BURHAN SÖNMEZ İLE EVÎNDARÊN FRANZ K. / FRANZ K. ÂŞIKLARI ÜZERİNE

Söyleşi: Adem Özgür
9 Ocak 2025
SATIRBAŞLARI

Haymana’nın elektriksiz bir Kürt köyünden başlayan, İstanbul ve Avrupa’ya uzanan yolculuğunuzda, çocukluğunuzdan itibaren annenizden dinlediğiniz Kürtçe hikâyeler ve dengbêjlik kültürü edebi kimliğinizin temellerini nasıl şekillendirdi? Köyünüzü hâlâ ziyaret ediyorsunuz, bu ziyaretlerde neler hissediyorsunuz?

Burhan Sönmez: Bu aralar çokça gündemde olan bir dizesi var şair Louise Glück’un: “Dünyaya bir kez, çocuklukta bakarız. Gerisi hafızadır.” Belleğimiz güçlüdür ve o gücünü geçmişe, yani çocukluğa doğru gittikçe pekiştirir. Yaşlanmak, biliyorsunuz, değişikliklerden hoşlanmamaktır. Köye her gidişimde, bir şeylerin değiştiğini, yenilendiğini veya tümüyle yıkılıp yok olduğunu görüyorum. Çocukluk oradadır, insan kendi çocukluğunu ve onun mekânını belleğine sadık biçimde hayal eder.

Türkçe beyaz ise, Kürtçe kırmızıdır. İki rengi karşılaştırmak mümkün değil. Her dil kendi rengi ve duygusuyla var olur. Dil tercüme edilebilir, ama hissedilemez. Dilleri birbiriyle kıyaslayamaz veya tartamayız. Kürtçenin duygusal derinliği benim için bir dilden de öte, bir varoluş biçimidir.

Evîndarên Franz K. (Lîs Yayınevi) ve Franz K. Âşıkları (İletişim Yayınları) adlı son romanınız 2024 yılında Kürtçe ve Türkçe olarak okurlarla buluştu. Romanınızı iki dilde yazarken yaşadığınız deneyimler dilin sınırları ve imkânları hakkında size neler düşündürdü? Her iki dilde de aynı duygusal derinliği ve edebi tınıyı yakalayabildiğinizi düşünüyor musunuz?

Mesela, Türkçe beyaz ise, Kürtçe kırmızıdır. İki rengi karşılaştırmak mümkün değil. Her dil kendi rengi ve duygusuyla var olur. Kürtçede söylenen bir ağıdın veya yapılan bir esprinin diğer dillerdekiyle aynı olması beklenemez. Dil tercüme edilebilir, ama hissedilemez. Hissettiğimiz şey, kendi dilimizdeki bir hissiyattır. Çünkü hissetmek, kültürel bir varoluş halidir. İngilizce yazdığımda da bunu seziyorum, her dil özel ve yegânedir. Bu dilleri birbiriyle kıyaslayamaz veya tartamayız. Kürtçenin duygusal derinliği benim için bir dilden de öte, bir varoluş biçimidir.

Kitabınızın Türkçesinin kısa sürede yayınlanması bazı tartışmalara yol açtı. Bu eleştiriler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bazı arkadaşların bu tür yorumları oldu, yani “neden Türkçesini daha geç yayınlamadın?” veya “Türkçesini de kendin yazmak yerine neden tercüme olarak yayınlamadın?” diyenler oldu. Ben beş Türkçe roman yazdıktan ve elli yaşını geçtikten sonra, oturup Kürtçemi ilerletmek için gramer çalışarak, kendi hayalimi gerçekleştirme yolunda bir adım attım ve Kürtçe bir roman yazdım. Aslolan budur. Gerisi, ikincil meselelerdir. Eğer bu görülmüyorsa veya görülmek istenmiyorsa, benim elimden bir şey gelmez. İkincil meseleleri asli meseleymiş gibi düşünmek, gerçeği görmemizi engeller. Herkes benim gibi yapsın demiyorum, herkesin kendi yolu farklı olacaktır. Ama benim yolum bu.

Bir başka açıdan, benim kişisel çabam, Kafka’nın yarım kalan hayalini de tamamlamaktır. Biliyorsunuz, Kafka Praglıydı ve Almanca yazıyordu. Son yıllarında İbranice çalışmaya, dilini geliştirmeye gayret etti. Ama Yahudi toplumunun tarihi dilinde yazmaya olanak bulamadan öldü. Kürt toplumunda da sayısız yazar Türkçe, Arapça, Farsça gibi başka dillerde büyük eserler verdiler, ama Kafka gibi, kendi dillerinde yazma hayalini gerçekleştiremeden öldüler. Edebiyat, bir açıdan, geçmiş kuşakların yarım kalmış hayallerini devralma girişimidir.

Siz bir çıkış yolu buldunuz, ancak Kürt kimliğini, hikâyelerini ve Kürdistan’ı eserlerinde sıklıkla ele alan birçok Kürt yazar, farklı nedenlerle Kürtçe yazma fırsatını bulamadı. Örneğin Yaşar Kemal. Onunla yaptığınız sohbetlerde, Kürtçeyle kurduğu ilişki ve bu dili eserlerinde kullanamamanın yarattığı gerilim üzerine paylaştığı düşünceler oldu mu?

Yaşar Kemal’le şu tanışma sahnesi, durumun resmini, daha doğrusu trajedisini ortaya koyar sanırım: Yaşar Kemal bir kitabımı okumuş ve bana haber göndermiş. “O çocuk neden beni aramıyor?” demiş. Telefon ettim. Kendimi tanıttım. Birkaç saygı sözü dile getirdim. O âna kadar hiç konuşmayan Yaşar Kemal sözümü kesti ve “Çocuk, sen Kürtçe bilmiyor musun?” diye sordu. “Biliyorum” dedim. “O zaman benimle Kürtçe konuş” dedi. Kürtçe konuşmaya başladım, bir şeyler söyledim ve biraz sonra Yaşar Kemal’in sevinçli kahkahasıyla durdum. “Çocuk” dedi gülerek, “sana evin adresini vereceğim, yarın sabah erkenden buraya geleceksin”. Ertesi gün, hayatımın en güzel günlerinden biri oldu.

Kafka, Yahudi toplumunun tarihi dilinde yazmaya olanak bulamadan öldü. Kürt toplumunda da sayısız yazar kendi dillerinde yazma hayalini gerçekleştiremeden öldü. Edebiyat, bir açıdan, geçmiş kuşakların yarım kalmış hayallerini devralma girişimidir.

İlk Kürtçe romanınızın ardından bu dilde yazmaya devam etmeyi düşünüyor musunuz? Kürt edebiyatında sizi özellikle etkileyen, besleyen yazarlar ve eserler hangileri?

Kürtçe yazmayı sürdüreceğim. Kürtçe öyküler yazıyorum, seçkilerde ve dergilerde yayınlanıyor. Ben özellikle genç kuşaktan yazarların eserlerini ilgiyle okuyor, onlardan beslenmeye çalışıyorum. Bu aralar Mehmet Dicle’nin öykülerini okuyorum. Bir değil, beş değil, çok fazla sayıda iyi yazarımız var ve elbette onların hepsinin ismini bir liste olarak ifade etsek bile, mutlaka unuttuğumuz isimler olacaktır. Mesela şu anda masamda iki şiir kitabı var, biri Mem Bawer’in Stêrka Sêvê kitabı, diğeri Cambridge Üniversitesi’nde akademisyen Ergîn Sertem’in Sihrên Mizewran kitabı. Okudukça, bir dilin bir tek dizeden nasıl bir evren gibi genişleyebildiğini görüyor, bu şairlerimiz ve yazarlarımız sayesinde geleceğimiz için umutlanıyorum.

Romanlarınızda kentler, kimlikler ve yersiz-yurtsuzluk birer varoluş biçimi olarak öne çıkıyor. Kuzey’den (2009) Franz K. Âşıkları’na uzanan karakterlerinizdeki aidiyet arayışı, sizin kendi göç deneyimlerinizin bir yansıması mı?

Böyle bir soruya “evet” demekten başka imkân yok. Her yazar, kendi deneyimlerinin ve içinde yoğrulduğu kültür dünyasının ürünüdür. Ben de özellikle ikinci romanımdan (Masumlar, 2011) sonra, kendi hayatımın boşluklarına ve kapanmayan açılarına ilgi duyduğumu fark edince, bu konuda daha çok düşündüm. Biraz da bu yüzden yazıyoruz, çatlakları doldurmak, açıları kapatmak için.

Son romanınızda Ferdy Kaplan’ın Kafka’nın vasiyetine karşı gelerek eserlerini yayınlayan Max Brod’a öfkesi, salt bir okur saplantısından öte, edebiyat tarihi açısından kritik bir etik meseleye işaret ediyor. Bu gerilimde yazar-okur ilişkisinin sınırlarını nasıl çiziyorsunuz?

Ben bu konudaki tartışmaların ne kadar önemli olduğunu göstermeye çalıştım. Bu roman, eser üzerindeki hakkın nasıl ileri sürülebileceği ve bir eserin gelecek kuşaklara nasıl aktarılabileceğiyle ilgili tartışmalardan besleniyor.

“Kim olsa Brod gibi davranırdı!” demek sizce yanlış mı olur?

İngiltere’deki yayıncım kitabın baskısı için kapak tasarımı üzerine çalışıyor bu aralar. Onlar da bu türden bir cümleyi, esasında okura soru soran bir cümleyi kapağa koymayı düşünüyorlar.

İngilizcesi ne zaman yayınlanacak?

Nisan 2025’te, İngiltere ve Amerika’da aynı anda çıkacak. Sevgili Sami Hêzil’in Kürtçeden yaptığı çeviri, Lovers of Franz K. adıyla yayınlanacak.

Romanınızdaki duruşma sahnelerinde çarpıcı bir tersine çevirme var: Görünürde yargılanan Ferdy, aslında onu yargılayanları yargılıyor. Bir hukukçu-yazar olarak, Ferdy’nin entelektüel duruşuyla savcı, hâkim ve Komiser Müller arasındaki çatışmayı kurgularken hukuk ve edebiyat arasındaki bu gerilimli ilişkiyi nasıl yorumladınız?

Ben üniversitede hukuk okudum ve avukatlık yaparken ilgi duyduğum hukukçulardan biri de ünlü Fransız avukat Jacques Verges’ydi. Savunma Saldırıyor adında bir kitabı çıkmıştı, onu okumuş, etkilenmiştim. Romanımda bir tür “savunma saldırıyor” üslûbu kullanırken, aslında bunun bizim topraklarımıza pek yabancı olmadığını da unutmadım. Uzun yıllardır mahkemelerdeki yargılamaların nasıl gerçekleştiğine bakarsak, aslında siyasi davaların çoğunda “sanıkların” gerçeği nasıl ellerinde tuttuklarını ve bunu yargı diline karşı nasıl açığa çıkardıklarını görürüz. Oradaki savunmaların edebi ve düşünsel bir tavırla sergilendiğine tanık oluruz, tıpkı bizim edebiyatımızdaki pek çok sahnenin gerçek hayatın bir tür yeniden üretimi olarak şekillenmesi gibi.

Sözümü kesti ve “Çocuk, sen Kürtçe bilmiyor musun?” diye sordu. “Biliyorum” dedim. “O zaman benimle Kürtçe konuş” dedi. Kürtçe konuşmaya başladım, bir şeyler söyledim ve biraz sonra Yaşar Kemal’in sevinçli kahkahasıyla durdum. “Çocuk” dedi gülerek, “sana evin adresini vereceğim, yarın sabah erkenden buraya geleceksin”.

1996’da insan hakları davalarına bakan bir avukattınız ve Ankara’da polisin öldürme kasıtlı saldırısı sonucu ağır yaralandınız. Yaşadığınız beyin travmasının yarattığı sağlık problemleriyle birlikte, uykusuzluk ve rüya görememe sorunlarınız, İstanbul İstanbul (2015) ve Kuzey romanlarınızda güçlü izler bıraktı. “Bir avukatı öldürmeye çalıştılar, ama bir romancının doğuşunu engelleyemediler” diyorsunuz. O karanlık dönemde yazmak, sizin için nasıl bir varoluş ve direniş biçimine dönüştü?

Zor bir dönemdi, tahmin edeceğiniz gibi. Faili meçhul cinayetlerin zirve yaptığı bir dönemde, saldırı sonrasında şans eseri hayatta kalabildim. Tedaviler uzun sürdü. Önceliğim roman yazmak değil, hayatta kalmak ve iyileşmekti. Bu yüzden ilk romanımı tamamlamam on yılı buldu. Hayatımın o zamanki temposu ancak bu kadarına imkân verebiliyordu. Neyse ki, ölmedik, hayattayız ve biraz da ölen arkadaşlarımız için yaşıyoruz, onların hayali ve umudu için.

Kafka’nın metinlerindeki “bürokratik şiddet” teması sizin romanlarınızda da farklı biçimlerde karşımıza çıkıyor. Devlet şiddetinin edebi metinlerde temsili konusunda neler söylemek istersiniz?

Şiddetin farklı biçimlerde açığa çıktığını gösteren en önemli yazarlardan biri Kafka. 1984 romanında George Orwell fiziki şiddetin bir toplumu ne hale getirebileceğini yalın biçimde göstermişti. Ama fiziki şiddet dışındaki farklı türdeki baskı ve zor mekanizmalarını biz Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya gibi eserlerinde veya Kafka’nın külliyatında görebiliyoruz. Bugün de, ifade özgürlüğünü ve yazarların özgürlüğünü hedef alan geleneksel baskı mekanizmaları olan sansür, hapis veya öldürme gibi yöntemlerin yanı sıra yeni baskı yöntemleri gelişiyor. Nefret söylemi, sahte haber ağları ve artık özel hayatın yok olduğu küresel bir gözetim toplumu içinde yaşıyor olmak, farklı bir çağa girdiğimizin de işareti.

Son romanınızda, Nazi Almanyası’ndan İstanbul’daki 6-7 Eylül pogromuna kadar uzanan siyasi olayları kısa metinler içinde geniş zaman dilimlerini kapsayarak anlatıyorsunuz. Bir söyleşinizde bu tarzı sevdiğinizi belirtmiştiniz. Bu yöntemi seçerken, siyasi gelişmeleri bu özgün anlatım biçimiyle aktarmak sizin için ne anlama geliyor?

Belleği diri tutmanın yollarından biri bu. Biz geçmişin unutma veya çarpıtma yoluyla yok edildiği bir çağda yaşıyoruz. Belleğimiz her gün saldırı altında. Eğer geçmişe ve tarihe sahip çıkmazsak, buna kötü olayları hatırlamak da dahil, geleceğimizi inşa edemeyiz, ancak başkalarının tasarladığı bir geleceğin parçası oluruz. Edebiyatın önemli bir gücü var bu konuda.

Britanya’daki sürgün yıllarınızdan ve sürgünün bıraktığı izlerden de konuşalım. Bu söyleşiyi bir sürgün gazeteci olarak sizinle yapıyorum ve ikimiz de Orta Anadolulu Kürdüz. Hemşerimiz Konya’da Kürt mü var? kitabının yazarı Hacı Çevik’in deyişiyle “iki kere ötekiyiz”. Uluslararası PEN Kulübü’nün başkanı olarak risk altındaki yazarlarla kurduğunuz dayanışma pratiği, sürgün edebiyatına bakış açınızı nasıl etkiledi?

Sizin de benzer bir tarihe sahip olduğunuzu biliyorum. Sürgünlük, bir defadır ve orada kalır. Ondan sonra hayatınızda ne değişiklikler olursa olsun, daima sürgünsünüzdür. Ben, asıl olarak, sürgünlüğün nasıl da çok biçimli olduğunu öğrendim. O kadar çok sürgünlük hali var ki, bunun farkında bile olamıyor insanlar. Sürgünlük yalnızca toprakla, yani bir yerden başka yere gitmekle ve geri dönememekle ilgili değil. İnsan kendi toprağında da sürgün olabilir.

Sürgünlük yalnızca toprakla, yani bir yerden başka yere gitmekle ve geri dönememekle ilgili değil. İnsan kendi toprağında da sürgün olabilir.

Kafka’nın Prag’ı terk etmeyişi, ama yine de bir tür iç-sürgün yaşamış olması ile günümüzde kendi topraklarında sürgün yaşayan Kürt yazarların deneyimleri arasında nasıl bir paralellik görüyorsunuz?

Kafka’nın ve arkadaşlarının bir hayali de, Yahudilerin yaşadığı tarihi toprakları görmek, yani Filistin’e gitmekti. Bu, 1920 yılı civarında oluyor, yani İsrail’in kurulmasından uzun zaman önce. O zamanlar o toprakların bambaşka bir halde olduğunu tahmin edebiliriz. Kafka arkadaşlarıyla harita açıyor ve orada gidecekleri yolları inceliyor, hayal kuruyorlardı. Sürekli nükseden verem hastalığıyla boğuşurken, sonlara doğru, bu yolculuğu gerçekleştiremeden öleceğini anlamıştı. Şöyle yazmıştı: “Oralara gidemesek de, en azından harita üzerinde yolculuk yaptık, o yolları katettik.” Biz Kürtler için de, hiçbir şeyimiz yokken bile önümüzde haritamız vardır. Orada her gün yolculuğa çıkarız, yollar aşar, dağlar ve nehirler geçer, Kürtçemizin çöllerinde ve ormanlarında dolaşırız.

Son olarak, Türkiye’deki güncel gelişmeleri, özellikle Kürt meselesinde yeniden gündeme gelen “çözüm” tartışmalarını bir yazar ve hak savunucusu perspektifinden nasıl değerlendiriyorsunuz? Geleceğe dair umutlarınızı ve kaygılarınızı paylaşır mısınız?

Türkiye siyasetini biraz biliyorsanız, umutlu olmaktan çok kaygılı olmaya yatkınsınızdır. Ben de öyleyim. Buna rağmen, dileğimizi dile getirmemiz gerekir. Barış ve adil çözüm gereklidir. Bu isteği en imkânsız zamanda bile ifade etmeliyiz. Herkes Kürtlere ne verileceğinden, daha doğrusu ne verilmemesi gerektiğinden söz ediyor. Oysa asıl konu Kürtlerin ne istediğidir. Kürtlerin kendini ifade etme ve geleceği konusunda söz söyleme hakkı kabul ediliyor mu, edilmiyor mu? Öncelikli soru budur. Ben bir yazar olarak, dil hakkına özel vurgu yapmak isterim. Kürtçe üzerindeki baskılar son bulmalı, bütün sınırlar kaldırılmalı. Kürtçe eğitim dili olmalı ve insanlar kendi kültürünü sınırsızca yaşayabildiği bir ortama kavuşmalı.

TADIMLIK: FRANZ K. ÂŞIKLARI

Her insanı değiştiren yolculuk

Burhan Sönmez, Evîndarên Franz K., Lîs Yayınevi, 2024 / Franz K. Âşıkları, İletişim Yayınları, 2024

BATI BERLİN
POLİS MERKEZİ

Berlin, ortasından duvarla bölünmüş bir kent. 1968’in yaz mevsiminde yolu buraya düşenler upuzun duvarlara bakıyor, gittikçe artan sıcaklardan ve geç işleyen otobüslerden şikâyet ediyorlar.

Friesen Caddesi’ndeki polis merkezinin bodrum katında bulunan sorgu odası serin. Taş duvarlar odaya rutubet yayıyor.

Komiser Müller, zanlı Ferdy Kaplan’ın karşısına oturuyor, bir sigara yakıp dumanı üflüyor. Masaya yayılmış kâğıtları incelerken, kendi kendine mırıldanıyor.

Komiser Müller: “Evet, pasaportta kullanılan ad…”

Ferdy Kaplan: “Kullanılan mı? O benim gerçek adım, Ferdy Kaplan. Ama bunun bir önemi yok.”

Komiser Müller: “Neyin önemi yok?”

Ferdy Kaplan: “Adımın…”

Komiser Müller: “Neden?”

Ferdy Kaplan: “Açıklamalar önünüzdeki kâğıtlarda. Sorularınızın yanıtlarını orada bulabilirsiniz.”

Komiser Müller: “Keşke öyle olsaydı, Bay Kaplan. Biz bazı soruların yanıtını sizden öğreneceğiz. Değil mi çocuklar?” (Odadaki diğer üç polis memuru gülüyor.)

Ferdy Kaplan: “Silahı nereden ve kimden aldığımı mı öğreneceksiniz?”

Komiser Müller: “Oraya geleceğiz. Dosyada yazılanlara göre, Steglitz semtinde kalıyorsunuz. Anneniz Alman, babanız Türk. İstanbul’da yaşadığınız görülüyor. Sık sık Paris’e gidiyorsunuz. Önce bana, Berlin’e ne zaman geldiğinizi söyleyin?”

Ferdy Kaplan: “Ben burada doğdum. Buralıyım. Yabancıymışım gibi konuşmayın benimle.”

Komiser Müller: “Buralısınız, ama çoğunlukla başka yerlerde yaşıyorsunuz.”

Ferdy Kaplan: “Bu bir suç değil. Siz de başka yerlerde yaşasaydınız belki kendinize daha iyi bir meslek bulurdunuz.” (Ferdy Kaplan, yan masada kâğıtlara not alan polis memuruna bakıyor.)

Komiser Müller: “Mesleğimizden şikâyetçi değiliz. Bizim durumumuz sizin şu anki halinizden daha iyi. Bizi değil kendinizi düşünün.”

Ferdy Kaplan: “Ben bulunduğum sandalyeden memnunum.”

Komiser Müller: “Kendinizden nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?”

✿✿✿

Ferdy Kaplan’ı alan beyaz minibüs, uzun ve sessiz duvarların kentinde sokaklara dalıp gözden kayboluyor.

İki ay sonra, Ernest Fischer’in yattığı mezarlığa onun adına bir kartpostal geliyor. Kartpostalın ön yüzünde elle çizilmiş bir balıkçı teknesi, martı sürüsü ve kırık bir güneş var. Arka yüzünde şair Aragon’un dizeleri bir merdivenin basamakları gibi sıralanıyor:

“Sana büyük bir sır söyleyeceğim:
Zaman sensin…”

✿✿✿

Ferdy Kaplan: “Bu kadar yeter…”

Savcı: “Gerçekleri duyunca…”

Ferdy Kaplan: “Gerçek tek bir söz duymadım sizden. Yanlışları bana doğru diye dayatıyorsunuz.”

Savcı: “Neden geriliyorsunuz?”

Ferdy Kaplan: “Ben ne yaptıysam savunuyorum burada, siz ise olayı bırakmış, bana ilgisiz bir kişilik biçiyor, adeta deli gömleği giydiriyorsunuz.”

Savcı: “Size bir gömlek giydirdiğimiz yok. Akli dengenizden şimdilik kuşku duymuyorum ama eyleminizin akıldışılığını da görmek gerek. Siz ölmüş bir düşünceye ve karanlık bir tarihe yeniden can vermeye çalışıyorsunuz.”

Ferdy Kaplan: “Sizin anlattığınız ırkçılık benim için çocukluk yarasından başka bir şey değil.”

Savcı: “O yara yeniden açılmış olamaz mı?”

Ferdy Kaplan: “O yara büyük bir yanlıştı ve savaşın yıkıntıları altında kalan anne ve babamla birlikte tarihe gömüldü.”

Savcı: “Bu sözlerinize inanmak isterdim, ama olaylar zincirini açıklamak olanaklı görünmüyor o zaman.”

Ferdy Kaplan: “Zinciri bırakın, benim sözlerime inanın.”

Savcı: “Neden buradasınız öyleyse? Söyleyin, bilelim. Neden Yahudi bir yazarı öldürmeye kalkıştınız?”

✿✿✿

Ferdy yazdığı ilk mektupta, “Dede,” dedi, “İstanbul’u görünce anladım, en güzel kent savaşsız kentmiş, ama ben dumanlar içindeki Berlin’i ve seni özlüyorum.” Dedesi ona yolladığı cevapta, resmi bırakmamasını öğütledi. “Resim yapmaya, unutmak için başlanır, sonra anımsamak arzusuyla resim yapılır.” Ferdy, ikinci mektubunda, baş ağrılarının azaldığını ve İstanbul’a alışmaya başladığını, Yahudi, Hıristiyan, Müslüman arkadaşlar edindiğini, en yakın arkadaşının da babası Kürt annesi Ermeni bir kız olduğunu yazdı. Herkesin kendi içinde ayrı renkler taşıdığını görüyor, dedesinin ırklarla ilgili sözlerini şimdi anlamaya başlıyordu.

Bunu Amalya’ya da söyledi ve ona dedesinden dinlediği bir hikâyeyi anlattı. Franz Kafka adlı bir yazar, parkta ağlayan bir kız çocuğuna rastlamış. Oyuncak bebeğini yitiren kıza, “Şimdi bebeğini aramaya gidiyorum, yarın burada buluşalım,” demiş. Ertesi gün kıza bir mektup getirmiş ve ona bebeğin ağzından yazılan mektubu okumuş. “Üzülme, ben dünyayı dolaşmak üzere uzun bir yolculuğa çıktım. Gördüklerimi sık sık sana yazacağım.” Franz her gün kıza yeni bir mektup getirmiş. Üç hafta sonra elinde bir oyuncak bebekle gelmiş. “İşte bebeğin, bak, sana geri döndü,” demiş. Küçük kız, bebeğin dönmesine sevinmiş, ama onun farklı göründüğünü söylemiş. Franz, “Yolculuk insanı değiştirir,” diye karşılık vermiş. Herkesin hayatında böyle bir yolculuk vardı. Ferdy hüzünle konuştu. “Dedem,” dedi, “beni uğurlarken anlattı bu hikâyeyi. Onu şimdi anlıyorum. Yolculuk beni de değiştirdi.” Ertesi gün Amalya bir kitapla geldi. “Senin Franz’ının bir kitabı varmış bizde, dayımın kitapları arasında buldum. Ama Almanca olduğu için anlamadım.” Ferdy kitabı aldı, içindeki ilk hikâyeyi okuyup tercüme etti. Her gün bir hikaye okudular. Bazen güldüler, bazen tedirgin hissettiler. Kitap bittiğinde, “Bizim Franz,” dediler, “bizim Franz’ımız.”

✿✿✿

Savcı: “Eksik veya ham, o yazıları okumak ve yazarın ölümünden sonra mevcut halleriyle kabul etmek neden kötü olsun?”

Ferdy Kaplan: “Eğer yazarın bir irade beyanı bulunmasaydı dediğiniz anlam kazanırdı. Ama Kafka ölümünden önce iradesini ifade etmişti, hem de kesin biçimde.”

Savcı: “Bir an sizin gibi düşünmeyi kabul etsek bile, adam öldürmenizi haklı çıkarmaz bu. Bir insanın yanlış yapması, eğer Max Brod’un yanlış yaptığını kabul edersek, ölümü hak ettiği anlamına gelmez.”

Ferdy Kaplan: “Savcı Bey, ben Kafka’ya borçlu olduğumuza inanıyorum. İnsan ruhunun sonsuzluğuna ve onun özgür iradesine bağlıyım. Bu sonsuzluğu, yani Kafka’nın arzusunu yok sayan biri cezasını da yüklenmeli. Eh, mahkemeye gönderdiği mektuptan anlaşıldığına göre, Bay Brod da bu cezayı bekliyormuş.”

Savcı: “Eğer Kafka diye önemli biri varsa, yazdıkları sayesindedir. Yazmasaydı, o adla bilinen biri de olmayacaktı. Bunları bize Max Brod ulaşırdı. Brod sayesinde Kafka diye biri var. Yazdıklarıyla sonsuzlaşan Kafka’yı neden yokluğa, bilinmezliğe itelim?”

Ferdy Kaplan: “Brod onun eserleriyle ne kadar oynarsa oynasın, Kafka’nın kalemini, büyüsünü bozamadı. Çünkü Kafka güçlüydü. Bugün Kafka diye biri varsa, Max Brod sayesinde değil, ona rağmen vardır.

✿✿✿

Savcı: “Kafka çalışmalarının yakılmasını o kadar istediyse, neden kendisi yakmadı? Yıllarca yazıp yazıp biriktirmiş, hiçbirine kıymamış.”

Ferdy Kaplan: “Bunu bilemeyiz. Belki eserleri henüz tamamlanmamıştı. Belki kendi gözünün önünde yayınlanmasını istiyordu kitaplarının. Hastalığı ilerleyince buna olanak kalmadığını anladı, ama eserlerini yok etmeye de cesareti yetmedi. En güvendiği dostundan yardım istedi.”

Savcı: “Bunlar birer varsayım. Buradan hareketle kesin hükme varılamaz, varılsa bile insanları eleştirmek dururken cinayet yoluna gidilemez. Edebiyat dünyasında Bay Brod’u eleştirenler, bunu yazıya dökenler olmuştur, yanılıyor muyum?”

Ferdy Kaplan: “Doğru söylüyorsunuz, pek çok eleştiri yazısı okudum ben.”

Savcı: “Siz de eleştirmekle yetinseydiniz keşke.”

Ferdy Kaplan: “Siz Kafka’yı bir edebiyat hazinesi olarak görüyor, o hazineye önem veriyorsunuz, herkes gibi. Kafka ise bir noktadan sonra, yani ölüme yaklaşırken, yazar kimliği ile bilinmeyi reddetmişti. Bir insandı, o kadar. Ben o insana, onun bilinmeme hakkına, onun bu dünyadan dilediği gibi göçüp gitme tercihine saygı duyuyorum. Bay Brod’un ihmal ettiği şey bu.”

Savcı: “Ölüme yaklaşan insan bilinçsiz çocuk gibidir. Çocuk ateşe dokunmak ister, biz buna engel oluruz. Ölüm anındaki biri kitaplarını ateşe atmak isterse, buna da engel olmak gerekir.”

Ferdy Kaplan: “Doğru nedir? Buna kim karar verecek?”

Savcı: “Kafka’nın sadık okurları var, onlara bırakalım bunu. Onlar Kafka’ya sahip çıkıyorlar.”

Ferdy Kaplan: “Sahip çıkmak mı? Üç kız kardeşi vardı, üçü de toplama kamplarında öldürüldü. Kim sahip çıkmış Kafka’ya?”

Savcı: “O başka bir konu.”

Ferdy Kaplan: “Hayır, asıl konu bu. Kafka biraz daha yaşasaydı, kendini toplama kampında bulurdu. Kimse de ona sahip çıkmazdı, bugünkü gibi.”

Savcı: “Tarihimiz, bizim tarihimiz, yanlışlarla dolu. Bunlar tekrarlanmasın diye adaleti savunuyoruz, burada Kafka’yı savunuyoruz.”

Ferdy Kaplan: “Adaleti savunsaydınız şimdi o kürsüde değil benim durduğum yerde olurdunuz. Hayır, siz Kafka’dan değil onun yazdığı kitaplardan yanasınız. Tıpkı Max Brod gibi. Brod, Kafka’yı çabucak unuttu ve yalnızca onun yazdıklarını sevdi. Bu yanlışını yaşlanınca anladı. Kafka’ya insan sevgisi yıllar sonra yeniden depreşince, yaptığı işin şeytanlık olduğunu fark etti. Pişmanlık duydu. Brod’un eskiden iyi bir müzisyen olduğunu biliyor muydunuz? Besteler yapar, opera şarkıları söylerdi. Son yıllarda o yana döndü, edebiyatla bağını azalttı, yeni besteler yapmaya başladı. Ruhundaki pişmanlığın ayak izleri onu tekrar müziğe yöneltse de, dinginliğe eremedi. Ölmeyi arzuladı.”

^