düşüncelere daldıklarını, içe kapandıklarını hissediyorsunuz. Zaten sonraki söyleşilerde de teyit ettiler: “İnşaat işinde insan içe kapanır, kimseyle konuşmak istemez, işin yorgunluğuna ailelerimizden uzak olmak da eklenince susarız” dediler.

Boşlukta’nın zihninizde şekillenmesi nasıl oldu?

Kente kendi balkonumdan, penceremden bakıyordum, ama bir yandan da işçilerin hayatını çekmeye çalışıyordum. Bir süre sonra sahaya inmeye karar verdim. İnşaat-İş Sendikası’na ulaştım. Onlar değişik dönemlerde farklı işçilerle tanışmamı sağladılar. İnşaat işçilerinin bir maden ya da metal işçisi gibi ömür boyu aynı yerde çalışıp emekli olma şansı yok. İnşaat biter, işçiler başka inşaatlara dağılır.

Çekim yaptığım dönem, birçok inşaat yarım kalıyordu. İnşaat durunca işçiler ya köylerine dönüyor ya da başka şantiyede iş bakıyordu. Parasını alamadığı için işe devam edemeyen işçiler de vardı. İnşaat işçileri sürekli kesintiye uğrayan bir hayat sürüyor. Bu geçicilik yüzünden, daha başlarken, bir hikâyeyi, bir karakteri takip eden bir film olmayacağını, parçalı bir anlatım olacağını biliyordum. 

Filmi İstanbul’un dışına çıkarmak da istemiyordum. Kentte karşılaşacağım farklı aktörlerle bir hikâye kuracaktım. Şehir filmin temel unsurlarından biri olacaktı, fakat burayı da mümkün olduğunca kimliksiz göstermek istiyordum. Bu yüzden filmde İstanbul’a dair bir işaret, anıt, imge yok.

Araştırma aşamasında, büyük şantiyelere girip oradaki bedensel tükenişi mi çeksek diye düşünmüştük. Ama iki iş güvenliği uzmanı şöyle dedi: “Sen zaten evinden de inşaat işinin nasıl olduğunu görüyorsun. Ama işçilerin hayatıyla ilgileniyorsan, koğuşlara girmen gerekiyor.” Böylece gerilla usulüyle koğuşlara girmeye başladık. 

Çekimler boyunca herhangi bir şantiyeden alacağı olmayan tek bir işçiyle karşılaşmadık, hepsinin bir yerlerde yevmiyesi kalmış. İşçiler sistemden alacaklı. Öyle ya da böyle inşaatlar bitiyor, daireler satılıyor, patronlar rantlarını üretiyor, ama işçilerin ödemelerini hep aksatıyorlar ya da vermiyorlar.

Emrah ve Ferhat’la, nerede, nasıl yolunuz kesişti?

Çekimlere başladıktan bir yıl sonra, İnşaat-İş Sendikası’ndan arkadaşlar tanıştırdı. Arayıp “İki arkadaş var, biri öğretmen, şantiyede çalışıyorlar. Bugün iş güvenliği toplantımız var, gel bir tanış istersen,” dediler.

Toplantıya biraz geç gittiğim için salondaki yüzlere bakıp acaba kiminle tanışacağım diye tahmin yürütmeye çalışıyordum. Emrah’ı ve Ferhat’ı görünce, “Bu iki arkadaş olsa ne hoş olur” diye içimden geçirmiştim. Tavırları, halleri farkındalıklarının yüksek olduğunu hemen ele veriyordu. Aynı zamanda çok mütevazı ve sade bir duruşları da vardı.

Emrah’la Ferhat amca çocukları. Ferhat atanmayı bekleyen bir öğretmen, biraz daha içine kapanık, Emrah biraz daha rahattı. Aynı şantiyede çalıştıkları sırada bir arkadaşlarını iş kazası sonucu kaybediyorlar. Sonra sendikaya gidip gelmeye başlıyorlar. İkisi de filmin çekilmesi için çok istekliydi. Koğuşlara girebilecek miyiz acaba diye endişeye kapıldığımda “Sıkıntı yok abla, gel” dediler.

Çekim yaptığınız koğuşlar neredeydi?

Koğuşlardan biri Ayazağa’daki Vadistanbul’daydı. Emrah’ın çamaşır yıkadığı, Ferhat’ın Cezayir’e gitmesinden önceki son gecenin geçtiği koğuş da 5. Levent olarak anılan Alibeyköy civarındaydı.

Şantiye alanına kadın olarak girebiliyorsunuz, kadın mühendisler, iş güvenliği uzmanları var, ama koğuşlarda hiç kadın yok.

Yabancı bir kadının oraya girmesi ekosistemi altüst edeceği için ben koğuşlara hiç girmedim. Beraber çalıştığım kameraman arkadaşım Sedat (Şahin) ilk koğuş çekimini yaparken dışarıda bekledim. İçeride neredeyse iki bin erkek vardı. Sedat’a güvenmekten başka şansım yoktu.

Koğuşlarda karşınıza çıkan manzara, çekimlerdeki değişen durumlar filmin gidişatını nasıl etkiledi?

Ne çekebiliyorsak o kadarıyla filmi kurgulayacağımızı biliyorduk. Bir olay örgüsü ya da gündem takibi yerine kente ve şantiyelere hâkim duyguyu anlamaya çalışıyorduk. Ferhat’la tanıştığımızda “Galiba bir yıl sonra Cezayir’e çalışmaya gideceğim” dedi. Vizesini bekliyordu. Bunu takip ederiz, bu bir izlek olur diye düşünürken Ferhat’ın pat diye vizesi çıktı.

Filmi karakterler üzerine kurmayı düşünmüyordum, ama çekimlerin ortasında ana karakterlerden biri gidince biraz şaşkınlık yaşadım. Ama onunla Cezayir’e gitmek yerine, İstanbul’da kalıp kenti diğer işçilerle izlemeye devam ettim. Bu film bir olay örgüsü taşımak yerine, duygulanım üzerine, bu kentte yaşayanların ve işçilerin ortak duygusu üzerine olacaktı. Bir duyguyu takip ettim.

Emrah ve Ferhat nereli?

Mardin’in Kızıltepe ilçesinin Yarımca köyünden. Dedeleri de babaları da inşaat işçisi. Köylerinden bir tanıdıklarının Cezayir’de inşaat şirketi var, abileriyle babaları orada çalışıyor. Köyün bütün erkekleri Cezayir’e gitmeyi çok istiyor, oradaki koşullar gözlerini korkutuyor, ama kısa zamanda çok para kazanıp, borçlarını ödeyip inşaat işçiliğini bırakmak istiyorlar.

Bu gerçekçi bir beklenti mi?

Bazıları için, özellikle bekâr olanlar için gerçekçi. Ferhat kardeşini özel üniversitede okutuyordu, borçları vardı. İyi para kazandılar, onlar için kötü olmadı. Ama oraya gidip çıkamayan da var. Özellikle evli olanlar, çocuk yetiştirenler arasında birkaç yıllığına gidip ömrünü orada geçiren çok. Emrah’ın babası pandemi sırasında Covid’e yakalandı ve Cezayir’de vefat etti. Filmin sonunda “Artık babamız dönsün de rahat etsin” diyorlardı, ama ancak cenazesi gelebildi. Emrah için çok yaralayıcı, acı bir dönemdi.

Annenizin evinin civarını, hatıralarınızın olduğu sokaklardaki değişimi belgelemeye çalışırken kendinizi Kürt inşaat işçilerinin arasında bulmak sizde nasıl bir değişim, dönüşüm yaşattı?

Kentsel dönüşümle birlikte en büyük mağduriyeti en zayıf halka olarak görülen işçiler yaşıyor. Filmin çekimleri boyunca herhangi bir şantiyeden alacağı olmayan tek bir işçiyle karşılaşmadık, hepsinin bir yerlerde yevmiyesi kalmış. İşçiler sistemden alacaklı. Öyle ya da böyle inşaatlar bitiyor, daireler satılıyor, patronlar rantlarını üretiyor, ama işçilerin ödemelerini hep aksatıyorlar ya da vermiyorlar. Ana firma bunu yapmıyorsa, taşeron yapıyor.

O dönemi düşündüğümde hakikaten çok zor olduğunu görüyorum, ülkede çok ağır şeyler oluyordu. Her gün bir bomba haberi geliyordu, yeni bir KHK’yla insanların hayatının kararmadığı bir sabah yok gibiydi. Arkadaşlarımız gözaltına alınıyor, tutuklanıyordu. Çok ağır bir tekinsizlik, güvensizlik ve büyük bir kaygı ortamı içindeydik.

Bütün bunlar olurken annem hafızasını yitiriyordu. Evin içinde de çok ağır bir kaygı yaşıyorduk. Etrafımızı beton bloklara sarılı iskeleler kuşatmıştı, bir distopya gibiydi kent. Ve pencereden baktığımda yaşayan, hisseden tek unsur olarak işçileri görüyordum. Sanırım o bağı kurma ihtiyacı duydum.

İstanbul Film Festivali kapsamında Nişantaşı’ndaki gösterimde şöyle bir soru geldi: “Siz farklı bir sınıftan geliyorsunuz. Kürt işçilerin belgeselini yapıyorsunuz…” Çok düşündüm bunun üzerine sonradan. Bence bizi ayıran düzlemleri fazla abartıyoruz. Bazı düzlemlerde çok uzak görünürken, farklı bir düzlemde çok yakınlaşabiliyoruz. Ferhat ve Emrah’la hayat tecrübelerimiz farklı, ama buluştuğumuz noktalar az değil.

Filmin ilk gösteriminin yapıldığı Antalya Film Festivali’ne Emrah ve Ferhat birlikte geldi. İkisi de Cezayir’den dönmüştü. Aileleriyle, köylerinde yaşıyor olmak iyi gelmişti ikisine de. Filmi çok beğendiler, sahiplendiler. Orada bu sefer onlar beni daha derinlemesine tanımak istediler, bana hayat hikâyemi anlattırdılar. Ferhat pedagojik formasyon almış bir öğretmen. Freud’a çok özel bir ilgisi var. Saatlerce Freud hakkında konuşabilir. Çok ilginçti onu dinlemek. 

Farklı zamanlarda farklı şantiyelerde çekim yaptık, konuştuğumuz işçiler hep bir boşluk halini tarif etti: “Büyük bir boşluktayım”, “Kendimi boşlukta hissediyorum” diyorlardı. Bu duygu hali benim de içinde olduğum durumu anlatıyordu. Geleceksizlik, memleket ne olacak kaygısı, etrafımızı saran bu inanılmaz yıkım… Bütün bunlarla başa çıkmaya çalışırken bir boşluğun içinde gibiydik.

Cezayir’den sonra inşaat işçiliğini bırakmışlar mı?

Ferhat sosyal bilgiler öğretmeni, fakat Emrah’ın okumayı arzu ettiği, atamaların da kolay olduğu özel eğitim öğretmenliğine geçmek istiyordu. Pandemi sırasında Kıbrıs’ta üniversite kazanıp online takip ettiği dersler sayesinde iki yılın sonunda o diplomayı da aldı. KPSS’den bu sefer çok yüksek bir puan alıp nihayet atandı. Şimdi Hatay’da öğretmen. Emrah Cezayir’e geri döndü. Çünkü bu arada âşık olmuş, nişanlandı. Mardin’deki küçük topraklarından kazandığı yetmediği için mecburiyetten döndü.

İnşaat işçileri arasında üniversite okumuş olanlar çok istisnai mi?

Hükümet için istihdam sağlamanın en kolay yolu inşaat. Hükümetin bu kadar yoğun inşaat projeleri yapması iş veremediği öğretmenlere, harita mühendislerine, narkoz teknisyenlerine istihdam alanı sağlıyor.

AB süreci devam ederken işsizlik rakamlarını nispeten küçük göstermek için başvurulan yöntemlerden birinin inşaat sektörünü büyütmek olduğunu okumuştum. Emrah’ın abisi narkoz teknisyeniydi, başka bir şantiyede çalışıyordu. Şimdi ataması yapıldığı için bir hastanede mesleğini yapabiliyor. Öğrenciler de yazın inşaatlarda çalışıyor.

Cezayir’de inşaatta çalışmayı cazip kılan sadece ekonomik nedenler mi?

Evet, kesinlikle sadece ekonomik yönü cazip. Burada kazandıklarının dört-beş katını dolar olarak kazanıyorlar. Filmde görüyoruz, iki bin dolar alıyorlar, o zaman altı bin lira ediyormuş! (gülüyor) Demek ki dolar üç liraymış. Orada iş güvenliği konusu daha da esnek. Burada firmalar işçileri sigortasız çalıştıramıyor. Maaşların asgari ücret kadarını yatırıp üstünü elden veriyor, ama sigortasız çalıştıramıyor. Cezayir’deyse sigorta işçinin tercihine bırakılıyor.

Cezayir’e giden inşaat işçilerinden haberdar olmamız, Kayı inşaat şirketi tarafından büyük bir hak gaspına uğrayan işçilerin yıllarca sendikayla birlikte yürüttüğü olağanüstü mücadeleyle olmuştu.

Orada buradakinden çok daha büyük bir sömürü var. Emrah ve Ferhat da Cezayir’deki çalışma şartlarının ağır olduğunu söylüyor. Özellikle pandemi sırasında şartlar daha da fenalaştı. O sırada çok endişeliydiler. Çünkü oradaki sağlık sistemine hiç güvenmiyorlardı. Hiçbir önlem alınmıyordu. Neredeyse hepsi Covid oldu.

Emrah Cezayir’e doğru yola çıkarken bir belirsizliğin içine giriyor gibiydi…

Evet, önünde bir boşluk vardı. Filmin adı da oradan geliyor. Farklı zamanlarda farklı şantiyelerde çekim yaptık, konuştuğumuz işçiler hep bir boşluk halini tarif etti: “Büyük bir boşluktayım”, “Kendimi boşlukta hissediyorum” diyorlardı. Bu duygu hali yönetmen olarak benim de içinde olduğum durumu anlatıyordu. Geleceksizlik, memleket ne olacak kaygısı, etrafımızı saran bu inanılmaz yıkım… Bütün bunlarla başa çıkmaya çalışırken bir boşluğun içinde gibiydik.

Filmde Emrah’ın annesiyle konuşmalarına tanık oluyoruz. İç dünyalarına biraz girebildiniz mi?

İnanılmaz bir içe kapanma yaşıyorlar. Filmin başında “Evi arıyor musun?” sorusuna “Yok, o kadar yorgunum ki. Onlar da artık beni hatırlamıyorlar bile, hayatta mıyım, değil miyim bilmiyorlar” diye cevap veriyor. Bir yandan evi aramak istiyorlar, bir yandan da evi aramak çok üzücü oluyor. Her geçen gün aradaki mesafeyi, yalnızlaşmayı daha çok hissediyorlar. İnşaat işinin insanı yalnızlaştıran bir yanı var. Boya mı yapıyor, duvar mı örüyor, o iş boyunca yalnızlar. Gece koğuşa geldikleri zaman da o yorgunlukla tamamen içe kapanıyorlar.

Seyirci filme sadece bir işçi filmi olarak bakmıyor, genç işsizliği, hafızasız kentler, daralan yaşam alanlarına dair tartışmalar çok oluyor gösterimlerin ardından. Ferhat ve Emrah’ın sıkışmışlıklarında da oradan oraya savrulmalarında da hangi meslekten ya da sınıftan olursak olalım hepimizin hayatına denk düşen durumlar var.

Şantiye koğuşlarında uzun geceler boyunca yaptıkları sohbetlerde Cezayir hayalleri kuruluyor. Cezayir’e gidip dönenlerin biraz abartıyla karışık aktardığı hikâyeler var. Kadınlar, flört ihtimalleri bu hayalleri bolca süslüyor…

Çok ağır seksist konuşmalar yoktu. İlk gösterimden önce Ferhat filmi görmek istedi. İzledikten sonra, “Filmde bir değişiklik yapma ihtimalin varsa, bir sahneyi çıkartsan iyi olur” dedi. “Hangi sahne?” dedim, “Ya işte, kadına cinsel obje gibi bakan bir yer var” dedi. O hikâyeyi anlatan kişi, gençliğinde yaşadığı romantik anılarından bahsediyor. Anlattığı kadına dair hiçbir kötü ifade yoktu. En azından ben bir kadın olarak hiç rahatsızlık hissetmedim o hikâyede. Benim için oradaki en çarpıcı şey bütün erkekler bu muhabbete dalmışken Ferhat’ın konuşulanlarla hiç ilgilenmemesi, bambaşka düşüncelere dalmış olmasıydı.

Filmde bir şantiye işgaline de tanık oluyoruz…

O dönem şantiye eylemleri yavaş yavaş yayılmaya başlamıştı. Daha da yayılacağını tahmin ediyordum, ama eylemlerin devamı pek gelmedi. O esnada iki işgal vardı, ama kurguda birleştirip tek işgal gibi gösterdik. Üst Göztepe’deki inşaatta Van’dan gelen bir grup işçi çalışıyordu. Vanlı işçiler dört ayın sonunda paralarını alamayınca sendikaya başvurup örgütlenmişti. Biz o sürece geç dahil olduk.

Direniş boyunca Göztepeliler işçilere destek olup dayanışma gösterdiler. Evlerden yemekler geliyordu. Filmde işçilerin İstanbul’la ilişki kurdukları nadir sahnelerden biri de bu anlarda oldu. Ne zaman ki işçiler bir binanın tepesine çıkıp bağırdı, bir pankart dalgalandırdılar, insanlar da pencerelerden onları gördü.

Direniş nasıl sonlandı?

Sendika sayesinde haklarını aldılar. Zaten sorun taşeronun esas patrondan ödemeyi alıp işçilere ödememesiydi. Ana firma işçilere dört aylık alacaklarını verince işçiler de Van’a, köylerine döndü.

İnşaat sektöründe çalışıp da parasını alamayan işçi sayısına inanamıyor insan. Koskoca firmaların büyük projelerinden işçilerin bazen paralarını alamadan ayrılmak zorunda kalmaları akıl alır gibi değil.

İnşaat sektöründe örgütlülük çok az. Bir fabrikada, maden ocağında olduğu gibi kalıcı bir dayanışma duygusunun oluşması için zamana ihtiyaç var, inşaat işçilerinin böyle bir zamanı yok. O yüzden sendikalaşma çok düşük. Firmalar o kadar ezici ve ayrıştırıcı ki, Bağdat Caddesi ve Kadıköy’de kentsel dönüşümle birlikte oluşmuş inşaat alanlarında örgütlü işçi bulmak çok zor. Genelde parasını alamayanlar sendikaya gidiyor. Sendika inşaat işçileriyle sahada teke tek iletişim kurarak o bağı güçlendirmeye çalışıyor.

Sendikayla birlikte inşaat işçileri olarak 1 Mayıs’ta Taksim’i zorluyorlar ve yoğun bir polis saldırısına uğruyorlar. O hengâmeden ve gözaltılardan sonra Emrah sendikaya dönüyor, yanındaki arkadaşı “Ben hevesimi alamadım” diyor…

Evet, kurguda bizi çok güldürmüştü bu cümle.  Bu sözünü ettiğiniz sahne için 1 Mayıs 2017’de, Zincirlikuyu’da buluştuk. Saldırı olacağını biliyorduk, işçilerle beraberdik. İşçiler sendikayı keşfettiklerinde bir arada olmaktan ve hakları için mücadele etmekten mutlu oluyorlar.

Ferhat’ın da Emrah’ın da ailesi üç kuşaktır inşaat işçiliği yapıyor. Geleceğe dair umutları, başka bir yaşam kurma inançları var mı?

Bu neslin hayata dair talepleri var. İnşaat işçiliğine geçici bir iş olarak bakıyorlar. Ferhat’la Emrah bu kısır döngünün dışına çıkmak için mücadele ediyor. Çiftçilik mi yapsak, öğretmenlik mi yapsak, başka bir şey mi okusak diye durmadan kafa yoruyorlar. Cezayir’e gitmelerinin nedeni de bu işten mümkün olduğunca hızlı sıyrılmak.

Üniversite okudukları halde iş bulamayınca inşaatta çalışmalarının nedeni şehirdeki bütün akrabalarının inşaatta çalışıyor olması. Akrabaları kentte restoran ya da pazarcılık işinde olsa onlar da o işi yapacaktı belki. Bu arada, Emrah üniversite okumadı ama, inanılmaz zeki bir çocuk, bilgisayar kullandığı için Cezayir’de onu beton santraline aldılar. Hangi şantiyeye ne kadar beton gidecek, o işi Emrah yönetti. Sonra başka bir firmadan da teklif aldı.

Sedat Şahin’le filmin görsel dünyasını kurgularken nelere dikkat ettiniz?

Kimliksizleştirerek, derinliksiz, tamamen anonim, distopik bir kent olsun istedik. Mimari geometriyi de işin içine katarak, binaları animasyon gibi düz çizgiler halinde gösterdik. Post-prodüksiyonda mimari öğeleri biraz daha sertleştirdik.

1920’lerin şehir senfonisi filmlerini çok izledim. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından dünyada kalkınma vizyonu gelişiyor, köprüler, fabrikalar yapılıyor, endüstrileşme kentleri ele geçiriyor. Belediyeler, firmalar sanatçılara bu büyük yapıların resimlerini sipariş ediyor. Buna paralel olarak da 1920’lerde Amerika’da kübik gerçekçilik diye de bilinen “precisionism” akımı ortaya çıkıyor. İnsansız, tamamen endüstriyel bir dünya resmediliyor. Bu resimlere temas eden bir hüzün de var. Sedat’la o akımda kentleri, köprüleri tasvir eden Charles Sheeler, Ralston Crawford, Charles Demuth gibi ressamların işlerini paylaştım.

O dönemle 2016’nın Türkiyesi arasında bir bağ kuruyor musunuz?

Evet, o dönem 2016’da buradaki darbe girişimi sonrası döneme inanılmaz benziyor. 1920’lerin ABD’sinde, iki dünya savaşı arasında inanılmaz bir ırkçılık var. Dünyada da faşizm yükseliyor. 1929’da büyük buhran başlayacak, korkunç bir ekonomik çöküş gelecek. Bu dönemleri gören ressam Edward Hopper da yalnız bireyler çiziyor mesela.

2016 itibarıyla ırkçı söylem, yabancı düşmanlığı burada da tekrar tırmandı. O distopya, karamsarlık, hakikaten İstanbul’a uyuyordu. Sağcılık yükselirken kente kimlik empoze eden yapıları yerleştirmeye çalışmaları da etkileyiciydi. Kanal İstanbul tartışmaları, köprü inşaatları, yeni havalimanının yapımı sürüyordu ve hepsi sadece kent tasarımı açısından değil, doğaya verdikleri zarar nedeniyle de çok tartışmalı projelerdi.

Filmin ön araştırma safhasında nasıl bir yol izlediniz?

O günlerde İnşaat Ya Resulullah (der. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, 2016) çıkmıştı, o kitaptan çok faydalandım. İnşaat-İş Sendikası’nın sahada yaptığı çalışmalar da dikkatimi çekmişti. Sendika beni iş güvenliği uzmanlarıyla tanıştırdı. Ama bir süre sonra tek yapmanız gereken sahaya inip işçilerle konuşmak.

Filmde bir veri bildirimi olmayacağı için, sadece adil bir film olsun, doğru bir sendikayla ve karakterle çalışayım istiyordum. Belgeselcinin otoriteyle ilişkisi çok kritik. Şantiye alanına kaçak girdiğinizde bazı riskler alıyorsunuz. İşçileri tehlikeye atmamak gerektiği gibi, iş güvenliği eğitimi almamış bir ekibi inşaat alanına sokmak da etik olarak çok sorunluydu. Çekim ekibinin hayatı tehlikeye atılabilirdi. Önemli olan kuvvetli bir duygu yakalamaktı.

Boşlukta yoğun bir gösterim sürecinden geçti, geçiyor. Yurtiçi ve yurtdışındaki tepkiler nasıl?

Yoğun bir olay örgüsü olmayan, sübjektif okumalara açık bir filme farklı seyirci gruplarında güçlü ve benzer yanıtlar almak çok mutlu ediyor. Floransa’da Festival dei Popoli’de Arjantinli bir sinemacı “Her sahnede ‘Aynısı Buenos Aires’te de oluyor,’ diyerek izledim” demişti. DokuFest’in Prizren gösteriminde Sırp ve Hırvat seyircilerden kendi ülkelerindeki şantiyelerde de Türkiye’den giden işçilerin çalıştığına dair yorumlar gelmişti. Bütün dünyada göçmen ve mülteci istihdamının inşaat sektöründe ne denli yaygın olduğunu bu gösterimlerden sonra daha net gördüm.

Boşlukta 7 Ekim Cumartesi günü Rotterdam Mimarlık Filmleri Festivali’nde yine inşaatta göçmen istihdamı konusuna dair bir sunumla birlikte gösterilecek. Ama seyirci filme sadece bir işçi filmi olarak bakmıyor, genç işsizliği, hafızasız kentler, daralan yaşam alanlarına dair tartışmalar çok oluyor gösterimlerin ardından. Ferhat ve Emrah’ın sıkışmışlıklarında da oradan oraya savrulmalarında da hangi meslekten ya da sınıftan olursak olalım hepimizin hayatına denk düşen durumlar var.

Documentarist’in bu yılki seçkisinde, “3×3 Somnur Vardar” başlığı altında Boşlukta ile birlikte Yolun Başında (2013) ve İstanbul Berlin’de (2010) filmlerinizi de izledik. O iki filminizle birlikte Boşlukta yan yana gelince ne hissettirdi?

Boşlukta hep yapmak istediğim, ama hep ertelediğim türde bir film. Duygularımı, izlenimlerimi bu kadar yoğun içine koyduğum bir filme gelene kadar daha güvenli rotalarda seyrettim doğal olarak. Önceki işlerimde gözlemci tarzda, olay örgüsüne ve hikâyeye öncelik veren, daha doğrusal bir izlek takip etmiştim. Atmosferik ve çağrışım tetikleyen bir filme hevesim vardı, ama cesaretim yoktu. Neticede, istediğim filme gelebildiğim için mutluyum.   

O kadar manipüle edilen bir medya ortamı var ki, “gerçeği, yalnızca gerçeği” isteyen bir seyirci kitlesi de genişliyor artık. Türkiye’de yüzeyin altında, yukarı çıkmayı bekleyen çok hayalet var. Anlatma ihtiyacı ve arzusu da çok güçlü.

Kronolojinin başına gidersek; film çekmeye nasıl merak sardınız, belgeselle ilişkiniz nasıl başladı? 

Boğaziçi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı okudum. Sinemaya o sırada büyük tutkuyla bağlandım. Çocukluğumda TRT’de Truffaut’nun 400 Darbe’sini, de Sica’nın Bisiklet Hırsızları’nı defalarca izlemiştim. Boğaziçi’nde okurken gazeteciliğe, fotoğrafçılığa da hevesim vardı. New York’ta medya çalışmaları üzerine yüksek lisans yaparken belgesele konsantre oldum.

Türkiye’ye geldiğimde büyük hayal kırıklığına uğradım. Bir haber kanalında çalışmaya başladım, ama istediğim gibi yaratıcı bir çalışma alanı yoktu. Oradan çok iyi arkadaşlıklarla ayrıldım. Uzunca bir dönem yabancı haber kanallarının buradaki prodüksiyonlarını, ön araştırmalarını yaptım. Daha sonra kurgu yapmayı öğrendim.

Kamera fiyatları alınabilecek seviyelere düştüğünde kendi üretimlerimizi yapmaya başladık. Bu Ne Güzel Demokrasi 2007 seçimlerini takip ettiğimiz kolektif bir belgeseldi. Elimizde kameralarımız olunca Belmin Söylemez, Berke Baş ve Haşmet Topaloğlu’yla birlikte dört arkadaş kendimizi sokağa attık.

İlk çekim için de iki eski hayat kadınının, Ayşe Tükrükçü ve Saliha Ermez’in bağımsız adaylık kampanyalarını takip ettik. Onlarla Beyoğlu’nda boydan boya yürüyünce “Tamam, bu filmi yapıyoruz” dedik. Sokağa çıktığınız anda film size geliyor. O film hakikaten çok mutlu olduğumuz, gurur duyduğumuz bir iştir.

Sözlü tarih üzerine çalışmayı çok seviyorum. Çok iyi bir belgeleme yöntemi olduğunu düşünüyorum. Zaman zaman sözlü tarih çalışmalarının belgesele dönüştürülmesi üzerine atölye çalışmaları da yapıyorum.

Son yıllarda belgesel türüne ilginin artmasını nasıl yorumluyorsunuz?

O kadar manipüle edilen bir medya ortamı var ki, “gerçeği, yalnızca gerçeği” isteyen seyirci kitlesi de genişliyor artık. Bir de anlatma arzusu var. Ermenistan’da yaptığımız bir projede bizimle birlikte çalışan antropolog Leyla Neyzi hep şunu söylerdi: “İnsanları dinlerken mutlaka geçmişten birilerini de anlatacaklardır, hangi hayaletlerle yaşamaya çalıştıklarını anlayın…” Atölye çalışmalarında da bu cümlenin karşılığını aradım. Türkiye’de yüzeyin altında, yukarı çıkmayı bekleyen çok hayalet var. Anlatma ihtiyacı da çok güçlü.

2015’te, Trabzon’da, Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde bir sözlü tarih ve belgesel atölyesi yapmıştık. Öğrencilerden de proje istemiştik, kimlik üzerine çok fikir çıkması enteresandı. Daha önce aynı projeyi yine Belgesel Sinemacılar Birliği’yle (BSB) İzmir’de, Dokuz Eylül Üniversitesi’nde de yapmıştık. İzmirli öğrenciler çok daha aktif şekilde tartışmalara katılıyor, bize zorlayıcı sorular soruyorlardı, Trabzon’daki toplantılardaysa hep bir sessizlik vardı.

İki üniversitenin katılımcılarından proje yazmalarını istedik. Trabzon’dan Alevi ve Kürt kimliği üzerine, çevre ve ekoloji üzerine, kadınlık ve annelik algısı üzerine, kimlik üzerine o kadar sert, o kadar enteresan projeler geldi ki, şaşırdık. Bütün o sessizliğin ardından çok çarpıcı fikirler çıktı ortaya. Neden bunları sınıfta konuşamadık diye çok tartıştık sonradan. Sınıfta ve kentte, yüzeyde görünenin aksine homojen kimlik dayatmasına dair dipte derin bir itiraz hissetmiştim.

Boşlukta‘nın kahramanları Ferhat ve Emrah, Somnur Vardar ve görüntü yönetmeni Sedat Şahin’le birlikte filmin ilk gösteriminin yapıldığı 59. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde

Bir süredir gündemimizden düşmeyen yasaklama ve sansür uygulamalarının son halkasıyla bitirelim. 2014’te Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Reyan Tuvi’nin Gezi direnişini anlatan Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek belgeselinin seçkiden çıkarılmasından sonra, ikinci bir sansür vakasıyla karşı karşıyayız. Şimdi de Nejla Demirci’nin KHK’yle meslekten ihraç edilen iki kamu çalışanının mücadelesini anlatan Kanun Hükmü belgeseli seçkiden çıkarıldı, tepkiler üzerine geri alındı, Kültür ve Turizm Bakanlığının terörizm suçlamalarıyla tekrar seçkiden çıkarıldı... Festival yönetiminin tavrını, sinema çevrelerinin tepkisini, bütün bu olan biteni nasıl değerlendiriyorsunuz?

2014’teki sansür krizinden sonra, Antalya Film Festival’inde bu kez belediye muhalefet partisindeyken yine bir sansür kriziyle karşılaşmamız çok korkunç, çok asap bozucu. 2014’te sinemacılar olarak iktidarın kıskaca alma, hukuk tanımama  ve dayanışma kırma taktikleri karşısında gerçekten donanımsızdık. Ne ile karşı karşıya olduğumuzun farkına pek varamamıştık. Bu süreç içinde hem filmi sansürlenen yönetmen Reyan Tuvi hem de sansürü gündeme getiren ön jüri üyeleri hedef gösterildi ve çok hırpalandılar. Sansür krizini çözme sorumluluğunu festival alenen Tuvi’ye yüklemişti.

Aradan geçen zamanda ülkece çok şeye tanık olduk. Yaşadıklarımızdan ders çıkarmış olmalıyız ki, bu sefer sinemacılar çok hızlı ve doğru hareket etti, hızla filmi sansürlenen sinemacının yanında durdular. Ancak, onların kararlı duruşunu ne festival yönetiminde ne belediyede, ne de muhalefette görüyoruz. Yaklaşan yerel seçim endişesiyle muhtemelen belediye de muhalefet de bu konuda sesini yükseltmiyor.

Ama sansürü yıkmanın tek yolu sansürü tanımamaktır. Belediyenin ve muhalefetin sinemacıların yanında olduklarını ve festivali sansürsüz gerçekleştireceklerini net olarak duyurmaları gerekiyordu. Peki, bunu neden yapmıyorlar? Düşünebildiğim tek neden sanatı, sinemayı, sansürü kendileri açısından ikincil, uğruna başka şeyleri tehlikeye atmaya değmeyecek meseleler olarak görmeleri. Bağımsız bir sinemacının belgeseli devlete nasıl bir tehdit oluşturabilir? Medyayı neredeyse tamamen ele geçirmiş iktidar gerçeğe dair en ufak bir sızıntıya tahammül edemeyecek kadar endişeli mi gerçekten?

Daha çekim aşamasında Anayasa Mahkemesi’nden ifade özgürlüğü kapsamında çekildiğine dair teyit almak zorunda kalmış bir belgesel sırf iktidarın KHK uygulamalarını sorguladığı için terörle ilişkilendiriliyor; filmi yeniden programa alan festival direktörü hakkında soruşturma açılıyor ve kendisi yaptığı basın açıklamasında herhangi bir terör örgütüyle bağlantıları olmadığını söylemek zorunda hissediyor.

Böyle bir suçlamayla karşı karşı kalmak artık insanları güldürmüyor, kanını donduruyor. Bu kadar yapay, temelsiz suçlamalar karşısında boyun eğmek, herkesin her an en mesnetsiz şekilde terörle suçlanmasındaki saçmalığı bilerek buna topluca itiraz etmemek bir yenilgidir.

Boşlukta’nın ilk gösterimini geçen yıl Antalya Film Festivali’nde yapmıştık. Arkadaşımız Çiğdem Mater’i, Osman (Kavala) beyi ve Gezi davasında tutuklu diğer arkadaşlarımızı anmadığımız tek bir gösterim olmamıştı. Çiğdem’in bu yıl Antalya’da olacağına emindik neredeyse. Şimdi yere çakılan iyimserliğimizle yeniden dokuz yıl önceki yerdeyiz. Sadece daha donanımlıyız ve daha bir aradayız.

^