PINAR ÖĞÜNÇ'TEN "PANDEMİ ZAYİATI"

Suzan Demir
17 Ağustos 2021
Çizimler: Murat Başol, Pandemi Zayiatı kitabından
SATIRBAŞLARI

Fransız düşünür Jacques Rancière tarihçilerin dil ve anlatım tekniklerinin peşine düştüğü Tarihin Adları’nın “Sapkın Bir Tarih mi?” bölümünde, “Tarih vardır,–tarihin bir maddesi ve yaşantısı– vardır, çünkü sözün fazlalığı vardır, dişlerini hayata geçiren sözcükler vardır. Bir de tarih bilimi vardır, çünkü yazılmış olanların izlerine basarak geri dönen ve böyle yaparak bu savaşları yatıştıran, yaraları iyileştiren yazı vardır” diyor.[1] 

Gazeteci-edebiyatçı Pınar Öğünç de İletişim Yayınları’ndan çıkan Pandemi Zayiatı kitabında, tıpkı Rancière’in dediği gibi, “yazılmış olanların izlerine basarak geri” dönüyor. duvar.com.tr için hazırladığı ve 10 şehirden 35 kişi ile görüştüğü yazı dizisinin üzerinden geçen bir yılın muhasebesi için yeniden görüşmeler yapıyor aynı kişilerle. 

Öğünç Pandemi Zayiatı’nda yaptığı şeyi daha çok yaşanan “büyük ânın” içinde birer zerre ve hakikatin mütevazı bir parçası olarak tanımlıyor. Ama zerre olmanın gücüne inandığının da altını çiziyor.

Nitekim, çoğu kez adlarını sadece baş harfleriyle okuduğumuz ya da soyadlarını bilmediğimiz bu 35 kişi, son bir yılda yaşadığımız salgının tablolardaki verilerden ibaret olmadığının kanıtı.

Pınar Öğünç (Fotoğraf: Şahan Nuhoğlu)

“Çünkü böyle bir sorumluluk var”

Hâlâ yaşanmakta olan o büyük “an”a dair önemli bir yanı var Pandemi Zayiatı’nın, zira sözü “isimsiz” kitlelere veren, sözün asıl sahibine alan açan, sözlü tarih çalışmasını “an” devam ederken sürdüren bir yan bu.  Gazetecilik ile tarih yazımı farklı disiplinler olsa da Tarihin Adları kitabından bu isimsizlere değinmek gerekiyor.

Hayden White’ın Tarihin Adları’na yazdığı “Rancière’in Revizyonizmi” başlıklı önsözde değindiği mühim bir nokta var: “Rancière’e göre, en önemlisi de Napolyon’un ‘yaptıklarının’ altında, arkasında veya içinde, bu yapılanları mümkün kılan, yapılanlara katılan, o sırada ve o yüzden yıkıma uğrayan veya yok olan, o zamanın dünyasına isimsiz damgalarını vurup kimliği belirlenemeyen bir iz bırakan milyonlarca insanın hayatı, düşünceleri, eylemleri ve sözcükleri vardır. Rancière bize tarihteki Napolyon döneminin etkin değil edilgen unsurları olan– yoksullar da dahil olmak üzere– bu isimsiz kitlenin tarihini çekip kurtarmanın hem bilimsel hem de siyasi bir görev olduğunu söylüyor.”[2]

Hâlâ yaşanmakta olan o büyük “an”a dair önemli bir yanı var Pandemi Zayiatı’nın, zira sözü “isimsiz” kitlelere veren, sözün asıl sahibine alan açan, sözlü tarih çalışmasını “an” devam ederken sürdüren bir yan bu. Pınar Öğünç, “bir çeşit sorumluluk” diyor buna. “Evet, böyle bir sorumluluk var.”

Pınar Öğünç, Yeni Özgür Politika’dan Bilge Aksu’yla yaptığı röportajda bunu tarihin kendisine verdiği büyük bir “misyon” olarak tanımlamıyor. “Bir çeşit sorumluluk” diyor buna. “Evet, sorumluluk kısmı üzerine düşünüyorum, ama bu ‘tarihin bize yüklediği misyon’ gibi yüceltilmiş, kendimizi aşırı önemsemeye gidecek bir konumlandırmadan değil, bu zamanda ve koşullarda bir birey olmaktan kaynaklanan sorumluluk. Çünkü böyle bir sorumluluk var.”[3] 

Destan yazmak ya da yaz(a)mamak!

Öte yandan, AKP iktidarının son yirmi yılda yarattığı söylemlerden biri “destan yazmak”. AKP yazılan ya da karşıtı tarafından yazılmış olanın üzerine kendi sözünü üretti ve hatta sık sık “ecdad” dediği geçmiştekinin sözünü güncelleme gayretinde oldu hep. AKP’nin her sözü yeni bir kuruluşun simgesi olduğu için “mega, dev, destan, fetih ve savaş” kelimeleriyle donatıldı. Mücadele ve bu yeni dilin üretimi AKP’nin jargonunda savaşçı bir bakışla ele alındı. Ecdadın fethi yeri geldi yeniden yazıldı, ama yirmi yıldaki gördüğümüz, Rancière’in siyasi görevi olarak görüp hakkını vermeye çalıştığı isimsizlerin daha da ezilmesiydi. Çünkü isimsizlerin destanı olmaz! 

AKP iktidarı salgında da savaş diline girmekten kaçınmadı. Şüphesiz, dünyanın her yerinde Covid-19’a dair bir mücadele söz konusuydu. Ama bunu milli başarı, şahlanış ya da benzeri şekilde ele alan örneklere pek rastlanmadı. Dünya ilk olarak bu belirsiz düşmana karşı karmaşık önlemler aldı. Salgının ilk günlerinde Çin, sonrasında İtalya, ölümler ve ortaya çıkan görüntülerle moda deyimle “aciz” duruma düştü. Evlerimizdeki telefon, tablet, TV ekranlarından İtalya için dualar ettik. Sonra yangın her yeri sardı. Ve Türkiye, özellikle vaka sayılarında şüphe çeken birçok açıklamayla, “diğer ülkeleri” geride bıraktı. Cumhurbaşkanı Erdoğan birçok konuşmasında “herkesten daha iyi durumdayız” demeyi ve bunu milli başarı olarak göstermeyi eksik etmedi.

Elimizde ölüm taşıyoruz

Hal böyle olunca, ölenler bir savaşın “zayiatları” olarak ele alındı. Öyle ya savaştaydık… Sadece iktidarın diline yansımadı bu militerleşme ya da kutsal dil. Pandemi Zayiatı’na konuşan kargo elemanı Nazlı’nın anlatımında da var bu terimler. Nazlı’nın anlatımları özellikle salgın sırasında en çok konuşulan iş kollarından biri olan kargo ve taşımacılıkta geçiyor.

Salgının başlarında konuşan Nazlı öfkeli, şirketin onlara biçtiği görevde neredeyse korumasız bir savaşa gönderildiklerinin izleri var. “Kutsal kırmızı harflerle yazılmıştı” diyor ve yazıdan öfkesi okuyucuya geçiyor. Çünkü Nazlı “Her gün ölüme gelir gibi işe geliyoruz, elimizde ölüm taşıyoruz…” diyerek kendisinin olmayan bir savaşa miğfersiz ve silahsız gönderildiğinin farkında. Çünkü sermaye için canları değil, taşıdıkları “kutsal”, hem de kırmızı harflerle…

Zayiat kelimesini neden kullandığını Pınar Öğünç’e sorunca şu cevabı verdi:

Hastalıkla mücadele dilinin militerleşmesi, her daim kendi sakıncalarını barındırıyor zaten. Kanserle savaş, Covid’le savaş gibi… Bu defa tersinden bir yakıştırma yapmak istedim. Covid soslu kapitalizmin doğrudan kimlerin fire olarak verileceğine dair gizlenmeye lüzum dahi görülmeyen hoyratlığında, askerlik jargonunun işaret ettiği eğitim zayiatını çağrıştıran bir yan var. Savaş zaten kaybın normalleştiği, hatta kutsallaştırıldığı bir hal; bu zihniyet eğitim esnasındaki ölümleri de doğallaştırıyor, bu yolda meşru kılıyor.

Pandemi Zayiatı farklı kesimlerden 35 kişinin sözünü bize doğrudan taşıyor. Bu doğrudanlık kitabın en can alıcı noktası. Anlatılardaki en büyük ağırlık belirsizlik. Belki ilk konuşmayla bir yıl sonraki konuşma arasında bazı belirsizlikler silinmiş. Maddi ya da manevi koşullar değişmiş, ama süren salgın için edilecek en net kolektif kelime “belirsizlik” olabilir.

Herkesin evde kalması yönünde çağrılar yapılırken işe gitmeye mecbur bırakılanlar da, hastalanmalarında ve hatta ölmelerinde beis görülmeyen doğal fireler oldu. Kapitalizm kendi devamlılığını zora sokan virüsle savaşını işçi sınıfının kırımı pahasına yaptı; pandemiyi sermayeden yana kararlarla yöneten iktidar çarkları bu zayiat karşılığında döndürdü.

Diğer yandan, şeffaflık yoksunluğu, gerçek kaybımızın miktarını gizlese de, istatistiki öngörüler 150 binden fazla insanın hayatını kaybetmiş olabileceğini söylüyor. Dünyada dört buçuk milyona yakın kişi Covid’den öldü. Bu kadar insanı yan yana ayakta dururken bile gözümüzün önüne getirme, bu kaybı idrak etme becerimizin de çalındığını düşünüyorum.”

Sahneden hiç inmeyen belirsizlik

Pandemi Zayiatı farklı kesimlerden –kargo, tekstil, inşaat, metal işçileri, mühendis, eczacı, hemşire, trans seks işçisi, esnaf, berber, Barış Akademisyeni, şoför, çiftçi, ilkokul öğretmeni, işsiz kalan– 35 kişinin sözünü bize doğrudan taşıyor.

Öğünç iki görüşme yapıyor bu 35 kişiyle. İlki duvar.com.tr için 23 Mart – 22 Mayıs 2020 arasında, ikincisi 2 Şubat – 22 Nisan 2021 arasında gerçekleşiyor. “Sözlerin” doğrudan aktarılması kitabın en can alıcı noktası. Elbette Pınar Öğünç kendini saf dışı bırakmıyor, ama hikâyeleri kişilere bırakıyor.

Anlatılardaki en büyük ağırlık belirsizlik. Belki ilk konuşmayla bir yıl sonraki konuşma arasında bazı belirsizlikler silinmiş. Maddi ya da manevi koşullar değişmiş, ama süren salgın için edilecek en net kolektif kelime “belirsizlik” olabilir. Belirsizlik öyle distopik bir yola evrilmekten ziyade, daha belirgin ve maddi şartlardan kaynaklanıyor.

Öğünç’ün cevabından devam edecek olursak, çarkların dönüşü ya da duruşu belirliyor bu belirsizliği. Çarkların hiç durmadığı yerde belirsizlik başka bir ruh halini daha ortaya çıkarıyor: Kaygı. Fakat, kaygının kaynağı olması itibarıyla, belirsizlik sahnedeki yerini hiç bırakmıyor. Konya’daki eczacı 2020’de antidepresan satışının 50 milyondan fazla olduğunu söylüyor misal, ama bu da o ilaca ulaşabilenlerin rakamı. Zira, virüsün ölümün dışında getirdiği en büyük ve yakıcı bir diğer etki ekonomik. Tabii kitapta yer alan her anlatıcı bir acı tablosu ortaya koymuyor. Bazıları değişimini anlatmakta zorlanacağını düşünse de “anlatmak iyi geldi” ile bitirebiliyor konuşmasını. Bazıları da hayatını değiştirdiğini, belki de bunun kendilerine “iyi geldiğini” ifade ediyor.

“Biz evde kalamadık hiç, o dedikleri gibi”

Salgının başında, virüsün bizi “eşitlediği” en çok duyduğumuz cümleydi. Zaman geçtikçe durumun böyle olmadığı açıkça görünür oldu. Her ne kadar aradan geçen zamana rağmen, sermayenin “Boğaz” manzaralı evlerinde çektiği “evde kal” temalı sosyal medya hikâyeleri önümüze düşse de durum öyle değildi. Tıpkı kitapta “evde kal” çağrılarına cevap veren 43 yaşındaki inşaat işçisi Mustafa’nın dediği gibi: “Evde kal demesi en kolayıdır. Vallahi gülesim geliyor. He ben de diyeyim, evde kal. Ben evde kalsam yarın ne yiyeceğiz?”

Mustafa bir yıl sonraki konuşmasında ise şunu söylüyor: “Valla bu nasıl bir seneydi, ben anlamadım. Biz evde kalamadık hiç, o dedikleri gibi.”

Zaten Pınar Öğünç de “eşitlenme”nin söz konusu olmadığını sorduğumuz soruya cevaben şöyle ifade ediyor: “Virüsün hepimizi eşitlediği, aslında sadece pandeminin ilk haftalarında uçuşan bir cümleydi, artık kullanan kimseyi duymuyoruz. O da mesela türbülans ânında uçakta, düpedüz ölüm korkusuyla haykırılmış bir cümleye benziyordu. Eşitlenmek o kadar kolay değil. Kaldı ki eşitlik üzerine düşünce tarihinin temel meselelerinden biridir, herkese aynı şeyi vermek ya da bu defa herkesten aynı şeyi almak diyelim, gerçek eşitliği getirir mi… Hakikaten eşit dağılan ne var hayatta? Dünya üzerinde devleşen gelir adaletsizliğini düşününce, belki eşitlenmeye en yakın şey, mesela dünya üzerindeki insan varlığının bir günde silinmesi olabilir bu noktadan sonra.”

DİSK-AR’ın rakamlarına göre, 2020’de 176 bin 662 işçi Kod-29’la işten çıkarıldı. İşten çıkarılanların 34 bin 145’i kadın, 142 bin 517’si erkek işçilerdi. Ayda ortalama 14 bin 772, günde ortalama 491 kişi Kod-29’la işsiz kaldı. Kitaptaki 35 kişinin şanslı olduğu bir nokta var. Hiçbiri Covid-19 geçirmemiş. İşte buna şans denir!

Öğünç bir başka sorumuza verdiği cevapta bu eşitsizliği kendi cephesinden anlatıyor: “Pandemi Zayiatı’ndaki birkaç kişi de aynı soruyu sordu. Anlattım, peki gazeteciler ne yaptı bu süreçte diye. Bir süredir zaten serbest ve güvencesiz çalışıyordum. Kriz yüzünden bunu sürdürmek zorlaşıyordu, bir de üzerine pandemi eklendi. O ay kazandığım dışında bir gelirim olmadığı gibi, kirada yaşıyorum. Bu da tabii beni ürküttü, görece daha güvenli yollar aramaya itti.”

İşte buna şans denir!

Salgının getirdiği kalıpların biri de “eski normal” ve “yeni normal” ikilisi. Var olan eşitsizliğin yeni ile derinleştiği durumdaki bazı anlatılarda buna bir de “şans” kelimesi ekleniyor. Tekstil işçisi bir kadın ya da adını bu dönem çok sık duyduğumuz “Kod 29” ile atılan bir mühendis “görece” şansından bahsediyor.

Tekstil işçisi kadın, etrafında virüsten önce de var olan eşitsizlik için kendisinde olan şansı anlatıyor. Eşinin ona ev işlerinde yardımcı olmasının yükünü hafiflettiğini söylüyor.

Oysa olması gereken bu değil mi? Kadınlar ev içi emeği doğrudan kendi yükümlülükleri saydığı için bu bir “şans” gözlerinde. Çünkü kendini şanslı sayan bu tekstil işçisi kadının etrafındaki diğer kadınlar bir de evin yükü altında eziliyor.

“Ben yine şanslıyım”  diyor “Kod 29” ile atılan mühendis. Böyle demesinin sebebi, içinde bulunduğu durumun gereğini “şans” olarak kabul ettirmesi. Çünkü bu insanlar ayakta ve hayatta ve de aç kalmadıkları için “şanslı” sayıyor kendilerini. Kod 29’dan, yani daha sonra tartışmalarla adı değiştirilen “ahlâka aykırılık” maddesiyle işinden atılan mühendis, görece hızlı iş bulmasına dayandırıyor şansını. Kod 29’la damgalanmanın kıyısından dönüyor. Ama herkes onun kadar şanslı değil, o da tablonun farkında. Zira, DİSK-AR’ın rakamlarına göre, 2020’de 176 bin 662 işçi Kod-29 nedeniyle işten çıkarıldı. İşten çıkarılanların 34 bin 145’i kadın, 142 bin 517’si erkek işçilerdi. Bu rakam aylara göre yansıttıldığında ise ortalama 14 bin 772 ve günde ortalama 491 kişi Kod-29’la işsiz kaldı.  

Kitaptaki 35 kişinin şanslı olduğu bir nokta var. İleriki süreçleri öngörmek mümkün olmasa da, Öğünç’ün aktardığına göre, çoğu dışarıda çalışmaya devam eden bu insanların hiçbiri o süreçte Covid-19 geçirmemiş. İşte buna şans denir!

“Pandemi benim için bu kitap demek”

Son olarak sözü Pınar Öğünç’e bırakalım. “Hâlâ devam eden bir salgında 35 kişinin değişimine tanıklık etmek nasıl bir deneyimdi?” diye soralım.  

“Kişisel olarak soruyorsanız, ilk resmi ölümün açıklandığı gün görüşmelere başladığım ve bu soruyu cevapladığım bugüne kadar bir biçimde hep hayatımda olduğundan, pandemi benim için bu kitap demek, başka hiçbir şey değil. Böylesi büyük hadiseler insanı kendi çemberine döndürüyor, buna mecbur bırakabiliyor. Bu yazı dizisi ve ardından gelen kitap, benim açımdan tersi etki yaptı, pandeminin en başından itibaren dışarı açılmamı, bizzat parçası olduğum bir tarihsel ânı, kendi hafızama dahi başkalarının tanıklığını da ekleyerek kaydetmemi sağladı. Tabii bu süreçte en yakın çevremden kimsenin hastalığı çok ağır geçirmemesinin, dolayısıyla bana düşen Covid mesaisinin olmamasının da etkisi var. Bir yıl sonra aynı kişilerle tekrar konuşmak ayrıca iyi geldi.

Birincisi, nadiren yapabildiğimiz fikri, hatta hissi takip şansı; o söyleşiden, haberden sonra o kişinin başına ne geldi merakını doyurması…

İkincisi, toplumsal ve de bireysel düzeyde bizde nasıl izler, arazlar bırakacağından emin olmadığımız, öngörmeye çalıştığımız bu bir yılın, bundan sonra küresel olarak yaşayacağımız uzun Covid dönemine dair çok şey söyleyecek olması. Her şeyden öte, herkesin bu düzene, hayata, hayatta anlamlı olana dair daha fazla düşündüğü böylesi bir zamanda, farklı dünyalardan, ama aynı evrenden 35 kişinin içten cümleleri, bu doğrudan tanıklık anlamamı kolaylaştırdı. Bu da güç verdi, zenginleştirdi.”


[1] Jacques Rancière, Tarihin Adları, çev: Cemal Yardımcı, Metis Yayınları, 2010, s. 122

[2] White, age., s. 10

[3] “Pandemi vahşi bir ortam yarattı”, Yeni Özgür Politika, 10 Temmuz 2021

^