Adalar’da ruam salgını gerekçesiyle başlatılan “karantina” tüm ölümcüllüğü ile sürüyor. Bu noktaya nasıl gelindi, atları bekleyen akıbet ne, faytoncular kim? Burgazadalı faytoncu, “özgür ruh” Koray Kayaoğlu’nu dinliyoruz.
Özgeçmişinizle başlayalım…
Koray Kayaoğlu: Kendimi bildiğimden beri bende at sevdası vardır. Yedi göbek İstanbulluyum. Anne tarafım Yeşilköylü, baba tarafım Kasımpaşalı. Allah rahmet eylesin, dedem Haliç Tersanesi’nde perçinci olarak çalışıyordu. Dedemin kolları benim bacaklarım kadar kalındı. O zamanlar modern kaynak makinesi yok tabii. Sacları yan yana getirirlermiş, kama sokup balyozla döve döve perçin yaparlarmış. Teknoloji ilerleyip tersaneye kaynak makinası gelince dedem ustabaşı oluyor. Ben o zamanları hatırlıyorum. Akşam saat 17 gibi mesai biter, tersane dağılırdı. Akşam ben 16:30 gibi babaanneme “ne olur gidelim dedemi almaya” diye yalvarmaya başlardım. Halbuki dedemi almak dümen! O zamanlar Kasımpaşa sahilde odun kömür depoları vardı. O bölgede odun kömür yakanların nakliyesini at arabaları yapardı. Dedeyi görmek havagazı rumba! Benim derdim, dedemi tersane çıkışında karşılayalım, beraber gidelim atları görmeye. O zamandan beri hastalık.
Kaç yaşındaydınız?
İlkokula gitmiyordum daha. Belki beş-altı yaşındayımdır. Yeşilköy’e annemin teyzesini ziyaret etmeye giderdik. Teyze beni hiç sevmezdi. Ama oraya gitmek için can atardım. Tren istasyonunda faytonlar bekliyordu. Yeter ki atları göreyim!
Arabanın üzerinde terbiyeleri tutarken bir yerden sonra öyle olur ki, terbiye bir telefon kablosu işlevi görmeye başlar. O sana bir şeyler söylemeye başlıyor zaten. Onların mimiklerinden ve bakışlarından ne demek istediklerini anlayabiliyorum.
Neden sevmezdi sizi?
Ben de sevmezdim onu aslında. Yedi-sekiz yaşında çocuğum. Muhabbetleri hiç ilgimi çekmiyordu. “Oynama, yaramazlık yapma” filan. Misafirliktesin, ikide bir yapma etme. Sevmiyorsun tabii.
Sizin “özgür ruhlu” tarafınız çocukluktan geliyor diyebilir miyiz?
Evet. O bende çocukluktan beri var. İspanyol bir sevgilim vardı, bana “free soul” derdi. (gülüyor) Saçlarımı uzatmamı da o söyledi. 2015’ten beri uzun saçlarım. Asıl lâkabım “Koreli”dir. Bizim meslekte herkesin lâkabı vardır.
Garipsenmiyor mu saçlarınız?
Gitsinler çocuk tecavüzcülerini garipsesinler. Benim neyimi garipseyecekler? Hz. Muhammed’den Hz. Ali’ye kadar hepsi saç sakal. (gülüyor)
Çocukluk yıllarınızdan sonra atlarla ilişkiniz nasıl devam etti?
Şişli 19 Mayıs İlkokulu’na gittim. O zamanlar adada yazlıkçıydık. Kendimi bildim bileli sömestr ve yaz tatilinde adaya gelirdik. Sadece okul günleri İstanbul’daydım. Pazartesi sabahı adadan binerdik vapura, ben okula, annem eve, babam işe… Cuma akşamı yine hep beraber 18:35 vapuruyla adaya dönerdik. Peder gazeteciydi, adı Atılay Kayaoğlu. Birçok önemli siyasi olayın fotoğraflarını çekmişti. 1979 yılında temelli adaya taşındık. Burgazada’da Aya Nikola mevkiinde bir evde yaşıyorduk. Yaşım yediydi. Dokuz yaşımda tam çarşı meydanında bir eve taşındık. Şu an hâlâ orada oturuyorum. Fayton durağıyla bizim evin arası 30-40 metreydi. “Parka” diye evden çıkıyordum. Ama ne parkı! Hep arabaların üstündeydim. Fayton durağına gitmeye öyle başladım. O zaman durak yoktu. Faytonlar tek sıra dizilirdi. Baştan bir araba kalktığı zaman arkadaki atları yedi-sekiz adım ileri alırdım. İnerdim bir arkadaki arabaya, inerdim bir arkadakine… Peş peşe faytonları başa doğru yanaştırırdım. Öyle başladım kullanmaya.
Çırak gibi mi başladınız?
Tabii. 11 yaşıma geldiğimde, Allah rahmet eylesin, Ahmet abimiz vardı. Sürekli onun yanına ya da Kâmil abinin yanına oturuyordum. Yolda faytonu kullanmam için terbiyeleri bana verirdi. O zamanlar ana cadde betondu. Mehtap Sokak topraktı. O sokakta yolun yanında “V” şeklinde bir çam ağacı vardı. Bunların yanından geçmek çok zordu. Ya sağ tekerleği çukura düşüreceksin ya da tenteyi çam ağacına vuracaksın. Bir gün “terbiyeleri sana vereceğim, ağaca vurmadan geçirirsen bir dahaki müşteriye seni yalnız yollayacağım” dedi. Ben hep fayton sürücülerinin ellerine bakardım, terbiyeyi nasıl tutuyorlar diye izlerdim onları. Arabayı sağa sola çevirmenin terbiyeyi çekmekle olmadığını öğrendim göre göre. Atlar tam çamın altından geçerken soldaki ata kayışla şöyle bir tane vurdum. Ne oldu? Ön takım döndü. Bir de hafifçe diğerine vurdum… Tenteyi vurmadan geçirdim. Sonra Kâmil abi “inerken de geçir, ondan sonra vereceğim faytonu” dedi. “Abi mızıkçılık yapıyorsun” dedim. Ama inerken de geçirdim. (gülüyor)
Arazi arıyorlarmış, orayı telle çevireceklermiş… Atlar o “doğal yaşam alanı”nda yaşayacakmış. İzmir’de aynısını yaptılar, berbat ettiler atları. Resimlerini görsen ağlarsın.
Aşağı inip sıraya girdik. Sıra bize geldi. Yaşlı Musevi bir aile geldi. Yeni Yalı’da oturuyorlarmış. Bindiler faytona. 65-70 yaşlarında varlar. Babam her akşam 18:35 vapuruna biner, 19:30 gibi Burgazada’ya gelirdi. Faytona bindiklerinde 17:30 gibiydi. Daha babamın adaya gelmesine vakit vardı. Babam fayton sürmeme kızardı. Kâmil abiye “ben gideceğim” dedim. “Olur mu oğlum” falan filan derken ben terbiyeleri elime aldım. Yeni Yalı’ya gideceğim ya… Bir de kulübün önünden döneceğim, arkadaşlarım da görecek beni. 11 yaşında çocuğum, tek başıma araba kullanıyorum. “Ulan eşşoğlueşek” diye bir ses duydum. Babamın sesi. Meğer o gün işi erken bitmiş, 16:45 vapuruna binmiş gelmiş. Beni arabanın üstünde tek başıma işe giderken gördü. Kâmil abiye dönüp “seninle sonra konuşacağım” dedi. Beni bir tuttu, arabanın üstünden yere bir fırlattı, kum çuvalı atar gibi… Faytondaki aileye dönüp “11 yaşındaki çocuğun kullandığı arabaya binilir mi ulan” dedi. İçerdekilere de bir fırça attı. Öyle başladı.
Ehliyeti böyle almış oldunuz bir anlamda…
Tabii. Benim ehliyet sınavım oydu. Ondan sonra kursa gittim, diploma aldım. 100 üzerinden 98 puanla geçtim sınavdan. 100 üzerinden 100 olmasın dedim. Sorulardan bir tanesi “Adalar belediye başkanının adı nedir”di. Onu boş bıraktım. Herkes biliyordu o zaman. Coşkun abi (Coşkun Özden) belediye başkanıydı. Yazmadım. (gülüyor) 100/100 olursa torpil var bu işte demesinler diye…
İlk atınızı ne zaman aldınız?
14 yaşındaydım. Sakat bir hayvandı, kalçası kaymıştı. Düzelmesi en az altı ayı bulurdu. Düzeldikten sonra da eskisi gibi olmazdı. Anca kendini gezdirebilirdi. Bundan dolayı atı uyutacaklardı. O atın bir de üç aylık tayı vardı. O zamanlar 25 milyon liraya üç tane at alınabiliyordu. Gittim 25 milyon liraya o sakat atı aldım. Bir gözü kördü. Elmacıklarından biri kaymıştı. Yıllarca bende kaldı o at. “Adamcı” deriz biz öyle atlara. İnsana saldırır, ısırırdı. Üstün çıplak yanına giremezsin. Yanına kim gelirse ön ayaklarını kaldırırdı, kulaklarını yatırırdı. Kafayı böyle bir sallar… Diyor ki “gelme”. Sana ayağıyla vurmaya çalışırdı, bir de ağzıyla yakalamaya çalışırdı. Eğer tutarsa bittin!
227 fayton vardır Büyükada’da. 150’si işinin ehli değildir. Büyükada’da benim gibi arkadaşlar da var. Belki benden daha titizler. Ahırına gir, atları üşümesin diye battaniye örteni vardır. Herkes bir değil.
Ne kadar yaşadı o at?
Bana geldiğinde de yaşlıydı. Bendeyken bir yavru daha yaptı. Doru-beyaz alaca bir yavrusu vardı. Artık öyle bir hale gelmişti ki, sadece yavrusunu beslemek için yerinden kalkabiliyordu. Arkadaşları çağırıyordum, beden gücümüzle atı kaldırıyorduk. Bir gün yine kaldırmaya çalışıyordum, böyle bana baktı baktı, kafasını yere koydu. Her kaldırmaya çalıştığımızda mücadele edip ayağa kalkmak için elinden geleni yapan hayvan bir daha kalkmadı. Yattığı yerde üç gün daha baktım. Veli Efendi hipodromunun veterineri Ali Akşit vardı. O geldi, muayene etti, “uyutacağım, başka alternatif yok” dedi. Ağlaya ağlaya ’92 senesinde uyuttum onu.
Senelerdir atlarınızla birlikte yaşıyorsunuz. Onlardan birini kaybettiğinizde neler hissediyorsunuz?
İnsandan insana değişir o. İnsan var, sevgilisinden ayrılıyor, senelerce kendine gelemiyor. İnsan var, sevgilisinden ayrıldıktan sonra takmış koluna birini…
Atlarla yoğun bir ilişki geliştirdiğiniz anlaşılıyor, bu sizi kişisel olarak nasıl etkiliyor?
Atlar kristal kadar kırılgan, çelik kadar dayanıklıdır. Herkes atına kendi bildiği gibi davranır. Önce atını çözmen lâzım. Ben onları dinlemeye başladım kendi kendime. Orkestra Mehmet diye bir arabacı vardı, hep keş beygir alırdı. Arabayı çekmeyen beygire “keş” beygir deriz. Keş beygiri Orkestra Mehmet ne yapar eder koştururdu. Adam beygir doçentiydi. Bazısı savuran beygir doçentidir. Keş beygir rampayı gördüğü zaman gitmez, yanındakine taşıtır. Onu koşturan arabacılar da vardır. Süleyman abi vardı, o her atı koştururdu. Bir gün sordum, “sen ne yapıyorsun abi” dedim. “Atına kendini sevdirdiğin an iş bitmiştir” dedi. Bunu öğrendiğimde 16 yaşındaydım.
Arabanın üzerinde terbiyeleri tutarken bir yerden sonra öyle olur ki, terbiye bir telefon kablosu işlevi görmeye başlar. O sana bir şeyler söylemeye başlıyor zaten. Ata “brrr, pürrr” filan demem. “Gel kızım” derim, gelir. Onların mimiklerinden ve bakışlarından ne demek istediklerini anlayabiliyorum. Yani bir ufak kafayı kırdım. (gülüyor) Bu diyaloğu Kızılderililer çok iyi kurarlar. At onun ailesinden biridir çünkü.
Atlar artık “ahır efendisi”. Kaç nesildir ahırlarda yaşıyorlar. Bu atlar yılkı yaşantısını bilmez. Yılkıda atlar beraber uyur. Bir aygır nöbet tutar. Sürüye saldırı olursa sürüyü korur. Bir kısrak sürüden ayrılırsa onu arar bulur, geri getirir. Bu atlarda o bilgiler yok. Zamanla oluşacaktır, ama iş işten geçecektir. Atların yüzde sekseni ölür.
Adalardaki atların “doğal yaşam alanları”na bırakılacağı söyleniyor. Doğal yaşam alanlarıyla ne kastediliyor? Gidecekleri yerler belli mi?
Her kafadan bir ses çıkıyor. Biri Kars, biri Silivri, biri Bursa’ya gönderilecek diyor. Artık takip etmiyorum, bıkkınlık geldi. Bir arazi arıyorlarmış, orayı telle çevireceklermiş… Atlar o “doğal yaşam alanı”nda yaşayacakmış. İzmir’de aynısını yaptılar, berbat ettiler atları. Resimlerini görsen ağlarsın. Hayvanlar yemeğini yiyordu, tımarını oluyordu, altında talaşı yatıp uyuyordu. Bir ailesi ve üstünde bir çatı vardı. Hayvanlar “doğal yaşam alanlarında” rezil oldu.
Ne oldu o atlara?
Bazılarını Ankara’ya gönderdiler. Veterinerlik fakültesinde kobay olarak kullanılıyorlar. Hipodromdaki atlar için serum imalatında kullanılıyorlar. Deney hayvanı oldular. Hayvanseverler bu hayvanları neden takip etmiyor? Şimdi bizimkilere gözü dikmişler. Günah değil mi?
Atlarına kötü bakan ve ölümlerine sebebiyet veren faytoncuların da olduğu biliniyor.
Tabii var. Büyükada’da büyük bir rant var. Turizm sektörüne hizmet edildiği için güzel kazanç var orada. Heybeliada’da bu daha az. Burgazada’da bu rant hiç yok. Heybeliada’ya ruhban okulu olduğu için genelde Rum turistler gider. Büyükada’da görülecek daha fazla yer olduğu için şirketler tarafından hep büyük turist grupları götürülür. Heybeliada’ya teklemeler gelir. Burgazada’ya yabancı turist kolay kolay gelmez. Çok azdır. Ülkenin gidişatı belli. Biri garsonluk yapmaya veya ahırlarda çalışmaya Büyükada’ya geliyor, rantı bir görüyor, olay orada değişiyor. Normalde ayda 1500 TL kazanan biri Büyükada’da günde faytondan 400-500 TL kazanıldığını görünce bu işlere giriyor. Ne var ne yoksa satıyor, Büyükada’dan araba satın alıyor veya kiralıyor. Gelir olduğunu görüyor bu işte. Çünkü adam geçinemiyor!
Kanarya adalarında kanaryalar sokaklarda yaşayabilir, sen evindeki kanaryayı kafesinden saldığında o dışarda yaşayabilir mi? Yaşayamaz. Bu atlar da aynı.
O insanlarda da suç yok. Gelir kapısı görüyor. Ben niye gidip İsviçre’de bir sene çalıştım? Ekonomik çıkmazdan. Ama adam işinin ehli değil, bu işi bilmiyor. O adama iki at vermişler, demişler “sağa çek, sola çek”. Yeri gelir, kardeş atlar bile aynı tempo koşamaz. Bu yüzden sakat kalan, ölen atlar oldu. Burgazada’da öyle değil. Dünyanın en uzun yaşayan atı 35 yaşında İngiltere’de ölmüş. Şu an Burgazada’da 30 yaşında at var. Adı Nazlı. ’93 senesinde İsviçre’ye gittim, ’94 senesinde geldiğim zaman Yılmaz o atları yeni almıştı. ’94 yılında 4 yaşındaydı. Atların ağzını bir açtım, dördüncü kapak duruyordu. Yani atların 4 yaşında düşürmesi gereken dişlerin biri düşmüş, diğeri de sallanıyordu. Atın yeni 4 yaşında olduğunun işaretidir bu. O at hâlâ burada. Yedi senedir faytona koşulmuyor. Babaanne diyoruz artık ona. Bir at günde minimum 15 lira yer. Ayda 450 lira yapar. Yedi senede ortalama 35 milyon para yapar. O çocuk o atı çalıştırmadan 35 milyon para harcamıştır. Şimdi bize “pis at katilleri” diyorlar. Şov yapmasınlar.
Adalar’da hayatını kaybeden atlar konusunda farklı rakamlar var. Bunun sebebi ne?
Biri çıkmış “Adalar’da her sene 450 at ölüyor” diye yazmış. Adalar’da yaz sezonunda iş var, değil mi? Büyükada’da kışın bir faytona iki at yeter. Ama iş artınca altı at gerekiyor. Her yaz başı adalara ortalama 350-400 at girer. Cambazlar (at ticareti yapan kişiler) Adalar’a at getirir. Faytoncular bu atları alır. Sezon bitince elindeki altı attan dördünü cambazlara satıyor. Satmazsa bütün kış yem yedirmesi gerekecek. Bir atın ayda 400-500 lira masrafı vardır. Altı ay 3000-3500 para harcayacak eğer at ahırda kalırsa. İş olmayınca atlar cambazlara tekrar geri veriliyor. Ölüyor mu yani bu hayvanlar? Bizim faytoncu esnafının cahilliği. İlçe Tarım Müdürlüğü’ne gidip “atı sattım” diye listeden düşürttürmüyor. Satıyor gidiyor… Resmi olarak atın satıldığı görünmüyor öyle olunca. Öldü sanılıyor bu yüzden. Hiç at ölmüyor mu? Ölüyor. Yaz sezonu Adalar’da 1900-2000 at oluyor. 2000 kişilik bir insan toplumunda altı ay içerisinde hiçbir insan ölmüyor mu?
Ahırlardan dışarı at çıkışı yasak. Polis kapıda bekliyor. Yaz olsa at çıkar, otlanır. Ama kış mevsimi. Gelsin babası yemek versin diye üşüyerek bekliyor. Aç, susuz… Bir gün bekler, iki gün bekler, en sonunda soğuktan ölür. Karantinadan sonra her gün üçer beşer at ölümleri oldu.
Faytondaki atların korkunç görüntülerini de gördük…
Büyükada’da bir at düşüyor yere, yüz kişi fotoğrafını çekiyor “at öldü” diye. Beş sene önce, Haydar diye bir arkadaşımız 23 Nisan panayırı öncesi bir at satın alıyor. Panayır günü “bir koşsun göreyim” diyor. Hayvan arabada birdenbire kendini yere vuruyor. Beyaz bir at, belki internette görmüşsünüzdür, hayvan yerde titriyor. Bir hafta sonra yine aynı resim, “at öldü, at öldü” diye paylaşıyorlar. Yahu ne ölmesi, veteriner getirdik, atta epilepsi çıktı. Arkadaşımızın ismi Haydar. Çirkin Kral Haydar deriz. Hâlâ o at onda ve besliyor. Giderseniz ahırında görebilirsiniz. Satmaya da kıyamıyor, “alan bilmez, faytona çıkarır” diye. Doğal ölümün haricinde ölüm olmuyor mu? Oluyor. 227 tane fayton vardır Büyükada’da. 150’si işinin ehli değildir. Büyükada’da benim gibi arkadaşlar da var. Belki benden daha titizler. Ahırına gir, atları üşümesin diye battaniye örteni vardır. Herkes bir değil.
İBB’den yapılan açıklamayla Adalar’da faytonla ulaşımın kaldırıldığını öğrendik. Bu karardan sonra ne olacak sizce?
Büyükada’da fayton duraklarına güzel para girer. Ben bu paranın peşinde olduklarını düşünüyorum. Amaç ulaşım rantı. Yoksa atları düşündüklerini sanmıyorum. Bundan dört-beş sene evvel baskı yapılmaya başlandı zaten. Bize ta o zamandan “lastik tekerlek takın” demeye başlamışlardı. Bu kadar eğimli yolda lastik tekerlek yolu tutar. Tahta tekerlek hayvanı zorlamaz. Biz lastik tekerleğe çevirmedik. Ulaştırma Koordinasyon’da Adalar’ın yolları “yaya yolu” olarak gözüküyor. Eğer biz lastik tekerleğe çevirmiş olsaydık, o zaman yasa “lastik tekerlekli araca uygundur” olarak değişecekti. Motorlu taşıt yani. O zaman doğrudan Adalar 1. derece sit alanından 2. derece sit alanına düşecekti. 1/5000’lik imar planı değişmiş olacaktı. Bütün amaç rantı ele geçirmek. 2011’den beri hazırlanan bir plan bu. Dokuz senede ince ince hazırlamışlar. Askerlikte üst rütbelinin aldığı kararlara karşı gelebilir mi aşağıdakiler? Gelemez. Bu da onun gibi bir iş. Bir gecede sosyetikler için köpekleri toplatanlara güven olur mu abi? Onlar benim atımı düşünmez. Ne yapacağız, bilmiyorum.
Bu süreçte hayvanseverlerin konumunu nasıl görüyorsunuz?
Hayvansever? HAYTAP mı hayvansever? Gerçek hayvanseverler gelsin benimle muhabbet etsin. Kim hayvansever? Büyükada’da çalıştay yapıldı. Hanımefendinin biri kalktı, arabacıları lanetledi. Hayvanları en aciz durumda gösterdi. Başka bir kadın “sizde allah korkusu bile yok” dedi. Başka biri kalktı, “bu faytoncular cahil cühela insanlar” dedi. Bunu da yuttum. Bu konuşmaları hep not aldım. “Beni kibirli biri olarak görmeyin. Hanımefendinin sözlerine karşılık konuşmaya böyle başlamak istiyorum. Yedi göbek İstanbulluyum. Tarabya Özel Dost Koleji’nde okudum, Zincirlikuyu İnşaat Teknik Yapı Meslek Lisesi’ni bitirdim. İki tane yabancı dilim var. Biraz Rumca ve Ermenice biliyorum ve teknik ressamım” dedim. “Sizin dediğiniz gibi hepimiz cahil değiliz” dedim. “Allah korkusu yok” diyen kadına döndüm, dedim ki “Askerden geldiğim sene durakta atlarıma su verirken sağdaki at soldaki atı ısırmıştı. Ben de hayvanın canı yandığı için refleks olarak ısıran atın burnuna vurdum. O sırada annemin sesini duydum. Ayaküstü konuştuk, sonra eve gitti. Akşam eve gittim, yemeğimi yedim. Uzandım divana… Annem ‘bir beş dakikan var mı’ dedi. Gittim yanına. Masada Kuran-ı Kerim duruyor arasında bir ayraç. Ayracı çekti, ‘oku oğlum burayı’ dedi. ‘Onlar benim sessiz kullarım. Ben yarattım, sizler sahip çıkın. Ahiret günü hepsi sizlerden hesap soracak.’ Aradan otuz sene geçti, hep aklımdadır.”
Ruam tarama iğnesinin vuruluşundan hayvanın mezara konulmasına kadar, hiçbir yasallık yok. Hiçbir prosedür yapılması gerektiği gibi olmadı.
Hayvanseverler sizinle hiç bağlantı kurmadı mı? Kurmaya çalışsalar tepkiniz nasıl olur?
Onun tepkisine bağlı. Bana küfür ederek gelinirse küfür de ederim. Ben ayna gibiyim. Böyle bir grupla beni konuşturan kimse de olmadı. Artı TV’de bir program oldu. İki “hayvansever” ve bizim Heybeliada’dan Şenol (Şahin, Heybeliada Faytoncular Kooperatifi başkanı) vardı programda. Bütün faytonculara hakaret ediyorlar, Şenol da “Biz atlarımızı çok seviyoruz” demekten başka hiçbir şey söyleyemedi. İsterim böyle bir programda konuşabilmek. Okan Oflaz diye kendini “at âşığı” diye tanıtan biri var mesela. Onunla beni aynı masaya oturtsunlar, konuşalım.
Neden tepkilisiniz Okan Oflaz’a?
Aşgar’ım öldü benim. Bir baktım halsizleşiyor. Ayakları titremeye başladı. Tedavi etmeye çalıştım, baktım etki etmiyor, Avcılar Veteriner Hastanesi’nden Dilek Hanım’ı aradım. Borç harç, atı aldım, Avcılar’a götürdüm. Tahlillere baktılar, at “şeker hastası” dediler. “Ne olacak” dedim. “Kasları eriyecek, kalkamayacak duruma gelecek, yedi ay sonra uyutmak zorunda kalacaksın” dediler. 11 ay yaşattım ben Aşgar’ı… Neyse, o sıralarda Aşgar’ı hastaneye götürmem gerek, ama param yoktu. Faytoncular Odası başkanına (Hıdır Ünal) gittim. “Hıdır abi, ne yapacağımı bilmiyorum” dedim. Hıdır abi “Okan Oflaz diye bir çocuk var, o sana yardım edebilir” dedi. Telefonunu aldım, aradım açmadı. Mesaj yazdım: “Benim bir atım var. Avcılar Veterinerlik Fakültesi’ne götürmem lâzım. Kötü durumdaki atlara yardım ediyormuşsunuz. Beni ararsanız sevinirim” dedim. Aramadı. Ertesi gün başka telefondan aradım, açtı. Durumu tekrar anlattım. Tek isteğim bir taşıma arabası ayarlaması. “Beni Maltepe’den alacaksınız, Avcılar’a bırakacaksınız. Tedavi bitince Küçükyalı’ya getirebilirseniz iyi olur” dedim. “Ben öyle atlara yardım etmiyorum” dedi. “Nasıl yani” dedim, “öyle atlar”? “Eğer atı bana verirsen gelir alırım, ötesine karışmam” dedi. “Bende verilecek at yok” dedim. Bu nasıl bir hayvansever? Ben atımı seviyorum, neden bana destek olmuyorsun hayvanseversen? Yaralı atları almaya gelirken şov yaparak geliyor Okan Oflaz. Resimler, fotoğraflar… “Tık”, jeton düştü. Araştırdım daha sonra, kurtulamayacak atları veterinerlik fakültesine bağışladığını, kobay olarak kullandırttığını öğrendim. Kurtulabilecek gibi olan atları kendi yaptığı “doğal yaşam alanı”na tıkıyor. Sonra sosyal medyada “yok atın ilacı bitti, yok otu bitti” diye duygu sömürüsü yapıyor. Fotoğrafın altında bir hesap numarası, para oluk gibi akıyor. Adalar’da yapılan çalıştayda bizi kötüleyenler arasında Okan Oflaz da vardı. “Biz faytonculara desteğiz, şöyle böyle…” Adalar’da hasta atları alıp tedavi ettiriyoruz dediği anda bende jeton düştü. “Hatta Koray Bey’in de bir durumu olmuştu, onunla da temas kurmuştuk” dedi. Tutamadım kendimi, kalktım ayağa. “Ne diyorsun” dedim, “neye yardım ettin? Sadece bir kamyon istemiştim, atıma göz diktin. Benden atımı istedim”. Hayvansever he?
Atların “bırakılacağı” söylenen “doğal yaşam alanları” tam olarak nedir?
Atlar artık “ahır efendisi”. Kaç nesildir ahırlarda yaşıyorlar. Bu atlar yılkı yaşantısını bilmez. Yılkıda atlar beraber uyur. Bir aygır nöbet tutar. Sürüye saldırı olursa sürüyü korur. Bir kısrak sürüden ayrılırsa onu arar bulur, geri getirir. Bu atlarda o bilgiler yok. Zamanla o bilgiler oluşacaktır, ama iş işten geçecektir. Atların yüzde sekseni ölür.
Yılkıdaki atlar sert hava koşullarına uyum sağlayabildiği için tüyleri daha uzundur. Palaz deriz buna. Ahırımdaki atların tüylerine bakın, inceciktir. Hepsi bir kere sakağı yapacak, yani grip olacak. Bir yandan soğuk, açlık ve hastalık… Yarısı bir ay içinde, ilk soğukta ölür. Düşünün: Çorba yok, yorgan yok, ilaç yok… Kanarya adalarında kanaryalar sokaklarda yaşayabilir, sen evindeki kanaryayı kafesinden saldığında o dışarda yaşayabilir mi? Yaşayamaz. Bu atlar da aynı. Düşünün: Yılkı atları bile dağlardan ovalara iniyor aç kalınca. O hayvanlar bile barınamıyor. Aborijinler mesela, o doğaya alışkınlar, yalınayak ormanın içinde tazı gibi koşuyorlar. Sen koşabilir misin? “Ayağıma taş battı” deyip yere kapaklanırsın.
Ruam taramasının ve itlafların bitmesine rağmen at ölümlerinin devam ettiği haberleri geliyor. Bu ölümler hakkında bilginiz var mı?
Evet, ölüyor. Atlarını bırakıp kaçanlar var. Yeni at satın almış ve bu yüzden borçlanmış olan kişiler atları bırakıp gidiyor. Büyükada’da kimse kimsenin umurunda değil. Burgazada’da böyle bir olay olduğunda ata sahip çıkılır. Bırakılan atlar bir deri bir kemik kalmıştır bakılmayınca. Ahırlardan dışarı at çıkışı yasak. Polis kapıda bekliyor. Yaz olsa at çıkar, otlanır. Ama kış mevsimi. Gelsin babası yemek versin diye üşüyerek bekliyor. Aç, susuz… Bir gün bekler, iki gün bekler, en sonunda soğuktan ölür. Karantinadan sonra her gün üçer beşer at ölümleri oldu.
Ne karantinası! Karantina mı var Adalar’da? Eğer bir karantina olsaydı sizin burada oturmuyor olmanız gerekir. Benim bile bu ahıra girememem gerekir.
Büyükada’da itlaf edilen atların ruam taramasının raporları yok. Bazı atların ruamlı olmadığına dair ciddi şüpheler var. Ne dersiniz?
Ruam taramalarıyla ilgili bu konuyu Veliefendi Hipodromu’nun baş veterineri Ali Akşit’e sormuştum. Deri altına 1 cc’lik zayıflatılmış aşı gibi ruam mikrobu verirler. O bölge şişer. Alerjik bir durumdan dolayı da şişebilir. O şişliği deriyle birlikte tutabiliyorsan sorun yok. Ama şişlik ete yapışmışsa o at hastadır. O şişliği iyi tahlil etmeyip ruamlı diye bazı sağlıklı atları öldürmüş olabilirler. Yahu bir bakın vücuda kaynamış mı? Benim midillim ruam taramasına girdi. Hayvan üç gün boyunca yemek yemiyor, su içmiyor. Hep yatıyor. Bir hafta böyle sürdü. Attıkları 1 cc iri cüsseli hayvanlara göre ayarlanmış. E bu midilli. O iğne ağır geliyor. Nasıl ki bilinçsiz arabacı varsa, deneyimsiz veteriner de vardır. Bir konsey kurulup sınır tanımayan veterinerlerin kontrolünde bu işlerin yapılması gerekiyordu. Derine inersek… Ruam tarama iğnesinin vuruluşundan hayvanın mezara konulmasına kadar, hiçbir yasallık yok. Hiçbir prosedür yapılması gerektiği gibi olmadı.
Adalar’da karantina ilan edildikten sonra durum nasıldı?
Ne karantinası! Karantina mı var Adalar’da? Eğer bir karantina olsaydı sizin burada oturmuyor olmanız gerekir. Benim bile bu ahıra girememem gerekir. Veteriner seyislerin olması gerek. Onların beyaz elbiselerle bu hayvanların yemini suyunu vermesi gerek. Yemleri devlet karşılayacak, bize asgari ücret üzerinden maaş verecek… Bizim kapımıza kilit vuruldu. Ahırın masrafı, evin masrafı… Borç gırtlakta.
Faytonların kaldırılmasıyla birlikte atları İBB’nin satın alacağı söyleniyor. Siz satmak istiyor musunuz atlarınızı?
Veliefendi’den çıkma iki tane Arap atım vardı. İsviçre’ye giderken temelli gideceğimi düşünüyordum. Neyse, neticede atlarımı satmam lâzımdı. O zaman bir çift at en iyi 400 bin lira. Büyükada’dan geldiler, 1 milyon 200 bin lira teklif ettiler, vermedim. Büyükada’ya gitseler araba önlerinde… E her arabacı benim gibi değil. Benimle diyalogları bambaşka. Benim yetiştirme tarzım bambaşka. Atları alacak olan kişi bana benzemeli. Öyle olsun ki atlar gittikleri yerde bana beddua etmesinler. Sattığımda da motora bindirirken ağzına bir avuç şekeri veririm, “Yavrum hakkını helâl et. Benim sana hakkım geçti, ama senin bana daha çok geçti” derim. Gittiği yerde huzur bulsun… Ben hayvan sevgisinden bu işe girdim. Para sevdasında olsam giderdim kendi mesleğimi yapardım. Senede iki bina çizerdim, iki sene yayardım kendimi. Bana değil 4 bin lira, 40 bin lira verseler atımı vermem. Ahırda gördün en baştaki atı. Adı Yağmur, beş yaşında. Bir at üç yaşında faytonda kullanılabilir. Daha üstüne bir kere bile eyer koymadım, arabaya takmadım. Ben atlarımı vermem. Dükkânım, bankada param, mülküm yok. Bende dünya varlığı yok. Sigortam veya Bağ-Kur’um bile yok. Dışardaki hurda faytondan başka hiçbir şey yok. Hayattan böyle zevk alıyorum. Sen benim hayatıma engel oluyorsan ben bu adada durmam abi. Ben isterim bu adaya gömülmek. 53 yaşındayım, bir on sene daha yaşarım herhalde. Emekliliğimi atlarla koyun koyuna geçiremeyeceksem ne yapayım adayı!
Sizin gibi atlarını vermek istemeyen insanlar var mı?
Çok. Herkes biliyor. Başıboşluğun merkezi Büyükada’dır. Bazı faytoncular yüzünden hem Büyükada hem de Heybeliada ve Burgazada kurban oldu. Bu açık. Büyükada’da da atlarını seven, babasından bu işi öğrenmiş çok insan var. Atına sevdalı onlarca arkadaşımız var, ağlayarak “atlarımızı alacaklar, ne yapacağız” diye beni arıyorlar.
Birçok konuda belirsizlik sürüyor. Bu olayın geleceği konusundaki fikriniz ne?
Bilmiyoruz ki. Her konuşmada fikir değişiyor. Biz toplantılara girip çıkıyoruz. Büyükşehir Belediyesi’nde bir toplantıya ben de katılmıştım. Masada sayın İmamoğlu’nun ulaştırma koordinasyon müdürü oturuyor. Protokol var. Toplantıda atlarına âşık İsrafil diye bir arkadaşımız söz aldı. “Arabaları kamulaştıracaksınız, peki atlarımız ne olacak” diye sordu. “Onları da biz alacağız” dedi. Bu söylendiği an bir anda Konya’da yılkı atlarına yapılanlar, İzmir’de ve Antalya’da atların başına gelenler, hepsi bir saniyede gözümün önünden film şeridi gibi geçti. At ölüleri… Bir deri bir kemik hayvanlar… Dostum, ne söz hakkı almak, ne protokol, ne benim saygısızlığım, o an aklıma bile gelmedi. İki yumruğumu masaya vurduğum gibi ayağa kalktım. “Alamazsınız” dedim. Elim ayağım titriyordu. “Benim adıma kayıtlı hayvanı benden alamazsınız. O benim evcil hayvanım, vermem” dedim. Bir an o sinirle yaptım bunu. Daha sonra o toplantılara katılmadım. Diğer toplantıya benim yerime başka bir arkadaşım gitti. O da sormuş bu soruyu. Atlarını vermek isteyenlerin atlarını belediye alacak, vermek istemeyenlere “İspark arazi tahsis edecek. Herkes kendi imkânlarıyla atlarına bakacak” dendi. Son söylenen bu.
Bundan sonra nasıl geçinmeyi planlıyorsunuz?
Balıkçılık yaparım… Ama denizlerimiz de kurudu. Allah razı olsun, trolleri serbest bıraktılar. Artık balık yok. Ama inşaatta çalışırım, ama tır sürerim. Yine evime ve atlarıma bakarım.
Çocuklarınızın atlarla arası nasıl?
İki kız çocuğum var. Küçük kızım veteriner, büyük kızım zoolog olmak istiyor. Burgazada’da çocuk parkı ve fayton durağı bitişiktir. Her gün çocuk parkına gelirlerdi, hep yanıma gelirlerdi. Bazen düz yolda terbiyeleri onlara veriyordum. Büyük kızım biraz tedirgin olurdu. Ufak kızım biraz daha bitirimdir. Kayışları verdim eline. Karşıdan araba geldi, sağa çekti, devam etti… Gayet güzel, on numara. Küçük kızım ben arabayı kullanırken sürekli elime bakardı. Atın yaptığı hareketlere bakıyor. Hep takipte! Durağa geldik, terbiyeleri aldım elinden. Bir daha arabaya ve ahırlara sokmadım. Çünkü benim gibi olacak belli! Onu ahırdan attan kurtaramam. Artık faytonculuk yok, bitti.
Faytonculara yönelik bir aşağılama olduğu görülüyor. “Arabacı” olarak hor görüldüğünüzü düşünüyor musunuz?
Büyükada’da yaşayan bir arkadaşım var. Faytoncu bile değil. Kartal’da çocuğu okula gidiyor. Bir öğretmen eve telefon ediyor, “çocuğunuzu okula göndermeyin, Adalar’da ruam var, diğer çocuklara bulaştırmasın” diyor. Bundan daha büyük hor görülme var mı? Daha beteri var mı abi? Eskiden “faytoncuyum” dediğim zaman gıptayla bakarlardı, özenirlerdi. Şimdi bir çuval pirinçteki bir avuç taş yüzünden hepimize at katili gözüyle bakıyorlar.