POGROMLAR, YANGINLAR, TUTUKLAMALAR ARASINDAKİ YAPISAL BAĞ

Söyleşi: Bekir Avcı
11 Haziran 2022
Altındağ'da Suriyelilerin dükkânlarına saldırı, Ağustos 2021
SATIRBAŞLARI

Ankara-Altındağ’da Emirhan Yalçın’ın yaşamını yitirmesine neden olan kavganın ardından, 11 Ağustos 2021’de ilçenin Önder ve Battalgazi mahallelerinde “Suriyeli avı”na çıkıldı, Suriyelilerin dükkânları ve evleri yağmalandı. O gün yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Güllistan Yarkın: Çalışmalarımda ırksallaştırılmış toplumsal rejim kavramını kullanıyorum –Afro-Porto Rikolu sosyolog Eduardo Bonilla-Silva ve Amerikalı sosyologlar Michael Omi ile Howard Winant’tan esinle. Irkçılığın bir rejim, sistem veya formasyon olarak değerlendirilmesi dünyada ırkçılığa dair akademik literatürün geldiği noktalardan biri. Konu sadece makro bir mesele değil, gündelik yaşamda da birçok karşılığı var. Artık ırkçılık bir ideoloji veya sadece kurumsal bir olgu olarak değil, yaşamın bütün alanlarını kapsayacak biçimde değerlendiriliyor. Türkiye’de Sünni-Türk üstünlükçülüğüne dayalı ırksallaştırılmış bir toplumsal rejim inşa edildi.

Irksallaştırılmış rejime her etnik grubun entegrasyonu farklı oluyor. Çünkü Ermeni, Rum, Kürt, Roman ya da bugün Suriyeli ve sığınmacılara Türklerin ve Türk devletinin yaklaşımı farklı. Hepsinin ırkçı rejim içinde farklı deneyimleri var. Altındağ’daki saldırıyı Türk üstünlükçü bir yaklaşımla Suriyelilere had bildirilmesi olarak görüyorum. Yaşanan bir kavga ve bu kavgada hayatını kaybeden bir Türk var. Fakat ölen kişinin ardından, olaya dahil olmamış bir gruba, Suriyelilerin geneline dönük bir “intikam” söz konusu oluyor. Bunun adı ırkçılık. Çünkü ölümle sonuçlanan kavganın tarafları Türk bireyler olsaydı saldırı Türklere yönelik olmayacak, olay etnik bir meseleye dönüşmeyecekti. Burada etnik meseleye dönüşmesinin tek nedeni Suriyelilere had bildirilmesi, onlara orada egemenin kim olduğunu gösterme arzusu ve Türk üstünlüğünün tesis edilmesi.

Güllistan Yarkın

Bu egemenlik arzusu, had bildirme dürtüsü nasıl işliyor?

Suriyelilerin orada olması istenmiyor, tıpkı birçok yerde Kürtlerin istenmediği gibi. “O dükkânın sahibi nasıl olur da bir Suriyeli olabilir? Ben yoksulken bir Suriyeli nasıl olur da gelip burada dükkân açabilir” deniyor. Aynı şey Kürtler için de defalarca söylendi. “Bir Kürt nasıl olur da gelip buraya market açar?” dendi. “Ben Türküm, buralar bizim, benim egemen olmam lâzım” dürtüsüyle ırkçı ve etnik bir öfke duyuluyor. Bu sadece Türkiye’de değil, birçok yerde var. Egemen etnik grup ezilen etnik grubun ekonomik, siyasi ve kültürel olarak hep alt pozisyonda kalmasını istiyor. Onun biraz güçlenmesini kendi iktidarına meydan okuma olarak algılıyor. Büyük şehirlere göç etmek zorunda kalan Kürtlere karşı da aynı tavır hep oldu.

Kürtlerin çoğunluğu 1990’larda İstanbul’a ilk geldiklerinde hep en alt işlerde çalıştılar, ama 2000’lerde görece ekonomik ve politik güçlenme yaşadıkları andan itibaren ırkçı saldırıların arttığını görüyoruz. Yeni gelen etnik grubun ekonomik olarak birazcık güç kazanması bile egemen grupta bir öfke, kıskançlık ve nefret yaratıyor. Bu maalesef birçok yerde böyle. İrrasyonel bir şey, ama ırkçılık da bu zaten.

Irkçılığın sınıfsal boyutu mu bu?

Doktora tezim için alan araştırması yaparken, 2014-2017 arasında Zeytinburnu’nda tekstil işçileriyle görüşmüştüm. Asgari ücret alıyor, zar zor geçiniyorlar, birden Suriyeliler geliyor ve örneğin 700 liraya çalışmayı kabul ediyorlar. İşçi diyor ki, “lanet olsun, Suriyeliler yüzünden işimi kaybettim”. Kapitalist emek piyasası etnik gruplar arasındaki hiyerarşi üzerinden kurulduğu için ırksallaştırılmış emek piyasası dediğim piyasa, işçilerin ücretlerini ve çalışma koşullarını etnik bir çizgi üzerinden belirliyor ve etnik hiyerarşide avantajlı olan işçiler maalesef sermayeyi değil, ucuza çalışmayı zorunlu olarak kabul eden işçileri suçluyor. Sermaye bu etnik hiyerarşiden kârlı çıkan taraf tabii ki. Düşük ücretle çalışan Suriyelilerin sermayedarların kârına büyük katkıları oluyor. Çok büyük bir sömürü söz konusu.

Irkçılık ideolojiye indirgenemez. Irksallaştırılmış bir toplumsal rejimden bahsetmeliyiz. Nasıl patriyarka ve kapitalizm dünya rejimiyse ırkçılık da öyle. Makro ve mikro alanlarda, siyasetten kültüre, ekonomiden psikolojiye hayatın her alanında işliyor.

Altındağ saldırısında Suriyelilerin dükkânlarının yağmalanması nasıl bir gösterge? Bu soruyu, mahallenin Türk sakinlerinden birinin rahatsızlığını dile getirdiği şu sözlerle düşünürsek: “Yedi-sekiz senedir komşuluk yaptığım Suriyeliler var. İçlerinde çok iyi olanlar olduğu gibi çok kötü olanlar da var, ama Suriyeliler geldikten sonra buradaki esnaf nüfusunu Suriyeliler oluşturmaya başladı.”

Türkler Almanya’ya gittiklerinde nasıl kendi dükkânlarını, işyerlerini açtılarsa Suriyeliler de buraya geldiklerinde kendi dükkânlarını açıyor. Almanya’nın ve Avrupa’nın birçok yerinde, birçok sektörde Türk esnaf var. Göçmenler bir yere gittiklerinde hem kendi restoranlarını, marketlerini, fırınlarını açar hem çeşitli sektörlerde işçilik yapar. Irkçılar da göçmenler gelmesin, işyeri açmasın, ucuza işçilik yapmasın ister. Sermayedarlar ise göçmenleri ucuza çalıştırmak ister. Türkiye’de de aynı şeyi yaşıyoruz. Suriyelilerin esnaf olması orada yaşayan egemen etnik grubu rahatsız ediyor. Suriyelilerin buna hakkı olmadığını düşünüyorlar. Ama Almanya’da yaşayan Türkler bu şekilde görülmüyor, onların işyeri sahibi olması normal bir durum kabul ediliyor.

Aralarında Dicle Fırat Gazeteciler Derneği eşbaşkanı Serdar Altan, Xwebûn gazetesi yazıişleri müdürü Mehmet Ali  Ertaş, Jinnews haber müdürü Safiye Alagaş’ın da aralarında olduğu 21 gazeteci 8 Haziran’da eşzamanlı baskılarla gözaltına alındı, dosyalarına kısıtlama kararı getirildi

“Türkiye’de ırksallaştırılmış toplumsal rejim inşa edildi” dediniz. Irkçılığı nasıl tanımlıyorsunuz?

Irkçılık kavramı farklı şekillerde tanımlandı ve analiz edildi. 20. yüzyıl boyunca da anlamı dönüştü. Fakat özet olarak söylersek, bir grubun diğer grup üzerinde iktidar kurarken o grubu etnik veya ten rengi gibi biyolojik göstergeleri kullanarak aşağılaması, bütün kurumları kullanarak iktidarını bu şekilde inşa etmesi ve meşrulaştırmaya çalışmasıdır ırkçılık. Bir etnik grubun diğer etnik grubun iradesini, özyönetimini reddetmesi, onu insan-dışılaştırmasıdır. Polisi, yargıyı, hukuku, üniversiteleri, cezaevlerini ve diğer bütün kurumları kullanarak o grubu öldürülebilir, işkence edilebilir, cezaevine atılabilir bir varlık olarak inşa etmesidir. Diğer etnik grubun toplumsal sistem içinde alt pozisyonda kalmasını arzulaması, bunu şiddet ve başka birçok aracı kullanarak sağlaması, o grubun kültürünü, tarihini reddetmesi ve ona dair birçok şeyi aşağılayarak ve özcüleştirerek politik, kültürel, toplumsal, ekonomik kaynaklardan kendisiyle eşit olarak yararlanmasını engellemesidir. Irkçılık bir iktidar kurma biçimi ve tam da bu nedenle siyasi, ekonomik, kültürel, hukuki bir toplumsal sistem olarak işliyor. Kapitalizmle, sömürgecilikle çok derin bağlantıları var.

Irkçılık ile “ırksallaştırılmış toplumsal rejim” arasında nasıl bir ilişki var?

Irkçılık salt bir ideoloji olarak algılanıyor, ama öyle değil. Irkçılık ideolojiye indirgenemez. Irksallaştırılmış bir toplumsal rejimden, toplumsal sistemden bahsetmeliyiz. Son 200 yıldır dünya sistemi ırksallaştırılmış bir rejim etrafında örgütleniyor. Sadece Türkiye’de değil, Türkiye de bunun bir parçası, ama bu bir dünya rejimi. Nasıl patriyarka ve kapitalizm dünya rejimiyse ırkçılık da öyle. Rejimden kastım büyük bir yapı. Bu yapı makro ve mikro alanlarda, kurumsal ve gündelik hayatta, siyasetten kültüre, ekonomiden psikolojiye hayatın her alanında işliyor. Irkçı rejimin yeniden üretilmesi ve tesis edilmesinde ulus devletler belirleyici rol oynuyor. Etnik grupları çeşitli şekillerde rejime entegre ediyorlar. Tabii ki burada egemen gruplar da aktif rol oynuyor. Kaynak dağıtımı mesela: Ekonomik, siyasi, kültürel her türlü kaynak etnik çizgiler üzerinden eşitsiz olarak dağıtılıyor. Bazı etnik gruplar bu kaynaklardan daha az, bazıları daha fazla yararlanıyor. Bazı etnik gruplar katliamlardan ve soykırımlardan geçiriliyor. Bir etnik grup diğer etnik gruplar üzerinde iktidar kuruyor. İktidarını kurarken de onları hor görüyor, insanlıktan çıkarmaya çalışıyor, kültürlerini aşağılıyor.

Kürtlere saldırılar hep var. Son dönemde artmasının nedeni yükselen faşist dalga, ekonominin ve siyasetin sıkışması, HDP üzerindeki baskılar, insan hakları ihlâllerinin son derece artmış olması. Kürtler şu an sadece AKP’nin değil, MHP’nin de iktidarı altında yaşıyor.

17 Haziran 2021’de HDP’nin İzmir il binasının basılarak parti çalışanı Deniz Poyraz’ın öldürülmesine, Konya-Meram’da 21 Temmuz’da Hâkim Dal’ın, bir hafta sonra Dedeoğulları ailesinin yedi ferdinin katledilmesine, mevsimlik tarım işçilerine çeşitli yerlerde düzenlenen saldırılara baktığınızda ne görüyorsunuz?

Bu sıraladıklarınızdan önce de Ankara’da Barış Çakan, ondan önce Sakarya’da Kadir Sakçı ve Şirin Tosun Kürtçe konuştukları veya 21 plakalı arabaya el salladıkları için öldürüldü. Daha geriye de gidebiliriz. 2011’de Zeytinburnu’nda yedi gün süren ırkçı bir saldırı yaşanmıştı. 2010’da Hatay-Dörtyol’da, Bursa-İnegöl’de, Mersin’de, Samsun’da, Ege’de saldırılar oldu. Kürtlere saldırılar hep var. Son dönemde artmasının nedeni yükselen faşist dalga, ekonominin ve siyasetin sıkışması, HDP üzerindeki baskılar, insan hakları ihlâllerinin son derece artmış olması. Kürtler şu an sadece AKP’nin değil, MHP’nin de iktidarı altında yaşıyor. Bu iktidar çatısı altında Kürtlere saldırıların artması çok beklenir bir şey. Kürtler kayyımlarla yönetiliyor, belediye başkanları, vekilleri hapiste. Kürtlerin seçme seçilme hakları pratikte ellerinden alındı. Irkçı söylemler meşrulaşmış ve anaakımlaşmış durumda. MHP’li bir vekil, geçen sene aralık ayında HDP için “haşere” dedi. Deniz Poyraz’ın katledilmesinin ardından, 22 Haziran’da ise MHP başkanı Bahçeli Poyraz’ı “milis işbirlikçisi” ilan etti. “Milis işbirlikçisi”, yani katledilmesi meşru. HDP’ye oy verenleri ve destekleyenleri böyle görüyorlar: “Milis işbirlikçisi haşereler”. Kürt düşmanlığının, Türk üstünlükçülüğünün ana ideoloji olduğu bu coğrafyada ölü bedenlere dahi yapılanlar ortada.

Altındağ’da üzerine ay-yıldız çizilen Suriyelilere ait işyerleri, Ağustos 2021 (fotoğraf: Bilal Seçkin)

Ölü bedenler bazen gömdürülmüyor, bazen mezarlardan çıkarılıyor. Ölülere yapılan eziyet “ırksallaştırılmış rejim”in neresinde?

Bunlar tamamen sömürgeci uygulamalar. Bugün başlamadı. 90’larda faili meçhuller var, çok daha öncesinde Ermeni Soykırımı var, Süryanilerin “Sayfo” dedikleri Süryani Soykırımı var, Dersim’de Kürt-Alevi Soykırımı, Zilan Katliamı var. Bu katliamlarda ölüler ritüellerle gömülmedi, cenazeler yok edildi. Kimi yakıldı, kiminin beden bütünlüğüne zarar verildi. Sömürgeci uygulamalarda bedeni, ölü bedeni yok etme var. Bu da tamamen ırkçılıkla alâkalı. Ölüyü insanlıktan çıkarma, maneviyatını yok etme, aşağılama arzusu var. Konya’da mesela, öldürülen Kürtlerin cenazeleri yakılmak isteniyor ya da Deniz Poyraz’ın öldürülmesinin ardından “binadan kaç leş çıktı” diye tweet yazılabiliyor. Cenazelere “leş” deniyor. Bu bir nefreti gösteriyor. “En iyi Kürt ölü Kürttür” diye ırkçı bir ifade var bu ülkede, unutmayalım.

Bir sosyal ağ uygulaması olan Clubhouse’da, ağustos ayının başlarında açılan bir sohbet odasında, cezaevindeki siyasi tutukluları öldürme, zehirleme yönünde hararetli bir tartışma da vardı…

Katliam ve soykırım arzusu bu, bir fantezi. Soykırım fantezisi. Onları öldürülebilir bedenler, hainler olarak görüyor ve yok etmek istiyorlar. Muhaliflerin, Kürtlerin, devlete itaat etmeyen herkesin öldürülmesini, yok edilmesini arzuluyorlar. Çünkü burası bir soykırım coğrafyası. 1915’te Ermeni Soykırımı oldu, bir buçuk milyon Ermeni yok edildi, aynı yıl Süryaniler soykırımdan geçirildi. Aynı şekilde Rumlar katliamlara uğradı, yerinden edildi. Bununla hiçbir şekilde yüzleşme yok, bundan duyulan bir utanç, dilenen bir özür de yok. “Yanlış yaptık” denmiyor. Soykırımla yüzleşilmeyen bir inkâr rejiminde soykırımlar tekrarlanır. Gene söylüyorum, Türkçede “en iyi Kürt ölü Kürttür” diye bir ifade var. Bu coğrafyada bu ifade sohbetlerde, sosyal medyada açıkça dile getiriliyor. Bu zaten “soykırım yapalım” demek.

Bu eşikte duruluyor mu, böyle bir risk var mı Kürtler açısından?

Kesinlikle var. MHP milletvekili Semih Yalçın HDP’liler için “haşere” derken “itlaf”tan bahsetmişti. İtlaf hayvanların öldürülmesi, yok edilmesi demek. Eskiden de Dersim için “çıban” diyorlardı. Bu ifadelerin soykırım ve katliam fantezisi olduğu açık. Birtakım insanlar bunu arzuluyor ve istiyor. Bunun da zemini var. Tekrar söyleyeyim, Kürdün ölü bedeni için “leş” deniyor. Sur katliamı olduğunda bir tepki çıkmıyor. Öldürülenlere saygı duyulmuyor. Sıradan insanlar bunu normalize etmiş durumda.

Fanon’un “zone of being” (varolma bölgesi) ve “zone of non-being” (varolmama bölgesi) diye bir kavramsallaştırması var. Bunlar coğrafi bölgeler. “Varolma bölgesi”ndekiler toplumsal olarak tanınır, “insandan aşağıda olanlar” ise “varolmama bölgesi”ndedir. Fanon’un baktığı yerden bakarsak, Şemdinli “varolmama bölgesi” iken Marmaris “varolma bölgesi”. Marmaris’in ormanları Şemdinli’nin ormanlarından daha değerli.

Altındağ’da Suriyelilere saldırı Kürtlere dönük bir dizi saldırının üzerine geldi. Aralarında nasıl bir bağ var?

Suriyelilere dönük saldırılar da aslında uzun süredir var, Altındağ’la başlamadı, çeşitli yerlerde oluyordu. Bu, Kürtler için de geçerli. Her sene mutlaka bir yerde saldırıya uğruyorlar. Bunun bir haritalandırması yok maalesef, ama biliyoruz ki belli aralıklarla her yıl saldırılar gerçekleşiyor. Bugün tek fark saldırıların artık daha sık, arka arkaya olmaya başlaması. Bunun en önemli nedeni siyasetin ve ekonominin sıkışmış olması. Mafya lideri Sedat Peker bile uyarıyor Türk milliyetçilerini, “provokasyon olacak, sokağa çıkmayın, ortalık karışacak” diye. Bu çok önemli. Tüm dünya tarihinde böyledir, kapitalizm sıkıştığında, egemen gruplarda bir yoksullaşma olduğunda ırkçılık ve faşizm artar. Nasıl 1920’lerde, 30’larda Büyük Buhran vardı, şimdi de dünyada büyük bir ekonomik kriz var. Unutmayalım, Hitler iktidara geldiğinde ekonomik krizi, Almanların yoksullaşmasını kullanarak bütün öfkenin, nefretin Yahudilere yönelmesini sağladı. Günümüzdeyse ABD’ye Trump geldi, Brezilya’da Bolsonaro var, Filipinler’de Duerte. Bizim coğrafyamızın hali ortada. Faşizm her yerde yükselişte. ABD’de Trump gitti, ama beyaz ırkçı gruplar, silahlı neo-nazi gruplar çok güçlendi. Trump döneminde Meksikalılar sokaklardan toplanıp sınır dışı edildi, bu kişilerin çocuklarını hapishane gibi kamplara koydular, ailelerinden ayırdılar. “ABD’yi tekrar beyaz yapmak” söylemi ortaya çıktı. Önceki dönemde böyle politikalar, böyle söylemler yoktu. Irkçılığı, siyah düşmanlığını, göçmen düşmanlığını anaakımlaştırdı Trump. Şimdi iktidarda Biden var, bu kısmen olumlu bir gelişme, ama Trump etkisi hâlâ çok güçlü. Demem o ki, dünyada ve Türkiye’de ırkçılık zaten vardı, ama kapitalizm sıkıştıkça, yoksullaşan egemen gruplar bütün öfkelerini ezilen gruplara aktarmak istiyor. Pandemi de egemen grupları gerdi. Bu sıkışma bir yerden enerji olarak çıkıyor, ama maalesef iktidarı değil, ezilen etnik grupları hedef alıyor.

Konya’da katledilen Dedeoğulları ailesinin cenaze merasimi, 2 Ağustos 2021 (Fotoğraf: Bilal Seçkin)

Pandemi, ekolojik felaketler ve ırkçılık nasıl iç içe geçiyor? Tüm bu felaketlerin içinde ayrımcılık, ötekileştirme ve ırkçılık nasıl bir araya geliyor?

Pandeminin ortaya çıkışını bazı bilim insanları küresel ısınmayla ilişkilendirdi. Ekolojik felaketler de bilim çevreleri tarafından karbon salımı nedeniyle ortaya çıkan küresel ısınmayla ilişkilendiriliyor. Temmuz ve ağustos aylarında Antalya’dan Muğla’ya uzanan yangınları Ateşin Çocukları adlı PKK ile bağlantılı olduğu iddia edilen bir grubun çıkardığı söylentisi yayıldı. PKK bu yangınlarla ilgisinin olmadığını açıkladı, HDP eşbaşkanı Mithat Sancar da “bu yangınları kim çıkarmışsa karşısında dururuz” dedi, orman yangını çıkarmayı “vahşet” olarak adlandırdı. Çok doğru bir adlandırma. Bence de vahşet. Siyasi hedeflerle orman yangını çıkarmak insanlık suçu. Doğaya karşı, doğadaki bütün varlıklara ve insanlara karşı işlenen, lanetlenmesi gereken bir suç. Orman Bakanlığı’nın açıklamalarına baktığımızda, yangınların sabotaj sonucu değil, küresel ısınmanın bir sonucu olarak çıktığı anlaşılıyor. Tüm dünyada olduğu gibi, yaşadığımız coğrafyada da yangınlar çıkıyor, seller oluyor. Öngörülere göre, büyük çaplı yangınlar ve seller yoğun olarak ortaya çıkmaya devam edecek. Ama orman yangınlarının Kürtlere karşı saldırı amaçlı bir gerekçe olarak kullanılması, tıpkı Altındağ’daki saldırılar gibi, Türk üstünlükçülüğüyle ve ırkçılıkla ilgili.

Örneğin, ağustos ayında Hakkâri-Şemdinli’de günlerce süren bir yangın yaşandı. Bu yangına yeterli düzeyde müdahale edilmediği haberleri dolaşıma girdi. Marmaris’teki yangın anaakım medyanın ve sosyal medyanın ilk gündemi olurken Şemdinli’deki yeteri kadar gündem olmuyor. Şemdinli’deki de orman, Marmaris’teki de… Fanon’un zone of being (varolma bölgesi) ve zone of non-being (varolmama bölgesi) diye bir kavramsallaştırması var. Bunlar coğrafi bölgeler. “Varolma bölgesi”ndekiler toplumsal olarak tanınır, onların insan hakları tanınır. “İnsandan aşağıda olanlar” ise “varolmama bölgesi”ndedir. Bu insanların insanlıkları toplumsal olarak tanınmaz, ırkçılığa ve sistematik şiddete maruz kalırlar. Fanon’un baktığı yerden bakarsak, Şemdinli “varolmama bölgesi” olarak karşımıza çıkarken Marmaris “varolma bölgesi”. Marmaris’in ormanları Şemdinli’nin ormanlarından daha değerli ve Marmaris’te yaşayanlarla Şemdinli’de yaşayanlar arasında insanlıklarının değeri ve bunun toplumsal olarak tanınması açısından hiyerarşi var.

Yangınlar esnasında yol kesmeler, eli silahlı kişilerin yaptığı kimlik kontrolleri neye delâlet ediyor?

Ermeni Soykırımı sadece resmi güçler tarafından gerçekleştirilmedi, sivil güçler de bunun ortağıydı. Kürtler de buna katıldı. Devletin “güvenliği” denen egemenliğin tesisi sürecinde, siviller de saldırılarda aktif olarak yer alıyor. Bugün muhalifler sokağa çıkıp herhangi bir politikayı yürüyüşle veya basın açıklamasıyla protesto etmek istediğinde polis hemen müdahale ediyor. Büyük bir zulümle insanlar gözaltına alınıyor, hapse atılanlar oluyor. İnsan düşünmeden edemiyor, Altındağ’da neden bir müdahale görmedik? Hele 2021 koşullarında, polis o insanları istediği anda durdurabilecekken? Aynı şey yangınların yaşandığı Manavgat’ta yol kesip kimlik soranlar için de geçerli. Polisin biber gazı, kelepçesi, tazyikli suyu, plastik mermisi var, ama bu araçları bazı durumlarda kullanmıyor, kullanmayı tercih etmiyor. Neden? Kimler biber gazını, plastik mermiyi, ters kelepçeyi hak ediyor, kimler etmiyor? Protestoları bastırmakta kullandıkları araçların hiçbirini söz konusu örneklerde kullanmıyor. Bu da çok şey söylüyor aslında. Demek ki bir “izin”, “destek” veya “göz yumma” var.

Sedat Peker’in açıklamalarına bakınca, devletin içinde birtakım grupların olduğunu, bu grupların birbirini denetlemediğini daha iyi anlıyoruz. Denetim mekanizması kalmamış artık, kimin gücü kime yeterse. Batı Avrupa’daki, Kuzey Amerika’daki modern kapitalist devletlerde devlet kurumlarının, kurumları yöneten kişilerin birbirlerini denetleyen mekanizmaları var. Tabii ki oralarda da sistemde çürümeler söz konusu, ama Türkiye’de devlet içi denetim mekanizması bitmiş durumda. Devletin en tepesindekiler bile kendilerini tehdit altında hissediyor, devletin diğer aktörlerinden korkuyor. Böyle bir korku ortamında kurulan bir egemenlik söz konusu. Çok tehlikeli bir durum. Paramiliterleşme böyle bir korku ortamında daha da güçleniyor.

Manavgat yangını sırasında eli silahlı kişilerce yapılan kimlik kontrolü, Ağustos 2021

Toplum bu yapıya nasıl eklemleniyor?

Coğrafyamızda paramiliterleşme hep var. Abdülhamit rejiminin Ermenilere ve itaatkâr olmayan Kürt aşiretlere karşı kurduğu, Kürtlerden oluşan Hamidiye Alayları bunun en önemli örneklerinden biri. Keza Ermeni Soykırımı’nda aktif rol oynayan Teşkilat-ı Mahsusa. Modern zamanlara geldiğimizde, 1960’larda ve 70’lerde sosyalistlere, Kürtlere, Alevilere ve işçi örgütlenmelerine karşı kullanılan paramiliter Türk üstünlükçüsü faşist gruplar var. 1980 sonrası dönemde ise Kürt köy korucuları… Bugün de yüzlerce silahın birilerine dağıtıldığı söyleniyor, özellikle 2016 sonrasında. Konya’daki katliamın arkasında nasıl bir güç var, tam olarak açığa çıkmadı. Altındağ’daki saldırılarda da öyle. Fakat öncesinde Suriyelilere karşı dolaşıma sokulan söylemler ya da Konya katliamı öncesinde devletin bu katliamı önlemek için hiçbir önlem almaması ve ilk saldırı sonrasında saldırganların korunması, katliama giden yolun kimler tarafından döşendiğini de gösteriyor.

Ermeni Soykırımı’nı hatırlattınız. Türkiye’nin yakın ve uzak geçmişini kıyasladığınızda bugünkü ırkçılıkla dünkü arasında bir ayrım yapıyor musunuz?

20. yüzyılın başında Hıristiyanlara dönük ırkçılık çok güçlüydü. Rumların, Süryanilerin ve Ermenilerin yok edildiğini görüyoruz. Kürtler bu ırkçı rejimin inşa edilmesinde hem aktif rol aldı hem de bundan negatif şekilde etkilendi. Irkçılığın gündelik hali ile devlet politikası olarak işlerliğini unutmamak gerek. Bugün devletin ırkçı politikaları eskisiyle aynı: Şiddet, katliamlar, tutuklamalar. Ancaksöz konusu Kürtler olunca bir parantez açmak gerekiyor.1990’lardan itibaren “yeni Kürt” doğdu. Kürtlük bilinci olan, kendisinden utanmayan, baskılara direnmeye hazır kitlesel bir uyanış içinde olan bu “yeni Kürt”ün doğmasıyla beraber Türk toplumunda da bir uyanış oldu. Çünkü zorla yerinden etmelerle üç-dört milyon Kürt, Türk şehirlerine göç etti. Bu kadar Kürt yoktu o zamana kadar Türk şehirlerinde. Türkler, özellikle Türk erkekler, Kürtlerle genellikle askerlikte karşılaşıyordu.

1990’lardaki göçle nasıl bir Türk-Kürt karşılaşması yaşanmaya başlandı?

1920-30’lardan sonra da sürgünler var, o zaman da Kürtler Türk şehirlerine geliyor, ama 90’lar itibariyle gördüğümüz kadar yoğun değil. 90’larda toplu bir göç var ve göç edenler köylerinden atılan yoksul Kürtler. İstanbul, İzmir, Mersin gibi büyük Türk şehirlerine göç ediyorlar. Göç tabii ki, bugün Suriyelilerde olduğu gibi, işçi sınıfı mahallelerine, yoksul mahallelere oluyor. Burada göçe birebir tanık olan Türk toplumu bir şoka giriyor. Orta sınıf mahalleler de bu göçe uzaktan da olsa tanıklık ediyor. Türk toplumu Kürt realitesiyle sert bir şekilde yüzleşiyor. Özellikle işçi sınıfı mahallelerinde birden kalabalık halde Türkçe konuşmayan Kürtler ortaya çıkıyor, tıpkı 2010’larda Suriyelilerin gelişi gibi. Sokaklarda dilenen, mendil satan Kürt çocuklar, tekstil atölyelerinde çoluk çocuk çalışan Kürt aileler. Tıpkı Suriyelilerin gelişindeki gibi bir şok yaşıyor Türkler. Bir yandan da medyada, adı net olarak konmasa da Kürt stereotipleri dolaşıma sokuluyor. Irkçılık bunlarla beraber artıyor. Ayrıca Kürtler batı şehirlerine göç ettiğinde çatışmalar devam ediyor, asker cenazeleri geliyor bir yandan. Medyadaki ırkçı söylemler vs. hepsi iç içe.

Müzakere sürecinde ırkçılık açısından değişen, dönüşen bir şey oldu mu sizce?

2013-14’te, Kürt siyasi hareketinin muhatap olarak görülmesi, Kürt realitesinin tanındığının ifade edilmesi olumlu oldu. Irkçı saldırılar göreli olarak azaldı, özgür bir konuşma ortamı oluştu, geçmişle yüzleşme dile getirildi. İktidar Cumartesi Anneleri’yle görüşmeler yaptı. Dersim Katliamı’nı tanıma söylemleri vardı. Konu Türk akademisinin, Türk entelektüellerinin gündemine daha fazla girdi, Kürt tarihi daha rahat araştırılır oldu. Ama bunların hepsinin yüzeyde kaldığını gördük. Çünkü “çözüm” ya da müzakere süreci şeffaf bir şekilde ilerlemedi, yasal çerçevesi konmadı. Ana hedef sadece PKK’yi silahsızlandırmak düzeyinde kaldı. Çözüm meselesi toplumsallaştırılmadı, Türk ve Kürt toplumunun önünde şeffaf bir şekilde gerçekleştirilmedi. 

Karamsar bir tablo var, bütün bunlara karşı nasıl bir anti-faşist, anti-ırkçı mücadele yürütmeli? Dünya deneyimleri neler söylüyor?

Mesela ABD’de, ırkçılar bir saldırı yaptığında anti-ırkçılar sokağa çıkıp protesto ediyor. Bedenen bir müdahale söz konusu oluyor. İdeal olan bu. Ama burada, ırkçı saldırıların hemen ardından saldırı yerine anti-ırkçılar gitse… Hayal bile edemiyorum. Öyle bir durumdayız ki, protesto düzenlemek bile büyük meziyet. Anti-ırkçılığın güçlenebilmesi için –ABD’de bu damar çok güçlü– en önemli şey entelektüellerin, gazetecilerin, kanaat önderlerinin ve kendilerini “ilerici” olarak tanımlayan insanların geçmişleriyle, tarihleriyle ve hakikatlerle yüzleşmeye dair motivasyonlarının olması. ABD’de örneğin, yerlilerin soykırımdan geçirildiği veya siyahların Afrika’dan kaçırılıp zorla köle yapıldığı tarihi inkâr edemezsiniz. Bu zulmü olumlayanlar var elbet, ama inkâr yok. Amerikalı beyaz entelektüellerin ya da kendini “ilerici” olarak tanımlayanların hakikatle çarpışmaya dair iradeleri var. Türkiye’de ise katliam ve soykırımlarla yüzleşme ve tavır alma iradesine çok küçük bir azınlık sahip. Hakikatlerle yüzleşmenin ve tarih meselesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Siyahlar, siyah muhalifler tarih konusunu çok önemsiyor. Siyah çocuklara siyah tarihini öğretmek onlar için çok önemli. Sistematik olarak ırkçılığa maruz kalan gruplar için tarih çok hayati bir mesele. Çünkü ırkçı rejimin okulları ve üniversiteleri size gerçek tarihinizi öğretmeme eğiliminde.  Kürtlerde de tarih eğitiminin çok merkezi bir konu olması lâzım. Aynısı tabii Türkler için de geçerli. Anti-ırkçı bilincin gelişmesi için insanların eleştirel tarih okuması yapmaları ve hakikatlerle yüzleşmeleri gerekiyor. İlk başta bu, sonra gerisi gelir diye düşünüyorum.

1+1 Express, sayı 177, Eylül 2021

^