DANIŞTAY’IN SKANDAL KARARI VE KADIN MÜCADELESİ

Özlem Altıok
25 Temmuz 2022
23 Haziran'daki dördüncü turun çıkışında basın açıklaması
SATIRBAŞLARI

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 20 Mart 2021’de verdiği İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararının ardından Danıştay, Türkiye’deki feminist aktivizm için odak noktası haline geldi. Bir buçuk yıla yakın bir süredir verilen mücadelenin bu aşamasında Danıştay 10. Dairesi, 19 Temmuz 2022 tarihinde beklenen kararı açıkladı. Bu karar, özetle, Cumhurbaşkanı şahsen öyle istediği için, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) oybirliği ile onayladığı temel bir insan hakları sözleşmesi olan İstanbul Sözleşmesi’nden herhangi bir kısıtlama veya Meclis onayına tabi olmadan çekilme yetkisi olduğunu iddia ediyor.

Türkiye’nin en yüksek idari mahkemesi olan Danıştay’ın görevi, yürütmeyi denetlemek. Ancak Danıştay verdiği bu skandal kararla görevini yerine getirmemek bir yana, Cumhurbaşkanı’nın temel haklara ilişkin uluslararası sözleşmeleri onaylama, yürürlükten kaldırma, onay kanununu geçersiz kılma gibi türlü çeşit yetkileri olduğunu iddia ederek bu yetkileri kendisine adeta altın tepside hediye etti. Halbuki Danıştay savcıları, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kararının hukuka aykırılığına ilişkin görüşlerini her duruşmada yinelemişti.

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme girişiminin kendisi ve Danıştay’ın bunun hukuksuzluğunu teslim etmekten aciz skandal kararı, müstakbel failleri teşvik eden ve esasen sadece hayatta kalanlara ve yakınlarına değil, bütün kadınlara karşı devlet eliyle uygulanan bir şiddettir.

Danıştay, bu kararı, Nisan ve Haziran aylarında Ankara’da görülen duruşmalarda da hazır bulunan tetkik hâkimi ve üç Danıştay savcısının Cumhurbaşkanı’nın tek başına verdiği çekilme kararının iptali yönünde görüş bildirmiş olmasına rağmen, üç hâkim oyuyla, oy çokluğuyla aldı. Buna karşın beş kişilik heyetteki iki hâkimin Cumhurbaşkanı’nın kararının hukuksuz olduğu yönünde koyduğu muhalefet şerhi başlı başına kaydedilmesi gereken, umut verici bir gerçek.

Vahim olan,üç Danıştay hâkiminin, ilgili anayasa maddelerini yok sayarak TBMM’ce oybirliği ile onaylanmış bir uluslararası sözleşmeden Cumhurbaşkanı’nın, kimseye danışmadan, herhangi bir kamu yararı ve gerekçe açıklama ihtiyacı olmaksızın, yasama organından herhangi bir onaya ihtiyaç duymadan – tabiri caizse “kendi kafasına göre”– çekilme yetkisi olduğunu iddia etmesi.

Danıştay’ın skandal kararı, Türkiye’de nasıl bir rejimle yönetildiğimizin, tam en dipteyiz derken daha nasıl karanlığa sürüklendiğimizin göstergesi niteliğinde. Türkiye’de yargı bağımsızlığı olmadığını ve hukuk sisteminin çöküşünü tescil ediyor. Skandallar bununla da bitmiyor, koskoca yüksek idari mahkemenin kararı ve gerekçesi, henüz son okuması bile yapılmamışken, davacı taraflardan önce Anadolu Ajansı’na servis edilmiş. 

Danıştay’ın Sözleşme’den çekilmenin hukuka uygun olduğunu, Cumhurbaşkanı’nın böyle bir yetkisibulunduğunu iddia eden bu skandal kararı, kadın ve LGBTİ+’ların can güvenliğine saldırıların devlet eliyle teşvik edilmesinin ötesinde sonuçlar doğuracak. Bu kararla birlikte, yazar Berrin Sönmez’in de altını çizdiği gibi, “Danıştay diktatorya için gereken hukuki zemini oluşturdu.

Sözleşme’den çekilmek Anayasa’ya aykırı değil mi?

28 Nisan, 7, 14 ve 23 Haziran 2022 günlerinde Danıştay’da görülen tarihi duruşmalarda davacıların dile getirdiği, Cumhurbaşkanı’nın temel insan haklarına ilişkin uluslararası bir anlaşmadan çekilme yetkisinin bulunmadığına dair açık ve güçlü argümanlara dayanak olan Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90. maddesi çok net: “Uluslararası anlaşmaları onaylama yetkisi TBMM’ye aittir.”

Nitekim TBMM, 2011 yılında bu yetkisini kullanarak İstanbul Sözleşmesi’ni oybirliğiyle onayladı, halen yürürlükte olan ve ancak bir kanunla yürürlükten kaldırılabilecek olan 6251 Sayılı Kanun’u çıkardı. Buna rağmen Danıştay 10. Dairesi kararına onay veren üç hâkim, “Cumhurbaşkanı kendisinin kendisine verdiği yetkiye dayanarak istediği uluslararası anlaşmayı onaylar, istediğinden çıkar, yasamaya da sormaz” dedi. Oysa Anayasa’nın 90. maddesi “Türkiye Cumhuriyeti adına Yabancı Devletlerle ve Milletlerarası Kuruluşlarla yapılacak andlaşmaların onaylanması, Türkiye Büyük Millet Meclisinin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır” diyor. Bundan muaf tutulabilecekler olarak “ekonomik, ticari, teknik veya idari andlaşmaları” sıralıyor –ki İstanbul Sözleşmesi sıralanan bu kategorilere girmez, kişi hak ve özgürlüklerini korumayı hedefleyen temel bir insan hakları sözleşmesidir. Anayasa’nın 90. maddesindeki anlamla çelişecek şekilde yorumladığı 104. maddesini gerekçe gösteren Danıştay, bu ikisini ve Cumhurbaşkanı’nın 9 no’lu kararnamesini “birlikte değerlendirip” Cumhurbaşkanı’nın “yaptım, oldu” dediğini “hukuki” imiş gibi göstermeye çalıştı.

Danıştay kararı otoriter rejimlerin yükselişte olduğu günümüzde uluslararası hukuka ve demokratik siyasete ciddi bir darbe. Kadına karşı şiddetle mücadele ve toplumsal cinsiyet eşitliği meselesi küresel siyasetin tali konusu değil, tam da kalbinin attığı yer.

Usûlde paralellik ilkesi

Çekilme kararının iptali istemli dilekçelerdeki bir diğer temel argüman, Cumhurbaşkanı’nın temel ve evrensel bir idari hukuk ilkesi olan “usûlde paralellik” ilkesini ihlal ettiği. Bu, işlem yapılırken uyulan usûl ve esaslara, kanunda aksi yönde bir hüküm bulunmaması durumunda aynı işlemin kaldırılması ve geri alınması sırasında da uyulması gerektiği anlamına geliyor. Ancak Cumhurbaşkanı’nın bu temel idari hukuk ilkesini de çiğneyebileceğini iddia eden Danıştay’a göre, “yeni hükümet sisteminde yürütme yetkisini haiz Cumhurbaşkanı tarafından feshedilmesinde yetkide ve usûlde paralellik ilkesine aykırılık bulunmamaktadır”.

Kısaca“her iş artık onda, tek adamda”. Daha önce Meclis’ten geçmiş olan bütün uluslararası anlaşmalardan Cumhurbaşkanı bir gece yarısı keyfi nasıl isterse, nasıl uygun görürse çıkabilir. Böylece yargı eliyle Cumhurbaşkanı neler neler yapabilir!

Şiddet mağdurları zaten korunuyor mu?

Anayasa’yı ve usûlde paralellik ilkesini alenen ihlal eden Cumhurbaşkanı kararında bir hukuksuzluk bulmayan Danıştay hâkimlerinin, hükümetin Sözleşme’den çekilmeden bu yana yaratmaya çalıştığı algıyı pekiştiren şu satırları da vahim: “Kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetin önlenmesi ve şiddet mağdurlarının korunması amacıyla iç hukukumuzda, Anayasa ve 6284 sayılı Kanun başta olmak üzere birçok düzenlemenin bulunmakta olduğu, bu düzenlemelere dayalı uygulamaların da belirlenen plan dahilinde hayata geçirildiği anlaşılmaktadır.”

Özlem Altıok 6 Haziran gecesi Adana otogarında, Ankara yolunda. Altıok, North Texas Üniversitesi’nde Kadın ve Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları ve Uluslararası Çalışmalar dersleri veriyor. Feminist bir akademisyen olarak Türkiye, ABD, Avrupa ve Ortadoğu’da toplumsal hareketlerin yanısıra siyaset, din ve toplumsal cinsiyet arasındaki etkileşimleri inceliyor. Barış ve çevre aktivisti olarak EŞİTİZ – Eşitlik İzleme Kadın Grubu ve EŞİK – Eşitlik İçin Kadın Platformu içinde kadın hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliği için çalışmalarına devam ediyor.

Yani, Sözleşme’ye gerek yok. İç hukukumuz yeterli. Yerli ve milli (!).                    

Kararda Anayasa’nın –Cumhurbaşkanı’nın 2010’da açıkça inanmadığını ilan ettiği– eşitlik ilkesini belirten 10. maddesinden, Sözleşme karşıtlarının yeni hedefi olan 6284 sayılı kanundan, insan hakları ihlallerinin arşa erdiği dönemde (2 Mart 2021’de) çıkarılan İnsan Hakları Eylem Planı’ndan bahsedilmiş. Son dönemdeki birtakım yasa değişikliklerinden bahsetmeyerek konunun esasına dair bilgi eksikliklerini ve ilgisizliklerini açık etmiş olan, Cumhurbaşkanı’na yeni yetkiler hediye eden, iç hukukumuzu yeterli bularak İstanbul Sözleşmesi’nin iptalinde sorun görmeyen üç Danıştay hâkimi, verdikleri karar sonrasında 6284’ün kadük ilan edilmesi konusunda ne düşünüyor acaba?

İstanbul Sözleşmesi, “kadına karşı şiddeti önlemek için temel sebep olan toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldırmak gerekir” diyor. Bu tümceyi dikkatle okuyunca, neden bu iktidarın İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek istediği de anlaşılıyor. Sözleşme, kelimenin çarpıtılan veya farklı mânâlarla yüklü anlamıyla değil, “radikal” kelimesinin Latincede “kök” anlamına gelen sözcükten türemiş olduğu düşünüldüğünde gerçek anlamıyla radikaldir.Kadına karşı şiddetin kökünde erkek-egemen toplumun olmazsa olmazı, toplumsal cinsiyet eşitsizliği vardır. Ezcümle, İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkanlara bakınca, başka nelere karşı çıktıklarını, neleri savunduklarını değerlendirince, aslında karşı çıktıklarının bir temel prensip ve normatif değer olarak eşitlik olduğu görülür.

Sözleşme’nin 4. maddesi, devletlere, “şiddetle mücadele ederken ayrımcılık yapmayacaksın” diyor. Şiddete uğrayanın ekonomik sınıfı, etnik kökeni, cinsel yönelimi, göçmenlik durumu ve benzeri sebeplerden ötürü ayrımcılık yapmayacaksın, bu kadar basit. Bu yüzden de temel bir insan hakları sözleşmesi sayılır; özelde kendi başına, birey olarak insandan sayılmayan –yani toplumun genelinin, o veya bu erkeğin eşi, kızı, nişanlısı, annesi kimliğiyle gördüğü veya hiç görmediği– kadınlar için, LGBTİ+’lar için Sözleşme hayati önem taşır.

Danıştay kararının doğuracağı vahim sonuçlar

İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasının ardından en az 361 kadın öldürüldü, en az 286 kadın şüpheli şekilde hayatını kaybetti. Devlet topladığı verileri açıklamadığından bu işi de yapmak durumunda kalan kadın derneklerinin medyadaki haberlerden edindiği, problemin boyutlarını ve vahametini tam olarak yansıtmayan rakamlar bunlar.

Sadece rakamlar üzerinden yapılan değerlendirmelerde gözden kaçan önemli bir nokta var: Sözleşme’den çekilmenin hem faillere hem mağdurlara gönderdiği mesaj düşünüldüğünde, cinayetle sonuçlanmasa dahi yaşanan şiddet, eziyet ve çaresizliğin yoğunluğu kesinlikle artacak.

Sözleşme’den çekilmenin gerekçesi ve bunun çekilme kararından iki gün sonra açıklanması, hukuk tanımazlığın ve iktidarı elinde bulundurmanın fütursuzluğunun açık göstergesiydi. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’ndan yapılan açıklamada şöyle deniyordu: “Başlangıçta kadın haklarını geliştirmeyi amaçlayan İstanbul Sözleşmesi, Türkiye’nin toplumsal ve ailevi değerleriyle bağdaşmayan eşcinselliği normalleştirmeye çalışan bir grup insan tarafından gasp edildi. Bu nedenle çekilme kararı alındı.”

İstanbul Sözleşmesi’nin amacı, kadına yönelik şiddeti önlemek ve bunlarla mücadele etmektir. Sözleşme, ne LGBTİ+ haklarına ne de aileye özel bir atıfta bulunur. Onlarca yıllık feminist aktivizmin somut bir ürünü olan İstanbul Sözleşmesi, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin şiddetin temel nedeni olduğunu belirtir ve devletleri, mağdurlar arasında ayrım gözetmeksizin somut önlemler almakla yükümlü kılar (Madde 4.3). Devletin toplumsal cinsiyete dayalı şiddet mağdurlarından bazılarını koruması, bazılarını korumaması gerektiğini kim iddia edebilir?

İstanbul Sözleşmesi’nden hukuka aykırı olarak yapılan bu çekilme girişiminin Danıştay tarafından onaylanması otoriter rejimlerin yükselişte olduğu günümüzde uluslararası hukuka ve demokratik siyasete de ciddi bir darbe. Bu yönüyle, bugün kadına karşı şiddetle mücadele ve toplumsal cinsiyet eşitliği meselesi küresel siyasetin tali konusu değil, tam da kalbinin attığı yerdir.

Uluslararası sözleşmelerden çekilmenin ne anlama geleceğinin idrak edilmesi için, sözleşmelerin isimlerini –Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Çocukların Cinsel Suiistimal ve Cinsel İstismara karşı Korunmasına İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi (kısa adıyla Lanzarote Sözleşmesi), Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi (kısa adıyla CEDAW Sözleşmesi)–dahil olmak üzere birçok sözleşmenin adlarını uzun uzun yazmak –ve yavaş yavaş okumak– önemli. Tarihe kara bir leke olarak geçecek bu kararıyla Danıştay, bu veya benzeri bir gerekçeyle diğer temel insan hakları sözleşmelerinden çekilmenin de önünü açmış bulunuyor.

7 Haziran 2022 ikinci tur duruşması; Önce Kadınlar ve Çocuklar Derneği savunmasını yaparken öldürülen kadınların yakınları Danıştay heyetine katledilenlerin fotoğraflarını gösteriyor. 

Tam da bu tehlikeyi gördüğü için Türkiye kadın hareketi, çekilme kararının açıklandığı 20 Mart 2021’den beri, olayın kadına karşı şiddetle mücadele ve toplumsal cinsiyet eşitliği için verilen mücadele kadar, hukukun üstünlüğü ve güvenliğine, demokrasiye vurduğu darbenin boyutlarına dikkat çekiyor. Sadece kadınların ve LGBTİ+’ların hakları için değil, Türkiye’deki herkesin güvenliği ve geleceği için canla başla çalışıyor.

“Yerli ve milli” değerler ve kanunlara karşı “yabancı” sözleşmeler sahte ikiliğini propaganda malzemesi olarak öne süren iktidarın yaratmaya çalıştığı algının aksine, bu uluslararası sözleşmeler onyıllardır verilen mücadeleler, binlerce yıllık erkek-egemen toplum yapılarına “yeter artık” diyen kadınların mücadeleleri sonucu üretilmiş belgelerdir. O belgeler kadınların çektiği çileler, acılar ve dökülen kanlarıyla yazılmıştır.

Verilebilecek yüzlerce örnekten biri Nahide Opuz davası… Nahide Opuz ile defalarca tehdit ve yaralamalar, şikâyetler ve koruma kararları sonrası katledilen annesinin davasında Türkiye kadın hareketinin yaptığı savunuculuk, devletin bir kadın vatandaşını korumak sorumluluğunu yerine getirmemiş olmasından dolayı AİHM’den aldığı ceza, Avrupa Konseyi’nin kadına karşı şiddete son vermek amaçlı yazılmış İstanbul Sözleşmesi’nin hazırlanmasına ivme kazandırmıştı. Opuz’un kocası olan erkek tarafından Nahide Opuz ve annesinin maruz kaldıklarından bazıları: tehdit, dayak, bıçakla yaralama, arabayla ezme, sayısız diğer eziyet… Opuz’un AİHM’e başvurduğu 2000’lerin başında olduğu gibi, kadına karşı sistematik şiddet işkencedir ve insanlığa karşı suçtur.

Kadına karşı şiddet ve çocuğun cinsel istismarı sadece bizim ülkemize has sorunlar değil. Fakat eril zihniyetin ve uygulamaların hüküm sürdüğü ve çocuğun cinsel istismarı, kadınlara ve LGBTİ+’lara taciz, tecavüz ve türlü çeşit şiddeti ciddiye almayan bizimki gibi ülkelerde bu problemler daha da büyük. Çünkü yok saymak, hasır altı etmek, cezasızlık suç faillerini teşvik etmeye devam ediyor.

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin açıklandığı gün 24 saat içinde altı kadının katledilmesi tesadüf müdür? Ya yürürlüğe girdiği 2014 senesinden beri Sözleşme’nin uygulanmayan pek çok maddesinin olması? 80 milyonluk koskoca Türkiye’de bir adet Cinsel Şiddet Kriz Merkezi’nin olmaması veya Sözleşme’den çekilmenin hemen ardından bir grup erkeğin sosyal medyada nisan ayında bir günü tecavüz günü ilan etmesi tesadüf müdür?

Feminist mücadele kazanacak

İktidar partisinin üst düzey yöneticilerinden Numan Kurtulmuş Temmuz 2020’de çekilme olasılığını dile getirdiğinde, kadınlar ve LGBTİ+ aktivistler tehdidi değerlendirmek, Sözleşme’yi savunmak için hemen (sanal olarak) toplandılar. Salgının zirvesinde ve Türkiye’deki hareket ve örgütlenme özgürlüğü üzerindeki kısıtlamalara rağmen dayanışma içinde birlikte çalışma pratiğini devam ettirdiler, yeni örgütlenme ve ağlar inşa ettiler. Bu sanal toplantılar, kadınların zor kazanılmış haklarına yönelik sistematik saldırılara karşı koymak için kurulan Eşitlik için Kadın Platformu (EŞİK) gibi bazı yeni örgütleri doğurdu.

Türkiye’deki kadın ve LGBTİ+ hareketleri Cumhurbaşkanı’nın çekilme kararını zaman kaybetmeden “yok hükmünde” ilan etmişti. Bugün de Danıştay kararı yok hükmündedir diyorlar. Barolar, siyasi partiler ve bireysel olarak dava açanlar da temyize ve gerekirse Anayasa Mahkemesi’ne gidecek. İçeride hukuka uygun bir karar verilmezse, bu davanın AİHM’e taşınacağı da kesin.

Danıştay, anayasanın iki maddesini ve Cumhurbaşkanı’nın 9 no’lu kararnamesini “birlikte değerlendirip” Cumhurbaşkanı’nın “yaptım, oldu” dediğini “hukuki” imiş gibi göstermeye çalıştı. Daha önce Meclis’ten geçmiş olan bütün uluslararası anlaşmalardan Cumhurbaşkanı bir gece yarısı keyfi nasıl isterse, nasıl uygun görürse çıkabilir.

Nitekim kararın açıklandığı 19 Temmuz gününden beri gerek Türkiye’nin her bir yanındaki kent meydanlarında, gerek sosyal medyada kadınlar Danıştay’ın kararını protesto ediyor. Günlerdir çeşitli illerde yapılan eylemler de gösteriyor ki, bu iş kesinlikle burada bitmiş değil.

Danıştay duruşmalarında kadın hareketinin mücadele pratiği açısından çok önemli bir süreç yaşandı. Kadınlar, barolar, meslek örgütleri, sendikalar, partiler tek bir slogan etrafında birleşti, #İstanbulSözleşmesindenVazgeçmiyoruz dedi. Bir kez değil, tam dört kez Ankara’ya akın etiler: 28 Nisan’daki ilk duruşmada, çoğu kadın bini aşkın kişi 650 kişilik mahkeme salonunu doldurdu. Mahkeme başkanı, duruşmaya “Bu, Danıştay tarihinde görülmemiş bir olaydır. Bu kadar büyük bir kalabalıkla yapacağımız ilk duruşma bu” diyerek başlamıştı.

Bu tarihi duruşmalara hazırlık sürecinde EŞİK Danıştay Çalışma Grubu’nun rolünü de tarihe not düşmek gerek. 28 Nisan, 7, 14 ve 23 Haziran tarihlerinde görülen duruşmalarda kadınlar, feminist avukatların yargıçlara yasal argümanlardan fazlasını sunduğu mahkeme salonunu bir tür sınıfa dönüştürdü. Feminist hukukçular, hareketin tarihi üzerine adeta mini konferanslar vererek kişisel olanı siyasi hale getirdi; feminist avukat Hülya Gülbahar gibi, her dört duruşmada da salonu dolduran yüzlerce katılımcıya dönerek onlara hitaben konuştu. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği ile kadına yönelik şiddet arasında bağlantı kurmak için somut örnekler verdi; yargıda cinsiyetçiliği ve devletin kendi yasalarını uygulamada, kadınları korumadaki başarısızlığını vurguladılar. Davacı avukatlardan birinin bu yılki kadın cinayeti / kadın kırımı / cinskırım kurbanlarının isimlerini okumasıyla mahkeme salonu derin bir sessizliğe ve hüzne boğuldu.  Kadınlar ve tüm davacılar hukukun üstünlüğü ilkesinin, TBMM’nin iradesinin, Anayasa’nın çiğnenmesine izin vermeyeceklerinin altını çizdiler.

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme girişiminin kendisi ve Danıştay’ın bunun hukuksuzluğunu teslim etmekten aciz skandal kararı, müstakbel failleri teşvik eden ve esasen sadece hayatta kalanlara ve yakınlarına değil, bütün kadınlara karşı devlet eliyle uygulanan bir şiddettir. Türkiye derin bir ekonomik, siyasi ve çevresel krizin pençesindeyken bu krizlerin faturasını kadınlara ve özellikle de yoksul kadınlara çıkaran, herkese mavi boncuk dağıtırken kadınlara seçim sonrası nafakalarının kesileceği “vaadi” veren, medeni haklara göz diken, anayasal eşitlik ve laiklik ilkesini yok sayan, ayrımcılık yapan, istismarı affeden, kadınları şiddet ve eziyet dolu hayatlara mahkûm eden, kadın cinayetlerini görmezden gelen iktidar, toplumda yarattığı öfkenin karşılığını elbette ki bulacak… Kadınlar İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmeyecek…

^