“Burjuva adetlerini resmeden adam” efsanesini siz de kendinize yakıştırıyor musunuz? Sinemaya başladığınız günlerden bu yana burjuvazi değişmedi mi?
Claude Chabrol: Hayır, bu nitelendirmede kesinlikle kendimi bulmuyorum, ama habire karşıma çıkıyor ve artık bununla mücadele etmemeye karar verdim. İnsanlar olay örgüsüyle onun geçtiği ortamı birbirine karıştırıyor. Benim ilgi odağım bu değil. Ben filmlerimi tanıdığım, bildiğim ortamlara yerleştiriyorum: Parası, kudreti olan insanlar, yeni bir araba almaktan başka bir hayali olmayan insanlar, hepsi bu… Ama sosyoloji beni alâkadar etmiyor.
Ama, Seremoni’yi yaptığınızda, politik bir film olduğunu söylüyordunuz…
Çünkü her yerde hüküm süren sınıf mücadelesinin bittiği söyleminden müthiş rahatsız oluyordum. Bu bana egemenlerin söylemi gibi geliyordu, efendilerin kölelerine köleliğin artık varolmadığını ilan etmesi… Başkasına hizmet etmek, onun bunun pisliğini temizlemek zorunda olmayanların böyle söylemler geliştirmesi çok kolay. Dolayısıyla, patron olmayanların, sömürülenlerin bakış açısını göstermek istedim. Hayatta en nefret ettiğim şey sömürüdür.
Sıcak Çikolata’da senaryoyu psikanalist Caroline Eliacheff’le birlikte yazmışsınız. Psikanalize ilgi duymaya mı başladınız?
Hayır, kesinlikle hayır. Caroline, prodüktörüm Marin Karmitz’in sevgilisi olduğundan, benim yakın çevremden bir insan. Onunla Seremoni’’de yaptığımız işbirliğinden çok hoşnut kalmıştım. Zihni problemleri olan insanlar hakkında bir şey yazdığımda, fazla aptalca şeyler anlatmama engel olacağı konusunda ona güveniyorum. Sıcak Çikolata’da, Isabelle Huppert’in canlandırdığı karakterin sakarlığı, her şeyi kırıp dökmesi onun fikriydi. Psikiyatrik boyut devreye giriyor tabii, çünkü film sapkınlık üzerine, sapkınlığı sapıklıkla karıştırmamak lâzım.
Her yerde hüküm süren sınıf mücadelesinin bittiği söyleminden müthiş rahatsız oluyordum. Bu bana egemenlerin söylemi gibi geliyordu, efendilerin kölelerine köleliğin artık varolmadığını ilan etmesi…
Nasıl yani?
“Ben sübyancıyım” dediğim zaman, bu bir sapkınlıktır. Öyle olmadığım halde, sübyancı olduğumu söylememse sapıklıktır. Sübyancı olduğumu gizlemek için, sübyancı olmadığım düşünülsün diye sübyancı olduğumu söylemem de sapıklıktır. Yani sapıklığın mizansenle ilgili bir boyutu var. Hitchcock sinemada sapıklığın ustasıdır, Lang’sa daha ziyade sapkınlığın. Şimdi böyle söylüyorum ama, biraz uzun düşünürsem, tam tersini de iddia edebilirim…
Romana sadık kaldınız mı?
Hayır, çok serbest davrandık. Kitapta olaylar Los Angeles’da geçiyor, cinayetler çok daha fazla sayıda ve çok açık. Orada koca, ressam; biz filmin müziğin ritmini takip etmesi fikriyle onu piyanist yaptık. Sonra, iç patlamaya dayanan bir film yapma arzusu vardı, olay örgüsünün her şeyi süpüre süpüre sonunda boşluğa, tamamen çıplaklığa varacak şekilde gelişmesini istiyorduk.
Filmdeki hayal kırıklığı duygusu da oradan geliyor her halde…
Ama hayal kırıklığı büyünün, cazibenin bir parçasıdır. Bu yönde giderken kimsenin izleyemeyeceği hissine kapılmıştım. Ama filmin gösterimlerinde seyircinin büyük çoğunluğunun bu sürece girdiğini gördüm. Bunun işlemediği insanlarda, bir buçuk saat boyunca hapishane kapısının önünde bekledikleri izlenimi uyanıyor.
Günümüz sinemasını takip ediyor musunuz?
Evet, her ne kadar sinemanın birkaç yıldır kötü bir yöne doğru gittiğini düşünsem de, yeni filmler seyretmek bana her zaman zevkli geliyor. Ama bu gidişat değişebilir. Örneğin, savaştan sonra, 40’lı yılların sonlarına doğru, pek çok film akademizme ve biraz karanlık bir katılığa sığındı. Fransa’da Delannoy ya da daha incelikli bir şekilde William Wyler’ın filmleri böyle. Bugün çıkmaz Lars von Trier olacak. Trier’in çok usta olduğu doğru, ve bu “dogma” hikâyesi alışkanlıkları sarsıyor, iyi bir şaka. Ama ciddi ciddi bu işe girişen genç sinemacılar parmaklarını ısıracaklardır. Zaten, ilk yan çizen de Trier’in kendisi oldu. Dancer in the Dark’ta filmi bol sosa buladı.
Bir konuyu seçmenizde, prodüktörünüzün isteğinin payı nedir?
Beni sempatik bulan ve benimle birlikte çalışmayı arzu eden prodüktörlerle çok rahat ilişkilerim olduğu için, eğer projeyi kendim götürmemişsem, en iyisi onların yapabilecekleri öneriyi dinlemek; bu da genellikle o yıl okudukları bir kitabın uyarlaması oluyor. Bazen reddediyorum, ama çoğu zaman kabul ediyorum. Zamanımı kaybetmeyeceğimi düşünüyorum…
Bence ben en son bireycilerdenim, hiçbir gruba asla ciddi olarak dahil olamadım, ayrıca ben gittiğim zaman da grup çözülüp dağılıyor. Hiçbir zaman kendimden başkasının beni temsil etmesini arzu etmedim.
Ama yine de sizin tarafınızdan da asgari düzeyde de olsa bir coşku, bir uyarılma olması gerekir herhalde…
İşte “yaratma”nın tuzağı burada. Bir an geliyor, öyle kurnazsın ki, harika bir şey yapacaksın diye inanıyorsun. Daha doğrusu, kendi yeteneğinden sarhoş oluyorsun. Tabii ki, sonuçları görünce ayılıyorsun… (gülüyor) Öyle sanıyorum ki, çalışmaya devam edebilmek için böyle yapıyor insan. Her neyse, işte böyle oluyor.
Başkalarının önerilerini dinliyorsunuz, bu tevazunuzun bir sonucu mu?
Ben ender olarak kendimden emin olurum, çok ender olarak, bir kere emin oldum mu da, kimse beni durduramaz. İşte bu nedenle de siyasi olarak emin olduğum bir şeye bulaştığımda gözüm hiçbir şeyi görmeyecek derecede korkunç hararetli oluyorum. Sinematek zamanında, eğer Langlois geri alınmasaydı, Bourbon sarayını ateşe vermeye hazırdım. Öyle zamanlarda, birden mütevazılığı bırakıyorum, çünkü haklı olduğumdan eminim. Hayatım boyunca beş kez haklı olduğumdan kesinlikle emin oldum. Bir başka örnek daha anlatayım, o da diğerinin tam tersi. 68 mayısıydı. Bir takım şaklabanlar Ulusal Sinema Merkezi’ni yakmak istiyorlardı… Onlara “hayır” dedim, bana ağızlarına ne gelirse söylediler, “iktidarın kölesiymişim”…Onlara şöyle cevap verdim: “Bana istediğinizi söyleyebilirsiniz, ama Merkez’i yakacaksanız, önce beni öldürmeniz gerekir, bu çok aptalca bir şey. Sinemanın bütün kayıtları, muhasebesi orada, altın yumurtlayan tavuğunuzu öldürmek istiyorsunuz, delisiniz siz.” Ayrıca, bunu yapmak isteyenler hakikaten salaktı, neyse, Marin bana çok destek oldu ve Merkez’i yakmadılar.
Sonuç olarak politika sizin için önemli…
Hayır, ben politik değilim, ama kalbim solda. Bu da normal. İnsanın kalbinin sağda olması anormal olan. Öyle olanların da sayılarının çok fazla olduğunu sanmıyorum. Sadece, öylesine bir ayakta kalma arzusu, öylesine bir bunu başaramama korkusu var ki, insanlara, ne bileyim, gezegene yayılmış on bin canavarla Monopol oynamak gerekirmiş gibi geliyor.
Angaje olmaktan ziyade, fazla serbest bir haliniz var…
Ruhu şad olsun, dostum Pierre Kast, 68’de bir toplantıda şöyle demişti: “Şimdi, dostumuz kim, düşmanımız kim anladık.” Ben de kendimi tutamamış, aptal gibi sormuştum: “Kimmiş peki?” Şaşırdı, darmadağın oldu, cevap veremedi. Bence ben en son bireycilerdenim, hiçbir gruba asla ciddi olarak dahil olamadım, ayrıca ben gittiğim zaman da grup çözülüp dağılıyor. Hiçbir zaman kendimden başkasının beni temsil etmesini arzu etmedim. Bir tek, sinematekteki Langlois meselesinde bir davaya hakikaten angaje oldum. Gerisi beni hakikaten alâkadar etmiyor.
Her şeyin boşuna olduğunu mu düşünüyorsunuz gerçekten?
Hayır, tabii ki hayır. Her şey boşuna değil, şeyleri pekâlâ ciddiye alabiliriz, ama, onlarla dalga geçmeyi de bilerek, araya mesafe koymayı becererek, fazla ciddi yaklaşmadan ciddiye almak gerek.
Hırsız ve Aşığı’nda, Michel Serrault’nun canlandırdığı karakterde tevazuyu çok vurguluyorsunuz…
Bu veriyi saptamış olmanız çok nazik, çünkü çok önemli, ben tam bir tevazu fanatiğiyim. Benim harika bir avantajım var: Benim egom yok. Suratıma karşı istediğini söyleyebilirsin, kesinlikle iplemem. Hiç egom yok. Asla şoke olmam, asla gücenip darılmam.
İşinizle ilgili zor durumlarda dahi mi?
Canımı sıkar, ama aynı zamanda bana güç de verir bu tür şeyler, ilk iki filmimden sonra, dergilerde Shakespeare, Beethoven ve Velasquez olduğumu söyleyen yazıları okuduğumda çok eğlendiğimi de söylemem gerek. Sinema eleştirmenleri, hoşlarına giden, ya da kendilerine çok aptalca ya da çok ticari gelmeyen bir film seyrettiklerinde, bol keseden iltifatlara boğuyorlar. Bazı hassas, kırılgan sinemacılar da, özellikle gençliklerinde bunlardan etkileniyor. Ben etkilenmedim, kahkahalarla güldüm. İnsan işini iki tarzda ele alır: Ya “bir başyapıt yapacağım” dersin ya da “bir eser yapmayı deneyeceğim”… İkinci yolu tercih ettim ve böyle davranmayı seçen bir tek ben değilim, Balzac’dan Simenon’a, çok fazla üretken olan herkes, pek çok müzisyen böyle. Başyapıtlar, şaheserler üretmemek beni şoke etmiyor. Otuz-kırk yıl boyunca, Cannes’da büyük ödül almayı, bütün o övgüleri, ödülleri kaçırdığımı da biliyordum. Bir gün, hakiki büyüklüğüme 60 yaşına gelince ulaşacağım demiştim. 70 yaşına geldikten sonra, ellinci filmimle saygınlığa, övgülere boğuldum, bunları reddetmek zorunda kalıyorum! (gülüyor) Çok korkunç!
Hırsız ve Aşığı’nda Isabelle Huppert ve Michel Serrault’nun canlandırdığı baş karakterler, sergilediğiniz rezil, sefih insanların dünyasında tutunmaya gayret ediyorlar.
Onlar mütevazı bir şekilde sefih ve aşağılıklar. Onun için de yüzde 47 öyle olduklarını söylüyorum. Devletten daha aşağılık değiller.
Sinemada esas meselenin olay örgüsü olmadığını söylüyorsunuz. Sizi alâkadar eden ne, sinema yapma arzusu hâlâ içinizde çok canlı mı?
Sinema yapma arzusu, evet. Beni asıl çeken insanlar arasındaki ilişkiler, oyuncular, üretmenin bütün o anaç yanı. İnsanın malzemeyi yoğururken heykeltraşa benzediğini düşünüyorum sonuç olarak.
Mesleğinizi mimarlıkla karşılaştırırdınız…
Evet, ama biraz gelişim gösteriyorum, çünkü mimarlığın benim için artık pek bir sırrı kalmadı… (gülüyor) Artık şeyleri inşa ederken çok sorun yaşamıyorum.
Çeviren: Siren İdemen
Express, sayı 2, Haziran 2001
Esrarlı haller
Isabelle Huppert: İçten içe, Claude Chabrol uzun zaman benim gözümü korkutmuştu. Hakikaten esrarengiz bir adam, kendisini çok az ele veriyor, görünüşteki iyi yürekli, saf adam hali onu daha da esrarengizleştiriyor. Biliyorsunuz, hissediyorsunuz, bunun arkasında bir şey gizliyor, bu da insanın gözünü korkutuyor…
Bazı oyuncular hemen kendilerini ona yakın hissederler, ama tersine, çalışma yöntemine o kadar yakınlık duymazlar. Ben ta en başından beri onun çalışma tarzına çok yakınım. Bazı oyuncular, bir an gelir, rahatlamak için Claude’un kendilerine bir şey söylemesine ihtiyaç duyarlar. Bense, şöyle ya da böyle herhangi bir şey söylememesini çok eğlenceli buluyorum. Her ikimizin de birbirimiz için bir esrar olduğumuz ilkesinden hareket ediyorsak, bana öyle geliyor ki, benim Claude Chabrol’a önerdiğim esrar, onunkiyle birebir çakışıyor.
Burjuvazinin teşrihi ve teşhiri
Balzac, İnsanlık Komedyası’nda 19. yüzyıl Fransa’sını, çöken aristokrasiyi anlatır. Meslek yaşamının 43. yılındaki Chabrol’ün yaptığı da, 20. yüzyıl Fransız burjuvazisini ve taşrasını hicvetmektir. 1958’de Yeni Dalga’ yı haberleyen ilk filmi Yakışıklı Serge’den halen sinemalarda gösterilen son eseri Merci pour le Chocolat’ya (Sıcak Çikolata) kadar, genelde hep burjuvazinin riyakâr evrenine kamera tutar. Cinayet-gerilim çeşitlemeleri ve kara film denemelerinin yanısıra, tüm filmografisi boyunca, güç ve iktidar yolunun paradan geçtiği burjuva dünyasına olan ilgisini hiç yitirmeyen hiciv ustası Chabrol, 70’ini devirmesine karşın üretimini sürdürüyor. Hâlâ yeni arayışlar içinde, olgunluk döneminin keyfini çıkarıyor. Hatta gerçek bir ustalık eseri niteliğindeki Seremoni gibi (1995) sürpriz başyapıtlar bile imzalıyor, ilerleyen yaşlara ve yıllara inat. Oysa Truffaut ve Godard’la birlikte üç silahşöründen biri olarak kabul edildiği Yeni Dalga’nın geri plandaki, silik adıydı Chabrol başlarda, ama zaman içinde, akımın en verimli ve uzun soluklu yaratıcı-yönetmeni olduğu ortaya çıkacaktı.
Filmleri, popüler tür filmiyle elitist sanat filminin karmasıdır. Sık sık esinlendiği polisiye romanlardan, gazete haberlerinden yola çıkar, entrikayla kuşatılmış, gergin karakterlerin psikolojik tahlillerine girişir, genelde psikopatlardan, kaybetmeye mahkûm zayıflardan, rezillerden, sefihlerden seçer kahramanlarını. Kurbanların ölümleri de boğma, yakma, kesme-doğrama, zehirleme sonunda gerçekleşir. Kimi zaman kendini Hitch amca zannederek, barmen ya da doktor rolünde kısacık boy gösterir filmlerinde. Vs. vs.
Alaycı, sinsi, yırtıcı ve yergici bakışın ürünü filmleriyle Chabrol, yarım yüzyıla yaklaşan meslek yaşamında, yıllar yılı filmden filme, tırnaklarıyla kazıya kazıya kendine yeni bir kulvar açabilen, özellikle “Pompidou döneminin vakanüvisi” olarak şimdiden sinema tarihine geçen bir ahlâk-buıjuvazi teşrihcisi ve teşhircisidir, özetle. Fransız sinemasının, her yaptığı filmi kaçırmayıp seyretmeye baktığımız, önemli kimliklerinden saydığımız Chabrol’ün 51. filmi Sıcak Çikolata’nın festivalden hemen sonra gösterime girmesi ve üstadın doğumgününün de gelip çatması (üstad 24 Haziran 1930’da Paris’te doğmuş, Yengeç burcundan bir orta burjuva aile çocuğu olarak) bu kısa metnin yazılmasına neden oldu. Jean Renoir’ın “büyük yönetmenlerin tekrar tekrar aynı filmi çektiklerine” ilişkin saptaması Chabrol’a da cuk oturmaktadır bu arada.
Sungu Çapan