KOMET’LE MUTLULUK ÜZERİNE BİR NEVİ MÜNAZARA

Söyleşi: Yücel Göktürk
26 Eylül 2022
Fotoğraf: Şahan Nuhoğlu
SATIRBAŞLARI

Mutluluk üzerine bir münazara yapmak üzere geldik…

Komet: Evet. Mutlu aşk yoktur. (gülüyor)

Niye olmasın?

Valla, Aragon’a sorun.

Mutlu hayat var mı?

Hayatın kendisine sorarsan, “var” diyebilir. Ama bana sorarsan, mutlu anlar olabilir sadece. Devamlı, mutlak bir mutluluk yoktur. “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” demiş Kanuni. Sağlığım biraz daha iyi olsa, daha mutlu olacağım. (gülüyor)

Kanuni o lafı bir yerden apartmıştır…

Belki Bâkî fısıldamıştır. (gülüyor) Mutlu bir ânımı anlatayım mı? Paris’te epeyce zorluklarla yaşadığımız zamanlar. Isabelle diye bir hatunla yaşıyorum. Paramız yok. Felaket durumdayız. Arjantinli bir heykelci arkadaşım var, Roberto. Bir gün dedi ki, “bir mimar arkadaşım senin resimlerini görmüş, almak istiyor”. “Tamam, gelsin” dedim. Geldiler. Arkadaşı bir resim seçti. Oturuyoruz. Bu arada, güzel sanatlar müfettişi bir hanım da tesadüfen aynı anda bir resmimi almak üzere gelmişti. Biraz sonra, Avni Arbaş’ın ahbabı bir antikacı karısıyla geldi… Allah Allah, acayip bir gün! Kadın “ben şu resmi istiyorum” dedi, erkek “bu resmi istiyorum” dedi. Tartışmaya başladılar. Aile kavgası çıkıyor nerdeyse. “İkisini birden alın o zaman” dedim. “Doğru ya, ikisini de alalım” dediler. Valla oldu bu olay. Mimar “ben bir tane de anneme alacağım” dedi. Bir tane de annesine aldı! Ben şaşkınım. Neyse, gittiler. Çıktım, nehrin kıyısında biraz yürüdüm. Hava da güzeldi. Oooh! Büyük mutluluk. (gülüyor)

Herkes bir şey söylemiş ölürken, ben ne söyleyeyim diye düşünüyorum bir yandan. Arkadaşlar gelmiş, komada da olsa ölmeden önce ayılıp bir şey söylüyor insan, değil mi? Ben şuna karar vermiştim: Uzanmışım, etrafta arkadaşlar var, doğruluyorum: “Ü-ürü-ü-üüüüü!” Herkes de “üstad ne demek istedi acaba” diye düşünüyor…

Böyle zamanlar da oluyor insanın hayatında. Bir hadise daha anlatayım. 1979’dan ‘84 sonuna kadar gelmedim Türkiye’ye, cunta vardı. O arada, bir yaz zamanı… Beş parasızız. Sürünüyoruz. Hava sıcak, Montparnasse’da, Rue de Raspail’da borç takabildiğimiz bir kafede ressam arkadaşlar oturuyoruz. Bir telefon geldi kafeye. Bana seslendiler. İngiliz bir koleksiyoncu vardı. Her gelişinde üç-dört resim alır, çok muhabbetli bir adam. Gittim telefona, bu koleksiyoncu. “Paris’teyim, çok az vaktim var, resmin var mı?” “Var” dedim. “Yarım saatim var, geliyorum.” Geldi. Altı kat çıktık atölyeye. Üzerinde pırıl pırıl mevsimlik bir kostüm. Tam “bunu aldım, şunu aldım, bunu da aldım…” diyor, üzerinde paletin durduğu tabure vardı, pat diye oturdu. “Eyvah!” dedim. Koştum, terebentinle sildim. Pantalonu çıkardı, adamı battaniyeye sardık. Kapıcı geldi, bir taksi çağırdı. Adam da utanıyor. O telaşta tabii para isteyemedim. Bu arada, kafeden ayrılırken arkadaşlara “Select’e gidin, yemekler, içkiler benden” demiştim. Millet de gitti. Öyle kaldık. (gülüyor) Böyle ters şeyler de oluyor.

Resim satmadan olmuyor ama, o kadar uğraşıp yarattığın bir işi elinden çıkarmak, ondan kopmak üzmüyor mu?

Sevdiğim bazı resimler satılınca üzülüyorum. Param olsa, bazı resimleri tekrar almak isterim. (gülüyor)

Mutluluk denince, birçoğumuzun aklına Nâzım’ın “Saman Sarısı”ndaki malûm dizesi gelir. “Mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin, işin kolayına kaçmadan ama…”

Hayal etmiş mutluluğu. Mutlu olmamış ki hayatında… Ufak tefek mutluluklar tabii ki oluyor. “Saçları saman sarısı, gözleri mavi” de oluyor. (gülüyor)

“Güzel Günler Göreceğiz”deki “motorları maviliklere süreceğiz” dizesi de bir mutluluk resmi…

Güzel bir mutluluk resmi, evet. Umut ediyor, hayal ediyor… İnsanın mutlu olması için sağlıklı olması lâzım bir kere. Motora binecek kadar parası da olması lâzım. Karnının doymuş olması lâzım. (gülüyor) Benim hayatımda, en büyük mutluluk ve mutsuzluklar hatunlarla olanlar. Sevdiğin kızla aran iyidir, mutlu olursun. Yahut da tersi. İyi çalışıp iyi bir şey ortaya çıkınca, mutluluk veriyor. Yahut beğenildiği zaman… Bir şiir var bu kitapta. (“O Değilse Başkasıdır”dan “Yanına Varaydım” adlı şiiri okuyor) “Büyülerken ay arkın suları / Çıkıp gelmiştik o süzgün göle / Serin ovalardan bir sakin kuş ile / Mesut olduk muydu hayatta diye…” (gülüyor) Bir de şu var: (“Olabilir Olabilir”den “Pazar 1969 Aralık –Caddebostan” adlı şiiri okuyor) “Orada oturmuştum(şaşırmıştım) / Saadete seslenirdim, / Hayatı beğenmemiştim.”

İsimsiz, 1969

Şiirin adı “Pazar 1969 Aralık –Caddebostan”, değil mi?

Evet, o zaman başlayıp 2007’de bitmiş…

Uzun sürmüş bir şiir…

(gülüyor) Mutluluk, saadet… Bir de bahtiyarlık var.

Bahtiyarlık denince de akla Nâzım geliyor.

İlk ezberlediğimiz şiirlerden biridir: “Bugün pazar, bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar…” Ama benim bahtım yarım. Bahti-yarım. (gülüyor) Çok zorluk çektim. Burhan Uygur bile benim kadar sürünmemiştir. (gülüyor)

Senin kadar eğlenen de az olmuştur…

O da var, doğru. Bahti-yarım işte. Sağlığım olup karnım doyunca ben bahtiyarım. Bir sürü şey üzüyor insanı tabii. Dünyanın hali, memleketin hali…

Yine de “Bugün Pazar”daki gibi anlar olabiliyor, oldurulabiliyor: “sonra saygıyla toprağa oturdum / dayadım sırtımı duvara. / bu anda ne düşmek dalgalara, / bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım. / toprak, güneş ve ben / bahtiyarım…”

Bugünlerde ne kadar güzel ışık var. Yine iğneden dönüyorum; baktım, binalar, sapsarı ağacın ışıkları, öyle saydam bir şeydi, fotoğrafını çektim. Kim diyordu “ışık!” diye? Goethe mi? Paris’e gittiğim sene hastalandım, testisim şişti. Üniversite hastanesine götürdüler, teşhis konamadı. Fransızcayı da doğru dürüst konuşamıyorum. Herkes bir şey söylemiş ölürken, ben ne söyleyeyim diye düşünüyorum bir yandan. Arkadaşlar gelmiş, komada da olsa ölmeden önce ayılıp bir şey söylüyor insan, değil mi? Ben şuna karar vermiştim: Uzanmışım, etrafta arkadaşlar var, doğruluyorum: “Ü-ürü-ü-üüüüü!” Herkes de “üstad ne demek istedi acaba” diye düşünüyor. (gülüyor) Artık ü-ürüyecek hal de kalmadı. Noktalı virgül. (gülüyor)

Bahtım yarım. Bahti-yarım. Sağlığım olup karnım doyunca ben bahtiyarım. Bir sürü şey üzüyor insanı tabii. Dünyanın hali, memleketin hali…

Işığından etkilenip bir ağacın fotoğrafını çektiğini söyledin. O tür fotoğraflar resme dönüşüyor mu sonradan?

Fotoğrafını çekmesen bile, beyninde onların fotoğrafı kalıyor. Ama öyle iş yapmıyorum uzun zamandır. Roland Topor (ressam, şair) “senin insan figürlerinde ilginç bir şey var” derdi. Figür çizenler genellikle kafalara birbirine benzeyen tipleri koyarlarmış. Bende değişiyor. Önceden karar vermiyorum, lekeleri fala bakar gibi bir şeye benzeterek yapıyorum, onun için figürler de değişik tipler. Ama çıkıyor tesadüfen, bazen ben de şaşırıyorum.

Farkına Varmadan Farkında Olmak sergisindeki işlerden biri, “Mutluluk Üzerine Münazara” başlıklı gazete kupürü. Nedir onun hikâyesi?

Defterler yapıyorum ‘69’dan beri. O zamanlardan beri, kesiyorum, yapıştırıyorum, biriktiriyorum. “Mutluluk Üzerine Münazara” o defterlerden bir sayfa.

O gazete haberinde, “İzmit Kız Sanat Enstitüsü öğrencilerinin düzenlediği ‘köylü kadın mı, yoksa şehirli kadın mı daha mutludur’ konulu münazara” anlatılıyor. Haberin son paragrafı şöyle: “Köylü kadın bugün yaşadığı ortamda Allah’a bile isyan edecek hale gelmiştir diyen şehirli grup münazarayı 663 puanla kazanmıştır. Münazara aralıksız iki buçuk saat sürmüş, büyük ilgiyle karşılanmıştır.”

O zaman İstanbul’un nüfusu bir milyon 200 bin filan. Türkiye’nin kaçta kaçı köylerde yaşıyordu? Şimdi çok değişti. 1960 sonlarında Levent kurulmuştu, Güvercin durağında bitiyordu.

Köylü kadınların daha mutlu olduğunu savunan grup “köylü kadın âlim değil, ama ârif” demiş. Bu âlim-ârif ayrımına ne diyorsun?

İnsan hem âlim hem ârif olabilir. Ya da ârif olur, âlim olmaz. Veya âlim olur, ârif olmaz. Olur mu acaba? Olur, o da olur. Faşist âlimler de var. Hepsi olabilir. Maarif, ârif, eğitim… Karışık. Ârif demek, hakiki kültürlü demek, hazmetmiş bilgiyi, kendinden de koymuş. Bilgiyi hazmedip bilgi üretir hale gelince, ârif oluyorsun. Derinlik var ârifte. Ârif insan, aynı zamanda, örnek insan. Faşist âlim olur, ama faşist ârif olmaz. Ârif hata yapmaz pek. (gülüyor, “Yani Olurduk”un son bölümünü okuyor) “Herkes konuşmak istiyor fakat dinleyen yok(tu) / İyi ruhlu çoban (hep iyiyi istediği için, hep haklı olduğuna inanıyor.du) / (Her şeyin en iyisini bilir durumda olmayı bir görev sayıyordu) / Bu konuyu kapatın artık’ diye sinirleniyor(du) yargıç / Böylece (biz de) şiirimizi bitirmiş gibi yapıp uzaklaşıyoruz. Duk.”

Hep haklı olduğumuzu düşünüyoruz. Devamlı ölçüyor, devamlı yargıya varıyor insan. İnsan olmanın gereği yargıya varmaktan mı geçiyor acaba? Kediler de yargıya varıyor mu? Varıyor herhalde, hayvanlar da yargıya varıyor. Mesela onları döven adam geçerken havlıyorlar, seven gelirse, yanaşıyorlar. (gülüyor) Kediler güneşli havada, karınları doyunca, hele bir de okşayan olursa çok mutlu oluyorlar. Demin hastaneye giderken gördüm bir tanesini, paspasın üstüne yatmış, bir elini kıvırmış, mır mır mır…

Bindik bir alamete, 1972

Mutluluk insanın “ben”iyle kurduğu ilişkiyle de bağlantılı herhalde. İnsan “ben”inden uzaklaştığı ölçüde mi mutlu olur?

Doğru tarafı var bunun. “Ben”i aşmak lâzım.

Senin yaptığın gibi, insanın kendisine verilen isim yerine kendisine seçtiği bir ismi koyması bu yolda bir merhale sayılabilir mi?

Evet, kendi kendimi doğurmuş gibiyim. Kendi ismimi kendim koydum. Türkçe gibi olsun diye “K” ile yaptık. Geçen sene bir röportajda “niye Komet?” diye sordular. Dedim “gökte yıldız çok, ama kuyruklu yıldız az”. Bunu başlık yapmışlar.

İsmine ilham veren Bill Haley & His Comets’te altı “comet” vardı. Sende kaç Komet var?

“O değilse başkasıdır”… (gülüyor) Bir şiir okuyabilir miyim? (“İsterken” adlı şiiri okuyor) “Annemi doğurmak isterken / Kolum koptu /…/ Amacımın dışında / Çukurda yatmış dilim / Helâk olmuşum / Dondurulmuş sükûn…”

Bir de şunu okuyayım mı? (“Bekliyordum” adlı şiirini okuyor) “Bekliyordum– / Tekkede direğe sarılarak / Sarılarak söylerken –söylemiştim– / İm hiç belli değildi / Gidip gitmeyeceğim hiç belli değildi / Dönüp dönmeyeceğim / Kimse değildim, belli değildim / Devesini–n– çulunu çaldırmış–ın–birisi–belki/ Sözümü yuttum / Geri geldim…”

Alan İstanbul’da açtığım sergi “ben” meselesiyle ilgiliydi. “Özne yoktur”a getiriyordu yani. Demek ki Yokuz zaten serginin ismi. Yerde, paspasta Komet yazıyor, havada da devasa bir fotoğrafım… Bir de, monokrom video, bir şey yok yani. Kimsesiz. Kim, tire, siz. Kimse-siz. Vaktiyle, 15-20 sene önce televizyonda yapmıştım, kimse anlamamıştı. Büyük, beyaz bir tuale çalışıyorum, yapıyorum yapıyorum, arkadan ses geliyor “hiçbir şey göremiyorum” diye. Diyorum ki, “insan ancak çok duyarlı olduğu zaman görebiliyor, bazen ben bile göremiyorum”. (gülüyor)

Mahir bey vardı, tarih hocası, Antonson derdik. Antonson İsveçli ağır sıklet güreş şampiyonu. Bizim Antonson “bakmış Atatürk, Batılılar bizi kabul etmiyor, Şemsettin Günaltay hocamıza ‘bas palavrayı’ demiş, o da bütün dünyayı Türk yapmış” diye anlatırdı.

Annen nasıl biriydi?

Şefkat. Güzel. Şefkat. Aşırı şefkat.

Nasıl bir hayatı vardı?

Eşraf kızı. Ud çalıyor, desenler yapıyor, resim yapıyor…

Babanda da var mıydı resim?

Yok. O keman çalıyor.

Evde ud-keman takılırlar mıydı birlikte?

(gülüyor) Hatırladığım kadarıyla hiç öyle bir sahne yok. Akademiye girdiğimde, hocalarımın çoğu babamın da hocası olmuşlar. Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Kudsi Tecer, Zeki Faik, Hadi Bora… Hadi Bora, Atatürk’ün heykelini yapmış. Sol eli kalkık, ileriyi işaret ediyor. Atatürk Ankara’da mektebe gelmiş. Heykeli görmüş, “ben solak değilim, sağ elimle gösteririm” demiş. Hakikaten de insan sağlaksa, bir yeri sol eliyle gösteremez. Neyse, bunu söyleyip gitmiş. Hocalar “bunun sol kolunu indirip sağ kolunu kaldıracaksın” demişler. Hadi Bora da demiş ki, babam şahidi, “bunu indirip diğerini kaldırmak yenisini yapmaktan daha zordur”. Haklı. Sonra yenisini yapmış herhalde, yoksa uçururlardı. (gülüyor) 1937 falan olması lâzım.

Madem tarih verdin, kronolojik gidelim. 1941 Çorum doğumlusun.

Ben doğduktan sonra Çorum’dan ayrılmışız. Dönüşümüz ‘48 filan olmalı. İkinci sınıftayım. İlkokula beş yaşında gittim. Üçüncü sınıftayken, okuldaki Kore köşesine resimler yapıyorum… Türk askerleri Kore’ye gitmiş… Başöğretmenimiz çalıştırıyordu, gölge nasıl yapılır, gösteriyordu. Benden daha iyi resim yapanlar vardı. Ama onlar ortaokula devam edemedi. Amele çocukları… Benim büyüdüğüm ortam farklıydı, evimizde kitaplar vardı. Amerikan çocuk ansiklopedileri, bütün yazarların, müzikçilerin hayatları… Amerikan pragmatik düşüncesi, ama çok güzel ansiklopedilerdi. Bütün şaheserlerin özetleri vardı. O ansiklopedilerdeki en ufak şeyleri bile ezbere bilirim. Çocukken evde eski yazı iki kitap vardı, onların illüstrasyonları da beynime kazınmış, yıllar sonra onları tekrar buldum. Neler var içinde diye baktım. Ezbere bildiğim şeyler. Schiller’den hikâyeler, Ezop’tan, yahut bizim Doğu’dan… Bir de, yine çok güzel illüstrasyonlu Sınıf Muallimi diye bir şey vardı. Bütün detaylarıyla nakşoluyor insanın beynine çocukken. Bir de çok küçükken, çizgi romanlar. Haftalık Albüm, daha sonra Pekos Bill, Binbir Roman’lar…

12-13 yaşındayken, Varlık’ları okumaya başladım. Okuyan başka arkadaşlarım da vardı. Kitap değişirdik. İlk okuduğum Varlık kitabı Victoria’dır (Knut Hamsun). Yıllar sonra, yeni baskısı çıktı, okudum, aynı tadı alamadım. O yaşlarda her şeyi sorguluyorsun, varlığı sorgulamaya başlıyorsun. Kur’an’ı okuyorsun, yavaş yavaş oradan tasavvufa geçiyorsun… Okuyorsun, sorguluyorsun. Sonra, felsefe. 19 yaşında, Sadi Irmak çevirisinden Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt’ü… Adnan Binyazar Çorum’da öğretmen okulunda hocaydı, o bulmuştu Zerdüşt’ü bana. Bütün kitabı deftere yazmıştım. Baştan sona ezbere biliyordum. Hâlâ çoğunu ezbere bilirim. Sonra, şiir… Çok şiir okurdum. Yüzlerce, binlerce şiiri ezbere bilirdim. Şimdi de biliyorum ama, tekliyorum.

Edip Cansever’in uzun şiirlerini çok severdim, hepsini ezbere bilirdim. Turgut Uyar daha ölçülü gelirdi. Edip’in şiirini daha romantik, kendime daha yakın bulurdum. Edip, Ece ve İlhan Berk beni etkilemiştir. Çok sevmişimdir onları.

İlkokulda müthiş tarih ve coğrafya meraklısıydım. Bütün Resimli Tarih mecmuaları, Şemsettin Günaltay’ın dört ciltlik tarih kitabı… Tarihte bilmediğim şey yoktu. Ortaokulda Mahir bey vardı, tarih hocası, Antonson derdik. Antonson, İsveçli ağır sıklet güreş şampiyonu. Bizim Antonson çok klas giyinirdi. Elindeki değnekle dürterdi talebeleri, “yavrum, evladım” diyerek… “Bakmış Atatürk, Batılılar bizi kabul etmiyor, Şemsettin hocamıza ‘bas palavrayı’ demiş, o da bütün dünyayı Türk yapmış” diye anlatırdı. (gülüyor) Duvardaki haritada oklar vardı, Türkler Orta Asya’dan dünyanın her tarafına dağılmış, bütün medeniyetleri yaratmış. Güneş-dil teorisi… Şemsettin Günaltay’ın bütün her tarafı Türk yapan dört ciltlik tarihi… Resimli Tarih mecmuasında Feridun Fazıl Tülbentçi’nin “ya Allah deyip girdiler” diye hikâyeleri vardı. (gülüyor) Biz de tahta kılıçlar yapardık. Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun kitapları vardı, Bozkurtların Ölümü, Bozkurtlar Diriliyor, Nihal Atsız’ın kitapları…

Bir de, izcilik var tabii o zaman, mecburi. Tek parti dönemi bütün dünyada. Bizimkiler de Nazilerden, faşistlerden almış, izci, yavru kurt oluyoruz. Antonson Sümer yerine “Sumer” derdi. Celal Bayar okula gelmiş, “niçin öyle söylüyorsun, doğrusu Sümer değil mi?” diyor. Antonson “efendim, eğer Türkse bu, ‘su’ olmalı, su üstünde yaşıyorlar zaten, ‘Sumer’ olması lâzım” diyor. Onun üzerine Celal Bayar emir vermiş, bütün kitaplara “Sumer” diye geçmiş.

Celal Bayar ne yapıyormuş sizin okulda?

Dolaşıyor… Adnan Menderes de gelmişti bir defa. Bak ne oldu: Küçükken çok muziptim. Ufak tefeğim ya, kendimi göstermek, kızlara kendimi beğendirmek istiyorum. Kimsenin yapmadığı yaramazlıkları yapardım. Adnan Menderes okula gelmiş. Kırmızımsı saçları falan böyle… Bütün hocalar dizilmiş, ellerini sıkıyor, ben de gittim en sonda durdum, benim de elimi sıktı. (gülüyor) Buraya nereden geldik?

İsimsiz, 1982

“Kaç Komet var”dan aile tarihine, oradan da okul hayatına geldik…

Valla, kazdıkça toprağı, deştikçe çıkıyor… Öyle bir düşmüşüz ki Komet olarak… Taç yaprakları; açıyorsun, açıyorsun, açıyorsun, bir de bakıyorsun, boşluk. Eskiyi düşününce aklıma geldi; eskiden yazlar çok uzun sürerdi, günler çok uzun sürerdi, bir sürü şey yapardım, bitmek bilmezdi… Şimdi, yaş geçtikçe, zaman daha çabuk geçiyor. Ben bunları düşünürken, baktım, bazı felsefeciler “accélération de l’histoire”, tarihin hızlanışı üzerine tartışmalar yapıyorlar. Hakikaten de hızlanıyor galiba. Hoş Memo çizgi romanının bir bölümünde, Hoş Memo ve bütün o âlem dipsiz bir uçurumdan aşağı düşüyor, uçurum dipsiz olduğu için, düşerken evleniyorlar, çocukları oluyor, hayat devam ediyor… Düşerken hız artar, kütle küçülür. Diyorum ki, biz de düşüyoruz. Hızımız artıyor. Dipsiz uçurumda sonsuz hızla hep beraber düşüyoruz. Big Bang deniyor ya, benim teorim de kısaca, sembolik olarak Bang Bing! Düşüyoruz, düşüyoruz, düşüyoruz, kara delikleşinceye kadar… Bence o delikten geçtikten sonra, yeni bir hayat oluşacak. Gerisini bilemem, o kadar ârif olamadık daha. (gülüyor) Zarif olmaya çalışıyoruz ama…

“Yok” sergisinde kesilen ağaçları sergilemiştim. Genç bir eleştirmen diyor ki, “bunlar 60’ların fikirleri”. Bana ne ya! Ben sana “bunu ilk defa ben yapıyorum” demiyorum ki. Bu olmuş bir olay, ona karşı çıktığım için de sergiliyorum.

Bak bu Bang Bing teorim önemli benim için. Yeni kavramlarımdan biri de sürmodern. 2005’teki beyazlı resimlerimin sergisi için yazdığım yazıda “modern ötesi” demiştim. Çevirmen İngilizceye çevirirken “postmodern” demiş. Halbuki postmodern değildi demek istediğim. Orhan Koçak “transmodern”i önerdi. Sonra ben de sürrealist gibi, “sürmodern”i buldum. “Minibüs müziği” deyişi de benden çıkmıştır. Cemal Süreya beğenmişti, sonra kullanmıştı. (gülüyor)

Eleştirmenlerin, düşünürlerin kullandığı jargonu kullanarak şöyle bir şey yazdım; okuyabilir miyim? (“Esrarengiz” sergisinin kitapçığından okuyor) “Bu çalışmalarda ‘şey’lerin ‘şey’lerle olan kırılgan münasebetlerinin espasın entegrasyonunu yoksadığını görüyoruz. Böylece ‘şey’lerin ‘şey’lerle özgür ve ödünsüz diyaloğu bizi fenomenolojik, dolayısıyla ‘var’ olmuş olanın çoklu birlikteliğini sorgulayan bir alana götürüyor. Soru sordurmadan kendi kendilikleriyle var olmayı gerçekleştiren form ve oluşlar bize kendilerini kabul ettirebilmek için beklenmedik gösterilerde bulunuyorlar. Bunun daha radikal ve somut olarak ortaya çıkması için (klasik yağlıboya-tual medyumu kullanılıyor) modern-ötesi represantatif gösteri geri çekilerek Alto-modern bir epistem öngörülüyor. Cazip bir anti yerleştirme bizi yeni bir varlık entitesiyle karşı karşıya bırakıyor. Endişesiz bir ‘Dasein’ durumu içinde ışıklı bir ruhla yıkanmak için ortada hiçbir mazeretiniz kalmıyor.”

Baudrillard gibi yazmışsın…

(gülüyor) Bazı felsefeci arkadaşlar bozuldu buna.

Şiir kitabı yayınlamana da bozulanlar varmış.

Evet, hiç memnun olmayanlar var, hatta yayınevine telefon edip “niye basıyorsunuz?” diyenler bile oldu.

Şiir çevreleri mi rahatsız, resim çevreleri mi?

Bazı şairler… Ressamları bilmiyorum, sergi açıyorum diye itiraz edenler olabilir. (gülüyor) Şiir yazmama, yayınlamama karşı çıkanlara alındım, Tuğrai’den bazı sözleri de kullanarak böyle bir şiir yazdım. (“Tüh Tüh Dedim Deveye”yi okuyor) “Hiç yerini beğenmeyen gölge işittin mi / Artık başıboş develere karışarak / Onlarla otlamaktan vazgeç / Anlayabilirsen / Seni önemli bir iş için yetiştirmişlerdir / Dicle kıyılarında niçin bekliyordun ki / Avurtlarında biriken tuzlu kelâmla / Yitirdiğin bin selâm / Kanaat mülkünü ihmal ettikçe konakladığın derenin dönemecinde / Ayrılığın mesafesi genişlerken / Bütün şairleri Ben yaptım diye / Bıraktılar Sen’i / yüzüstü Hallac’ın tepesinde…”

Hallac-ı Mansur yani. “Ben” hikâyesine geliyoruz yine. (gülüyor)

Olabilir Olabilirin önsözünde Edip Cansever’in senin şiirlerine kızdığını söylüyorsun…

Edip beğenmezdi şiirlerimi. “Bırak” derdi, kızıyordu. Ece (Ayhan) de uzun şiirleri alıp dizelerin üstünü çizerdi, hiçbir şey kalmazdı. (gülüyor) En sonunda ben de öğrendim. (gülüyor)

Ezra Pound’un “şiir ata ata yazılır” sözü resim için de geçerli herhalde.

Tamamen öyle. Bir şey söylemek istiyorsun, onu o şekilde ortaya koyman, fazlalıkları atman lâzım. İnsan zamanla öğreniyor bunu. Fazlalığı abartırsan fakirliğe de düşebilir, yok olabilir. Bundan sonra iyi bir resim yapabilme durumuna geldiğimi düşünüyorum. O kadar da mütevazı değilim, çok iyi bir resim yapabilme kıvamına geldiğimi hissediyorum. Daha yaşayabilirsem tabii. (gülüyor)

Hop Hop, 1986

Masalara çıkıp uzun şiirler okurmuşsun…

Çıkıp okurdum. Seven de vardı, kızan da. Sevim Burak mesela, “hadi Komet, oku, oku” diye kulağıma fısıldardı. Kimisi de “in aşağı, yine mi sen!” diye bağırır.

Nerelerde olurdu bu?

Meyhanelerde. Genellikle Beyoğlu’nda, Bebek’te Nazmi, Arnavutköy’de Kaptan’da…

Sadece kendi yazdığın şiirleri mi okurdun?

Masalarda başkasının şiirini okumazdım. Ama, hatırlıyorum, Edip’le çok içkili bir halde, Boğaz’da bir yerden bir yere devrile devrile gidiyoruz, o uzun şiirlerini bilmezdi, ben ezbere bilirdim, ona kendi şiirlerini okuyordum. (gülüyor) Yüzlerce şiiri ezbere bilirim.

Turgut Uyar ne diyordu senin şiirlere?

Turgut’a şiirlerimi hiç okumadım. Edip’le daha samimiydim, onunla daha cıpcıp olabilirdim…

Turgut Uyar’la aran nasıldı?

Turgut’a acayip bir iç saygısı duyardım. Pek fazla konuşan bir adam değildi. Daha sade konuşurdu. Biraz fazla içli bir adamdı. Öyle şaka yapıp hopladığını zıpladığını görmedim. Sakin de değildi ama. Radikaldi. Son zamanlarda pek dışarı çıkmıyordu. Gündüz bir büyük bitiriyordu, gece de içiyordu çok. Bir gün, Rasih Nuri (İleri) yemek veriyordu, “gel çıkalım” dedim, onu davet ettim. “İyi, götür beni” dedi. Gittik. En son o yemeğe gitmiştik. Bir de, hastanede ziyaret ettim. İstanbul’a geldiğimde, Edip’le buluşup Bebek’teki evlerine giderdik. Kim bilir kaç defa gitmişizdir.

Tomris Uyar’la aran nasıldı?

Tomris klastı. Çok eleştiriciydi. Bize karşı muhabbetli eleştiriciydi, ama iğnelemeyi iyi bilirdi.

Şair olarak hangisi sana daha yakın gelirdi, Uyar mı, Cansever mi?

Turgut’a “Terziler Geldiler” şiiriyle başladım. Divan kitabını çok beğenmiştim. Tütünler Islak’ı da. Büyük bir sevgi, saygı halesi vardı şiirinde. Ama bana Edip daha yakın gelirdi. Daha açıktı. Edip’in uzun şiirlerini çok severdim, hepsini ezbere bilirdim. Turgut daha ölçülü gelirdi. Edip’in daha sonraki şiirlerini, Kirli Ağustos’tan sonrakileri o kadar sevmem. Ama coşku yönünden, felsefi yönden Edip’in şiirini daha romantik, kendime daha yakın bulurdum. Edip, Ece ve İlhan Berk beni etkilemiştir. Çok sevmişimdir onları.

Bir ressam olarak şiir yazdığına göre…

Bak bunu kabul etmiyorum. Belki şiir mi önde? Bilemiyorum. Bir şey “olmak” durumunu kabul etmiyorum.

Şöyle diyelim: Hem şiir yazıyorsun hem resim yapıyorsun.

Başka şeyler de yapıyorum. (gülüyor) Bu “olmak” durumuyla kendimi özdeşleştirmiyorum.

Bu da iyi bir mutluluk tanımı olabilir.

Evet, olabilir tabii. (gülüyor)

Paris’teki atölyesinde, 70’ler

Soruyu baştan alalım. Bob Dylan da resim yapıyor, yaptığı resimleri sergiliyor. Onun resimlerine ne diyorsun?

(Dylan’ın Bir+Bir’deki işlerine göz gezdiriyor) İşte ben bunu özlüyorum. İşi meta fetişizmine, nesne fetişizmine götürüyorlar. Dylan’ınki özlediğim bir şey. (Dylan’ın “Mutfak” resmini gösteriyor) Biri burda kravatını bağlıyor, öbürü orda yemek koyuyor. Köprüdeki adamı yapmış. İnsani işte, ne kadar güzel. Biraz böyle olalım. 20. yüzyıl başında yapılan resimlere benziyor. Fotoğrafa bakarak yapmış şunu (“Oyun”). Valla her şey yapılabilir yani, ne güzel. Çok güzel bir at portresi yapmış mesela. Otoportresi ne kadar güzel, Matisse gibi. Belli, Matisse’i sevmiş. Çok da saf değil demek. Resim sanatının problemleri açısından bakmamak lâzım bunlara. Özlediğim de bu, günlük hayatımızla ilgili bu mütevazı bakış çok önemli.

Dylan’ın resimleri için Alman eleştirmenler “Beat stili ekspresyonizm” demiş, onun da çok hoşuna gitmiş.

Doğru… Beat deyince Allen Ginsberg’i hatırladım. Mustafa Irgat yakın arkadaşımdı, bende kalıyor Paris’te. O zaman Boulevard Raspail’da Amerikan Kültür Merkezi vardı, şimdi mültecilerin kültür merkezi, orada her sene büyük şiir günleri olurdu. Ginsberg de gelmişti, biz de Mustafa’yla gittik. Okumadan önce Ginsberg, “aaaa, uuuu” diye ses alıştırmaları yapıyor, biz de katıldık ona. (gülüyor) Beni etkilemiştir Ginsberg. Sonra Kerouac, Burroughs… Dylan’ın resimlerinde 20. yüzyıl başı Alman ekspresyonistleriyle, Kirchner’lerle de bir ilgi gördüm. Matisse’e kadar geliyor tabii ama, bazılarında Kirchner de var. Ama Dylan’ın müziğinde bu tip bir sertlik yok, değil mi? Tak tak rock gibi değil de, yumuşak bir tarafı da var sanki.

O da roll tarafı… Madem Matisse dedin, “Saman Sarısı”ndan bir dize: “Ve Matis bir manavdır kosmos yemişleri satar.”

O şiirin en kötü tarafı galiba. (gülüyor) Matisse önemli ressam, bir sürü resmini seviyorum. Picasso onun için “güneşi kanında taşıyordu” diyor. Renkçi.

Renkleri sevmeyen ressam var mı?

Bir ara ben sevmiyordum, “renk yoktur” diyordum. Renk aslında hem vardır hem yoktur. Bazı şeyler hem vardır hem yoktur. Renk dediğimiz, bir şeylerin yansıması. Renk aslında yok, ama aynı anda da var. Işık olmasa renk yok. Belli yüzeylerin yapısına göre, yansımalarla renk görüyoruz. Renk, bize göre var. Hayvanların bazıları siyah-beyaz görüyor. Öyle diyorlar. Kendimizi hayvanların yerine koyamadığımız için bilimadamlarının bilgilerine biraz güvenmemiz gerekiyor. (gülüyor)

İsimsiz, 1991

Nâzım’a dönelim, “Saman Sarısı”nda “İki şey var ancak ölümle unutulur” diyor…

“Anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü…” 1979-84 arası gelmedim Türkiye’ye, Paris’teydim. Çorum olayları oldu. Gözümü kapattım, bütün Çorum’un sokaklarını, eski Çorum’un, çocukluğumun Çorum’unun sokaklarını dolaşıyorum. Benim çocukluğumda Alevisi, Sünnisi dosttu, arkadaştı. Ramazanda içerdik, hiçbir şey olmazdı. Böyle hunharca bir şey yaratılması bana müthiş dokundu.

Hiç bilmeyene Çorum’u nasıl tarif edersin?

Denizden yüksekliği aşağı yukarı 800 metre. Düz, ova, yayla gibi. Ova böyle gider, Kösedağ çıkar karşınıza, sanki parantez gibi bir şey vardır üstünde. Dört tarafı dağlarla çevrilidir Çorum’un. Kandilkaya’ya çıkıp kitap okurdum. Bağlar bahçeler vardır, güneyinde Alaca, Mecitözü ve kaplıca vardır bir de. Osmancık kasabası bir mikro-klimadır, ortasından Kızılırmak geçer. Bağ, bahçe, her türlü şey yetişir, dünya güzeli bir kasabadır. Bütün okul hayatım oralarda geçti. Çorum eskiden beri tarımla, bakliyatla uğraşan bir yer. Çarşılar vardı eskiden, arastalar, yemeniciler, ayakkabıcılar…

Şarkıcı olmak isterdim, çünkü hoşuma giden kızlar rock şarkıcılarını çok seviyor. Üstelik direkt bir heyecan. Şarkı söylüyorsun, heyecan içindesin, sahnedesin, herkesle bütünleşmek… Aslında, derdim o. Bir söyleşide “ne olmak istiyorsun” diye sordular. “Biz” dedim. “Biz olmak.”

Özlüyorum oraları, ressamların, şairlerin de böyle çarşıları olsun istiyorum. Beyoğlu Küçükparmakkapı’da bir arkadaşın küçük bir yeri vardı, “ver bana” dedim, vermedi. Şiir atölyesi yapmak istiyordum. Öyle bir dükkân olsun, şiir yazayım diye düşünüyordum, olmadı. Arastada küçük resimler yapayım mesela, adam eve giderken alışveriş yapınca filesine bir tane koysun götürsün, ben de akşam olunca kepengi indireyim, ya bir çilingir sofrası kuralım bir yerde yahut eve gideyim. Çok severim Esendal’ı, “Hayat Ne Tatlı” diye bir hikâyesi vardır, harikadır. Küçücük bir hikâye. Öyle mutlu olmak daha güzel bir şey. Evet, mutluluğa geldik tekrar. Hikâyede Hafız çıkıyor evden, bakıyor ki birisi Sarayburnu’na doğru gidiyor, beraber yürümeye başlıyorlar, sonra onu kaybediyor, dönüyor, kahvede tavla oynayanlara bakıyor, tekrar eve dönüyor, annesinin sesi, yemek kokusu… “Ne güzel” diyor, “hayat ne tatlı”… Vardır böyle güzel hikâyeleri. Sait Faik’ten daha fazla beğenirim Esendal’ı. Çehov’dan da daha iyidir bence.

Bir Çorumlu olarak Kemal Tahir’le aran nasıl?

Tanıdım onu, evine gittim birkaç defa. Üçlemesiyle, Yediçınar Yaylası’yla benim için çok önemli bir yazar. Devlet Ana’sını beğenmem, Yorgun Savaşçı da şöyle böyledir.

Romanlarında kullandığı “Çorum ağzı” aslına uygun mu?

Tabii, aynen öyledir… Çorum gazetesinde muzipliklerimi yazmışlar. (gülüyor) Coğrafyacıya “Tas” derdik. Genç adam, yurtta kalıyor, yurttaki talebeleri hamama götürmüş yeni geldiği sırada. Tam sabunluyken tası almışlar önünden, “taas, taas” diye bağırıyor bu. Adı “Tas” kaldı. “Tas beyefendi” derdim ben de. (gülüyor)

Nâzım’ın “ancak ölümle unutulur” dediği iki şeyden biri ve ilki “anamızın yüzü”.
Yahya Kemal’de var anamızın yüzü: “Annemin na’şını gördümdü / Bakıyorken bana sâbit ve donuk gözlerle. / Acıdan çıldıracaktım. / Aradan elli dokuz yıl geçti. / Âh o sâbit bakış el’an yaradır kalbimde. / O yaşarken o semâvî, o gülümser gözler / Ne kadar engin ufuklardı bana / Teneşir tahtası üstünde o gün, / Bakmaz olmuştular artık bizim dünyâya.” (“Ufuklar”)

Çeşitli yüzleri geliyor annemin aklıma. Bu sene kaybettim. Felç geçirmişti, o hali de geliyor gözümün önüne. ‘92 falandı. Anne tarafım öyledir benim, felç olurlar. (gülüyor) Ben babama benziyorum.

Baba tarafı nasıl?

Diyabeti falan vardı babamın, 72’sinde gitti. Bende diyabet yok, ama yakındır.

“Orada” adlı şiirde, “Soba borularını tellerle tavana tutturan babam” diyorsun.

Bizim yetiştiğimiz zamanlarda, soba boruları vardı, kayardı. Bekir Coşkun yazmıştı aynı şeyi. O dize ondan alınma. Belki değiştirmişimdir biraz, ama esasen ondan. Ama aynı şey bizim evde de vardı. Borular tutmaz, kayar.

Büyükbaban dervişmiş. Mensup olduğu bir cemaat, tarikat var mıydı?

Herhalde Nakşibendi, tam bilmiyorum. Teyzemin kocası Talat Çağlar’ın babası Kaleli Hoca –büyük Nakşibendi şeyhi. Talat eniştenin abisi Sırrı Çağlar şairdi. Enişte ise ümmi olduğu halde, ârifti işte. Cümbüş çalar, rakısını içer… İstese, istediği yerden milletvekili de olur, zengin de olurdu… Ama, öyle biri değildi, ârifti. Çok mütevazıydı. Babamın doğum yeri Amasya. Babamla kızkardeşi öksüz. Aileleri hakkında kesin bir şey yok. Harp sırası, Birinci Savaş, karışık iş yani. Her şey olabilir peder, Kürt, Ermeni, Türk, Gürcü yahut başka bir şey. Babam Atatürk okullarında okumuş, Yüksek Muallim Mektebi’nde. Staja Osmancık’a gidince annemin tarafının evinde kalıyor. Öyle tanışıyorlar. Oradan ben dünyaya geliyorum. Ben babama benziyorum çok. Anne tarafı daha açık renk. “Tüyü bozuk”, yani öyle derler. Köken olarak herhalde başka yerden gelmedirler.

Sergilere gelelim. Beş sergi birden açtın…

Elli sergi de açabilirdim. Dolu malzeme var. Aslında, bir grup arkadaş bana retrospektif yapmak istedi. Ben de heveslenmiştim. Ama, sponsor olmayınca da böyle bir sergi imkânsız. Ticari olmayan bir şeyler göstereyim dedim. Bu beş sergide benim yaptığım iki sergi var, öbürleri benim yaptığım şeyler değil, gösterdiğim şeyler. Bulduğum, benimsediğim şeyler… O Değilse Başkasıdır bütün bu sergilerin ortak ismi. Bir de alt isimler var: Neş’e, Neriman Tuna’ya Saygı, Farkına Varmadan Farkında Olmak, Esrarengiz, Kalktım Baktım Bensiz Gitmişler.

Farkına Varmadan Farkında Olmak ağırlıklı olarak Sinan Bıçakçı’nın resimlerinden oluşuyor. Başka bir ressamın resimlerini sergilemenin ardındaki fikir ne?

Bunlar resim değil. Eskiz de değil. Paris’e gidişimiz aynı zamanlar, Sinan Bıçakçı on yaş büyüktür benden. Alzheimer oldu. Fransa’nın güneyinde bir ihtiyarlar evindeydi. Kızı babasının Paris’teki evini boşalttığında böyle yüzlerce desen bıraktı bana. Sinan Bıçakçı, Paris’teki ilk yıllarında hayatını kazanmak için 200-300 franka gerçekçi natürmortlar yapıyordu. Ama çok titiz olduğu için yağlıboyayı, klasik kompozisyonu öğrenmek ihtiyacı duyuyor. Kartonlar alıyor, onların üzerine titizce çalışıyor, öğrenmek için temrinler yapıyor. Bu temrinler duruyormuş; kızı atacaktı onları. Sinan Bıçakçı her şeyi biriktirdiği için evinde dolmuş her taraf. Bu aykırı yerleştirmeler benim son zamanlardaki araştırmalarıma çok denk düştü. Çarpıldım. Birkaç yüz tanenin arasından bir seçim yaptım. Önce, “şunlara müdahale edeyim” diyordum. Bazı espasları beyaza boyayacaktım mesela. Sonra, baktım, “hiç müdahaleye gerek yok” dedim. Ben benimsedim. Bunlar iş değil, sergilenmek için yapılmış değil. El koyuyorum onlara, ama temellük değil, kendimin gibi addediyorum. Tamamen kendimin hissettim onları. Çok benimsedim. Tam aradığım şey. (gülüyor) Başına da zaten “hommage ve dommage” yazdım; saygı ve yazık…

Sinan Bıçakçı’nın temrinlerinden

Necmi Zekâ sergi kitapçığındaki yazısına şöyle giriyor: “İyi büyücü nasıl olur? Novalis’e göre, kendi büyülerini ‘başkaları tarafından yaratılmış özerk fenomenler’ olarak görebilen, kendini de büyüleyebilen kişi, en iyi büyücüdür.”

Bunları göstermeden edemezdim. Yoksa çöpe gidecekti. Gönül ister ki, bunların hepsini bir müze alsın, gelirini de kızına verelim.

Bir sergi de Neriman Tuna’ya Saygı. Kimdir Neriman Tuna?
Eskicilere, ikinci elcilere, “brocanteur”lere çok giderim. Bir şey yaşadıkça değer kazanıyor, öyle değil mi? Eşyaların üzerine zamanla insani anlam biniyor. Eskidikçe herhalde biz de bağlanıyoruz. Hayat izi taşıyan şeyler beni ilgilendiriyor. Arkeolojik kazı gibi… Geçmiş bir anlamda yok, gelecek zaten bir proje, şimdi ise devamlı kayan bir şey. Demek ki yokuz. (gülüyor) O zaman, sanal mı oluyor geçmiş? Geçmiş bir kere iz olarak var. Unutuyoruz, çok unutuyorum, unutmamak için de geçmiş şeylere tekrar bakma ihtiyacı duyuyorum. Bütün eski şeyleri biriktiririm. 80’li yıllarda, Paris’teki Türkiye elçiliği bir sokağa Atatürk isminin verilmesini istemiş. Bu kâğıt onun reddedilmesinin kâğıdı. (tercüme ederek okuyor) “Paris Belediyesi Direktörlüğü… Bayım, bizden bir sokağa adını vererek Atatürk’ün hatırasını yaşatmamızı istediniz… Teklifiniz komisyonumuzda etüt edilmiştir, maalesef prensip olarak reddedilmiştir…”

Dünyada sınıflar var, haksızlıklar var, emperyalizm var, kültür emperyalizmi var, insanlar ölüyor savaşlarda. Bizi Marksist, anarşist yapan şeyler ortadan kalkmış değil. Gençler moda zannediyorlar, “aman” diyorlar, “bu ‘60’ların fikri”. Bu işin altmışı, yetmişi yok.

Bende daha ne dokümanlar var. Neriman Tuna’ya geliyorum… Sık sık gittiğim, eski şeyleri bulan brocanteur bir çocuk vardı. Bir gün bir baktım, bir sürü tozlanmış çerçeve var… 1950 sonları, ‘60 başlarında kadın haklarını savunmuş bir kadına ait. Kadın ölmüş. Her şeyini sokağa atmışlar. Bazı eşyaları bizim çocukta. “Bana ver bunları” dedim. Aldım, eve getirdim. Pleksiglaslara koydum. Öyle duruyordu. Kadınların uğradığı şiddet gündeme gelince, aklıma geldi. Galerici arkadaş da tamam dedi, sergiledik. Neriman Tuna hali vakti yerinde burjuva bir aileye mensup. Kadın haklarını savunan Yeni İnsan diye bir dergi çıkarmış. İngilizce, Fransızca biliyor. Yurtdışında kongrelere katılıyor, konferanslar veriyor. Japonya’ya, Yunanistan’a gidiyor. Avusturya’da sosyal demokratlarla fotoğrafları var. Kadın düşkünevinin kurucularından. Sonunda, beş kuruşsuz, kimsesiz kalıyor. Düşkünlerevinden yemek almaya muhtaç oluyor. Ölünce de her şeyini sokağa atıyorlar. Kadının eşyalarının atılmış olması bana çok dokundu, acı verdi. İnsani bir şey sergilemek gereğini duydum. Bu bir kurgu değil. “Ölmüş bir kişinin evrak-ı metrukesi” kurgusu değil.

Yok sergisinde kesilen ağaçları sergilemiştim. Genç bir eleştirmen diyor ki, “bunlar 60’ların fikirleri”. Bana ne ya! Ben sana “bunu ilk defa ben yapıyorum” demiyorum ki. Bu olmuş bir olay, ona karşı çıktığım için de sergiliyorum. “60 tandansı” filan, ne kadar yanlış. İnsancıl şeyler yok artık. İnsan unutuluyor galiba, öyle değil mi? Neden sanat yapılıyor? Neden insanda böyle bir içtepi var? Bir defa bana bir dergiden sormuşlardı, “ülkemizde sanatı kalkındırmak için ne yapılmalı?” diye. “Yasak edeceksin” demiştim. Yasak edersen, hakikaten bir şey yapmak isteyenler mutlaka yapar.

Şimdi dekoratif şeyler çok moda… Amerikan pragmatik felsefesinden gelen çabuk tüketilebilecek şeyler yapma hikâyesi bu. Dekoratif olacak… Fotografik vizyon… Veyahut mesaj vereceksin, ultra-konseptüel şeyler. Bir de illâ büyük istiyorlar, devasa olsun, hep büyük, büyük, daha büyük… Sponsorlar, bankalar falan kendilerine dokunulmasını istemezler. Ben hiç sponsor mponsor kullanmadım şimdiye kadar. İdim İdik İdi’de mesela 29 video enstalasyonu vardı, sponsorsuz yaptık, o yüzden fotoğrafları basamadık.

Arkadaşımız Ayşegül Oğuz’un Milliyet Sanat için yaptığı söyleşide “Neriman Tuna’yla yollarınızı kesiştiren ve sizi bu sergiyi yapmaya götüren şey nedir? Mesela, yetmişinci yaş muhasebenizle bir ilişki var mı?” sorusuna cevaben şöyle diyorsun: “Bunun ilk sergi olması tesadüf, zaten tesadüflerin olması iyidir. Aslında sizin burada olmanız da bir tesadüf. Bazen de aksi tesadüfler olur, onları da severim. Çünkü aksi tesadüfler yeni, beklenmedik bir alana götürür bizi. Ben de beklenmedik alanlardan çok hoşlanırım.”

Ben resim yaparken de önceden karar verdiğim bir şeyi realize etmiyorum. Yaparken aksi tesadüf oluyor, doğru tesadüf oluyor… Onlarla boğuşuyoruz. Yaparken keşfediyorum. Devamlı sorguluyorsun. Doğru; yeni alanları severim. Bilmediğim bir şehirde, güneşli bir havada çıkıp gezinmek isterim mesela. Öğrenmek isterim, meraklı biriyim çünkü. Ah bu merak yok mu ya!

Adalardan yaza ettik de veda / Sızlıyor göğsümüzün üstünde viranbağ “Yahya Kemal”, 1998

Esrarengiz sergisinin kitabındaki “Komet’in Geometrisi” başlıklı yazısında Orhan Koçak şöyle diyor: “Komet’in geçmişte teknik açısından katı bağlanmalara girmediğini, kasıtlı, programatik üslûp kararlarından uzak durduğunu söylemiştim; rastlantıya geniş pay tanıyor, bunun da ötesinde rastlantının belli bir süreç içinde kendi tutarlılığını edinmesine izin veriyordu.”

Rastlantı zaten hep olan bir şey. Rastlantıyla, diyalog demeyeyim de, bir çarpışma oluyor. Ama karar verme durumunda kalıyorsun; rastlantıyı kabul etme, etmeme hikâyesi yani. Tartışmaya, hesaplaşmaya giriyorsun. İstersen, onu yok edebilirsin. Ama, üzerine düşünüyorsun, rastlantıyla karşılıklı düşünüyorsunuz. Rastlantı seni bir yere götürüyor mu, götürmüyor mu? Senin gittiğin yola gidiyor mu, gitmiyor mu rastlantı? Yağmur yağıyor, taksiyi çeviriyorum, şoför “yok abi, ben o tarafa gidemem” diyor. O zaman rastlantıyı defediyorsun, çünkü gideceğin yer var. Sanatta da öyle, aradığın şeye uygun olması lâzım. Bir seçim meselesi. Tartışma meselesi. Taksiye bindiğinde ise kavga edebiliyorsun. “Müziği kapat” diyorsun. “Bu arabanın içi pis” diyorsun. “Sakalını kestir” diyorsun. (gülüyor)

Diyor musun hakikaten?

Diyorum. (gülüyor) Rastlantıya müdahale ediyorum, disiplin altına alıyorum. Söylemek istediğim şeyler var. Rastlantının yeri buna uyduğu kadar… Bazen, ustalıklı olunca insan, uydurabiliyor kalıbına. Mesela, daha disiplinli resimler, illâ beyaz olacak diye yaptığım resimler… Bunları, Neş’e dediğim şeyleri neden yaptım o zaman? Uzun yıllardır fazla renk kullanmıyorum. Artizan’daki sergide (Neş’e, Kasım-Aralık 2011) tesadüfleri çok kullandım. Döktüm boyaları, sonra disiplin altına aldım.

Geometri ile aran nasıl?

Lisenin fen bölümünden mezunum.

O zamanlar geometriyi sever miydin?

Bilmem. Geometri geometridir. Ben de benim. Geometri varsa, biz de varız yani. Tabii ki, pentür denen resimde geometri meselesi var. Bir de, uzay geometrisi var, değil mi? Yüzeysel geometri de var. Resim yapmak benim için, o dikdörtgen espasın içine her şeyi, istediğin gibi yapmak demek. Bir dünya orası. Dolayısıyla, yüzeyin içinde bir şey yapmaya başladığın zaman bir geometri var tabii. Espas içinde neyin nerede olduğu önemli, iki milimetre bile fark eder. Dünya, yıldızlar… Bir geometri var. (“Neş’e” sergisinden resimler gösteriyor) Bunlarda çok fazla oval şeyler var. Bazısı çok zorladı, bazısı çabuk çıktı. Neş’e koydum ismini. Mutluluk verici şeyler… Disiplinli şeylerin yanında, böyle şeyler yapmak hoşuma gitti. Bazısı çok yordu, kırk defa değişti. Bazısı da yormadı. Denk düşmesi lâzım.

Esrarengiz sergisi için Orhan Koçak’ın yorumu şöyle: “Belirgin bir üslûp farklılaşması var. Ama ani bir viraj değil bu farklılaşma, büsbütün hazırlıksız bir ‘sapma’ değil. Komet’in resme başladığı yıllarda yoklayıp da pek üstüne gitmediği bazı yönelişleri farklı bir teknik kapasiteyle yeniden ele aldığı söylenebilir belki…”

On senedir bu tip şeyler yapıyorum. Berlin’de sergiledim, 2005’te Dirimart’ta sergiledim.

“Farklı bir teknik kapasiteyle” yorumuna ne diyorsun?

Belli bir yaşa gelmişim, insanlar beni belli tip bir resimle tanımışlar… Şimdi, fuardaki (Contemporary İstanbul) resimler figüratif olsa mesela, hepsi giderdi. İki tane vardı, onlar satıldı. Bunları yapmam, bir anlamda risk almak. Bunlarda da ben varım, bunları yapmak istedim. Bilmiyorum, hata mı ettik? Kendimi suçlu bulduğumdan dolayı değil; bilmiyorum.

Babasıyla el ele okul yolunda, 2006 (Esrarengiz sergisinden)

“Kahve falına bakar gibi resim yapıyorum” dedin. Resimlerinde detaylara ezoterik bir anlam yüklediğin söylenebilir mi?

Ezoterik tam olarak ne oluyor? Büyü falan gibi mi? Ben büyü yapmak istiyorum, ama rasyonel bir büyü… Nasıl anlatayım? “Maddeci mistisizm”. Aslında öyle de değil. İnsanın derinliği var. Ben inançlı biri değilim. Şekiller zaten anlamlıdır. Komik şekiller de vardır, yok mudur? Bazısı dramatik, bazısı komik. Edebi lisanın dışında, şekillerin de bir ifade gücü var. Erol Günaydın bir televizyon programında anlattı, çocukken hastalanmış, yatağa bağlı kalmış epey. Dışarıda çocuklar oynuyor, o yatakta sıkılıyor… Babası başucundaki duvarı açık maviye boyamış, uçurtma resmi yapmış ve ipini çocuğun yatağına, eline kadar uzatmış. Ne kadar güzel, değil mi? Ben de beyaz resimlerden birine “Uçurtmamın Rüyası” ismini verdim. O resimlere ters düşecek böyle romantik isimler koydum. (gülüyor) Eskiden resimlere isim vermezdim. Keşfetmeye çalışıyorum, kendimi keşfetmeye çalışıyorum.

“Şaibe” adlı şiirin ilk dizesi şöyle: “Yüzümü tamamlamamıştım henüz”…

Tam anlamıyla kendimi göremiyordum demek istiyor. Bu kadar cesur değildim belki… (okuyor) “Yüzüm mü suçlu yoksa şu kirli deve / İle derdim sünepe inanç o katil küre / Mikrofonun bozulması epeyce süre / Halledilmemiş problem ile / Ustam kursak yakalanmış büstüyle / Ekranda beliriyordum failim ile / Şakirdim süpürdüben süpürmedim. / Dilimde tüy bitti, söyleyemedim / Fayda ne kelime birazdan gelir / Elinden gelir kurullar ve hizmet erbabı / Kuyunun dibinde uyuyan diller / Kutlardı inişimi şaibe ile”… Valla ben de hem anlıyorum, hem anlamıyorum. (gülüyor)

Nâzım’a dönelim, “Saman Sarısı”na: “Kalamış’ta Balıkçının Meyhanesine girdim ve Sait Faik’le tatlı tatlı konuşuyorduk ben hapisten çıkalı bir ay olmuştu onun karaciğeri sancılar içindeydi ve dünya güzeldi”…

Todori vardı Kalamış’ta, orada biz de içtik vaktiyle. Sait Faik’e değil ama, Sait Faik’in arkadaşlarına yetiştim. Doktor Fikret’le (Ürgüp) yakın olduk. Bir yaz ben onun asistanlığını yapıyordum, Arhan Erçin de benim asistanlığımı. O benim çantamı taşıyor, ben Doktor Fikret’inkini. (gülüyor)

Sait Faik’ten sonra Gagarin de giriyor bu şiire.

Evet, Gagarin, uzaya giden ilk insan, Sovyet kahraman, kozmonot. Bende astronot geçiyor şiirde, “astronotlar ağlamaz”. Ağlamaz ama, “yaralıdır”. (gülüyor) “Ağlayan bir astronot belki / Evde kalmış, dudakları karalı / Karanlıkta göz kırpmadan / Ayıp mıdır, kayıp mıdır, ne derdim / Astronotlar ağlamaz diye / Ki yaralılarım hepsi de…”

Gelelim Abidin’li (Dino) dizelere ve Kübalı balıkçı Nikolas’ın ellerine…

“el altı aylıktı okşuyordu boynunu anasının / on yedi yaşındaydı el ve Mariya’nın memelerini okşuyordu /… / yirmi yaşındaydı el ve okşuyordu boynunu altı aylık oğlunun /… / otuz yaşındaydı el ve Havana’nın 150 kilometre doğusunda deniz kıyısında bir duvarın üstünde gördüm onu / okşuyordu duvarı / sen el resimleri yaparsın Abidin bizim ırgatların demircilerin ellerini / Kübalı balıkçı Nikolas’ın da elini yap karakalem / kooperatiften aldığı evin duvarında okşamaya kavuşan…”

Dört okşayış, dört mutluluk ânı…

Çok güzel… Hep mutluluk mu arıyoruz acaba? Bir de vücudun yaşama isteği var. İnsan kafasıyla karar verse bile, vücut yaşamak istiyor. O kadar da ayrı mı birbirinden acaba? Abidin kendi ellerine de hayrandı. Bizim Metin Deniz ellerinin kalıbını almıştı, Metin’e rica ediyor, “Metin, beni biraz ellerimle yalnız bırakabilir misin?” Bütün manikür aletlerini getirmiş. (gülüyor) Bu arada Güzin’in (Dino) kulakları çok güzelmiş, Abidin de Güzin’in kulaklarına âşık. Güzin şimdi 102 yaşına mı ne geldi. Abidin’den üç yaş büyüktü. 1910 doğumlu.

Neş’e sergisinden

“Bizi Bu kadar Kusursuz Olmaya Zorlayan Ne” adlı şiirinde şöyle diyorsun:

“Keşke daha yakışıklı olsaydım. / Saçlarım mesela sarımsı kırmızı olsaydı. / Beş on santim daha uzun boylu olsaydım. / Ailem zengin olsaydı, mirasım olsaydı, / çocuk yaşta birkaç yabancı dil öğrenmiş olsaydım, / çok iyi bir burjuva çevresinde eğitilseydim. / Daha akıllı olsaydım / Güzel konuşma yeteneğim olsaydı. / Güzel, akıllı, kültürlü, mükemmel bir karım, / çok iyi çocuklarım ve torunlarım olsaydı / Güzel bir evim olsaydı / Evin güzel bir bahçesi olsaydı / Güzel bir otomobilim ve ehliyetim olsaydı / Atım olsaydı, ona binebilseydim / Çiçeklerim olsaydı onları sevseydim / Yoksullara özürlülere yardım edebilseydim / Keşke iyi bir şarkıcı olsaydım / Keşke futbolcu olsaydım, Fenerbahçe’de sağiç oynasaydım / Beşiktaş’a, Galatasaray’a goller atsaydım. / Keşke ödüller kazansaydım / İnsanlar beni içten iyilikle yadetselerdi / Ne iyi olurdu / (belki daha iyi resimler yapar, güzel şiirler yazardım)”

Saçların hakikaten “sarımsı kırmızı” olsun ister miydin?

Bilmem.

Beş-on santim daha uzun boylu olmayı?

İsterdim tabii.

Zengin aile, çok iyi bir burjuva çevresinde eğitilmek?

Tabii, yabancı dil öğreneceksin falan…

Ama o zaman bu Komet olmazdın herhalde.

(gülüyor) Belki.

Otomobillerle aran nasıl?

Ehliyetim yok, nasıl kullanıldığını bile bilmem. Ama ata binmeyi isterdim. Atları severim.

Gölge nü, 2006 (Esrarengiz sergisinden)

Şarkıcı olmayı hiç istedin mi?

Valla şarkıcı olmak isterdim, çünkü benim hoşuma giden kızlar rock şarkıcılarını çok seviyor. Çok da romantik bir şey. Hayran kalıyor kızlar… Öyle değil mi? Üstelik direkt bir heyecan. Şarkı söylüyorsun, heyecan içindesin, sahnedesin, herkesle bütünleşmek… Aslında, derdim o. Bir televizyon söyleşisi yapmışlardı benimle. Proust soruları soruyorlar ya, “ne olmak istiyorsun” diye sordular. “Biz” dedim. “Biz olmak.”

Fenerbahçe’de sağiç oynamak?

Ya, evet. (gülüyor) Gol atmanın heyecanını düşün. Büyük mutluluk. Fenerlilik küçükten. “Kaleye geç, sen Fenerlisin” dediler, öyle Fenerli oldum. Yıllar sonra Büyükada’daki fanatik Fenerliler sordular, “Fenerliyim” deyince “sen zaten başka türlü olamazdın” dediler. (gülüyor)

Niye özellikle sağiç?

Lefter sağiç oynardı. Can soldaydı. Sağiç bana göreydi, pozisyon olarak da hoşuma giderdi. Şimdi sağiç deyince bilmez gençler. Santrhaf, sağhaf, solhaf… Sağiç 8 numaraydı, 7 sağaçık, 9 santrfor, 10 soliç, 11 solaçık…

Seyrettiğin en iyi sağiç kim?

Lefter tabii. Ona yetiştim, epey seyrettim.

“Esrarengiz” ve “Neş’e”de resmin iç problemleriyle haşır neşir olmak istedim. Ama şimdi canım figüratif resimler de yapmak istiyor. Bir dönüş yok aslında, onu da yapıyorum, bunu da. İlk başta modern idim. Sonra, “modern ol” zorlamasına sırt çevirmek istedim. Benim için modernizmle hesaplaşma meselesiydi figüratif resim.

Necmi Zekâ Olabilir Olabilir kitabın hakkında Virgül’e yazdığı yazıda “şaşırmak öğrenilmez, ama en azından şaşırmanın özgürleştirici gücünü hissedebilirsiniz” diyor.

Önce kendim şaşırıyorum tabii… Günlük hayatımızda bir rutine düşüyoruz, evimizin önündeki ağacı görmüyoruz. Bir açıdan bakarsak, her şey çok şaşırtıcı aslında. Her şey acayip. İnsan burnu acayip, el yazısı acayip… Dikkatli bakınca… İnsanoğlu masayı icat etti, ne kadar komik bir şey değil mi, sandalye çok komik, daha da rahat olsun diye koltuk… (gülüyor) Bir de, kutulara tekerlek takmışlar, dıırrt, dııırrrt gidip geliyor. Yukarıdan bak mesela, çok yüksekten, insanlar nasıl yürüyor, nasıl görünüyor, acayip, değil mi? Amipler gibi. Sanatta son zamanlarda çok moda; bir şeyi çok büyüterek yapıyorlar, insanlar şaşırıyor, ilgilerini çekiyor. Veyahut da küçük yapıyorlar, “aa ne komik” deniyor. Çağdaş sanat diyorlar…

Yazıda da gerek imgelerin, gerekse her kelimenin bir hayatı var. Kelimenin biçimi bile bir şey ifade ediyor. Birisinde çok fazla “k” var, diğerinde “a” var… Arap alfabesinde tek sesli harf varmış, bizde epeyce sesli harf var… Rimbaud sesli harflere renk veriyordu. Kelimelerin biçimleri bile çok önemli, bir de onların yan yana geldiklerini düşün. Karmaşık bir olay, birbirine karışıyor. (gülüyor) Çeşitli oyunlar yapabiliyorsun kelimelerle. Anlamsızlıkların da bir anlamı oluyor. Şaşırtıcı, olmadık şeyler çıkıyor. Oktay Rifat Perçemli Sokak’ın önsözünde bunu anlatır, “olmayacak şeyler yan yana gelince bambaşka bir şey çıkar” der.

Somut şeyler karşısında somut konuşmaktan hoşlanırım aslında. Şiirin adı “Konu”: (son dörtlüğü okuyor) “Kudurgan bitlerin yurdunda / Elim ayağım zangır zangır titriyordu. / İğrenç bir kahraman bile değildim artık, / Annem beni bularak dolaba koydu.”

İğrenç ve kahraman yan yana. Çok sürrealizan bir şey olmuş. Bazen de çok normal şeyler yan yana gelince başka bir etki doğuyor. (“Yarar” adlı şiiri okuyor) “Konuşurken tenhada / Bozulan elim / kime yarıyor söylediklerim / (Rönesans’a mı yarıyor?) / Bir kız bana bakıyor çok manidar / Çelikleşmiş alın derim / Bankalar bana para vermiyor.

Acayip şeyler peşpeşe geliyor. Hepsi de gerçek. (gülüyor)

Şaşırmanın özgürleştirici gücüne ne diyorsun? Şaşırmak öğrenilemez mi hakikaten? “İnsan ancak çok duyarlı olduğu zaman görebiliyor” diyorsun, şaşırmak da duyarlılık artırarak edinilebilir bir beceri olabilir mi?

Cahit Sıtkı Tarancı “alıştığımız bir şeydi yaşamak” diyordu “Ölümden Sonra”da. Benim bir şiirimde de “alışamadığımız bir şeydi yaşamak” diye geçer. Ben şahsen alışamadım. Hep hayret ediyorum.“Mantık-ut Tayr’da Ferîdüddîn-i Attâr’ın “bir hayretten ibarettir” diye cümlesi vardır. Askerlik yaparken Hopa’da, ‘67’de, onun üzerine bir şiir yazmıştım, daha hâlâ toparlayamadım. “Bir hayretten ibarettir”; her şey bir hayretten ibarettir. Çocukken özenip mahalle mektebine gittim. Hoca karşımıza oturur elinde uzun değnekle… “Elif çubuk gibi, b tekne gibi”… (şarkı gibi söylüyor) Yasaktı, ama mahalle mektepleri vardı. Ben de özendim. Oradaki halk çocukları gibi, bana da cüz yaptılar, gittim öyle.

Nereden aklına geldi bu hatıra?

Harfler, elif, b… “Ne uzun yaz günleri vardı, geçmek bilmezdi Ramazanlar”… Şimdi tarih hızlandı. Bazen her şey komik geliyor bana. Ama her şey aynı zamanda çok acı. Bir ara her şeye ağlıyordum… Geçip giden buluta değil tabii, insanlara… Onlara üzülüyorum. Onlar için ağlayabilirim. Bazen sinirime dokunuyor, adamın ensesine bir şaplak atmak istiyorum. Sonunda, hepsi birden olmaya başladı. Komik. Ağlıyorsun. Hem acıyorsun, hem döveceksin, hem iğreniyorsun, hem hayran kalıyorsun… Sonunda karmakarışık oluyor her şey. Kelimeler de böyle. Elemek çok önemli. Bazen de serbest bırakmak gerekiyor. Çok titizim, ama bazen mimari bir bütünlük olmayabiliyor… Olsun mu olmasın mı, o da tartışılabilir. Rahat bırakmak lâzım. İllâ mükemmel bir mimari olması şart olmayabilir.

Olcay A. Kara Varlık dergisine yazdığı “Komet Reis” başlıklı yazısına Pirî Reis ile giriyor. Pirî Reis bazen nesir, bazen nazımla anlatırmış, ondan şu alıntıyı yapıyor: “Nazımla anlatmaya devam edersem, söz uzayıp gider. İş sırasında, gece vakti, bir zorluk sırasında uzun söz uygun değildir. Hemen kısaca anlatmak lâzımdır.”

(gülüyor) Çok güzel. Rilke, Malta Notları’nda, bir mısra yazabilmek için şunu yapmalı, bunu yapmalı diye anlatır. Kaç yılıydı hatırlamıyorum, bizim Mehmet Keskinoğulların Kurbağalıdere kıyısındaki evindeyiz. Kaç defa düşmüşüzdür o dereye, Hikmet hanım bizi döverek yıkamıştır. Kemal Tahir’ler, Melih Cevdet’ler, Nâzım’lar, Orhan Veli’ler gelmiş geçmiş o evden… Mehmet Keskinoğlu’nun babası felçli idi. Öldü. Saat sabaha doğru beş buçuk gibi ölünün başında bekleme sırası bana geldi. Odası Kurbağalıdere’ye bakıyor, perde aralık. Ben tam Rilke’nin kitabından o bölümü okuyorum. “Perdenin arasından hafif rüzgâr içeri girerken bir ölünün başında beklemiş olmalı şair” diyor. Tam o durumdayım o anda. İnsanın içinin öyle cız ettiği şeyler oluyor. Bu da öyle bir imaj.

Buna benzer bir sahne daha… Montparnasse’da altıncı katta küçük bir dairede yaşıyorum. Bir gece, saat on-on buçuk gibi, baktım lapa lapa kar yağıyor. Çok güzel. Işıkların altında kar ığıl ığıl iniyor. Giyindim, dışarı çıktım. İn cin top oynuyor. Yakında Dôme kahvesi var. Bir de bar kısmı vardı, gittim, oturdum. Bir çift vardı. Piyanist piyano çalıyor. Barmenden içki aldım. Biraz sonra çift gitti. Piyanist gitti, piyano otomatikmiş, yandan görüyorum, tuşlar kendi kendine oynuyor. Müzik devam ediyor. Bir içki daha içecektim. Barmen de yok, içeri gitmiş herhalde. Dışarıda hiç kimse yok. Bir an için dünyada hiç kimse yok, ığıl ığıl kar yağıyor. İçim cıızzz etti. Tam anlatamıyorum… Bütün insanlar giderse, kalan ne? İnsan onu düşünüyor. Tekrar ontolojik bir yere geliyoruz. (gülüyor)

Orhan Koçak, Olabilir Olabilir hakkında Milliyet Sanat’a yazdğı yazıda şöyle diyor: “Şiirlerinde imza imgeler yoktur. Hatta bir şiirsel cihaz olarak imge fikrinin kendisinden uzak durulmuş gibidir. Ve şöyle devam ediyor: “İmgenin işlevini anekdot üstlenmiştir. Ama bu anekdot bir fıkra olarak değil, bir değinme ve değme olarak…” Ne diyorsun bu değerlendirmeye?

Anlamadım valla. Bilemiyorum. Öyle bir araştırma yapmadım henüz kendi şiirlerim hakkında.

İsimsiz, 2005

Bize kalırsa, “imza imge” ya da “şiirsel cihaz olarak imge” olmasa da, şiirlerinde “deve” ve “kuş” bolluğu dikkat çekici. “İstemezlerdi”deki deveden başlayalım: “Helikoptere zorla bindirilen deve”…

Bu olmuş bir şey. Büyükada’da. ANAP bayram mı yapıyor, bir şeylerin açılışı mı var ne, deve getirmişler. Süslemişler falan. Fakat denizde çalkantı başlamış, motora da bindiremiyorlar. Zavallı deveyi helikoptere bindirmeye çalışıyorlar. Bindirdiler, helikopter sağa sola eğiliyor. Bir de ANAP’ın el ilânları varmış torbalarda, onlar döküldü, havada uçuşuyorlar. Bu kadar saçma iş. (gülüyor) Bak işte onu diyor: “Her şeyi anlamaya çalışmaktan vazgeçtim / Çünkü bu çok önemli bir şey değildi / Bazı şeyleri anlamak bana yetiyordu.”

Bizim kuşaktan Müslüman şair, Cahit Zarifoğlu, uçmaktan hoşlanırmış. Bir arkadaşıyla planöre biniyorlar, arkadaşı geriden geliyor, minareye çarpıyor ve ölüyor. “Minareye çarpıyordu bir planör / Vazgeçtim uçmaktan diyor şair.” Korkuyor ve bir daha uçağa binmiyor.

Şu şiiri de okuyayım. Sanat manatla ilgili şeyler de var çünkü. (“İdik midik”ten okuyor) “Bütün tv’leri öldürmüştünüz, 1990-1991 / İlk defa Tolbiac’ta kurmuştunuz, kurulmuştunuz / İlk sene 11 adet –üç tane de yaralı– düşürmüştünüz…” Bir örgüt kurmuştuk… Fransa’da televizyona “aptal kutusu” diyorlar, benim tabii televizyonum yoktu. Telefonumuz da olmuyordu kolay kolay. Sevgilim beni bıraktı ‘87’de. Baktım çok çıkıyorum, içiyorum, bir televizyon kiraladım, bir de video. Bu sefer de devamlı televizyon seyretmeye başladım. Arkadaşlarım geliyor, onlara da gösteriyorum devamlı. Hastalık oldu bayağı. Buraya geldim, komşuya gidip seyrediyorum, yolda geçerken bir aralıktan bakıyorum. Neyse, Paris’e döndüğümde dedim televizyon seyretmeyeceğim, radyo dinleyeceğim. Bir grup kurduk, evlere girip televizyonları öldürmek için. Genellikle genç arkadaşların aileleri tatile gittiği zaman girdik, televizyonları yok ettik. (gülüyor)

Şu bölümü de okuyayım: “Geldik gizli kanal yollarından / Küçük sokaklardan topladığımız kirli meleklerle / Zıpır sorularımdan rahatsız olan Baudrillard gibi / Roma müzelerindeki filozof başlarını bekleyen bekçi ile / Kafataslarımızı kırıştıran…” Baudrillard buraya geldiğinde Bilgi Üniversitesi’nde bir konferans verdi. Rektör Aydın’ın (Uğur) odasında tanıştırdılar, konuştuk biraz. Sonra da hep birlikte yemeğe gittik. Konuşmasında kültürü yüceltici şeyler söylemişti, halbuki o sabah internetten görmüştüm, İsviçre’de de anti-kültürel bir konuşma yapmış. Hiç yeri değil, yemekte sorulur mu böyle bir şey? Bir de Foucault’dan bir laf açmıştım, Foucault’yla Marksizm arasındaki ilişkiyi sormuştum. Geçiştirdi tabii, yorgun zaten. Onu diyorum, “zıpır sorularımdan rahatsız olan Baudrillard”… Her şeyi deşen bir adam. Letrizmden geliyor, sitüasyonizme yaklaşıyor bir ara. Bence büyük zekâ, her şeyi deşiyor, tam tersinden görebiliyor…

Aynı şiirde (“İdik midik”) birtakım derin sorular soruyorsun. “Bir proleter nasıl kübik olabilir / Bir burjuva hiç sürrealist olabilir mi?” Beşiktaş’ta bir duvar yazısı var: “On numara kübistim bacım.”

(gülüyor) Çarşı mı? Çarşı’dır. Fenerliyim ama, kafadan Çarşı!

Burjuvalar niye sürrealist olamaz? Son zamanlarda çok meraklılar sürrealizme….

(gülüyor) Gerçi sürrealizmi çıkaranlar da burjuva sayılabilir. Ama devrimci bir tarafı vardır sürrealizmin. Sürrealizm bir sanat akımı değildir özünde, sanatı kullanan bir şeydir. En çirkin, itici sürrealist şeyleri bile bir meta haline getirdiler. Halbuki onlar için ilk çıktığı sırada sürrealizm irkilticidir…

Bağ Bozumu, 2009

Kuşlara gelelim, şiirlerinin birçoğunda kuş var. Andığımız yazısında Olcay A. Kara da vurguluyor bunu.

Uçma belki de insanın içinde var… Bilmiyorum. Ben de Olcay Kara’nın yazısından sonra düşündüm bunu. Evet, kuş çok geçiyor. Deve de çok. Bir de, devekuşu vardır. (gülüyor) Nietzsche insanın üç halini anlatır, deve oradan geliyor belki. 19 yaşında Zerdüşt’ü deftere yazıp baştan sona ezberlediğimi anlatmıştım ya… Orada Nietzsche insanın üç halinden söz eder. Önce deve hali. Uçsuz bucaksız bir çölde gidiyor. Devamlı olarak kendi kendine “sen yapmalısın” diyor. Bir an gelir, deve aslan haline dönüşür. Aslan isyan ediştir. Ama isyan hali çok sürmez. Çocuğa dönüşür isyan. Çocuk nedir? Çocuk şaşar. Yine şaşmaya geliyoruz. Çocuk gibi, ilk defa görüyormuş gibi şeyleri görebilmek. Özgürce görebilmek. Rutinleri kırabilmek. Yeni kitapta (O Değilse Başkasıdır) “İsterken”de şöyle bir şey var: “tavuklarla bir arada / komisyonu aşkın zar / kurbanı iletişim suretinde / Robotlar tarafından eğitilen. / ki / Robot olmaya direnen bir robot (muydum ki sanki ben)…” Böyle olmak için yetiştiriliyoruz. Buna direnebilmek, bunu yırtabilmek ve biraz görebilmek…

Bir şiirinin adı da “Havada Duran Kuş”.

John Berger’dan esinlendim. Bir hikâyesinde Anadolu’yu gezerken bir yerde gördüğü tahtadan kuşu ve nasıl yaptıklarını anlatıyor. Bu şiirde ondan esinlendim.

“Öyle Böyle” adlı şiir “Sanatın hizmetçisi değilim / Hicvederim ördekleri / Hicvederim bedenleri / Kelimi saklarım…” diye başlıyor, “Görüyordum / Doğrusunu söylemek gerekirse / Hiç bir şey yapmamak için / Şiirin uçma imkânlarıyla” diye bitiyor.

(“Öyle Böyle”nin dizelerini yorumlayarak okuyor) “Olsa da olmasa da / Başaşağı duruyordu ovada / İçini göstermeden / Kendi imkânlarıyla…” Belki de ben böyleyim. “Açıkça söylenebilirse / Bir şey olmadığı için…” Yine varlık problemine geliyoruz. İlerlemecilik hikâyesine geleceğiz. “Herhangi bir şeyi alıp düzeltmek için / Yoksa nasıl ilerleriz diye dizlerimizin üstünde /… / Doğrusunu söylemek gerekirse / Hiçbir şey yapmamak için / Şiirin uçma imkânlarıyla”. Allah Allah, iyi özet yapmışım. (gülüyor)

Şiirlerinde sık sık zaman ve yer veriyorsun. Bir nevi günce gibi. “Hub”daki şu dizeler mesela: “12 Mayıs 1967’de Çanakkale’de / Kar altında bir yiğit tasarısı elimde…”

Onun devamında “O battal kalemdim ki şüphelerden azade / Otelin içindeki kuyuda kıvrılmış bir veli” dizeleri Orhan Veli’nin “çocuk gönlüm şüphelerden azade” dizesine gönderme. “Yahut Yahya gibi gariban Yahya / Şu horoz tepen sünnetsiz deli…” Yahya Kemal’e gönderme.

Şiirin en başından alırsak, Türkiye’de 70’lerdeki o öldürmelerin acısı var. (okuyor) “Nesnellik dağılıyor / Gözyaşlarını siliyor bir kitapta / İlk ışıklarıyla ülkemizde / Kesici bir araç yüreğinde olduğu halde. / Kanadımız zaten yok (kim bizi anlayacak) / Çünkü önemli bu / Bir İngiliz gibi / Anlaşılmaz çölde / Kut-ül-Amare isminde…”

1967’de Çanakkale’ye bir seyahat yapmıştık. Dokundu belli şeyler. Acı yine. Acıya dönüşüyoruz. (okumaya devam ediyor) “Suçiçeği çıkardım mezarımda / Ampullerim cebir ile söndü / Yetiştim yaktım lambamızı / Son mahya ustası ben’in nefesiyle / Kırk ayakla birden indim / Bir kuştu, gibi idi / Yanımdaki evliya / Sönmüş meşale / Mukavva kafam”…

Beni hep matrak tarafımla görüyorlar, bir de acılı meseleleri ortaya koyduğum şeyler görülsün istiyorum.

Mübin Orhon ile Paris’te, 1976

“Kun” şöyle başlıyor: “Hopa’da 1969’da bir gün / Yanlışlıkla buldum kendimi / Bir derenin 2,5 m sağında. / Çıkardım külotumu utanmadan / Bir tablonun ortasında / İçimdeki tenekeyle / O hendekten bu hendeğe…”

Teneke tak tak ediyor. Korku. Askersin, hendekten hendeğe atlıyorsun o korkuyla. İki seneydi askerlik bizim zamanımızda. Hopa’da yaptım ben. Ben o sıralar müthiş devrimciyim. Dev-Genç’liydim. Marksisttim; tavır olarak anarşist… Havan topu komutanıydım. Askerlere devrimcilik propagandası yapıyorum. (gülüyor)

O şiirin son dizeleri gayet güncel: “Motorize kuvvetler sokaktan geçiyordu. / Sıçrıyordu içimdeki kertenkele / Kulaklarım saatin tik taklarında / Koşuyordum etrafında kapısız kentin.” Son Hopa olayları hakkında ne diyorsun?

Ne diyeyim? Rezalet! “Kun” 1969’da bir gün. Kertenkele: Korku. Şimdi de öyle, yine korku… Hopa o zamanlar yemyeşil küçük bir kasabaydı. Oldukça aydın bir kasaba. Oralar öyle. Artvin okuma-yazmanın en yüksek olduğu yerdi. Gazinosu vardı deniz kıyısında. Çocuklara 25 kuruş verip midye çıkarttırırdık, onları yem yapar, karagöz avlardık. Üsteğmen Hiç vardı, o da gelirdi…

Üsteğmenin soyadı mı Hiç’ti?

Evet. Kendisi seçmiş. Sonra zaten ayrıldı ordudan ya da kovdular… Sonsuza takmış aklını. Karargâhta geceyarısı kaldırıyor bölüğünü, diyor ki “madem her şey sonsuz, yıldızlar da sonsuz olduğuna göre, onlardan biri bizim dünyamız gibi olabilir. O zaman, bizim gibi insanlar vardır…” Askerlik hatırası çoktur. Şimdi başlamayalım. (gülüyor) Ama başka bir hatıra anlatayım. Çocukluğumda Çorum’da stadyumdayız, mandolinle Harmandalı çalınıyor, üzerimizde atletler, siyah donlar, hep beraber Harmandalı oynuyoruz. Askerden geldim, beş parasızım, açbiilaç… Gidiyorum mesela Beşiktaş’ta büfeye, bir sosisli sandviç istiyorum. “Buna karşılık size Harmandalı oynarım” diyorum. Komik bir Harmandalı yapıyorum, bir sandviç veriyorlar. Bir defasında da, Bebek’te Nazmi vardı, meyhane, oraya gittim. Edip’ler, Aziz Çalışlar, Mehmet Ulusoy da var, içiyorlar. Dedim “param yok, size bir Harmandalı oynayayım”. Dışarıda oynayacağım. Mehmet’e dedim ki, “ben işaret edince sen Harmandalı’ya içerde başlarsın”. O zaman şimdiki gibi trafik yok tabii, çıktım yola, Harmandalı yaptım… Nereden nereye geldik. Başka bir şey konuşuyorduk aslında. Neyse… Ne yerdeyiz ne gökteyiz. (gülüyor)

“Yani Video” adlı şiirden de bahsedelim biraz. “A” kısmı şöyle: “1Anırma uzmanı / 2Godard / 3Geyik meselesi. (Küçük gece müziği: Romantik mi, trajik mi?) / 42000’li yıllar nasıl olacak? / 5Ölüm cezasına dair. / 6Koyun meselesi / 7Duvar”.

Bunlar benim videolardan. Bunları şiir olarak gördüğüm için muhafaza ettim. “2000’li yıllar nasıl olacak?” diye 1950’den 1980 küsurlara kadar sormuşlar insanlara. Yüzde 99’u foss! (gülüyor) İnsanlarda öngörü çok zayıf. Kendilerini bir şey zannediyorlar. 1950’li yıllarda dayımın oğlu Amerika’dan döndü, naylon kravatlar, naylon çoraplar, naylon gömlekler, kâğıt elbiseler… Tunç çağı, bakır çağı deniyor ya, bu çağ da plastik çağı. Uzaya giden araçların bile çoğu aksamı plastik.

Godard videosunda mevzu ne?

Bende Godard’la ilgili çok görüntü var. O video televizyonda bir tartışma programı. Beş-altı kişi var, biri de Godard. Sinemadan, filmlerden bahsediliyor. “Şimdi gözümüzü kapatıp öyle konuşalım” diyor Godard. Hakikaten de gözü kapatınca, espas değişiyor, her şey değişiyor, insan yerini bilemiyor, ne konuşacağı da şaşıyor. Kapat gözlerini istersen, öyle konuşalım. Ben de kapattım. Evet. Konuşma tavrı da değişiyor… Açalım şimdi. Böyle bir sürü banda alınmış görüntüsü var bende. Bu tür çok şey gösterdim. Fakat insanlar uzun bakmıyorlar. Halbuki bu dokümanlardan istifade etmek lâzım. (gülüyor)

Godard benim için önemli. Önemli bir şair. Ama fazla kolaj yapıyor. Godard keser, kadrajın dışında devam eder, tekrar girer… Biçimsellikle şiirsel biçimde oynar. Ayrıca, benimle kafa dengidir. Biraz geç Marksist olduğu için vaktiyle eleştiriyordum. Ama anarşist tarafı olan bir adamdır. Beğenirim Godard’ı, çok severim.

Nar ile Naz / Kaçardı kiraz, 2021

“Yani Video”daki “F” kısmında Johnny Holiday bahsi var: “Johnny Hallyday (Aragon’un dediği gibi, bildiğim tek şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir.)”

Johnny Hallyday’le röportaj yapıyorlar. “Aragon’un dediği gibi, bildiğim tek bir şey varsa, o da hiçbir şey bilmediğimdir” diyor. (gülüyor) Ben de o videoda bunu tekrarlattım boyuna. Jacques Tati’nin meşhur Amcam filmi vardır. Amcam büyük ödül kazanıyor. Marsilya’daki büyük sarayda yılbaşı resepsiyonu var. De Gaulle davetlileri karşılıyor, yanında protokol müdürü, gelenler hakkında bilgi veriyor. Sıra Jacques Tati’ye geliyor. Jacques Tati yaklaşırken, protokol müdürü ödül alan filmi hatırlasın diye De Gaulle’ün kulağına Amcam diye fısıldıyor. Jacques Tati ile el sıkışırken De Gaulle “yeğeninizi de çok severim” diyor. (gülüyor) Resepsiyon da televizyondan canlı yayınlanıyor. Bunu sonra da defalarca göstermişlerdi.

Hem son sergilerinde hem son şiirlerinde 60’lara özlem var gibi…

Bilmem. ‘71’de Paris’e gittim. 60’lar önemli. 60’larda hâlâ bir umut vardı. Olabilir Olabilir, 1960-2007 arası yazılan şiirlerimden oluşuyor. 60’larda başlayıp sonra üzerinde çalıştıklarım var. Onun için belki o havayı veriyor. 60’larda umudumuz vardı, heyecan vardı, şimdi genç sanatçılara bakıyorum, pek öyle düşünmüyor çoğu. Moda zannediyorlar, “aman” diyorlar, “bu 60’ların fikri”. Bu işin altmışı, yetmişi yok. Beni rahatsız eden şeyler fazlasıyla var bugün de. Düşünen gençler de var çok. Tabii “ne yapmalı”ya gelince, o başka bir olay. (gülüyor) Doktor tespit ediyor ne hastalık var diye, değil mi, bunu söylemekte yarar var. Dünyada sınıflar var, haksızlıklar var, emperyalizm var, kültür emperyalizmi var, insanlar ölüyor savaşlarda. Bizi Marksist, anarşist yapan şeyler ortadan kalkmış değil…

Ertuğrul’un (Kürkçü) göğsünde on karanfille meclis kürsüsüne çıkması benim hoşuma gitti. Onların bir kısmı arkadaşımdı. Hepsi ruhen arkadaşım da, bazısı gerçekten öyleydi. Cihan’ı (Alptekin) mesela, çok iyi tanırdım. ‘71 senesinde Paris’e gittiğimde rahmetli Güner Sümer gelmişti. Çok içtik. O gün de Münir Nurettin Selçuk’un konseri var. Biz de gittik. Devasa bir salon. Daha çok Türk kolonisi var. O sırada da Kızıldere olayı olmuş. Tam Münir Nurettin “ya lale açmalıdır göğsümüzde ya gül” derken kalktım, “göğsümüzde 13 tane ölü açıyor!” diye bağırdım. Herkes döndü baktı. Talebe olarak gitmişim, talebe müfettişi de orada. Başkonsolos değişmemişti, daha sosyal demokrat bir adamdı, bir şey olmadı. Konserden sonra Güner Sümer kulise gitmiş, “ne oldu öyle” demiş Münir Nurettin. “Bir arkadaş aşka geldi, nara attı” demiş Güner de. (gülüyor)

Nasıl biriydi Cihan Alptekin?

Muhabbetli biriydi. Beni severdi, ben de onu severdim. Cihan bizim çalışmalara pek katılmazdı, THKO’dan olduğu için. Biz Mahirciydik.

Sen nasıl “Mahirci” (THKP-C’li) oldun?

Akademi, bizim çevre Mahirciydi. Necmi Demir’ler, İlkay Demir’ler, Fahri Aral’lar filan yakınımızdı. Bir de İbrahim Keskinoğlu, Nabi Avcı, Veysi Sarısözen gibi isimlerle yakındık önceden. Bize “Türkiye İşçi Partisi’ne yazılın” dediler. Ama ben Dev-Genç’li oldum. (gülüyor)

Askerden geldim, boykotlar vardı. Yemekhaneyi açtırdık, her tarafı afişlerle donattık, her tarafa korsan yazılar yazdık. Ne güzel afişlerdi ama. Öldürülenler olunca veyahut belli haftalarda devasa resimler yapardık. Hep “katil polis” diye yazılır ya, bir gün dedim ki “Dolmabahçe’deki duvara ‘yaşasın katil polis’ yazalım”. “Olur mu öyle şey” dediler. “Her gün ‘katil polis’ yazılır” dedim, biraz da sürrealist olsun. (gülüyor)

Bak, bu şiirin (“Duvar mı Eğri”) sonunda şöyle diyorum: “Halbuki ben sürrealist değilim / Çocukken modern idim / Sürrealistleri sevdim / Onların metodlarını her sanatçı gibi ben de kullanıyorum bazen.” Ben sürrealistlerden önce de öyleydim. (gülüyor) Orhan’la (Koçak) önceki sayınızdaki konuşmanızda geçen Althusser’in sözü çok hoşuma gitti. Tamamen benim söylemek istediğim şey: “Tarih öznesiz bir süreçtir.” Çok önemli. Ne demek istediğini anlıyorum.

Tarihin öznesi yok ama, Marx’a –ve Althusser’e de– göre, bir motoru var, sınıf mücadelesi…

Evet, o çok önemli. Şu anda var mı, pek bilemiyorum. Alttan alta vardır herhalde. Bizimkiler mağlup durumda şu anda. Ben Marx’a daha çok felsefi yandan girmiştim. Bir gün Yüksekkaldırım’dan aşağı inerken, Ekonomi-Politiğin Eleştirisine Katkı kitabının önsözüne takılmıştım. İnsan şuuru nasıl yapılanıyor? “Neden ben böyle düşünüyorum?” hikâyesine gelip Marx’a oradan girdim. “Niye böyle düşünüyorum”dan “kim düşünüyor”a geliyorsun, “Peki, öyle düşünen kim?” Sınıf meselesini daha sonra kavradım, ama çok önemli olduğunu tabii ki görüyorum. Dolayısıyla, nereden bakıyorsun, niçin sen öyle düşünüyorsun?.. O zaman bunu düşünmüştüm; neden başka sınıftan birisi benim gibi düşünmüyor? Varoluşçuluktan Marx’a geçiş öyle olmuştu.

Yolda giderken mi okuyordun?

Ekonomi-Politiğin Eleştirisine Katkı’nın önsözü zaten çok uzun değildir.

Yolda yürürken kitap okur musun?

O zaman okuyorduk. Şimdi, biraz da yaşlanınca, tökezleyip düşme durumları olabilir. (gülüyor) Resimde de, diğer alanlarda da zannediyorum benim yaptığım, iyi sorgulayabilme, merak etme, birtakım şeyleri tersinden düzünden görebilme… Mesela bilek yoktur bende, kabiliyetli değilimdir. Görsel hafıza ve merak, bir de eleştiri yanım kuvvetli. En çok felsefeci olmak isterdim. Olabilir Olabilir’de Wittgenstein’ın Tractatus’üne bir gönderme var.

O şiirde (“Wittgenstein’la Hasbıhal”) Wittgenstein’ın “mutlunun dünyası, mutsuzunkinden başka bir dünyadır” sözünü alıntılıyorsun ve şöyle diyorsun: “Başka dünyaların insanı olduğumuzu biliyordum zaten.

Başından başlayalım. Mesela, “Mantıksal biçimler sayısızdır” diyor. Ben de “mantıksız biçimler de sayısız ve saygısızdır ve ben onları çok severim” demişim. “Düşünen, tasarımlayan, özne, yoktur” diyor. Ben “doğru, zaten aslında özne yoktur, bir vehimden ibarettir” diyorum.

Wittgenstein’ın “Etik ile Estetik birdir” cümlesine niye itiraz ediyorsun?

Orada yazdığımı söyleyeceğim. (okuyor) “Bu hem doğru, hem de doğru olmayan bir tümce, ama Wittgenstein’ın böyle diktatörce tespitleri beni rahatsız ediyor, kendisinden emin yargılar üretiyor. Acayip. Bu işin üstünde durmalıyım.” Böyle demişim.

Bu işin üzerinde duralım hakikaten. “Etik ile Estetik birdir” cümlesi niye “diktatörce bir tespit”? İyi olan bir şey çirkin olabilir mi? Güzel olan bir şey kötü olabilir mi?

Hem böyledir hem böyle değildir. (gülüyor) Bir konuşmada “yenilikten hoşlanmam” demiştim. Yeninin iyi olabilmesi çok zor. Onu yaşama imtihanına çektiğimiz zaman, yaşarken bir şeyler kazanıyor, hayatın izleri üzerine düşüyor, ondan sonra bir değer kazanıyor. İyi bir değer de olabilir, kötü bir değer de olabilir bu. Her yeni iyi değildir. Her iyi olan da yeni değildir. Habire “sanatta yeni bir şey yapmak” diyorlar ya… Ama şu var ki, iyi bir sanat eseri etiktir, iyidir. Bazı sanat eserleri değerleri yıkar, öyle olması da iyidir. O zaman, “estetik ve etik birdir”de doğru bir taraf var.

Sartre’ın şu sözüne ne dersin? “Yahudi düşmanı bir roman edebiyat olamaz.”

Evet, bir ideolojinin sesi oluyor o zaman. Ama mesela, faşist yazarlar var. Céline var, Ezra Pound var. Ezra Pound faşist olduktan sonra da güzel şiirler yazdı, ama politikayla direkt ilgisi yoktu o şiirlerin. Céline basbayağı faşistti. Kötü adamlar da iyi resimler yapabiliyor, Picasso gibi. (gülüyor)

Adama değil, esere bakalım, Sartre da zaten “bir Yahudi düşmanının yazdığı roman edebiyat olamaz” demiyor, “Yahudi düşmanı bir roman edebiyat olamaz” diyor…

(Zil çalıyor, Komet kapıyı açmaya gidiyor, kütüphaneye göz gezdirirken Umberto Eco’nun “Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik”i dikkatimizi çekiyor, alıp karıştırırken “münazara”mıza denk düşen bir bölüm görüyoruz, döndüğünde o bölümü gösteriyoruz.)

Oluyorduk, 2021

Tam da konuştuğumuz konuyla ilgili bir pasaj var burada…

O Umberto Eco’ya göz gezdirdim. Ortaçağ estetiği beni ilgilendiriyor. Umberto Eco’nun ihtisası zaten ortaçağ estetiğidir. Gülün Adı’nı okumuştum vaktiyle. (gösterdiğimiz bölümü önce sessiz, sonra sesli okuyor) “Güzellik üç niteliği gerektirir. İlki bütünlük. Entegre, tarz veya kusursuzluktur.” Tabii bu ortaçağ için. “Çünkü eksik şeyler bu eksiklik özellikleri nedeniyle biçimden yoksundur. Sonra, parçalar arasında uygun oran ve uyum gereklidir. Son olarak da açıklık veya görkem. Gerçekten de açık ve görkemli şeylere güzel deriz.” “Eksik şeyler eksiklik özelliği nedeniyle biçimden yoksundur” diyor, ama onun da bir biçimi vardır. Ben bazı şiirleri tak diye bırakıyorum. İllâ bitmesi şart değil. İllâ zorlayıp bir mimari mi inşa etmek lâzım?

Güzelliğin ikinci niteliği olarak söylediği “uygun oran ve uyum”a ne diyorsun?

Aslında, söylediği şeyler bence de doğru. Her şeyin bir biçimi vardır, biçimsizliğin de biçimi var. Birisine “ne kadar biçimsiz suratlı” deriz, ama onun da bir biçimi vardır.

Üçüncü madde, “açıklık veya görkem”…

Açıklıktan kastı, direkt kendini gösteren, vareden anlamında herhalde. (metni inceliyor) Tesadüfe bak, iyilik meselesi de geliyor. (okuyor) “İyilik arzulama yetisiyle ilişkilidir, çünkü her varlık iyiyi arzular. Ayrıca, iyiliğin bir amacı vardır, çünkü arzulama bir şeye doğru ilerlemedir. Buna karşılık güzellik bilme yetisiyle ilişkilidir. Gerçekten de görülmeleri bizde zevk uyandıran şeylere güzel deriz. Bu yüzden güzellik uygun orandan oluşur, çünkü duyularımız iyi oranlı şeylerden, yani duyulara benzer şeylerden zevk duyar, başka herhangi bir bilme yetisi gibi, duyu da bir tür orandır. Bilgi özümseme yoluyla elde edildiği, benzerlik de biçimle ilişkili olduğu için güzellik biçimsel neden fikrini içerir.” İlginç. Aziz Tomas bu galiba. (dipnota bakıyor) Evet, tabii. Akinalı Tomas. Çok ilginç.

“Bir nesnedeki güzellik ile iyilik aynı gerçekliktir. Bak yine Wittgenstein’a geldik. “Çünkü her ikisi de biçime dayanır” diyor. (okumaya devam ediyor) “Ama iyilik biçimin bir arzu nesnesi olması nedeniyle, arzu edilen biçimi gerçekleştirme veya ona sahip olma arzusu olmasını sağlar.” Gördün mü, tesadüfler buluyor bizi. (gülüyor)

“Battal Teri” adlı şiirinde şu dizenin altını çizmiştik: “Wallahi modern olmadım”.

Wallahi modern olmadım abla. Modernlikle hep problemim olduğu için, onu şiirde kullanmak istiyordum. Buraya denk düşmüş.

Neş’e sergisinin kitapçığında kendi tarihini gayet özlü bir şekilde anlatıyorsun: “Kendimi ve genellikle Türk resmini figür resmi konusunda çok yetersiz görüyordum. Çok monoton, içinde yaşam edası, havası bulunmayan, Cézanne ölü doğası taklidinde, hayatla hakiki ilgisi bulunmayan figüratif denemeler yoğunluktaydı. Çok az ressam figüratif olsun olmasın, hayat emaresi gösteren işler yapıyordu. Onun için modern olup olmamayı bir tarafa atıp kendim gibi olmayı, hayatın kendisini araya perde girmeden süzebilmeyi düşledim hep ve klasik espas yapısı içinde herhangi bir estetik otoriteye boyun eğmeden kendi çapımda zor çalışmalara girdim.”

Öğretilen şeyi bir kenara koymak istedim. Bu eskiymiş, bu yeniymiş, boş şeyler. Kafaya silah dayıyorlar, illâ “modern olacaksın, şöyle olacaksın, böyle olacaksın”. Ben direkt olmak istedim. Herkes bir şeyler anlasın, hissetsin istedim. 1975 gibi, nostaljik, romantik peyzajlar yapmaya başladım. Ben de hayrete düştüm. Bıkmıştım bu modern olma baskısından. İnsanlardan kopukluğu yıkmak istedim. Resimlerime bakan kasap da bir şey hissetsin, elişi yapan genç kız da. O ilişkisizlikten yakınıyordum. Modernizm, minimalizm, hiperrealizm, konseptüel sanat… Kimsenin pek bir şey anladığı yok. Kral çıplak yani. (gülüyor) Belli bir elit grup içinde geçen elit bir sanat. O da olacak tabii. Bir açıdan devam ettirdim o tür çalışmaları. Anti-art, anti-pentür zamanıydı. Öyle akımlar vardı. O tip resimler yapmak mutluluk verdi bana. Yaşamımla örtüştü; etik olarak da örtüştü, estetik olarak da örtüştü. (gülüyor)

Adettir, sanatçıların hayatı dönemlere ayırılır. Seninki de şöyle dönemleştirilebilir mi: 1968’e kadar avangard, modern işler yapan bir sanatçısın. 1974-75’ten sonra, 50’li yaşlara doğru, modernizmle hesaplaşma; bir tür tepki dönemi. 1990’da ise tepkiye tepki ya da reddin reddi…

Hiçbir dönemde aslında tek bir şey değil. Her dönemde hepsi var. 80’li yıllarda bad painting çıkıyor, ben 1970’lerin başında yapmışım onu. 80’lerde “anti” şeyler yapmak istiyorum, çirkin, kötü şeyler. Aynı zamanda klasik resimler de yapıyordum. 1974-75’te başladığım o romantik peyzajları, hem komik hem romantiği birleştiren o tip resimleri hep yaptım; hâlâ da yapacağım. Onu da yapıyorum, bunu da yapıyorum. Dönemlere ayırmak lâzım mı ki? Ama 1975’te bir kırılma var. O kırılma, dediğim gibi, yasak olana gidiş ve tatmin olmak.

Daha sonra bir başka kırılma var mı?

Kırılma yok, özgürleşme var. 1974-75’te başlıyor. 1980’lerde pentüre ağırlık verdiğim doğru. Ama o demek değil ki, öbür şeyleri kestim.

Fotoğraf: Şahan Nuhoğlu

Orhan Koçak’ın “Komet’in Geometrisi” yazısından şu satırların altını çizdik: “1960 kuşağının sanatında hikâye, edebilik, şiirsellik, resmin iki boyutlu dünyasına merasim kapısından ve epeyce bir tantanayla yeniden buyur edilmektedir. Komet’in işleri bu açıdan başından beri önemli bir farklılık gösteriyordu: Bir hikâyenin anlatıldığı duygusuna kapılıyorduk ama, başı sonu (ve anlamı) belli olmayan bir hikâyenin fragmanları gibiydi gördüğümüz. Anahtarı kaybolmuş (ya da hiç olmamış) kilitleri andırıyorlardı. Bu öyküsellik aslında 90’ların bir noktasından itibaren sarsılmaya, tahrip olmaya başlar.” Sarsılan, tahrip olan ne? 90’ların başı dünyanın siyasal ve kültürel tarihi açısından da önemli bir dönüm noktası.

70’lerde moderne karşı bir tavır koymaya çalışıyorum, kendi çapımda tabii. Esrarengiz ve Neş’e’de resmin iç problemleriyle haşır neşir olmak istedim. Ama şimdi canım figüratif resimler de yapmak istiyor. Bir dönüş yok aslında, onu da yapıyorum, bunu da. Figüratif resimlerimi postmodern olarak nitelendiriyordum. İlk başta modern idim. Sonra, modernizme, avangardizme tamamen aykırı bir şekilde, figüratif, romantik peyzajlar falan… Sanat tarihine, “modern ol” zorlamasına sırt çevirmek istedim. Benim için modernizmle hesaplaşma meselesiydi figüratif resim. Her şeyi yeniden görüyormuş gibi olmak… Yaşadığımız şiirsel durumlar, kargaşalık durumları, insanlararası ilişkiler, bakışlar… Beni durumlar ilgilendiriyor. Şahitlik, yaşadığımız durumların şehadeti. Fala bakar gibi resim yapıyorum. Bize kompozisyon öğrettiler, üçgen kompozisyon şöyle kurulur, şudur budur… Halbuki, sanat eseri bir tekliftir. Fazlalıkları atarak sözünü en güçlü şekilde söylemek; kompozisyon budur bence. İnsanın yaptığı şeyde radikal olabilmesi lâzım. Kendime sınır koymuyorum. Beyazlı sergide de figürlü şeyler vardı. Özellikle koydum, çünkü yasak etmek istemiyorum kendime.

1990’lardaki “sarsıntı”ya ne diyorsun?

1989’da Paris’te sergim oldu. ‘90’da Vakko ile anlaştık, 200 resimlik bir paket yaptık, İstanbul, İzmir, Ankara sergileri… Ondan sonra, Türkiye’de herkes benden resim istemeye, almaya başladı. Daha ben resmi yapmadan parasını vermeye başladılar. O sırada, Fransa’da, Avrupa’da müthiş kriz oldu, ama bana paralar geliyor. Biraz da, ne yapsam alıyorlardı, çat çat çat… Nü’ler yaptım, günde on tane. Oh olsun diyordum, burjuvalar alsınlar! Yani biraz gelişigüzel şeyler yaptım. Hoşuma da gitti yapmak. Cebimiz para gördü fazlasıyla. Fazlasıyla dediğime bakma, işte o kadar… 1996’da, 2000’de bir sürü sergi açtım. (“Olabilir Olabilir”den “Nerede” adlı şiirini okuyor) Orası nerede / Burası nerede / Şurası neresi orası / Neresi nerede / Bu iyi orası kalsın / Nerede nerede burası / Kalsın şurada burası / Arasında orası / İki derede ikisinin arası / Arası yok / Burası neresi / Orda o uzak / Kalmış kendisinden başka / İki yakası bir arada / Kalmış şurada burada / Akşamdan beri kendisi yoktu / Şimdi başka bir kendisi burada.” 1995’te yazmışım. “İki derede, ikisinin arasında”… Neyse, çorba gibi oldu her şey.

Çorba iyi bir şey…

Tabii, çorba iyi bir şey. 90’lı yıllardı galiba, Türkiye hakkında konuşuyorduk, “kargaşadan, karmaşadan iyi şey de çıkabilir” demiştim. Özdemir Asaf’ın şiiri var, “Bütün renkler kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler”, aslında, bütün renkler karışıyor, acayip bir şey oldu Türkiye. Ben bunun analizini yapacak durumda değilim. Acayip bir yer burası, anarşik bir toplum denebilir belki, her şey var. Çöp kutusu gibi. Hem iyi şeyler, hem kötü şeyler var. Bir düşünce kitabı çıkıyor, hemen burada yayınlanıyor. Demek ki onları okuyan var. Bir yandan da bakıyorum, bilgi yarışmasına çıkmış adam, Türkiye’nin kürenin kuzeyinde mi, güneyinde mi olduğunu bile bilmiyor. Sadece onu değil, bir sürü şeyi bilmiyor. Adam direktör olmuş, ressam ismi bilmiyor. Lise okumuş, üniversite okumuş, bir şair ismi bilmiyor, merak etmiyor. Acayip. Her şey karışık. Televizyon kültürü müdür, nedir?

Sözü bağlarken geleceğe bakalım. Neler geçiyor aklından?

Yaş geçip ustalaştıkça, rengi, formu daha iyi görüyorsun. Şimdi çok iyi resimler yapabilecek yere geldiğimi hissediyorum. Bunu ciddi söylüyorum. Yapabilirim. Enerji olursa. Hastalıktan ölmezsek. Hatta figüratif resimler de yapmak istiyorum. Hem romantiğim, hem komiğim. Bazen resimde de felsefi boyut oluyor. Felsefi boyutu, düşünceyi, bunların birleşmesini bazen bulabiliyorum. O zaman hoşuma gidiyor. Ama her zaman olmuyor. Bazen oluyor. İyi bir seçim yapılırsa, yaptığım üç-beş bin resim içinde, herhalde 100-200 tane çok iyi resim, beni utandırmayacak resim çıkar. Komet.tv diye bir internet sitesi var, çok dapdağınık, onunla uğraşamadım pek, orada birkaç yüz yağlıboya figüratif tablo var. Onların bazıları hakikaten hoşuma gidiyor. Bakıyorum bazen, “boşuna yaşamamışız” diyorum. O kadarını da söyleyeyim. (gülüyor)

Nâzım’la başlamıştık, Turgut Uyar’la bitirelim: “Mutsuzluktan söz etmek istiyorum / Dikey ve yatay mutsuzluktan / Mükemmel mutsuzluğundan insan soyunun / Sevgim acıyor…”

Başkalarının mutsuzluğundan mutsuz olma meselesine dokunuyor Turgut Uyar. Beni de en geniş anlamıyla içinde yaşadığım somut ve soyut âlemi acıtan şeyler mutsuz ediyor. Başkalarının acısı, sınıfsal meseleler… Beni acıtan önemli bir şey daha var: Varlıkbilim anlamındaki sorularımın cevapsız kalması. Çok meraklı olduğumu söylemiştim. Ah bu merak yok mu! (gülüyor)

Bir+Bir, sayı 15, Aralık 2012

^