İktidarın Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesini gündeme getirmesiyle birlikte haftalardır en güçlü direnişlerden birini yaşıyoruz. Muhalefetin dört koldan baskı altına alındığı bu dönemde, kadınlar sokakları isyana açıyor. Gündem cinsiyet rejiminin kadın haklarıyla ilgili bir mesele olmanın ötesinde, siyasal rejimin kurucu unsurlarından biri olduğunu hatırlamamız için de fırsatlar sunuyor.
AKP iktidarı genellikle, çeşitli göstergeler açısından alt dönemlere ayrılarak tartışılıyor. Kimileri 2002’den AB’yle ilişkilerin koptuğu 2008’e kadar olan ilk beş yılı, 2008’den çözüm sürecinin sonlandığı 2015’e kadarki yedi yılı ve 2015 sonrasını ayrı dönemler olarak okuyor. Kimileri devlet kapitalizmi ya da otoriter kapitalizmin yörüngesine girildiği 2011’in öncesi ve sonrasını ayırarak bir okuma yapmayı tercih ediyor. AKP iktidarının ciddi değişimler gösterdiği bütün bu dönemler boyunca istikrarlı olduğu tek alan ise cinsiyetçilik oldu. AKP liberaller ve solcuların bir bölümü tarafından desteklendiği en cafcaflı yıllarında dahi bu yaklaşımını değiştirmedi. Erdoğan kadın-erkek eşitliğine karşı olduğunu çözüm sürecinin konuşulduğu Dolmabahçe Toplantısı’nda [Temmuz 2010] söyledi. Kürtajı Roboski katliamına benzettiği toplantı [Mayıs 2012] partisinin kadın kolları kongresiydi. Flörtü fahişelikle eş tutan [Kasım 1990] Cemil Çiçek ise AKP’nin kurucuları arasında yer aldı, yıllarca Adalet Bakanlığı yaptı. Hüseyin Çelik’in kıyafetini açık bulduğu televizyon sunucusunu işinden ettiği [Ekim 2013], hareketin şirin babası Bülent Arınç’ın Aylin Nazlıaka üzerinden kadın bedenine dair cinsiyetçi laflarını sıraladığı günler [Aralık 2012] hep AKP’nin tatlı zamanlarıydı. Ve bugün, koca bütçelerle kurulan yeni partilerin dahi AKP içinde açamadığı yarığı kadınların ve LGBTİ+’ların yürüttüğü mücadele açıyor.
Feministlerin önemli bir kısmı daha en erken zamanlarda, rejimin ruhunu okuyarak, bu nedenlerle iktidara güvenilmeyeceğini söylüyordu. Ancak, AKP politikasını eleştirenler bile yeterince politik bir konu olarak görmedikleri için olsa gerek, kadın haklarıyla ilgili partinin düzenlediği toplantılara konuşmacı veya eğitmen olarak katılmakta beis görmediler. AKP’yi sadece dış politika, ekonomik yatırımlar, siyasi ittifaklarla ilgili makro göstergeler üzerinden değerlendirdikleri için AKP’nin geleceğini doğru okuyamadılar. Siyasal İslam’ın ilk hedefi olan kadın ve LGBTİ+’ların hayatına yönelik risklerin diğer alanlarda elde edilecek kazanımlar arasında kaynayacağı düşünüldü herhalde. Öyle olmadı, bu mesele rejimin dinamizmini muhafaza ettiği temel alanlardan biri olarak kaldı.
AKP iktidarının ciddi değişimler gösterdiği bütün dönemleri boyunca istikrarlı olduğu tek alan cinsiyetçilik. Feministlerin önemli bir kısmı daha en erken zamanlarda, rejimin ruhunu okuyarak bu iktidara güvenilmeyeceğini söylüyordu. Cinsiyetçilik rejimin dinamizmini muhafaza ettiği temel alanlardan biri olarak kaldı.
Cinsiyet rejimi: Siyaset rejiminin filtresi
Cinsiyet rejiminin politik rejimin kurucu unsuru olduğunu gösteren en önemli noktalardan biri hükümetin bu alandaki saldırıları esas olarak milliyetçi duygulara yatırım yapmak için kullanıyor olması. Siyaset bilimci Hakan Yılmaz ve ekibinin Türkiye’de sağ ve sol değerler üzerine yaptığı çok önemli çalışmayı hatırlayalım: Türkiye aileyle ilgili konulara, özel alana doğru gidildikçe sağcılaşıyor.[1] Yani aile mevzuları sağ siyasetin yatırım yaptığı, milliyetçi ve devletçi algının en güçlü olduğu iki alandan biri (ikincisi de dış politika). AKP Onur Yürüyüşü’nü engellediğinde, artık içeriğinden çok sembolik değeri ile öne çıkan İstanbul Sözleşmesi’ni tartışmaya açtığında destekçilerine “milli değerlerinize sahip çıkın” mesajı veriyor. Çünkü feminist yazından çok iyi bildiğimiz gibi, ulus ve kültür büyük oranda kadının yaşayışı (nasıl giyinecek, ne zaman ve kiminle sevişecek, kocası ve çocuğu hayatının neresinde konumlandırılacak, çalışabilecek mi vs…) üzerine kurulu mesajlar içeriyor.[2]
Kürt hareketi hedef alınırken önce kadınların hayatlarını kolaylaştıran her şeye el konması da bu siyasetin bir parçası. Kürt hareketini kadınlara yönelik baskılarla tehdit etmek istediler. Sadece kadın örgütlerini ve “Alo şiddet” hatlarını kapatmakla yetinmediler; fırınları, çamaşırhaneleri, genç kadınların gittiği kültürel mekânları da kapattılar. “HDP’ye oy veriyorsanız sizi baskı altına almakla yetinmeyiz, size yaşam alanı bırakmayız” dediler. Baskın yapılan evlerde kadınların iç çamaşırları ortalığa saçıldı. Meclis’te vekilliği ilk düşürülenler –Faysal Sarıyıldız dışında– kadın vekiller oldu. Kürt kadınların bölgede cinsiyetçiliği de ırkçılığın bir versiyonu olarak deneyimlemesi, cinsiyetçiliğin bir ırkçılık yatırımı olarak nasıl işlediğini görebileceğimiz en berrak örnekleri sunuyor.
Nitekim bugün İS’ye yönelik itirazların başında feministlerin HDP’liler tarafından kullanıldığı iddiası geliyor. Kadınlara şiddet uygulayanların mahkemelerde kadının HDP sempatizanı olduğunu söyleyerek kendilerini savunmasından tanıyoruz bu tutumu. Öte yandan, tehdit edilen kadınlara yönelik karakollardaki “öldürülünceye kadar şikâyette bulun” yaklaşımı, İçişleri Bakanlığı’nın bütün yatırımını milliyetçi politikalara hasretmesinin “teknik” sonuçlarından biri değil mi?
Kadın emeği üzerinden düzenlenen emek alanı
AKP cinsiyet meselesini sadece politik ve sosyal haklar alanında değil, emek politikalarını şekillendirirken de kullanmak istedi. 2012’de yayınlanan Ulusal İstihdam Strateji Belgesi’nin özeti “Kadınların istihdama katılmasını istiyorsanız, bütün emekçilerin çalışma koşullarının esnekleştirilmesine razı olacaksınız”dan başka bir şey değildi. Kadın emeği üzerinden tüm emek alanını düzenlemeye kalkıştılar. Dezavantajlı gruplara yönelik öncelikli strateji belgesinde kadınların istihdamıyla ilgili sıralanan on bir maddeden esnekleştirmeyle ilgili olanlar haricindeki hiçbir madde hayata geçirilmedi.[3] Özetle, kadınların hayatları sosyal, kültürel ve politik alana yönelik düzenlemelerin laboratuvarı oldu.
Hilal Kaplan İS tartışmasıyla ilgili yazdığı yazıda AKP döneminde artan sığınma evi sayılarından bahsediyor.[4] Tartışmaya başlamak için iyi bir çıkış noktası. Kaplan’ın bahsettiği sığınma evleri açılırken Kütahya, Pamukkale ve Gaziantep Şahinbey Belediyeleri başta olmak üzere AKP belediyeleri dağıttıkları kitapçıklarda kadınların nasıl dövüleceğini anlatıyor, kadınlar cinsel köleler olarak resmediliyor, erkeklere çok-eşlilik öneriliyordu. En önemlisi, orduyu dize getirmekle, Ortadoğu’ya model olmakla övünen AKP “henüz zamanı değil” diye erteleye erteleye partiyi iktidara taşıyan kadınların büyük çoğunluğunu ilgilendiren başörtüsü düzenlemesini tam 11 yıl sonra yaptı. 2014 seçimlerinde belediye başkanı adaylarının sadece yüzde 1,1’i kadındı, son seçimlerde ise bu oran yüzde 2,2’ye çıktı! Uzun yıllar zaten kadınlara mahsus görülen Aile Bakanlığı dışında 26 bakan içinde kadın bakan yoktu. Bir dönem güçlü bir figür olarak ve bu yüzden kısa bir süre Jülide Sarıoğlu’nu Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığında gördük. Şimdi ise yüzünü bile görmediğimiz Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan var.
Baskın yapılan evlerde kadınların iç çamaşırları ortalığa saçıldı. Meclis’te vekilliği ilk düşürülenler kadın vekiller oldu. Kürt kadınların bölgede cinsiyetçiliği de ırkçılığın bir versiyonu olarak deneyimlemesi, cinsiyetçiliğin bir ırkçılık yatırımı olarak nasıl işlediğini görebileceğimiz en berrak örnekleri sunuyor.
Sığınma evi sayıları ve sosyal yardımlardaki artış bu verilerle birlikte okunduğunda AKP’nin kadınlara ancak mağdur olarak tahammül edebildiğini çok açık gösteriyor. Verilen destekler kadınların erkeklerden bir şeyler talep edecek durumda kalması garantiye alınacak şekilde sunuluyor.
Eşitlik kelimesi tek tek bütün resmi metinlerden çıkarıldı. Eşitlikten korkmak kadınlardan korkmaktan başka nedir? Eşitlik, kadınların mağdur olarak destek alma talebinin ötesinde, bir özne olarak kendi hayatlarını düzenleyebilmesi iddiasıdır. Cinsiyetçilikle mücadele egemen olanın geri çekilmesine dair bir talep de içerir: Sadece kadınlar güçlenmeyecek, erkekler de el koydukları alanlardan geri çekilecek. Bu denli erkeklerin hakimiyetindeki ve siyasetinin doğası itibariyle kadınların özneleşmesine ancak belli ölçülerde açık olan AKP için kadın-erkek eşitliğinin kabulü neredeyse partiyi kapatıp gitmek anlamına geliyor.
Post-patriyarkal[5] bir siyasal rejim
AKP dönemindeki cinsiyetçiliği tanımlamak için iki kavramın açıklayıcı olacağını umuyorum: Pervasızlaşma ve kurumsallaşma. Kadınların sokaklarda kendilerini adeta devletin temsilcisi olarak gören tanımadıkları erkeklerce darp edildiği, sevgililerini ormanlık alanda darp eden valilerin kamuoyunun gözünden kaçırılıp merkez valisi yapılarak korunduğu, kadın eli sıkmayı ateş tutmaya benzetenlerin rektör, kadın gazeteciyi “apış arası”yla tehdit edenlerin vekil yapıldığı, tecavüze uğrayan kadınların kürtaj hakkı için “çocuğun ne suçu var, anası kendini öldürsün” diyenlerin yıllarca belediye başkanı olduğu, hakkında kadın katlettiği iddiası olan vekillerin alenen korunduğu bu siyaset cinsiyetçiliği gözümüzün içine sokuyor.
Post-faşizme[6] paralel olarak, cinsiyetçi düzenin de yeniden şekillendiği post-patriyarkal bir cinsiyet rejimi bu. Yeni rejimin farklarını şöyle değerlendiriyorum:
AKP’li kadın ve erkek siyasetçilerden demokratik haklarla ilgili söylemleri sadece köşeye sıkıştıklarında duyuyoruz. Zorda kaldıklarında, reddettikleri solun ve muhalefetin söylemsel araçlarına muhtaç hale geliyorlar. Bu konular olağan siyasetlerinin parçası değil. Buna rağmen, bütün haklar içerisinde kadın haklarıyla ilgili söylemlerin her zaman özel bir yeri oldu. Kadın seçmenleri muhafazakâr söylemlerle değil, kadınların hayatlarına ilişkin vaatlerle ikna edebildiler. Öte yandan, herhalde kadınlar ve LGBTİ+’lar üzerinden bu denli cinselleştirilen bir siyasi söyleme ilk defa bu kadar yoğun maruz kalıyoruz. LGBTİ+’lara sapık denmesindeki ironi, bu hükmün kadına bakınca kadın bedeninden, LGBTİ denince sevişen erkeklerden başka bir şey düşünemeyen sapkın bir ideoloji tarafından verilmiş olması.
Yine ilk defa ailecilik söylemi üzerinden böylesine örgütlü bir erkek hareketiyle karşı karşıyayız. Kadınlar ve LGBTİ+’lar görünür oldukça hırçın bir erkekçi hareketin de sesi yükseliyor. Feminizm ve LGBTİ+ karşıtlığı emperyalizmle mücadelenin başat unsuru olarak konumlandırılıyor. Tabii kadınlığın “makul” bir formu olsa da LGBTİ+’lar için böyle bir seçenek yok, o yüzden LGBTİ+’ların haklarının değil, varlıklarının hedef alındığı, eşcinsel olmanın emperyalizm uşağı olmaya yettiği bir söylem hakim. Buna bağlı olarak da bu dönemde kadın haklarının ötesinde, bizzat feministlerin, üstelik terörist ithamıyla, hedef alındıklarını görüyoruz.
Geçmişten farklı olarak kontra kadın yapıları kuruldu. Kadın hakları bu yapılarca farklı bir formda karşımıza çıkan kadın hakları söylemiyle hedef alınıyor. AKP (eşitlik yerine) adalet, hanımlık ve girişimcilik ekseninde kendi kadın hakları söylemini inşa ediyor. Kadınlar feminizme karşı olma performansları üzerinden takdir görebildikleri bir paradoks içinde kendilerine yer bulabiliyor. AKP’nin öncül partilerinden farklı olarak, kadınların alanlardan bütünüyle dışlanmadığı, belirli koşullar altında görünürlüklerinin desteklendiği bir rejim bu. Kadınlar açısından, Sırrı Süreyya Önder’in “bu ülkede Kürtler her şey oldu, bir tek Kürt olamadı” tespitine benzer bir durum söz konusu. Bu yönüyle, kişilerin kolektif haklarının reddedilerek bireysel haklarının desteklendiği liberal siyasetin başat bir örneğini görüyoruz.
Son bir nokta da; klasik faşizmden farklı olarak, post faşizmde kadınlar siyaset yapan erkeklerin ve partilerin bakıcısı konumundan çıkarak daha aktif rol alıyor. AKP’yi iktidara taşıyan en temel güç kadınlar oldu, bugün hâlâ Türkiye’de kadınlardan en çok oy alan partinin AKP olduğu ifade ediliyor. Buna rağmen, kadınların yaratılan servetin bölüşümündeki rolleri alt sınıfta sosyal yardımların, üst sınıfta refah ve zenginliğin küçük tüketicileri olmaktan ibaret kalıyor.
Feminizm ve LGBTİ+ karşıtlığı emperyalizmle mücadelenin başat unsuru olarak konumlandırılıyor. Tabii kadınlığın “makul” bir formu olsa da LGBTİ+’lar için böyle bir seçenek yok, o yüzden LGBTİ+’ların haklarının değil, varlıklarının hedef alındığı, eşcinsel olmanın emperyalizm uşağı olmaya yettiği bir söylem hakim.
AKP’nin ekonomik hikâyesinin gömülü yüzü: Adam(lar) kazandı
Türkiye’de dramatik ölçülerde derinleşen ekonomik eşitsizlik salgın sürecinde daha çok gündeme getirilir oldu. Ekonomik eşitsizlik temel olarak gelir ve servet eşitsizliği üzerinden ele alınıyor. Marksist metodolojiyi diğer metodolojilerden ayıran en önemli farklardan biri eşitsizliği sadece sosyal mobilizasyon ve hakların gerçekleşmesiyle sınırlı tutmadan, sınıfların (patron-işçi, erkek-kadın vs.) arasındaki mesafelere bakması. Gelir ve servet eşitsizliği verileri bu açıdan önemli bir imkân sağlıyor.
Gelir ücret, maaş, kâr, faiz ve rant başta olmak üzere belli bir zaman aralığında edinilen para. Servet (biriktirilmiş zenginlik) ise yine belli bir zaman diliminde edinilmiş olan mal ve mülk (ev, araba, banka hesabı, tahvil, eşya vs.). İktisatçı Ahmet Tonak servet birikimini “harcayamayacağı kadar geliri olmak” şeklinde tarif ediyor.[7] Evet bu, harcayabileceği geliri olmayanlarla harcayamayacağı kadar geliri olanlar arasındaki farkla ilgili bir mesele. Bu, kadınlarla erkekler arasındaki meselelerden de biri. Peki, dikey ve yatay haklar arasındaki gerilimi kadınlar nasıl deneyimliyor? Geçinmek her gün daha çok zorlaşırken ve şiddet tırmanırken, erkeğe maddi bağımlılığın artması ne anlama geliyor?
Credit Suisse verilerine göre, 2018 itibariyle ülkedeki en zengin yüzde 10 toplam servetin yüzde 81’ine sahipken, geriye kalan yüzde 90’lık nüfus da toplam servetin 19’unu bölüşmek zorunda. 2015’te Türkiye gelir eşitsizliği açısından 39 ülke içinde sondan beşinciydi; bugün gelir eşitsizliği tam olarak iki katına çıktı. Salgın döneminde milyoner sayısı tüm dünyada arttı. Türkiye’de bu sayının 30 bin 470 kişi daha arttığı iddia ediliyor. Kamu Maliyesi uzmanı Mustafa Durmuş bankalardaki mevduatların faiz gelirlerinden asgari ücretliden alınan kadar dahi bir gelir vergisi alınmadığını, borsadaki servetten elde edilen gelirlerdense herhangi bir vergi alınmadığını hatırlatıyor. Sonuç olarak, bugün Türkiye’de 1 milyon TL ve üzerinde mevduata sahip 250 bini aşkın kişi olduğunu ifade ediyor.[8] Peki, bu sayının kaçı kadın? Soruyu şuradan sormak daha doğru, yoksul ve yoksulluk riskiyle karşı karşıya olanların ne kadarı kadın? Maalesef, gelir ve servet bölüşümü üzerine yapılan çalışmalarda, tablo bu açıdan çok dramatik olduğu halde, bu mesele hep atlanıyor.
Kadınların gelir ve servet eşitsizliği içindeki konumunu net biçimde görebilecek yeterli veriye sahip değiliz. Ancak, başka verilerden yola çıkarak bir tahminde bulunmak mümkün, zira rakamlar zorlama yorumlara gerek bıraktırmayacak kadar açık: Üç yıl öncesinin rakamlarıyla, kadınların yüzde 62,5’inin, erkeklerin ise yalnızca yüzde 5,4’ünün kişisel bir geliri yok.[9] Her yüz kadından en az 70’i hâlâ çalışmıyor. Çalışan her dört kadından biri ise kadın emeğinin değersizleştirilmesinin bir sonucu olarak, kayıt dışı, güvencesiz koşullarda çalışıyor. Konut edinen her yüz kişiden 70’i erkek, 30’u kadın. Özetle, yoksulluk kadınlaşıyor, çalışma yaşamı tamamen erkeklere tahsis edilmiş, ailede edinilen konutlara erkekler el koyuyor. Kadınların büyük çoğunluğunun güvencesi erkeğe bağlı, geleceği kırılgan. Kadına şiddeti böylesi kırılganlık şartlarında tartışıyoruz ve post-faşizmin beslenme kaynağı olan belirsizlik, kadınların maddi olanakları açısından bakıldığında dramatik ölçülerde derin.
Şimdi bu verileri biraz açalım. AKP iktidarı boyunca servet üretimi gayrimenkul üzerinden oldu. Maksat, AKP’nin yeni erkek sermaye sınıfı asıl rantı alırken kadınları TOKİ eliyle dağıtılan konutlarla ve kredilerle tüketimi arttırarak memnun etmekti.[10] Ancak, veriler hem alt sınıf kadınların bu “nimetten” faydalanamadığını, hem de dağıtılan konutların tapusunun büyük oranda erkeklerin üzerinde olduğunu gösteriyor.[11] Konutta Kadın Gücü araştırmasına göre, konutların sadece yüzde 30’unu kadınlar alıyor. Çünkü çalışmanın kadınlar için marjinalleştirilmesi, çalışan çalışmayan tüm kadınların evdeki ve işyerindeki hayatını (emeğinin değerini, çalışma koşullarını, gelir ve servet bölüşümünü, bedensel haklarını vs.) etkiliyor.
Eşlerine bağlı olarak göreceli ve kırılgan bir zenginlik yaşayan kadınlar için de durum farklı değil. Zengin bir kadın olabilirsiniz, kocanızdan/baba evinden ayrılana kadar. AKP için seçim çalışması yürüten kadınlarla yapılan birçok söyleşide, kadınlar kocalarının eriştikleri güç nedeniyle daha sadakatsiz, doyumsuz ve umursamaz hale geldiğini anlatıyor. Muhafazakârlığın erkekleri kontrol altında tutacağını umut ediyorlardı. AKP’li siyasetçiler de kadınlara bu konuda vaatte bulundu: “Erkekleriniz size sahip çıkacak, evde daha şefkatli olacak…” Benzer şekilde, artan tecavüzlerin kaynağının cinsiyetçilik değil Batılılaşma temelli yozlaşma olduğu vaaz edilirken, pek çok kadın muhafazakâr düzenin evlatlarını koruyacağını umut ediyordu. Feminist yazar Andrea Dworkin de muhafazakâr kadınların bu tür siyasetlere verdiği destekte muhafazakârlıklarının onları erkek şiddetinden koruyacağı düşüncesinin önemli bir yer tuttuğunu yazmıştı.[12] Otoriterliğin yükselişiyle, dışsal güvenlik sorunları ve şiddet karşısında halklar güç kaynağı olarak gördükleri otoriter liderlere doğru yaklaşırken, kadınlar da aynı sebeple erkeklere doğru yaklaşıyordu. Feminizm işte bu zinciri kırdı! Şimdi kadınların önemli bir kısmı bu ideolojinin erkekleri kontrol altında tutmak bir yana, kadınları daha çok kontrol altına almaya yöneldiğini, onları bu “gözü hep dışarıda” erkeklere bağımlı hale getirdiğini görmeye başladı. Ancak görmek, gördüğünün gereğini yapmaya yetmiyor.
AKP’nin öncül partilerinden farklı olarak, kadınların alanlardan bütünüyle dışlanmadığı, belirli koşullar altında görünürlüklerinin desteklendiği bir rejim bu. Kadınlar açısından, Sırrı Süreyya Önder’in “bu ülkede Kürtler her şey oldu, bir tek Kürt olamadı” tespitine benzer bir durum söz konusu.
İstatistiklerde, kadınların ev işi ve bakımla ilgili yükümlülükleri üstlenmeleri ev dışında çalışamama nedenleri arasında başı çekiyor. Üstelik bu durum yavaş yavaş bir tercihe dönüşüyor. “Artık ev işleriyle meşgulüm” diyen kadınların sayısı son bir yılda yüzde 46 artış gösterdi. Unutmayalım, –çalışma koşullarının güvencesizliği bir yana– özellikle Türkiye gibi bir ülkede çalışmanın kadınlar için sosyo-psikolojik işlevleri söz konusu. Ama ücret eşitsizliği o kadar yüksek, çalışma koşulları o kadar ağır ve kreşler o kadar pahalı ki, evde kalmak makul bir seçenek haline geliyor.
AKP’nin kadınlarla ilgili baskıcı söyleminin kadınlar arasında karşılığı olmadığını savunanlar var. İktidarın beklediği düzeyde karşılık bulamamış olabilir bu söylem, ancak hiçbir karşılığı olmadığını söylemek de doğru değil. Evet, ekonomik gidişat nedeniyle bazı politikaların (üç çocuk gibi) hayata geçmesini engelleyen bir zemin oluştu.[13] Ancak, yine de söyleşilerde kadınların örneğin yönetici olmaması gerektiğini, “evinin kadını” olmak istediğini söyleyen, kadınların erkeklere cevap vermesinden memnuniyetsizlik duyduğunu ifade eden kadınların giderek arttığını görmezden gelemeyiz. AKP’nin tabi kılarak özneleştirme[14] yoluyla bir kadın profili yaratmakta, kısmen ve belki geçici de olsa, bir noktaya geldiğini söyleyebiliriz. Şunu unutmayalım, Türkiye’de her 100 kadından 70’i evde. Medyanın AKP’nin tek sesi haline dönüştüğü bir ortamda bu, AKP propagandasına fazlasıyla maruz kalmak anlamına da geliyor. İkincisi, Türkiye’de yoksulluk sınırında olanların oranı pandemi öncesinde bile yüzde 70’lere yaklaşıyordu. Aile Bakanlığı bütçesinin yüzde 80’inin sosyal yardımlara ayrıldığı göz önünde bulundurulduğunda, özellikle evde bakım yardımıyla kadınların yıllardır ücretsiz yaptığı bir işe yardım adıyla da olsa bir karşılık verilmesi, elbette kadınlar açısından önemli olacak. AKP farklı ülkelerde kadınların iş yaşamına katılımını artırmak için uygulanan düzenlemeleri dahi kadınların cinsiyetçi rollerini güçlendirmek için bir strateji olarak kullandı. Çalışan annelere yapılan nakit transferi programı kadınların çalışmasından ziyade, çalışan kadınların anne olmasını teşvik etmek amacıyla hazırlandı. Diyebiliriz ki, AKP cinsiyetçi kadın rollerini görece konforlu hale getirdi.
Feminist siyaset bilimci Fatima Mernissi muhafazakâr toplumlarda kadınların kamusal alana çıkabilmesinin üç meşru aracı olduğunu söylüyor: Başörtüsü takmak, aileyle çıkmak ve kutsal mekânları ziyaret etmek. Buna çalışmayı da ekleyebiliriz. Bir araya geldiğim işçi kadınlar cumartesileri arkadaşlarıyla gündüz vakti bir parka gidip çay içmesine bile izin vermeyen kocalarının, eve para getirmek söz konusu olunca, nasıl gece mesaisini bile dert etmediğini anlatırdı hep. Sosyolog Sevinç Doğan’ın çalışmasında ise bu meşruiyet kaynaklarına bir yenisinin eklendiğini gördük: AKP’li olmak.[15] Kadınlar parti çalışmaları yaparak mahallelerinde statü kazandı, değer gördü. AKP’nin talep ve vaatlerinin, içeriğiyle olmasa da yöntem olarak, kadınlarla ilişkisinde diğer partilere göre daha feminist olduğu söylenebilir. Kadınları toplayıp siyasi vaazlar vererek slogan attırmak yerine, kadınların bir araya gelmesinin gücünün farkına vardılar ve buna değer verdiler. Kadınları doğrudan etkileyen gündelik hayatla ilgili problemler bir tek AKP’de siyasi mesele olarak karşılık buldu. Sonuç olarak, AKP sadece duygulara yatırım yapma yoluyla değil, bunların maddi ve sosyal temellerini de oluşturarak kadınları koşullu bir hayata sıkıştıran siyasete dair arzu yarattı.
Burada Hannah Arendt’e kulak verelim. Arendt totalitarizm üzerine değerlendirmelerinde faşizm sonrası dönemde insanların sofra adabını değiştirdiğinden daha hızlı bir şekilde tutum değiştirdiğini yazar. Yani otoriteye yakınlığın, aslında otoritenin gölgesinde kalarak onun şiddetinden kaçınma stratejisinden fazla bir şey olmaması, otoriter dönemlerden sonra gündelik tutum ve davranışlardaki geçişi, demokrasiye yönelimi de hızlandırıyor.
Hayatımızın önemli dönemeçlerinde, kendimizi yalnız hissetmemenin önemini biliyoruz, feminizm kadınlara yalnız olmadıklarını hissettiriyor. Öte yandan, feminizm açısından güçlenme, yaşam koşullarının iyileşmesiyle sınırlı değil; kadınların ve LGBTİ+’ların siyasal, sosyal ve ekonomik kaynaklara erişebilir, bağımsız bir hayat kurabilir ve en önemlisi kritik zamanlarda kritik kararlar verebilme konumuna erişebilir olmasıyla ilgili. Bu yüzden, Türkiye ekonomisine ilişkin değerlendirme ve önerilerde bu meselelerin atlanmaması artık kadınlar için hayat memat meselesi ve bu sadece feministlerin yükümlülüğü de değil. Özellikle vatandaşlık geliri, neredeyse kadın ücretine dönüşen asgari ücret karşısında kadınlara bir hareket alanı sağlayabilir.[16]
Kadınların yüzde 62,5’inin, erkeklerin yüzde 5,4’ünün kişisel bir geliri yok. Her yüz kadından en az 70’i çalışmıyor. Çalışan dört kadından biri kayıt dışı, güvencesiz koşullarda çalışıyor. Konut edinen 100 kişiden 70’i erkek, 30’u kadın. Özetle, yoksulluk kadınlaşıyor, çalışma yaşamı tamamen erkeklere tahsis ediliyor.
Faşizm üzerine çalışan Jason Stanley yeni-faşist rejimlerin en önemli ayaklarından birinin nostalji çağrısı olduğunu hatırlatıyor. Trump’ın “Amerika’yı yeniden güçlü ülke yapacağız” sloganı ya da Erdoğan’ın Yeni Osmanlıcılık söylemi böyle bir çağrı. Bu nostaljik çağrının ardındaki diğer bir nostaljik çağrı ise “erkekliği yeniden egemen kılacağız” çağrısı. Aşırı sağcı popülizmlerin yükselmesi üzerine yapılan çalışmalarda vurgulanan önemli noktalardan biri bu rejimlerin bir tepki siyasetinin ürünü olduğu. Yani, yatay eşitliğin (kadın hakları, etnik haklar vb.) genişlemesi ile dikey eşitsizliğin (sosyal ve sınıfsal eşitsizlikler) genişlemesi arasındaki çatışmaya gösterilen bir tepki. Çeşitli kültürel ve sosyal haklar elde etmiş olanların bile kendilerini güvencesiz hissettiği bir gelecek tahayyülü hakim. Erkeğin bir yurttaş ve işçi olarak iktidarının sarsıldığı alanların dışında, bir diğer alanda, evde iktidarını korumaya yüklendiği de çokça yazılıp çizildi. Burada meselemiz hem feminizmi hem de sınıfsal hakları güçlendirerek bu çatışmayı geçersiz kılıp kılamayacağımız.
Ayrıca, ırkçılık ve ekonomik eşitsizlikle mücadele olmadan cinsiyetçi rejimi de post-faşizmi de sarsmak zor görünüyor. Cinsiyet rejimi üzerinden temel siyasal gerilimler üreten bu eril restorasyonla mücadele başka siyasal hareketlerin de bu konuda adım atmasını gerektiriyor.
Cinsiyetçi ulusötesi ittifaklar ve temsil siyaseti
Cinsiyet rejimi AKP’yi diğer post-faşist rejimlerle de bağlayan özelliklerin başında geliyor. Kadınları ve LGBTİ+’ları hedef alan siyasetçilerin sayısındaki artış tüm dünyada dikkat çekiyor. Cinsiyet rejimi sağ ve sol siyasetler arasındaki farkı belirleyen en önemli değişkenlerden biri olarak daha da belirgin; nafaka, şiddet, kürtaj gibi konular siyasi söylemin ideolojik damarını belirliyor. Siyaset maço siyasetçiler ve erkekçi siyaset stratejileriyle kuşatılmış durumda. Maçoluk iddialı bir siyasetçi olmanın giderek daha da belirginleşen bir unsuru. Trump’ın bu konudaki ünü malûm. Bolsonaro kız çocuğu sahibi olmayı zayıflık olarak tanımlayan, oğlunun eşcinsel olmasındansa ölmesini tercih edeceğini söyleyen, Kongre’de bir kadına “sana tecavüz etmezdim, çünkü –çirkin olduğun için– hak etmiyorsun” diyebilen biri. “Tecavüz şakaları”yla ünlü Duterte de mini etek giyen bir kadın siyasetçiyle ilgili gazetecilere “siz de gelin, uzak kalmayın” türünden “şakalar” yapmak gibi çok sayıda vukuata sahip. Bu birkaç örnek dahi, post-faşizme karşı sadece eylemlere dayalı olmayan, aynı anda birkaç ülkede eylemler gerçekleştirmenin ötesinde, uluslararası bir feminist dayanışmanın ortak gücünü ve enerjisini zaman zaman belli ülkelere yığacağı sürekli bir örgütlenmenin önemine işaret ediyor.
Son dönemde AKP’li kadınların sesinin yükselmesi, parti içindeki kadınların örgütlü sesinin duyulur olması açısından çok önemli. Ancak bu, Türkiye’de kadınlar aleyhine bir siyasetin örgütlenmesinde AKP’li siyasetçi kadınların da önemli rollerinin olduğu gerçeğini göz ardı etmeyi gerektirmiyor. Meclis komisyonlarında AKP’li vekillerin çocuk yaşta evlilikleri nasıl savundukları, HDP’li kadın siyasetçilere yönelik cinsiyetçi tutumların nasıl arkasında durdukları ve en önemlisi Kürt coğrafyasında kapatılan kadın örgütlerinin üzerine çökerek hemen KADEM şubeleri açtıkları unutulmamalı. Hangi ideolojiden olursa olsun, bir insanın kadının ve LGBTİ+ olması nedeniyle yaşadığı sorunlara karşı mücadele etmek, onların koşulsuz biçimde yanında olmak ve parti içinde yalnız bırakmamak elbette feminist mücadelenin bir gereği. Ancak, feminist ittifak sırf kadın oldukları için faşizme ve cinsiyetçi siyasete yaptıkları katkıyı görmezden gelmeyi gerektirmiyor. Bunun spesifik bir alandaki mücadele adına göz ardı edilmesini de Kürt kadınlara yapılanların değersizleştirilmesi ve güvenilir olmayan bir ilişkiye bel bağlamak olarak görüyorum. Ayrıca, bu denli merkezileşmiş bir siyasette, siyasetçilerin etkisi de olduğundan fazla görülebiliyor.
Bu yüzden, feminist ittifakın nihai olarak feminizme saldıran bir siyasetin içine değil, ulusal ve uluslararası düzeyde, radikal demokrasi temelinde örgütlenmiş bir hat temelinde genişlemesi daha doğru bir strateji olabilir. İkinci kez duyurulan, ancak henüz güçlü bir çıkış yapamayan Proggressive International gibi karma yapılar da, feminist bir siyasetin merkezi önemini henüz yeterince kavramamış görünse de, böyle bir mücadelenin adreslerinden biri olabilir. Neredeyse “hastalananlar hep işçi, onlara bakanlar ve iyileştirenler çoğunlukla kadın” diye sloganlaştırabileceğimiz bu salgın dönemi de işçilerin ve kadınların hayatlarını merkezine alan bir siyasetin önemini ortaya koyuyor. Özetle, demokratik muhalefetin feminist mücadelenin önemini kavraması gerekiyor.
Kadınları doğrudan etkileyen gündelik hayatla ilgili problemler bir tek AKP’de siyasi mesele olarak karşılık buldu. AKP sadece duygulara yatırım yapma yoluyla değil, bunların maddi ve sosyal temellerini de oluşturarak kadınları koşullu bir hayata sıkıştıran siyasete dair arzu yarattı.
Öte yandan, post-faşizmin etkisi, siyaset üretme ve yönetme tarzı üzerinden bakarsak, sağ siyasetle sınırlı değil. Muhalefet de iktidarla baş edebilmenin yollarını çoğu zaman maço bir siyasette arıyor. Maskülen siyaset annelik dışında kadınsı görünen her şeyi değersizleştiren, demokratik değerlere, doğa ve hayvanlarla ilgili meselelere “pembe politika” muamelesi yapan bir siyaset. Siyasi konuşmaların çoğu “erkek muhabbeti”nden farksız. Ahlakçı, içine/eleştiriye kapalı, merkeziyetçi, hep bir kahraman arayışı içinde ve karizmatik liderlik üzerine kurulu bu siyaset yapma tarzı kadınların bir kısmı, feministlerin ise neredeyse tamamı için formel/aktüel siyaseti barınılması zor bir alan haline getiriyor. AKP’nin kendi tarihinde istikrarlı olan cinsiyetçi politikalar, kamusal söylemlerle olmasa da, siyaset yapma biçimiyle, ahlakçı, haset ve rekabet üreten kodlarıyla diğer partiler arasında da süreklilik arz ediyor. Tabii burada sahte bir denklik yaratmamak adına, AKP örgütlerine neredeyse cinsiyetçilik konusundaki puanlarına bakarak üye seçildiğini iddia edebilecek düzeyde durumlara şahit olduğumuzu da ekleyelim.
Bu tablo bize kadın haklarına dair kazanımların ötesinde aktüel siyasetin feminist ilke ve yaklaşımlardan nasiplenmesi gerektiğini gösteriyor. Fakat maalesef Türk ve Kürt solu feminizme, hükümete isyan ettiğinde devrimci, kendilerine eleştiri ve öneriler getirdiğinde liberal muamelesi yapıyor. Partiler ve feminizm arasındaki ilişki temsil siyasetinin ötesine geçemiyor. Bunun sonucu olarak da kadınların ihtiyaç ve değerleri ancak çeşitli siyasi hedefler için araçsallaştırılarak yer bulabiliyor. Kadınların partiler içindeki “halkla ilişkilerci” pozisyonu devam ediyor; kadın siyasetçiler, muhafazakâr Türkiye toplumunda evlere girebilmenin aracıları olarak görülüyor. Diğer bir sorun, sol partilerin LGBTİ+ konusundaki tedirginliği. Toplumun bu konuya hazır olmadığı düşünülüyor, ama aslında sorun partilerin bu hakları uğruna mücadele etmeye değer görmemesi, kendi içlerinde bu konuları tartışamaması. Kendileri ikna olmadığı için toplumu da ikna edemiyorlar. Yoksa dini söylemin siyasal alanı yuttuğu bir dönemde, din temelli yozlaşmanın devlet eliyle örüldüğü bir coğrafyada, laikliği ilkesel olarak benimsemiş CHP’nin, kadınların özgürlüğünü toplumun önemli bir kısmına kabul ettirmeyi başaran HDP’nin bu konudaki tutukluğunu başka türlü izah etmek zor.
AKP’nin izlediği stratejilerin başında siyaset algısını daraltmak (merkezde oy vermek, yerelde hizmet) geliyor. “Siyasal olan nedir?” gibi bir soruyu merkezine alan feminizmin siyaset iddiasıysa çok daha büyük. Feminizm tam tersine, özel olanın da politik olduğunu söyleyerek hem politik alanı genişletir hem de gündelik sorunların “büyük” siyasi söylemlerin ardında değersizleştirilmesine karşı çıkar. İkincisi, duygular feminist siyasette merkezi bir yer tutar. Son olarak, feminist hareketler ilişki içinde oldukları toplumsal hareketleri siyaset yapma tarzları açısından önemli demokratik dönüşümlere uğratır. Bu nedenle, hem siyasetin feministleşmesi hem de ittifakların feminist siyaseti merkezine alarak genişlemesi faşizme karşı mücadelenin acil ihtiyacı.