2021 MÜZİKLERİNDEN NE KALDI?

Merve Erol
1 Ocak 2022
Floating Points & Pharoah Sanders, Low, Nick Cave & Warren Elis
SATIRBAŞLARI

Pandemi belki en çok müziği ve sahne sanatlarını vurdu. Yine de müzik durmadı, üstelik bu sene bir fenomen hasıl oldu. Müzik dergilerinin ve sitelerinin geleneksel yıl sonu oylamalarının ortalamasına göre ilk üç aşağı yukarı belliyken, ilk yirminin geri kalanını neredeyse tamamen kadın şarkıcılar ve şarkı yazarları kapladı.

Mojo’nun ve Time’ın birincisi, Uncut ve New Yorker’ın ikincisi Floating Points – Pharoah Sanders işbirliği Promises’ı herhalde başa yazmak gerek. Dokuz şarkıdan değil, dokuz “muvman”dan oluşan albümü Express’in yaz sayısında “zaman mevhumuna takla attıran bir çalışma” diye nitelemiştik.

İkinci sırayı Minnesotalı ikili Low’un hayli soyut bir rock’a kapı açan 13. albümü Hey What alabilir. Üçüncü basamak ise sıralamalarda yeri ve yayın dağılımı açısından Nick Cave ve Warren Ellis’in son yıllarda pek sevdikleri film müziklerinin ardından ikili olarak yaptıkları ilk stüdyo albümü Carnage’a gidebilir. Listenin bundan sonrası, poptan deneysel sulara, tamamen kadınlara ait.

Çok da aralarında hiyerarşi gözetmeden, genel intiba halinde bir sıralama halinde bu bahiste ilk sözü The Weather Station’ın Ignorance albümüne verelim. Nihayetinde Uncut’ın ve New Yorker’ın birincisi o. Grubun tek sabit elemanı Toronto sakini Tamara Lindeman yalın folkunu yıllar içinde farklı enstrümanlarla genişletti ve bu sefer hakikaten “eşik atladı”. Express’in bahar sayısının Müzik Dolabı sayfalarından şu satırlarla kendisini hatırlayalım: “Lindeman’ın sözleri hem bireysel hem komünal düzeyde işlev gören sözler. Örneğin ‘Separated’ın birbirine sırtını dönmüş karakterleri ya da ‘Loss’a adını veren kayıp hissi parçalanan bir sevgi ilişkisinin ötesinde toplum olarak birbirimizle ve gezegenle kurduğumuz bağı da işaret ediyor… Lindeman’ın amacı tıpkı tam iki sene önce yitirdiğimiz Agnès Varda gibi göstermekten ziyade görme isteği uyandırmak…”

Bu hattaki bir başka grup Londra’dan Dry Cleaning, fakat ilk albümleri New Long Leg esasen bir genç kadının eserine fon teşkil ediyor: Çağdaş sanatla meşgulken sözü ve sesi için bu gitar-bas-davul terkibine davet ettikleri Florence Shaw, arkadaki harika post-punk dekorunun üzerine siz deyin Joy Division’dan, biz diyelim Kat Onoma’dan aşina bir üslûpla şiirlerini dans edilebilir bir rock formatına büründürüyor… St. Vincent bu kuşağın artık ablası sayılır, yıllardır olduğu gibi bu senenin de öncü sound’u ona düşüyor. David Byrne’le yaptığı Love This Giant dahil bu yedinci albümü Daddy’s Home’da sıkı bir diskoyla rahat bir rock arasında geziniyor, bir elektro-kabare kurarak zamanımızın, yani tam da bugünlerimizin fotoğrafını çekiyor. Daha ilk şarkıda, “Pay Your Way in Pain”de, yemek yiyecek, bakıyor ki parası yok. Bankaya gidiyor ki hesabı sıfırlanmış. Bari diyor, parka gideyim, çocukların neşesi iyi gelir, annelik mülkünü kuşanmış kadınlar sarıyor etrafını, “bu kıyafetle ne işin var burada” diye… Geçinmekle eğlenmek, varoluvermekle bir hakikat edinmek arasında kalakalmış dürüst şarkılar bundan sonrası…

Lana Del Rey on sene önce adını ilk duyurduğunda ne güzel hafif r&b marşları üretecekti sanki, dansa veya salınmaya uygun düşen cinsten. Hiç de öyle olmadı, koca bir endüstriye rağmen tamamen kendine has bir tekinsiz bir “California gotiği” yarattı. Amerikan rüyası denen şeyden istikrarlı ve müdanaasız bir dişil yabanilik çıkarıyor hâlâ, hem bu listeye konu olan Chemtrails Over The Country Club’da, hem de daha dumanı tüten müthiş Blue Banisters’da…

Kısa notlarla ilerleyip gerisini sizin müzikal serüveninize bırakalım… Heaux Tales’de cinsel özgürlük hakkını ve Siyah bir kadın olmanın gururunu aynı anda okkalı bir r&b’yle arayan Jazmine SullivanSometimes I Might Be Introvert’te aynı arayışı  Londra sokaklarında yaylı aranjmanlarıyla sinematik bir hiphop’a taşıyan Little Simz… Annesinin ölümünün ardından hüzne boğulan müziğini yeni albümü Jubilee’de tempolu bir pop-rock’a evrilten, romantik ilişkileri sorgularken zıtlıklara, çelişkilere düşmekten korkmayan, hatıratını da bu sene yayınlayan Kore asıllı Amerikalı  Michelle Zauner, veya artık kendi ismiymiş gibi benimsenen Japanese Breakfast… İkinci albümü Fatigue’de diğer genç kadınların aksine popa değil, avangard bir deneyselliğe meyleden, buluntu seslerle, sokak gürültüleriyle stüdyo hünerlerini buluşturan Brooklyn’li multi-enstümantalist Taja Cheek, daha doğrusu L’Rain…  İnce işçilikle şarkılara yedirilmiş disko sound’unu öfke anlarında sert gitar riff’lerine kurban etmekten imtina etmeyen, ikinci albümü Valentine’da ruhunun kapılarını ardına kadar açan Snail Mail… Şiirden müziğe gelen, ilk albümü Collapsed in Sunbeams’de Britanya’nın siyah müzik ve soul geleneğini tepe tepe kullanan, trip hop edasını zamanımıza geri çağıran Arlo Parks…  Disney oyuncusuyken daha 18 yaşında şarkı yazarlığı yeteneğini gösteren, Rolling Stone ve Billboard’un bir numarasına yerleşen, kuşaktaşlarının sorularını ve açmazlarını dinamik bir popa dönüştüren, Sour’daki şarkıları milyonlarca dinleyiciye ulaşan Olivia Rodrigo… İkinci albümü An Overview on Phenomenal Nature’da caz dokunuşları belirgin, olgun ve sakin bir folk üreten Cassandra JenkinsVulture Prince’de kulağına aşina Pakistan ezgileriyle caz ve blues’u buluşturarak dünya müziği çerçevesine en uyan albümü yapan Arooj Aftab… Sonra PinkPantheress, Adele, Lucy Dacus, Doja Cat, Julien Baker

Müzik dergilerinin yıl sonu değerlendirmelerinin tepelerinde bu denli kadın müzisyen yoğunluğu herhalde ilk defa görülüyor. Birçoğu ilk albümünü bu sene yayınlamış olan, kalemleri, ifadeleri, prodüksiyon zevkleri güçlü ve keskin tercihlere dayanan bu genç kadınlar, sevgilileriyle ilişkilerini masaya yatırır gibi göründükleri anlarda bile, içinde bulundukları toplumu, şehri, iklimi sorgulamaktan, hemcinslerini güçlendirmek için kızkardeş dayanışması şifreleri üretmekten geri durmuyorlar. Siyaset eril ve sömürgeci diliyle dünyayı kuşatırken kadınlar başka alanlarda olduğu gibi müzikte de başka bir dünya yaratıyorlar, üstelik bunu genellikle dans edilebilir, neşeli, kinayeli, icabında öfkeli ritmlerle yapıyorlar…

Erkekler mi ne yapıyor? Onlar da fena değiller. Black Country, New Road ve Turnstile punk’a yakın sesler ararken, The Coral özlediğimiz rock sound’unu yukarı taşıdı, John Grant ve War On Drugs istikrarı korudu. Richard Dawson & Circle Henki’de deneysel bir rock uyumu yakalarken Sons of Kemet ve Mdou Moctar caz ve dünya müziği klasmanlarını bu listelerde temsil etti, Tyler, The Creator’ın hip hop prodüksiyonundaki mahareti nihayet gerçek mânâda teslim edildi.

İhtiyarlara yer olmaz olur mu? Beatles belgeseli Get Back sağolsun, zaten her şeyin başladığı yerdeyiz. David Crosby yıllar sonra gelen albümüyle tam not aldı, Robert Plant Alison Krauss’la yeniden country-folk sularına daldı, Crazy Horse’la yeniden buluşan Neil Young bir yandan da arşiv serisini geliştirmeyi sürdürüyor, Paul Weller deneysel rock’unu Style Council sularına sokuyor.

Velhasıl dünya değişiyor. Umalım ki sert rock riff’lerinin kırılgan erkeklerinden eleştirel pop ve soul’un güçlü kadın kişiliklerine doğru. Kulak kesilelim…

1+1 Express, sayı 178, Kış 2021-22

^