TARİHTE TEKERRÜR VE TRAJEDİNİN SÜREKLİLİĞİ

Foti Benlisoy
21 Temmuz 2020
SATIRBAŞLARI

Korku sinemasının “splatter” türü, Kapital ve 18 Brumaire’in bazı pasajları, Jonathan Swift’in ürpertici hicvi, anahtar bir sözcük olarak “gallerte”, Society ve The Platform filmleri… Bütün bunlardan haziran ayında 188 işçinin hayatını kaybettiği iş cinayetlerine, kıdem tazminatının ve İstanbul Sözleşmesi’nin iptal girişimine bir yol var…
Yüksel Arslan, Kapital’i Güncelleştirme Denemesi. (1976)

Kapitalizm ile korku sinemasının ortak özelliklerinden biri, ikisinin de tekrara ve yinelemeye meyilli olmasıdır. Canavar bir kez kapıya dayandı mı, geri gelmesi ve yeniden dehşet saçması kuvvetle muhtemeldir. Yaratıcısına karşı başkaldıran yaratığı Boris Karloff’un canlandırdığı 1931 tarihli Frankenstein’ı, Frankenstein’ın Gelini (1935) ve Frankenstein’ın Oğlu (1939) ile başlayan sayısız film takip edecektir. O zamandan bugüne, devamı yahut tekrarı çekilmeyen korku filmi azdır. Sequel korku sinemasının adeta olmazsa olmazıdır ve aslında bu janrın anlatı yapısına has yinelemenin bir sonucudur.

Tekerrür kapitalizmin de olmazsa olmazıdır. Bonapartçı diktatörlüğün, faşizmin ve hatta soykırımın, şu son iki yüzyılda boy göstermiş türlü melanetin hesabının bir kez görülmüş olması yetmez. Onlar aslında hepimizin farkında olduğu üzere, kılık değiştirerek de olsa ilk fırsatta geri gelir. Daha önce defalarca patlayan havai fişek fabrikasının tekrar patlayıp can alması, hatta patlamayan havai fişeklerin taşınırken felaketin yeniden yaşanması, kapitalist canavarlığın bu tekerrüre meylinin sadece “küçük” bir ifadesidir.

Marx Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i adlı çalışmasının başında, Hegel’e atıfla bu tekerrüre değinir. “Hegel büyük tarihsel olayların ve kişilerin iki defa ortaya çıktığından bahseder, ama eklemeyi unutmuştur, ilkinde trajedi, ikincisinde fars olarak.” Marx’ın bu satırlardaki gayesi tarihteki tekrar olasılığına gerçekten değinmekten ziyade yeniyetme Louis Bonaparte’ı amcasıyla kıyas ederek alaya almaktır. Dolayısıyla, tarihte tekerrürün trajediden farsa ilerlemesi gibi bir zaruret yoktur elbette. Daha olası olan, tekerrürün trajedinin devamı ve yinelenmesi olarak tezahürüdür.

Lenin daha ikincisi yokken Büyük Savaş diye anılan mezbahanın ortasında ve “dünyayı sarsacak” devrime bir yıl kala, “Proleter Devrimin Askeri Programı” başlıklı yazısında “kapitalist toplum şimdi olduğu gibi her zaman sonu olmayan bir dehşettir” diye yazarken sanki bu “trajedinin sürekliliği” fikrine işaret eder. Bahsettiği sadece dünya savaşının yarattığı dehşet değildir. Lenin’e göre, kapitalist dehşetin en korkutucu yanı, onu durduracak güçlü bir müdahale olmadığı sürece bitimsiz, sonsuz olmasıdır.

Splatter sineması, sistematik kan dökmeye dayanan sermaye birikiminin bir metaforu olarak görülebilir. “Splatter kapitalizmi”nin hammaddesi emeğin kasları, sinirleri, kemikleri ve beynidir. Marx sermaye için “her gözeneğinden kan ve pislik akıtarak gelmektedir” derken, onun bu “splattervari” doğasını özetler.

Bu filmi görmüştük

Kojin Karatani Tarih ve Tekerrür adlı çalışmasında “Marx’ın Kapital’de kavradığı husus, sermayenin birikime dönük hareketine içkin olan tekerrür zorlantısıdır” diye yazar. “Sermaye bitmek tükenmek bilmez bir farklılaşma süreciyle kendini yeniden üretmeye güdümlüdür ve bu süreç daralma, refah, ekonomik kriz ve daralmadan oluşan mükerrer iş döngüsünden kaçınamaz.” Karatani’ye göre, “tarihteki tekerrür aynı olayların tekrarlanmasını ifade etmez, zira tekerrür ancak biçim (yapı) çerçevesinde mümkündür, olay (içerik) çerçevesinde değil.”

Yani olaylar elbette tekerrür etmez; ancak tarih tekerrür temayülündedir. Auguste Blanqui’nin, Paris Komünü’nün kanla bastırılmasının ardından, Taureau kalesinde mahpusken yazdığı Yıldızlardan Ebediyete adlı kitapçıkta vurguladığı üzere, “İlerleme yok. Maalesef! Elde sadece kaba tıpkıbasımlar, tekrarlar var. (…) Evren sonsuz olarak kendini tekrarlıyor ve yerinde sayıyor. Ebediyet, istifini hiç bozmadan sonsuzluğun içinde hep aynı temsilleri oynuyor.”    

İklim değişikliği ve pandemik felaketin birleşik etkisinin damgasını vurduğu günümüz de daha önce oynanmış bir “temsilin” bir nevi tekrarı aslında. Bu korku filmini daha önce elbette görmüştük. 14. yüzyılın ortasında Avrupa Ortaçağ Sıcak Dönemi’nden çıkıp Küçük Buzul Çağı’na girerken kara vebayla karşılaşır. Bugün gündemde olan iklim değişikliğinden daha hafif, ama bugün yaşadığımız pandemiden çok daha ölümcül bu bileşke, toplumsal dokusu oldukça kırılganlaşmış klasik feodalizmi krize sürükler.

Hâkim sınıf bu krize serfleri-köylüleri büsbütün baskılayıp onları adeta yeniden köleleştirecek bir saldırıyla cevap verir ve böylece neredeyse bütün bir kıta, amansız bir sınıf savaşımı alanına döner. Raj Patel ve Jason Moore Yedi Ucuz Şey Üzerinden Dünya Tarihi başlıklı kitaplarında, bu sınıf saldırısının bugünkü karşılığının olası bir “Ebola salgınına sendikalaşmayı daha da zorlaştırarak tepki vermek” olacağını yazarlar istihzayla. Tıpkı bugün, Covid-19 salgınına kıdem tazminatını kaldırarak ya da İstanbul Sözleşmesi’ni iptal ettirerek tepki verilmesi gibi. Tarih belki de gerçekten tekerrürden ibarettir ve geleceğimizin sırrı da muhtemelen geçmişin o kavgalarındadır.

Yüksel Arslan, Kapital’i Güncelleştirme Denemesi. (1976)

“Splatter” kapitalizmi

Mark Steven Splatter Capital: The Political Economy of Gore Films (2017) adlı çalışmasında, “Kapitalizmde değerin kaynağı emekse ve dolayısıyla değer organik maddemizin tüketilmesi sonucu ortaya çıkıyorsa, o zaman kapitalizm bir splatter filmine benzemeye başlar” diye yazar.

Korku sinemasının bir alt türü olan “splatter” filmlerinde şiddetin, kan dökmenin ve insan bedeninin parçalanmasının özel efektler yardımıyla vurgulu bir sunumu söz konusudur. Steven’a göre, splatter sineması daima sistematik kan dökmeye dayanan sermaye birikiminin bir metaforu olarak görülebilir. “Splatter kapitalizmi”nin endüstriyel makineyi besleyen hammaddesi canlı emeğin kasları, sinirleri, kemikleri ve beynidir.

Marx Kapital’de sermaye için “tepeden tırnağa, her gözeneğinden kan ve pislik akıtarak gelmektedir” derken, belki de kâhince onun bu “splattervari” doğasını özetler. Türkiye’de sadece haziran ayında 188 işçinin hayatına mal olan iş cinayetleri, bu sürekli yinelenen korku filminin, “splatter kapitalizmi”nin senaryosu gereğidir.

Bernard Shaw Marx için “o kendisinin Mehrwerth diye adlandırdığı, bizim artık değer diye tercüme ettiğimiz şeye erişme çabası içinde sermayenin insafsız olduğunu ve hiçbir sınır tanımadığını ve hayır hasenat paylarından bir şiling pay daha vaat edilmesi halinde, sakatlama, katliam yapma, siyah ve beyaz insan köleliği ve uyuşturucu ticaretine bile bulaşacağını tüm çıplaklığıyla kanıtladı” diye yazar.[1]

Önce Fabiancı sosyalizmin öncü ismi, sonralarıysa hem Stalin hem de Mussolini hayranı olan Shaw bu yazdığında haklıdır haklı olmasına da, sermayenin melanetlerini sayarken bir hususu eksik bırakır: kanibalizm (yamyamlık). Kapitalizm sonu bir türlü gelmeyen bir korku filmidir, hem de insanın insanı yiyerek tükettiği bir dehşet filmi.

Swift uzun başlıklı hiciv metninde, bir sosyal reform olarak, yoksulların etinin pazara sunulmasını önerir. İrlanda’da her sene yoksul ailelerde doğan 120 bin kadar bebeğin ekonomik bir “yük” olmaktan çıkarılması için bunların dörtte üçünün bir yaşına gelmeden zenginlere et olarak satılmasının ekonomik faydalarını sayıp döker.

“Alçakgönüllü bir öneri”

Marx “Manifaktür, işçinin bir yığın üretken içgüdü ve eğilimini baskı altında tutma yoluyla tek bir parça-işteki hünerini seradaki gibi geliştirerek, onu canavarımsı bir yaratık haline sokar” diye yazar Kapital’de ve işçileri “kürkünü ya da yağını almak için boğazlanan hayvanlara” benzetir. İnsan denen hayvan da tıpkı insan olmayan hayvanlar gibi sermayenin iştahının “sömürülecek tek bir adalesi, siniri, bir damla kanı olduğu sürece elinden bırakmayacağı” hedefidir. Kapitalizm diğer hayvanlar gibi insanın da yenilerek tüketilmesine neden olur.

Aslında kanibalizm “yukardan aşağıya yürütülen” sınıf savaşının, acımasız sınıf egemenliğinin bir metaforu olagelmiştir. Bu duruma dair en meşhur tasvirlerden biri Jonathan Swift’in 1729’da kaleme aldığı İrlanda’da Yoksul İnsanların Çocuklarının Ailelerine veya Ülkelerine Yük Olmasını Engellemek ve Onları Topluma Kazandırmak İçin Alçakgönüllü Bir Öneri başlıklı satirik denemedir. Swift bu uzun başlıklı hiciv metninde bir sosyal reform olarak yoksulların etinin pazara sunulmasını önerir. İrlanda’da her sene yoksul ailelerde doğan 120 bin kadar bebeğin ekonomik bir “yük” olmaktan çıkarılması için bunların dörtte üçünün bir yaşına gelmeden zenginlere et olarak satılmasının ekonomik faydalarını sayıp döker:

“Bizim el üstünde tuttuğumuz domuz etinin tat açısından olsun, görüntü açısından olsun, bir yaşında, besili, tombul bir çocuğun eti yanında lafı bile olmaz; böyle bir çocuk bütün olarak kızartıldığında, valilerin verdikleri ziyafetlerde ya da herhangi bir büyük eğlencede göz alıcı bir manzara oluşturacaktır.”

Jonathan Swift’in Alçakgönüllü Bir Öneri’si için gravür. (1813)

Usta heccava göre, zengin beyefendi ve hanımefendilerin damak tadına uygun bebek etinin ticarete sunulması, yoksullara yeni bir gelir kapısı açacak ve ülkeyi de bu çocukların getireceği masraflardan kurtaracaktır. “Bu yiyeceğin özellikle arazi sahiplerinin zevklerine uygun düşeceğine inanıyorum; hem zaten bu çocukların ana babalarının çoğunu silip süpüren onlar olduğuna göre, çocuklar da herkesten önce onların hakkıdır.”

Swift’in hesaplamalarına göre, bu şekilde ulusun geliri yılda 50 bin pound artacaktır. Böylece dilencilerin, işçilerin, tarlalarda çalışanların ve taşradaki küçük kulübe sahiplerinin durumunda ciddi bir düzelme yaşanacak, bu insanlar “parayla olsun, işle olsun, kira ödemenin imkânsızlığından, geçim derdinden, kötü havadan korunacak bir eve de giysilere de sahip olamamaktan”, ülke de bu vasıftaki insanların sayısının kontrolsüz bir biçimde artmasının getireceği belalardan kurtulmuş olacaktır. “Krallığımızın ağzının tadını bilen, servet sahibi tüm beyefendilerinin masalarına eklenecek yeni yemek türü de cabası.”

“Yoksulları yiyen zenginler” Swift’in izinde, radikal toplumsal eleştirinin temalarından biri haline gelir. Örneğin Alman-Amerikalı anarşist Johann Most 1884’te yayımlanan “Mülkiyet Canavarı” (The Beast of Property) başlıklı yazısında, ucuz çocuk emeğinin sermaye için bir tercih nedeni oluşuna dair şunları yazar: “Çocuk eti en ucuz olanıdır: Modern toplumun yamyamlarının küçük kurbanları üzerinde sürekli olarak bayram etmesi şaşırtıcı mı? Bu zavallı küçükler bundan sonra hayatları boyunca bedensel olarak sakatlanmış ve zihnen harabeye dönmüş olsalar, bunlardan binlercesi hassas bir yaşta sefil ve tükenmiş olarak mezarlarına gömülse de bu kimin umurunda? Borsa yükseliyor ya bu yeter.”

Kanibalizm Swift’te olduğu gibi hicivden, Johann Most’taki gibi metafordan ibaret değildir: İnsan etinin yenmesi, kapitalist birikim sürecinin normal halidir. Engels Anti-Dühring’de “ücretli emek, ancak kanibalizmin yumuşatılmış bir formu olarak açıklanabilir” derken aynı yöne işaret eder.

Anahtar sözcük: “gallerte”  

Edmund Wilson bizde nedense Lenin –Tarih Yazanlar ve Yapanlar başlığıyla yayımlanmış To the Finland Station adlı klasik çalışmasında, Marx için “Swift’den bu yana yetişmiş en büyük cinascıdır” der ve ikisi arasında çok ciddi benzerlikler olduğunu aktarır. Ancak, aralarındaki yakınlığa karşın, Marx’ta, örneğin vampir ya da uğruna çocukların kurban edildiği tanrı Moloch olarak sermayeye yapılan atıflarda gördüğümüz üzere, zenginlerin proleter bedenleri tüketmesi/yemesi teması Swiftvari bir hiciv malzemesinden ibaret değildir.

Edebiyat eleştirmeni Keston Sutherland “Marx in Jargon” adlı makalesinde, Kapital’deki, bir metanın “türdeş insan emeğinin salt billurlaşmasından” ibaret olduğu yönündeki ifadenin bir çeviri hatasının kurbanı olduğunu belirtir. Sutherland’e göre, bu bölümde kullanılan “billurlaşmış”, “donmuş” ya da “pıhtılaşmış” gibi ifadeler Marx’ın kullandığı “gallerte” ifadesini karşılamaz. Bu durum basit bir çeviri hatası ya da üslup farkı olarak düşünülüp geçiştirilemez. “Gallerte” çeşitli hayvan parçalarının birlikte pişirilmesiyle yapılan yenilebilir bir jöledir. Dolayısıyla, Marx insan emeğinin metada billurlaşması ya da donmasından bahsetmez, tersine onun metada değişik insan parçalarından oluşmuş yenilebilir-tüketilebilir bir jöle halini almasından söz eder.

Marx yine Kapital’de, üretici faaliyet “insan beyninin, sinirlerinin ve kaslarının üretici harcanmasıdır” der. Yani kapitalist üretim sürecinin sonucunda, işçilerin (canlı emeğin) beyni, sinirleri, kasları ve kemiklerinden oluşan bir gallerte, bir tür “pate” ortaya çıkar. Marx “kabul etmek gerekir ki, işçilerimiz, üretim sürecinden çıktıklarında, girdiklerinden farklıdır” derken muhtemelen bu “jöleye” atıf yapar.

Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’inde, “burjuva düzeni proletaryanın kanını ve beyninin iliğini sömürüp sermayenin simya kazanına atan bir vampire dönüşmüştür” diye yazarken de bu jölenin imalat sürecine atıf yapar. İşçilerin kurban edildiği Moloch ya da işçileri “sömürülecek tek bir adalesi, siniri, bir damla kanı olduğu sürece elinden bırakmayacak” vampir olarak sermaye işte bu “gallerte”yle beslenir.

Bu mide bulandırıcı jölede insan etini, sinirlerini, kemiklerini, kaslarını görmemizi engelleyen şeyse meta fetişizmidir. Kanibalizm Swift’te olduğu gibi bir hicivden, Johann Most’taki gibi bir metafordan ibaret değildir: İnsan etinin yenmesi kapitalist birikim sürecinin normal halidir. Marx’ın silah arkadaşı Engels Anti-Dühring’de “ücretli emek ancak kanibalizmin yumuşatılmış bir formu olarak açıklanabilir” derken aynı yöne işaret eder.

Zenginleri servis etmek

Kapitalizm insanın bedeninin işlemden geçirilerek “tüketime” sunulmasıdır. Bu, ya Brian Yuzna’nın Society (1989) filmindeki gibi bizzat “yüksek sosyetenin” insanları yediği ya da Galder Gaztelu-Urrutia’nın The Platform (2019) filmindeki gibi altta kalanların üsttekilerin artıklarıyla beslendiği, artık kalmadığındaysa açlıktan birbirlerini yediği kanibalistik bir sistemdir.

Bu yamyamlık düzeninin yarattığı dehşetin, Lenin’in hatırlattığı gibi, sonu yoktur. Bu dehşete ancak devrimle, yani mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi, daha isabetli bir tabirle yamyamların (zenginlerin) yenmesiyle gerçek bir son verilebilir. Eat the Rich Gang (Zenginleri Yiyin Çetesi) adlı Detroit kökenli anarşist grubun 1974’te yayımladığı, zenginlerin nasıl yenebileceğine ilişkin To Serve the Rich adlı yemek kitabının başlığındaki kelime oyunundan ilhamla, bizzat zenginlere hizmet edenlerin zenginleri servis edip yemeye de muktedir olduklarını sergilemeleriyle…

Bertrand Russell, 1846–1852 ve 1865–1866 yıllarında Britanya başbakanı olan dedesi, liberal politikacı Lord John Russell’ın, ölüm döşeğindeyken sokaktan gelen bir gürültüyü duyunca, “devrim oluyor” diye telaşlandığını aktarır.[2]

Devrim olasılığının müsebbibi olduğu telaş, Lord Russell’ın devrine has değildi elbette. Hâkim sınıfların “devrim korkusu” modern zamanlara damgasını vurmuş, tarihi devindiren temel güçlerden biri olagelmiştir. Bu korkunun günümüzde büyük ölçüde ortadan kalkmış olması, daha doğru bir tabirle devrimin muktedirler için (şimdilik kaydıyla) aktüel bir tehdit olmaktan çıkması, kapitalizmin tüm dehşetinin alenen ve tekrar tekrar sergilenmesi için uygun koşulları yaratıyor.

Lord Russell’ı ölüm döşeğinde zıplatan o korku günümüzün Russell’larını yeniden titretmediği müddetçe kapitalizmin felaket döngüsünün devam edeceği aşikâr. Sermaye düzeninin o “sonsuz dehşetinin” sequel’lerine mahkûm oluşumuz bundandır.   

[1] Francis Wheen, Das Kapital –Biyografi, çev. Orhan Düz, Güncel Yayıncılık, İstanbul, 2006, s. 90-1.
[2] Walter E. Houghton, The Victorian Frame of Mind 1830-1870, Yale University Press, New Haven ve Londra, 1957, s. 54.
^