Bilinen hiçbir özelliği olmayan Basildon şehrinden geliyorsunuz. Oradaki hayattan başlayalım…
Andy Fletcher: O zamanlar çok temel bir denklem vardı: İşin varsa, evin de vardır. Ama 7O’lerde her şey değişmeye başladı. Şehir çok hızlı büyüdü, ortalıkta iş kalmadı. Çocukluğumuzda etrafta futbol, kriket alanları falan vardı. Hepsi ortadan kayboldu. Bugün çok az iş olanağı olan ve gençlerin yapacak hiçbir şeyi olmadığı koca bir şehir halini aldı.
Martin Gore: Basildon’dan nefret ederdim. Tipik durum: En kısa zamanda oradan kurtulmak istiyordum. Bir grupta olmak kaçmanın yarısıydı. Yapacak o kadar az şey vardı ki… Tek seçenek o olduğu için bol bol içtiğiniz bir yer düşünün. Bugünlerde durumun çok daha beter olduğunu duyuyorum. 17 ya da 18 yaşındaydım. Arkadaşlarla yürüyorduk. Birden altı herif etrafımızı sardı ve “kim arkadaşımıza küfretti” diyerek giriştiler. Böyle şeyler sık sık başımıza geliyordu. Özellikle Dave farklı giyindiği için sık sık dayak yerdi.
Dave Gahan: Ben bir çeteye dahildim. Sanırım tek istediğim ilgiydi. Annemi çocuk mahkemelerinde az süründürmedim. Araba çalıp dolaşmaya çıkar, sonra da kaza yapıp tutuklanırdık. Annem beni az kollamadı. Bir akşam eve polis geldi, arabayı görünce annem “senin için mi geldiler” dedi. “Evet” dedim. Polise bütün gece evden çıkmadığımı söyledi. Ne yazık ki, olay mahalline sprey boyayla adımı yazmıştım! Sonunda hafta sonları sorunlu gençler için açılan bir merkeze gitmeye mahkûm oldum. Korkunçtu. Sürekli çalışmak zorundaydım. Boks falan yapıyorduk, ayrıca saçımı da kestirmek zorundaydım. Sonumun ıslahevi olduğu orada açıkça söylenmişti bana. Hayatımı kurtaran tek şey müziktir.
Peki müzik nasıl girdi hayatınıza?
Andy: 80’lerin başındaki grupların hepsi işçi sınıfından gelmedir. Bizim zamanımızın progressive rock müzisyenleriyse tamamen orta sınıftı. 16 yaşımdayken punk arz-ı endam etti ve her şeyi değiştirdi. İşçi sınıfı çocukları müzik yapmaya başladı.
Dave: İlk aldığım plak bir Slade 45’liğiydi. On yaşındaydım. Ama Clash olmasaydı, bugün ortalarda olamazdım. The Clash’i gördüğümde “ben de yapabilirim” diye düşünmüştüm. Her zaman teşhirci bir yanım vardı, küçükken annemin arkadaşlarını Mick Jagger ve Gary Glitter taklidi yaparak eğlendirirdim. Başka da belli bir şeye yeteneğim yoktu. Birkaç grupla provalara katıldım. Bir grupta davul çalan bir arkadaşım vardı ve davul seti yoktu. Bisküvi tenekeleri çalardı. Grubumuzun adı Vermin’di. Sex Pistols’ın tahtına çıkmaya adaydık kafamızda.
Andy: Vince (Clarke) ve ben 12 yaşından 18 yaşına kadar Born Again Christian üyesiydik. Dave dahil değildi. Ama Martin (Gore) şarkı söylemeyi sevdiği için arada katılırdı. Enstrümanlarımızı çalmayı ve şarkı söylemeyi orada öğrendik diyebilirim. Her yıl düzenlenen Hıristiyan rock festivaline giderdik. 1980 yılında U2 üyelerini de orada takılırken görmüştüm.
Hâlâ dine inanıyor musunuz?
Andy: Ateistlerden beter durumdayım. İncil der ki, bir zamanlar inançlı olup sonradan inançsız olanlar en kötüleridir. Ben de onlardanım işte. Samimi olmak gerekirse, daha çok kilisenin sosyalliğiydi bizi çeken ve tabii müzik. Basildon’da sosyal bir ortam yoktu. Ya araba çalardınız ya da kiliseye giderdiniz.
Martin: Bence İsa yeryüzüne gelmiş en büyük adam. Hiç boktan laf etmemiş. Her seferinde ona biraz daha âşık oluyorum, ama Hıristiyanlık başka hikâye. O bir din ve benim işim olmaz.
İlk grubunuz Composition of Sound’un şarkı sözü yazarı ve itici gücü Vince Clarke olarak bilinir. Sen nasıl oldu da gruba dahil oldun Dave?
Dave: Vince grubun beyniydi, ama sahnenin önündeki adam olmak istemiyordu. Bir gün beni okulda David Bowie’nin “Heroes” şarkısını paralarken duymuş. Beni aradı ve gruba dahil olmak isteyip istemeyeceğimi sordu. O zamanlar parti yapmaya bayılan otuz kişilik bir arkadaş grubumuz vardı. Dolayısıyla grubun seyircisi hazır sayılırdı. Birlikte çalışmaya başladık.
Kısa bir süre içinde de şehirde ünlendiniz. O sıralar Martin Gore etek giymeye başlamış galiba.
Martin: O zamanlar aklımdan ne geçiyordu allah bilir. Etekleri bir şekilde seksi buluyordum, ama şimdi dönüp o fotoğraflara baktığımda rahatsız oluyorum. Ama o zamanlar aklıma “eşcinsel miyim acaba” sorusu hiç gelmemişti. Heteroseksüel olduğumu biliyordum. Sonradan tanıştığım insanlar içinde beni eşcinsel sandıklarını söyleyenler çıktı, ama bu da rahatsız etmiyor sonuçta beni.
80’lerin başındaki grupların hepsi işçi sınıfından gelmedir. Progressive rock müzisyenleriyse tamamen orta sınıftı. 16 yaşımda punk arz-ı endam etti ve her şeyi değiştirdi. İşçi sınıfı çocukları müzik yapmaya başladı.
Sonra Mute Records’un patronu Daniel Miller’la sözleşme imzaladınız…
Martin: O sıralar bizimle anlaşma imzalamak için peşimizde koşturan çok şirket vardı açıkçası. Ama Miller’la anlaşma imzaladığımız için şanslıyız. Eğer büyük şirketlerden biriyle anlaşsaydık, muhtemelen bugün ortada olmazdık.
Üstelik yaptığınız anlaşma profesyonel standartların hayli dışındaydı…
Martin: Evet, Miller’la kârı yüzde elli bölüşmek üzere el sıkıştık. Herhangi bir kontrat yapmaya da gerek duymadık. İlk resmi kontratımızı yirmi yıl sonra yaptık.
İlk albümünüz Speak & Spell’i (1981) yaptınız ve ilk liste başarınızı kazandınız. O zamanki hayat nasıldı?
Andy: Top of the Pops programına ilk çıkışımızı hatırlıyorum. Bütün aletleri sırtlanıp metroyla gitmiştik. Uzun bir süre de metroyu kullandık. Herhangi bir avans almamıştık şirketten ve hâlâ başka işlerde çalışmak zorundaydık. Ama bunca yıl sonra dönüp bakınca eğlenceli görünüyor elbette. Tek ihtiyacımız olan bira parası ve her hafta annemize on papel verebilmekti.
Ve hiç beklenmedik bir anda Vince Clarke gruptan ayrıldı…
Vince Clarke: Grubun bu kadar başarılı olacağını tahmin etmiyordum. Mutlu değildim. Yaptığımız müzikten tatmin olduğum da söylenemezdi. Bu yüzden ayrıldım. Başarıyla birlikte gelen şeyler müziğin önüne geçmeye başlamıştı.
Andy: Vince her zaman hırslıydı. Grubun itici gücüydü. O zamanlar işsizdi ve aldığı 30 pound’luk işsizlik parasından 29 pound 86 pence biriktirebilen bir adamdı.
O dönemde hazırladığınız albüme Clarke’ın “Only You” parçasını almayı reddettiniz. Daha sonra Clarke, Alison Moyet’yle Yazoo’yu kurdu ve bu parçayla büyük sükse yaptı. Pişman oldunuz mu?
Andy: Hem de nasıl. Çok iyi parçaydı, ama herkesin yapabileceği bir hata.
Peki Yazoo niye dağıldı dersiniz?
Andy: Alison’la birlikte çalışıyorsanız, dikkatli olmanız gerekir. Bir anda sizi tepetaklak edebilir. Bir ara bizim okuldaydı ve oku lun en iyi dövüşçüsüydü.
Peki, Depeche Mode’a dönelim. Clarke’ın boşluğunu Alan Wilder doldurdu. Bir süre maaşlı eleman olarak çalıştı, ancak iki yıl sonra grubun parçası haline geldi, değil mi?
Alan Wilder: Ne yalan söyleyeyim, onları ilk dinlediğimde pek beğenmemiştim. Tek parmağımla çalabiliyordum bütün parçalarını. Ama benim klasik eğitim almışlığım gruba bir yarar sağladı. Sanırım bir deney yapma isteği getirdim gruba. Ayrıca dinleyici ve eleştirmenler tarafından ciddiye alınmak gibi bir derdim vardı, bu yüzden sound’umuz giderek daha karanlık ve komplike olmaya başladı. Şunu da itiraf etmem lâzım: Grubun birbiriyle ilişkisi çok sıkıydı. Ama kendilerine güvenleri yeterli değildi. Nasıl olup da bu kadar başarı elde ettiklerine şaşmamak mümkün değildi. Daniel Miller’ın üzerlerinde büyük bir etkisi olduğunu anladım.
A Broken Frame (1982) albümünden sonra Berlin günleriniz başlıyor ve Construction Time Again (1983) albümü… Bu dönem, kötü şöhretinizi de kazanmaya başladığınız zamanlar.
Martin: Benim için gerçekten önemli bir dönemdi. O zamanlar koyu Hıristiyan bir sevgilim vardı. Ona göre etraftaki her şey sapkınlıktı. Televizyonda çıplak birini seyretsem, onun gözünde ben de sapkın oluyordum. Sonunda ondan ayrıldım ve Berlinli bir kızla çıkmaya başladım. İşte özgürlüğü böyle tatmaya başladım.
Sado-mazo partilerine de o zaman merak saldın herhalde?
Martin: Evet. Sırf merakımdan S&M kulüplerine gidiyordum, ama ciddi bir şekilde hiç işin içine girmedim. Seks, hayatın ilginç bir parçası. Bu konuda yazıyorum, ama gerçek hayatta aşırıya kaçtığımı da düşünmüyorum.
Wilder: Gerçekten Martin’in hızla kabuğundan çıktığına şahit olduk. Sanki aradaki farkı kapatmaya çalışıyordu. Gençliğinde hep sessiz, mülayim olmuştu.
Dave Gahan içinizde çılgın eğlencelere meraklı olanların başında geliyordu. Ama tuttun, 1985 yılında evlendin. Evliliğe alışabildin mi?
Gahan: İki tarafta da yüzde yüz rahat edemiyordum. Bir aileye ve düzene ihtiyacım vardı, ama içimden bir ses kendimi dışarı atmam ve eğlenmem gerektiğini fısıldıyordu sürekli. Ama 80’lerin sonunda, 90’ların başında, iyice gemi azıya alan dönemimden sonra, sanırım ikisini dengelemenin bir yolunu buldum.
1986 Black Celebration yılı… Ve dört yıl önceki başarısız Amerika turnesinin ardından ikinci Amerika’yı fetih denemesini yapıyorsunuz…
Fletcher: Konser biletleri piyasaya çıktığı anda tükendi. Amerika’da ilk 40’a bile girememiştik, hatta ilk 100’e bile. Ve birden bağımsız bir grup olarak 30 bin kişiye konser veriyorduk. Bunun en büyük nedeni, o zamanlar yükselmekte olan alternatif radyo akımıydı. Alternatif radyoların türemesiyle beraber, Amerika bir ölçüde kendi dışında olup bitenleri dinleyebilme ve takdir edebilme şansını yakaladı.
Alan: Ve Depeche Mode sıradan beyaz, orta sınıf Amerikan gençliğinin tam da aradığı gruptu: Temiz, ama bazı sınırları zorlayacak kadar da kötü.
Black Celebration döneminde yavaş yavaş profesyonel bir grup olmanın gereklerini yerine getirmeye başladınız. İlk defa bir menajeriniz oldu ve kliplerinizin de yönetmenliğini yapan ünlü fotoğrafçı Anton Corbijn’le çalışmaya başladınız.
Dave: Anton’la kendimi rahat hissettim. Bizi iş olarak görmüyor, uzun vadeli bir çalışma yapıyordu. O dönemde bizim imajımızı tepeden tırnağa değiştiren odur.
Ardından gelen Music For The Masses (1987) albümüyle birlikte Amerika’da büyük bir grup haline geldiniz. Tam o sıralarda rave bombası patladı ve rave kültürünün önde gelen birçok adamı sizi referans göstermeye başladı.
Dave: Doğru. Ama o tür müziği hiçbir zaman çok anlamadık ve çok da sevmedik.
Andy: İngiltere’de bile çok fazla ciddiye alınmıyorduk, birden Detroit’li teknocu siyahların bizi çok sevdiğini öğrendik. Bir şeyleri doğru yapıyorduk herhalde. O günlerde müzik portakal suyu ve uyuşturucu olmadan yapılmıyordu. Bizim tek isteğimizse biraydı.
Yine de Violator (1990) albümü döneminde ortalıkta bolca Ecstasy olduğunu biliyoruz.
Martin: Olacak o kadar. Herkesin uyuşturucuyla balayı yaşadığı bir dönem vardır. Ama bu benim için çok sürmedi. Haftalarca depresyondan kurtulamıyordum. Herkesin kimyası farklı elbette. Benim için pek üretken bir şey olmadığına karar verdim.
Yine de eğlenceye aşırı düşkünlüğünüz grup olarak adınızın çıkmasına neden oldu.
Andy: Altı-yedi yıl boyunca partiler partileri kovaladı. Sanki çok uzun, tek bir parti yaşadık. Her şey çok eğlenceliydi. Sonra her şey boka döndü.
Martin: Fletch’in durumu çok kötüydü. Robot gibi hareket ediyor ya da hiç konuşmadan öylesine asık suratla oturuyordu. Ne olup bittiğini anlamıyorduk. Sonunda Violator çalışmalarını yarıda bıraktı ve sonradan rock star’ları arasında ünlenen şu Priory isimli kliniğe yattı.
Andy: Normal bir yerdi. Şimdi ünlüler kariyerlerinde ilerleyebilmek için oraya yatıyor, ama benim durumum farklıydı. İlk gittiğimde akıl hastanesine kapatıldığımı düşündüm. Bir de baktım, Cure’un adamlarından biri de orada. İkimiz de aynı durumdayız. Aslında başıma gelenin şöhretle değil, kendimle ilgili olduğunu düşünüyorum. Her durumda aynı şeyi yaşayacaktım.
Alan: Biz Fletch’le uğraşırken bir de baktık ki Dave’in durumu daha vahim. Uyuşturucu karakterini etkilemeye başlamıştı ve en önemlisi, espri anlayışını yitirmişti. Bir keresinde sokakta yürüyen on kişiyle kavgaya tutuştuğunu hatırlıyorum. İş çığrından çıkmıştı.
Depeche Mode sıradan beyaz, orta sınıf Amerikan gençliğinin tam da aradığı gruptu: Temiz, ama bazı sınırları zorlayacak kadar da kötü.
Yine de Violator albümünü bitirmeyi başardınız. Üstelik albümden bir de hit çıkardınız: “Personal Jesus”.
Alan: Evet, üstelik satışlar falan da gayet iyiydi. Kötü durumda olan bizdik.
Dave: Ben o sırada boşandım ve yeniden evlenerek Los Angeles’a taşındım. O dönemler zordu. Hayatımın bir parçasını geride bırakmak ve o boşluğun yerine yeni bir şey inşa etmek durumundaydım. Hayli bocaladığımı söylememe bilmem gerek var mı! Önüme geleni kabul edip son gaz ilerledim. Karakter kişiden daha büyük hale gelmişti. O dönemde turnemiz de yoktu. Dolayısıyla ortalıkta sürtüp rock star rolü oynuyordum.
Andy: Milano’da bir araya geldiğimizde Dave’i sekiz-dokuz aydır görmemiştik. Saçlarını uzatmıştı ve bizim hiç duymadığımız grupları ballandıra ballandıra anlatıyordu.
Dave: Dönem grunge dönemiydi ve o dönemin heyecanı beni sarmıştı. Yeni albüm Songs of Faith and Devotion (1993) için daha bu tarza yakın bir şeyler yapmak istiyordum.
Martin: O dönemde Dave aşırı miktarda eroin kullanıyordu. Bunu farketmem zaman aldı. Uyuşturucu uzmanı değilimdir. Arada bir odasına giriyor ve üç gün sonra tekrar ortaya çıkıyordu. O döneme dek kendimizi hep bir çete gibi görürdük, birden her şey dağılmaya başladı.
Dave: Evet, boktan bir adam olup çıktım. Espri anlayışımı falan kaybettim. Bütün bunlar doğru. Uyuşturucu bunu yapıyor adama.
Alan: Bir keresinde bardaydık ve Dave bardaki kalabalık bir motosikletli gruba taktı. Kendisine baktıklarını iddia etti ve içlerindeki en iri kıyım adamı bulup dalaştı. Tabii biz bardan dışarı çıkar çıkmaz topluca üstümüze çullandılar. Sağ kalmamız mucize. Basildon’dan çıkmak yetmiyor, Basildon hep içimizde… Dave’in saldırganlığı zaten gergin olan grup içi ilişkileri iyice gerdi. Elbette her birimiz ona kendince yardım etmeye çalıştı, ama bununla nasıl başa çıkacağımızı bilmiyorduk.
Albüm çalışmaları nasıl gidiyordu?
Dave: Albümü yapmak istiyordum, ama fikir üretecek ya da bu fikri takip edecek enerjim yoktu. İş Alan’a ve prodüktörümüz Flood’a kalmıştı.
Alan: Fletch İngiltere’ye döndü ve Priory’e yattı. Dave gelip vokalleri yapıyor ve gidiyordu. Ben, Flood ve Martin’se orada oturup albümü bir araya getirdik.
Albüm 1992’de yayınlandı. Peki tatmin etti mi sizi?
Dave: O albümde inanılmaz bir mücadele vardı. Galiba en zor iş Flood’a kalmıştı. Bütün albümü, parçaları toplayarak bir araya getirdi. Bu albüm çalışması onun da canına okudu. Nick Cave, U2 gibi adamlarla çalışmış Flood gibi biri, bunun en karanlık albüm çalışması olduğunu söyler. Bu albümün ortaya çıkması bence bir mucize. Sanırım Depeche Mode’da hepimizin toplamından daha fazla bir şey var. Kendimiz için bir mafya yarattık.
Devotional turnesinde durum neydi?
Dave: Bir akıl hastanesini turneye çıkarmak gibiydi.
Alan: Bu turneyle ilgili uydurulan hikâyelerin içinde elbette bir gerçeklik payı var. Her birimiz bu garip ve gerçekdışı dünyayla kendimizce mücadele ediyorduk, bazen sonuçları oldukça hasarlı olsa da. Yanımızda, haftada dört bin dolar ödenen bir psikiyatr ve bir torbacı taşıyorduk. Dave’in turneyi bitiremeyeceğini düşünüyorduk. İşin komiği, turne sırasında herkes birkaç kere psikiyatra uğradı, Dave hariç.
Andy: Bu turne korkunçtu. Aşırılık iyice kontrolden çıkmıştı.
Martin: Hepimiz ayrı limuzinlerde geziyor, ayrı otel katlarında kalıyorduk. Aramızdaki iletişim sıfırdı.
Dave: Turnenin ortasında Kurt Cobain’in intihar haberi geldi. Fikrimi çaldığını düşünmüştüm.
Martin: Alan ve Fletch arasındaki gerilim grubun içindeki çözülüşün anahtarıydı.
Alan: Ama bizim aramızdaki gerilim albümlerin yapılış biçimini, müziğimizi nasıl yapacağımıza dair kararları etkilemiyordu. Asıl sorun, Martin’le benim aramdaydı. Benim gruba katkımı gözardı ediyor gibi geliyordu bana. Sanırım Martin’in içedönüklüğüydü böyle düşünmemin nedeni. Hiçbir zaman benim katkılarımı takdir ettiğini söylemedi bana.
Dave: Benim durumum daha beterdi. Bazen sızıyor ve iki gün sonra kendime geliyordum. Çevremdeki insanlar ölüyor ve ben bunun asla başıma gelmeyeceğini düşünüyordum. Tipik eroinman tripleri yani.
Andy: Her an Dave’in öldüğünü duymayı bekliyorduk. Bir sürü insan onunla konuşmaya başladı. Ama hiçbirine aldırmadı. Sanırım o sıralar elinde kalan tek şey gruptu.
Dave: Sonunda temizlenmeye karar verdim ve kliniğe yattım. İnsanların tavsiyelerine kulak vermeye başladım. Başka bir yol daha olduğunu anladım nihayet. Bunun hayatım boyunca yapacağım en zor şey olacağının farkındaydım.
Ve toparlanma albümünüz Ultra’ya (1997) geliyor sıra…
Andy: Bu hikâyelerin okunduklarında kulağa hoş geldiğini biliyorum, ama biz böyle yaşamadık bunları. Boktan zamanlardı. Şu anda geriye dönüp baktığımızda, tahtaya vuruyoruz.
Dave: Şu anda arkadaşlık ettiğim insanlar benim gibi alkol ve uyuşturucu yolundan geçmiş ve bunu geride bırakmış insanlar. Bu insanlar çok daha yaratıcı. Eskiden içenlerin yaratıcı olduğunu düşünmek gibi bir aptallığım vardı.
Peki aranız nasıl artık?
Dave: Çok daha iyi. Artık gruba katkıda bulunduğumu hissedebiliyorum. Bir ara düşüncelerimin önemsenmediğini sanıyor, umursanmadığıma inanıyordum. Oysa katkıda bulunacak bir şeyim yoktu ki… Yeniden gruptaki eski yerimi hak ediyorum. Hayatım iyi gidiyor. Sağlıklıyım. Karımla aram iyi. Daha disiplinliyim. Sabahları erken kalkıyor ve koşuyorum. Daha çok müzik dinliyorum ve ne yapmak istediğimi biliyorum.
Andy: Oturduk, konuştuk ve Exciter (2001) albümünden önce sorunlarımızı hallettik. Bu, albümde bir şekilde kendini gösteriyor. Hâlâ tartışıyoruz, o ayrı konu. Hâlâ aramızda gerilim var, ama hep vardı zaten. Bence bir grupta olması gereken şey gerilim. Artık bir aile ilişkisi bizimkisi.
Dave: Her birimizin ayrı birer kimliği var ve herkes bütünün bir parçasını oluşturuyor. Ben dünyaya kötü tarafından bakan, hep olumsuzlukları gören parçayım. Bizim iş kurallar yığınından oluşuyor ve hepsinin sonu sömürüye varıyor. Bu değişir mi, değişmez mi, bilemem. Artık kendimi bulunduğu yerde olmaktan mutluluk duyan, pozitif insanların arasında görmek istiyorum. “Tanrım, gene mi bir konser”, “sıktı artık bütün bu oteller” tipi dert yanmalar olmasın istiyorum. Benim şikâyetim, müziğin fonunda hep bu şikâyetlerin yer alması. Bir bar taburesine tüneyip gece boyunca sürekli ne kadar büyük olduğumuzu tekrarlayıp durmak istemiyorum artık eskisi gibi. Bu demek değil ki, odama kapanıp bütün vaktimi dua ederek geçireceğim. Gerçi bunu da yapmadım değil, defalarca yaptım, birini vurup öldürmemek için Tanrı’dan yardım diledim. Sonuçta, kimse bu işi yapmamız için gırtlağımızı sıkmıyor. Hayattan tat almak, bütün bunların büyük bir talih, bir imtiyaz olduğunu bilerek yaşamak gerekiyor… Bugün kendi içime eskisinden daha az dönüyorum. Son turne esnasında, müziğimizi dinleyen insanların bana nasıl yardımcı olabildiklerini farkettim, hâlâ binlerce mektup alıyordum, ama sonunda gene kendi kabuğuma çekiliyordum. Yine de, grupla sahneye adım attığın andan itibaren kitlenin tepkisi insanı şaşkına çeviriyor, bir anda sen gidiyorsun, yerine bir başkası geliyor, her şey bir anda değişiveriyor. Artık spor yapıyorum, mutlaka her gün koşuyorum, kendimi fiziksel olarak hareket halinde hissetmek istiyorum.
Exciter için ne diyeceksiniz?
Dave: insanlar “I Feel You” ya da “Personal Jesus” gibi bir parça olmadığını söylüyorlar, ama albümde bol bol gitar var. Bence ruhani bir albüm. Daha önce ulaşamadığımız bir derinlik yakaladık. Birçok açıdan Black Celebration günlerimizi andırıyor. Sanki bir “greatest hits” albümü, ama kimsenin duymadığı parçalardan oluşma… Daha Exciter’daki yeni şarkılar üzerinde çalışmaya başlar başlamaz, Mark Bell’in gruba yeni bir hava getireceğini hissetmiştim. Sağolsun, beni de çok yüreklendirdi. Eski Depeche Mode albümlerini dinlediğimde, pekâlâ farklı bir tarzda da şarkı söyleyebileceğime kani oluyordum, ama Exciter’daki kadar uzaklara gideceğimi tahmin etmezdim. Mark Bell çalışma tarzımızı değiştirmemiz için resmen arkamızdan itekledi. Evvelden, şarkılar daha biter bitmez kaydederdik. Halbuki Mark’la, bir şarkının aşağı yukarı yüzde 40’ını hakladığımız anda hevesle şanlara giriştik. Kendi he sabıma, çok çalıştım ve böylece eskiden hiç olmadığı kadar, bir şarkının dönüşümüne katkıda bulunabildim. Bu yöntem yaratım sürecinin tamamen içine girme imkânı verdi bana.
Defalarca odama kapanıp dua ettim, birini vurup öldürmemek için Tanrı’dan yardım diledim. Ama sonuçta, kimse bu işi yapmamız için gırtlağımızı sıkmıyor. Hayattan tat almak, bütün bunların büyük bir talih olduğunu bilerek yaşamak gerekiyor.
Anladığımız kadarıyla, Mark Bell sayesinde bir “dörtlü” gibi çalışmışsınız.
Dave: Depeche Mode’un stüdyo çalışmaları şöyle bir seyir izliyor: Fletch’in beste süreciyle pek alâkası olmuyor. O sadece birtakım fikirler ve tavsiyelerle geliyor. Martin bütün şarkıları yazıyor ve ben de olaya sesimi katıyorum… Bu seferki çalışmada Mark Bell sadece bir prodüktör olmakla yetinmedi. Prodüksiyon öncesinde Martin’le birlikte çalıştı. Ben şarkıları söylerken bana rehberlik etti. Ses bankasını hizmetimize sundu. Şarkıların yola koyulup ilerlemesi esnasında bütün tartışmalarda bizzat bulundu.
Mark Bell kimin seçimiydi? İsmini ilk kim telaffuz etti?
Dave: Mute Records’un patronu Daniel Miller. Bana özellikle LFO (Mark Bell ve Jez Varley’den oluşan Sheffield’lı tekno ikilisi) ve Björk’le yaptığı işleri hararetle önerdi. Bahsettiği albümleri dikkatle dinledim ve Björk’ün sesiyle yaptıklarını görünce hakkını teslim ettim. Sesi bir enstrüman gibi kullanıyordu. Mark Bell’le birlikte “direksiyon’’ kelimesinin stüdyoda ne anlam ifade ettiğini öğrenmiş oldum.
Exciter ismi nasıl seçildi, bu ismin altında neler yatıyor?
Dave: Bir tür iyimserlik çağrıştıran bir başlık olsun istedik. Sanki Violator gibi tınlıyor ama, kötücüllük içermiyor. Diğer Depeche Mode albümlerinin isimleriyle ahenkli bence. Bir aralar albümü Love diye adlandırmak istiyorduk, sonra Lover olsun dedik, sonra da Exciter’da karar kıldık. Bana sorarsan, gönlüm Lover’dan yanaydı.
Exciter’a bir konsept albüm gibi de bakılabilir: Neredeyse bütün şarkılar sevmek ve artık sevilmemek üstüne…
Dave: Ben de buna “Goodnight Lovers” şarkısını bitirdiğimizde uyandım. Bence bu şarkı albümün de sonunu temsil ediyordu. Kendine finalden başka bir yer bulamazdı… Aşk ve aşkın farklı sapkın biçimleri birçok şarkının konusunu oluşturuyor, ama temel yaklaşımımız o kadar da bilinçli değildi. Metinlerin beslendiği kaynak tek tek insanlar arası ilişkiler.
Exciter’a Depeche Mode’un bugüne kadarki en melankolik albümü diyebilir miyiz?
Dave: Muhtemelen. Birkaç gün önce albümün tamamını baştan sona dinleyebildim. Evet, Depeche Mode’un en derin aşk şarkıları bu albümde.
Şarkılarda blues etkisi göze çarpıyor.
Dave: Bugünlerde evde sık sık blues dinlediğim doğru, Howlin’ Wolf, John Lee Hooker, Robert Johnson… Keza caz: John Coltrane, Miles Davis, Billie Holiday dinliyorum. Bir Billie Holiday plağı koyduğumda, sanki karşıma geçmiş, benimle kişisel olarak konuşuyormuş hissine kapılıyorum… Onun sesi, Exciter üstünde çalışırken bana ilham kaynağı oldu. Bu kesin. Rock derseniz, PJ Harvey’i, Radiohead’i, Goldfrapp’i ve daha hâlâ Jane’s Addiction’ı çok seviyorum. Nick Cave’in yeni albümü No More Shall We Part, bence şimdiye kadarki en iyi albümü… Marvin Gaye’in What’s Going On (1971) albümü gelmiş geçmiş en iyi albümdür benim için: Bütün ruhunu parçalamasına ortaya koyar, ama bunu o kadar yumuşak bir şekilde yapar ki. Bir de John Lennon’ın lmagine’ı (1971). Bu albümü yaparken belli ki mutluymuş ve utanmadan bunu ifade etmiş.
Artık elektronik müzik dinlemiyor musun?
Dave: Satın almıyorum. Daniel Miller bana kasetler doldurup yolluyor bazen. Geçenlerde Berlin’de bir partide DJ’lik yaptı ve müthiş dudak uçuklatan şeyler çaldı. Ama genel olarak bu tür müzikle artık pek ilgilenmiyorum… Diğer taraftan, Martin ve Mark Exciter’ın kayıtları öncesinde ve kayıtlar sırasında bol bol elektronik müzik dinlediler. Exciter’ın oluşma safhasında bir ölçüde Velvet Underground, Iggy Pop ve David Bowie’den de etkilendiğimi farkettim. Mesela Bowie’nin “Heroes”unun (1977) Depeche Mode üzerinde su götürmez bir etkisi olmuştur. Son albümlerimizde, şarkılara enstrümantal pasajlar yerleştirme fikrini ordan ödünç aldık.
Yeni turnenizde Anton Corbijn’in de emeği olacak mı?
Dave: Evet, şu anda Amerika’da iş üstünde. Uğraşıp duruyor. Çok büyük bir sahne olacak ve görsel efektler tasarlanacak. Bir çifte ekran projesi var Anton’un: İki ekran karşılıklı olarak birbirine görüntüleri ve ışıkları yansıtacak, üç boyutlu ekran etkisi yaratacak bir buluş.
Depeche More’un alâmet–i farikası olan sesin hakkında neler söylersin?
Dave: Bana bahşedilmiş müthiş bir armağan. Bu albümde bütün duygularımı sereserpe ortaya dökme ihtiyacı hissettim. Gitmeyi düşlediğim ve insanları da beraberimde götürmek istediğim kişisel görsel bir dünya yaratmaktı önemli olan. Sesimden aldığım güçle bütün bu duygusal zenginliğe erişebildim. Seneler geçtikçe, müziğin yarattığı bu gücü büyük bir hayranlıkla tekrar tekrar keşfediyorum: Uçuşan birkaç nota, bir sesin tınısı, bazen neler olup bittiğini sen daha anlayamadan bütün havayı değiştiriveriyor. Son albüm üzerinde çalışmak çok etkileyiciydi. Sanki gencecik bir grup gibiydik. Ama sonuçta Depeche Mode gibiydik.
Peki geriye dönüp baktığınızda neyin değiştiğini görüyorsunuz?
Martin: Değişen pek bir şey yok aslında. Daha geçen gün, gündüz vakti, “ne bakıyorsun ulan” diye sokakta dayak yedim. Basildon meselesi, anlarsın ya…
Geleceğinizi nasıl görüyorsunuz?
Dave: Her şeyi gördük, yaşadık, hem de artık durup bunların hepsine bir son vermek isteyecek kadar… Daha iyisini düşleyecek halim yok: Lüks otellerde kalarak dünyayı dolaşıyoruz, yirmi yıl sonunda milyonlarca hayrana sahibiz, müzik yapıyoruz ve üstelik çalışmak istediğimiz insanları kendimiz seçebiliyoruz… Gelecekte her şeye açığım, ama şarkı söylemeyi bırakamam.
Seni kaygılandıran şeyler neler?
Dave: Zamanın akıp gitmekte olduğunu bilmek… Kendine özen gösterme zorunluluğu… Kendimi daha iyi ifade etmenin yollarını bulmaya ihtiyacım var, müzikte olduğu kadar, kişisel hayatımda da. Bir tür bir bütünlük arayışındayım: Suyu alkole tercih edebileceğim bir tinsel yaşam da diyebiliriz. Alkol beni bir yere getirmedi. Bir şeyler öğrenme hissini ya da değişim duygusunu tamamen yitirdiğim için içiyordum. Alkol ve uyuşturucular benim için bir tür korunma vasıtası oldu, tabii biraz da rock star imajına sıkı sıkıya bağlı bir şey bu. Ama artık bununla ilgilenmiyorum. Sene sonuna kadar, kendimi Depeche Mode’a adadım. Grupla beraber çok güzel anılarımız var, hâlâ devam ediyor olmaktan memnunum, ama başka şeyler de yapmak istiyorum. Hayat çok kısa ve şimdiye kadar zaten çok vakit kaybettik.
Çeviren: Ogan Güner – Derya Bengi
Roll, sayı 55, Temmuz 2001