11 Mayıs 2020, önümüzdeki yıllarda, tarihi bir dönüm noktası olarak da anılabilir, iz bırakmayan bir gün olarak da kalabilir. Tarihin hangi hükmü vereceğini İlerici Enternasyonal’in seyri tayin edecek. Beş kıtadan örgütlerin, partilerin, tanınmış eylemcilerin, siyasetçilerin ve düşünürlerin bir araya gelerek 11 Mayıs’ta yola çıkışını ilan ettiği İlerici Enternasyonal’in nasıl ve niçin kurulduğunu, yol haritasını Danışma Konseyi üyesi, HDP Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü’den dinliyoruz.
İlerici Enternasyonal sürecinin başlangıcı Aralık 2018’e, DiEM25 ve Sanders Enstitüsü’nün birlikte yaptığı çağrıya uzanıyor. Siz ne zaman Danışmanlar Konseyi’ne davet edildiniz, katılmaya karar vermenizde neler belirleyici oldu?
Ertuğrul Kürkçü: Geçtiğimiz ay İlerici Enternasyonal girişiminin sekretaryasından HDP dış ilişkiler komisyonuna ulaşan çağrı üzerine konuyu gündemimize aldık. Enine boyuna değerlendirdikten sonra bu aşamada Danışmanlar Konseyi’ne katılımı yeterli gördük. Eylül ayındaki Zirve’den sonra elbette süreci her bakımdan yeniden değerlendireceğiz. Bu sefer bizim de oluşumuna katıldığımız, etkilediğimiz ve dolaysız olarak etkilendiğimiz bir süreci değerlendiriyor olacağız. Sahici bilgiyle düşünüp yeni kararlar alacağız. Bu daha başlangıç. Katılmaya karar vermemiz çok temel ve basit bir nedene dayanıyor: Sürdüregeldiğimiz mücadeleler küresel ölçekteki gelişmelerden doğuyor, yerel biçimlere bürünüyor, ama asla yerel sınırlar içinde kalmıyor. Sürecin kendisi küresel ve küresel karşılıkları gereksiniyor. İlerici Enternasyonal girişimi hem mevcut genel dünya durumu değerlendirmesine dayanan çağrısıyla, hem öngördüğü dünya vizyonuyla, hem de bu çağrının arkasında duran simalarla böyle bir iddiayı en azından entelektüel ve felsefi düzeyde taşımaya yetenekli görünüyor ve bize de bu iddiayı kendi cephemizden yoğurma ve katkıda bulunma kapılarını açıyor. Bu davete icabet etmemek yalıtılmışlıkla yetinmek demek olurdu. Yalıtılmışlık içinde kavrulmaya razı olmak, temsil ettiğimiz kitlelerin talep ve ihtiyaçlarının da inkârı olur. Öte yandan, süreci daha yakından tanımak ve bize sunduğu imkânlar kadar bizim sunabileceğimiz imkânları da görmek makûl bir ilişki düzeyi yakalamayı gerektiriyordu. Bu öneriyi kabul ederek doğru bir tercih yaptık.
Elliyi aşkın sayıdaki Danışmanlar Konseyi üyeleri arasında, Avrupa’dakilerin yanısıra Afrika’dan, Asya’dan, Kuzey ve Güney Amerika’dan örgütlerin, partilerin temsilcileri, sözcüleri ve tanınmış sol-sosyalist kimlikli entelektüeller var. Bu kuruluşlar ve kişiler arasında sizin açınızdan öne çıkanlar, kararınızda etkili olanlar kimler?
Danışmanlar Konseyi’ndekilerin kimileriyle şahsen tanışıyorum. Kimilerini eylemler ve düşünceleri dolayısıyla tanıyorum. Kimilerini de eserlerinden biliyorum. Alfabetik sırayla gidersem, Noam Chomsky’yi tanımayanımız yok; ABD emperyalizminin ve hegemonyacılığının “içerideki” en güçlü eleştirmenlerinden biri, özgürlük ve hak mücadelelerinin kararlı bir savunucusu olduğunu biliyoruz. Bulunduğu zeminlere ufuk genişliği taşıyan bir düşünür aynı zamanda.
Fernando Haddad Brezilya’da Lula ve Dilma Roussef’in İşçi Partisi hükümetlerinde Eğitim Bakanlığı’ndan sonra, 2013-2017 arasında São Paulo Belediye Başkanlığı yapmış bir siyaset insanı.
Giorgio Jackson’ı tanımıyordum, ama başını çektiği hareketleri biliyordum. Şili’de Demokratik Devrim Partisi’nin ve Frente Amplio’nun (Geniş Cephe) kurucusu.
John McDonnell’in varlığını Corbyn’in yokluğunun bir açıklaması sayabilir miyiz? Belki de. İşçi Partisi de bizim gibi görerek ilerlemeyi tercih etmiş olabilir. Die Linke’yi, Fransa’dan Sol Parti’yi, Şili’deki kadın hareketini, Avrupa çapındaki ekolojik isyanın içinden çıkıp gelen güçleri bu zeminde görmeyi isterim.
İzlanda başbakanı Katrín Jakobsdóttir’i Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) Sol Grup üyeliğinden tanıyorum. Lideri olduğu Yeşil-Sol Parti’nin eski İçişleri ve Sağlık Bakanı Ögmundur Jonasson ile birlikte AKPM’deki grubumuza çok güç katmışlardı. Danışmanlar listesinde olmasa da Ögmundur’un bu girişimin yanında olduğunu bilmek bir tür güvence sayılır benim için.
Naomi Klein kapitalist küreselleşmenin neden ve sonuçlarını didik didik eden eserleri ve içinde yer aldığı mücadelelerle Kuzey Amerika’daki toplumsal mücadelelerin anti-kapitalist bir doğrultu kazanmasına çok önemli katkılarda bulundu. İlerici Enternasyonal için pusula işlevi görecek kişilerden biri.
Álvaro García-Linera’yı Bolivya’daki mücadeleden tanıyoruz. 2019’a kadar 14 yıl Evo Morales’in Bolivya cumhurbaşkanı yardımcılığı yapan 1990’ların gerilla lideri. Varlığı bir teminat sayılır.
Britanya İşçi Partisi’nden John McDonnell’in varlığını Jeremy Corbyn’in sol çizgisinin dolaysız yansısı olarak görüyorum.
Vijay Prashad’ı Tricontinental genel yönetmeni olarak biliyoruz. 1970’lerin öncü uluslararası devrimci yayıncılık girişimlerinden birini yeniden canlandırma çabalarını takdirle izliyoruz.
Arundhati Roy, Asya’nın anti-kapitalist sesi ve hayal gücü olarak herkesin bildiği ve fikrine güvendiği bir entelektüel.
Pierre Sané 2001’e kadar dokuz yıl boyunca Uluslararası Af Örgütü’nün genel sekreterliğini yürütmüş, ardından UNESCO’nun genel yönetmen yardımcılığını üstelenmiş Senegalli bir hak savunucusu.
Ece Temelkuran tanıdığımız, bildiğimiz bir yazar ve gazeteci, onun gözlemleri ve uluslararası deneyimleri de benim için önemli olacak.
Yanis Varoufakis’i Syriza Maliye Bakanı olarak Yunanistan’ın “Troyka”ya karşı sürdürdüğü mali bağımsızlık mücadelesindeki kararlılığından ve ardından milliyetçiliğe geri çekilmeksizin Avrupa Birliği’ne karşı yeni bir mücadele cephesi açmak üzere giriştiği yol arayışlarından tanıyoruz.
Şüphesiz, diğer danışmanların da başkalarının dikkatini çeken başka meziyetleri vardır, ancak ne yazık ki onlarla tanışma fırsatı henüz bulamadım. Gene de bu kadarı benim için kişisel düzeyde yeterince fikir verici.
Danışmanlar Konseyi’ndeki isimlerin nasıl bir yöntemle, perspektifle belirlendiği merak konusu. Belki de bu nedenle, bir “network” eleştirisi de geldi açıklanan listeye. Siz ne diyorsunuz bu eleştiriye?
“Network”ün neden kötü bir şey olduğunu bilmiyorum, ama bir “network” olup olmadığını da bilmiyorum. Bütün siyasal mücadeleler tarihi boyunca olanlar oluyor bence, ilk adımı atanlar önce en çok mesai içinde olduklarıyla yola çıkıyorlar, ardından halkalar genişledikçe her yeni gelenle birlikte spektrum genişliyor; deneyimi, fikri, becerisi, toplumsal bağları ve etkileriyle birlikte davet edilen herkes süreci yeniden karıyor. Ne olduğu apaçık aslında. Sanders Enstitüsü ve DiEM25’in ilişki ve hitap alanından başlayarak genişleyen, sonunda bizim olduğumuz yerden bakarsanız HDP’nin kapısını da çalan bir inisiyatif var ortada. Burası bir seçkinler kulübü değil. Vizyon ve ilkelerini paylaşan hiçbir tüzel ya da gerçek kişiye de kapalı değil. Şimdi yeri belli olduğuna göre, herkes de inisiyatifin kapısını çalabilir. Zaten işittiğim kadarıyla, birçok insan web sayfasındaki “üye olmak istiyorum” kutusunu tıklayıp yazılmaya başlamış.
Pek çok şey eylüldeki Zirve’nin istikamet tayinini bekliyor ve çalışmalar daha çok Zirve hazırlığı ekseninde dönüyor. Ama bir kurumsal yapının oluşmaya başladığı da ortada. Fiili işleyişin Zirve’den sonra bir hukuka bürünmesi gerekeceği açık. Her şeyi yeni baştan düşünmek ve kurmak da mümkün teorik olarak.
Varoufakis de Bianet’te yayınlanan söyleşisinde bu sadelik içinde aktarıyor süreci: “Hareket aslında fikir birliği içindeki insanlarla birlikte kendiliğinden gelişti. Bir süre önce bizimle birlikte olmak isteyeceklere ve aynı hedefler etrafında buluşabileceğimiz kişilere açık bir çağrıda bulunduk. Şu anki danışman listemiz de nihai liste değil. İlk danışmanlar bu uluslararası hareketin içinde olmaktan heyecan duyan bir grup insandan oluşuyor. Farklı ülkelerden ve kültürlerden çok daha fazla ilericiye ihtiyacımız var. Kesinlikle Türkiye’den, Asya ve Afrika’dan da… Telekonferans yoluyla İstanbul, Ankara, İzmir’den kişilerle bağlantı kuruyoruz ve onları aramızda görmeyi çok istiyoruz. Arkadaş, meslektaş ve yoldaşlar çemberimizi genişletmeyi dört gözle bekliyoruz. Bize her katılan güç amaçlarımıza ulaşmak için daha çok güç verecek ve dünya çapında daha fazla ilerleme kaydetmemizi sağlayacak.” Bence bu kadarı kâfi.
Bazı örgütlenmelerin ve isimlerin yokluğu dikkat çekiyor. Örneğin, Sarı Yelekler, Topraksızlar Hareketi, ABD’deki siyah hareketin sözcüleri, örneğin Angela Davis… Britanya İşçi Partisi’nin yükselişinde önemli rol oynayan Momentum Hareketi ve artık liderlik yükünden azade Jeremy Corbyn ilk elde akla gelenler. Siz kimlerin eksikliğini gözlemlediniz, hangi örgütlerin katılımını görmek istersiniz önümüzdeki günlerde?
Doğrusu, kimlere nasıl yaklaşıldığı ya da yaklaşılmadığına ve ne yanıt alındığına dair en ufak bir fikrim yok. Bunları zamanla öğreneceğimizi sanıyorum. Ama, örneğin John McDonnell’in varlığını Jeremy Corbyn’in yokluğunun bir açıklaması sayabilir miyiz? Belki de sayabiliriz. İşçi Partisi de bizim gibi görerek ilerlemeyi tercih etmiş olabilir. Aslında ben Momentum ya da Labour’dan önce, burada Unite konfederasyonunu görmek isterim, İlerici Enternasyonal’in Labour’ın sol kanadının da solunda duran bu büyük işçi hareketinin ilgi alanına girmesini ve öte yandan girişimin de yüzünü onlara dönmesini çok isterim.
“Topraksızlar” hareketlerine gelince, konseydeki Bolivyalılar, Guatemalalılar ve Brezilyalıların parti ve hareketleri esasen hep “Topraksızlar” ile ittifak halindeki yapılar. “Topraksızlar”ın dolaysız temsilinin kapısının da teorik olarak açık olduğunu, girişim kendini kurdukça bu temasların kaçınılmazca kurulacağını umuyorum.
Ben doğrusu, Almanya’dan Die Linke’yi, Fransa’dan Sol Parti’yi, Şili’deki kadın hareketinin, Avrupa çapındaki ekolojik isyanın içinden çıkıp gelen güçleri bu ortaklık zemininde görmeyi isterim. İzlanda hükümet partisinin bu açıdan bir kaldıraç rolü oynamasını umuyorum.
Açıklanan takvime göre, mayıstan eylüle, bir “inşa dönemi” söz konusu. Bu dört aylık süre zarfında –ve salgın şartlarında– neler yapılması planlanıyor, hangi başlıklar öne çıkıyor?
Bu süreç İlerici Enternasyonal’in web sayfasında çalışma gruplarının toplanması, haber merkezinden haber ve makalelerin yayınlanmaya devam etmesi ve Hareket’te yer alan üyelerin eylemlerinin desteklenmeye devam edilmesi olarak üç kalemde düzenlenmiş. Bu işleri kimler nasıl yapacak? Şimdilik işlemekte olan üç düzey var. Birincisi, “Üyeler”. Üye kaydı devam ediyor, üyelerin listesi görülebilir. Üç grup üye var: Yayın organları, araştırma ve çalışma grupları, hareket ve örgütler.
Bu girişimin “kapitalizm karşıtı” olmadığı sonucuna nereden varıldığı meçhul. “İlerleme Vizyonu”nda post-kapitalist olduğunu açıkça beyan eden bir girişimin “kapitalizm karşıtı olmadığı” sonucunu çıkaran bir “eleştiri” gerçeğe dayanıyor olamaz.
İkinci düzey, “Sekretarya”. Bu yapı halen oluşum halinde; günlük rutini çekip çevirmek, üyelere destek vermek ve idari işlerle sorumlu. Personelini tamamlayarak işleri üstlenmeye hazırlanıyor.
Üçüncüsü, yürütme organı olan “Kabine”. Planlama, geliştirme ve görevlendirmeyle görevli olan bu kurulun üç üyesi Danışma Konseyi’nden, bir üyesi Sekretarya’dan ve bir üyesi Koordinasyon Komitesi’nden geliyor.
Gidişattan görülebileceği gibi, esasen pek çok şey eylül ayındaki Zirve’nin istikamet tayinini bekliyor ve çalışmalar daha çok Zirve hazırlığı ekseninde dönüyor. Ama bu çalışmalar sırasında bir kurumsal yapının oluşmaya başladığı da ortada. Bu fiili işleyişin Zirve’den sonra bir hukuka bürünmesi gerekeceği açık. Her şeyi yeni baştan düşünmek ve kurmak da mümkün teorik olarak. Zirve’ye bütün bunlarda eşit söz hakkımız olacağını varsayarak bir kuruluş ve işleyiş planıyla gideceğiz. Zirve gündemi oluşmaya başlarken nelerin öne çıkacağı daha iyi görülür.
Demokratik Toplum Kongresi, 11 Mayıs’ta, kuruluş haberi tazeliğini korurken şu açıklamayı yaptı: “İlerici Enternasyonal’in bir araya gelecek olması ezilen toplumlar açısından dayanışma ağlarını büyütebilecek umut verici bir çalışmadır. İlerici Enternasyonal’in Kürt halkının yaşadığı temel tarihsel sorunların çözümüne de katkı sunacağını umut ediyor, başarılar diliyoruz.” Herhalde siz de aynı düşüncedesiniz, ama DTK’nin açıklamasındaki “ezilen toplumlar açısından dayanışma ağları” vurgusu Enternasyonal’in çerçevesini biraz daraltmıyor mu? DTK’nin bu beyanına eklemek istediğiniz şeyler var mı?
Demokratik Toplum Kongresi açıklamalarını yaparken bize danışmıyor. Danışması da gerekmez. Ancak ben bu açıklamada “daraltan” bir yan göremiyorum. DTK umudunu acil meselelerinin içinden, canının yandığı yerden ifade etmiş. Ama en önemlisi, duyuruyu işitir işitmez bu girişimi Türkiye’nin Kürtler için kurduğu cenderenin aşılması için ifade ettiği imkân üzerinden değerlendirmesi, DTK’nin gerçek bir mücadele örgütü refleksi gösterdiğine işaret ediyor. Bu sağlık alâmeti bence.
İlerici Enternasyonal perspektifinin, ima ettiği çoğulculuk itibariyla, “Üçüncü Enternasyonal”den çok “Birinci Enternasyonal”in bileşim ve yönelişlerini andırdığını söylemek mümkün.
HDP’nin 11 Mayıs’ta yaptığı açıklama ise şöyle: “İlerici Enternasyonal dünyanın ilerici güçlerini birleştirme, örgütleme ve harekete geçirme misyonuyla yola çıkıyor.” HDP’nin mesafeli durduğu izlenimi uyandıran bu açıklamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu kısa açıklamaların kelimelendirilmesine haddinden fazla anlam yüklendiğini düşünüyorum. HDP’nin açıklamasında İlerici Enternasyonal’in kendisi hakkındaki tanımı tekrar edilmiş. Hepsi bu kadar. Her iki açıklama da HDP ve DTK kamuoylarına ve Türkiye kamuoyuna attığımız bu adımın arkasında durdukları mesajını vermekten ne daha fazla ne daha az amaç güdüyor. Hepsi birbirini tamamlıyor. Olması gerektiği gibi.
İlerici Enternasyonal’in ismi de bir tartışma bahsi. Anglosakson sol geleneğin dağarcığındaki “progressive” (ilerici) sözcüğünün anlam yüküyle, Türkiye dahil birçok ülkedeki arasında önemli farklılıklar var. Siz bu ismi nasıl yorumluyorsunuz? İlerici Enternasyonal’e ilk eleştirilerden biri de şu oldu: “Kapitalizm karşıtı olmayan bir enternasyonal ilerici olamaz.” Bu eleştiriye ne diyorsunuz?
Bu eleştirilerin çoğunun eleştiri olduğundan emin değilim. Bu girişimin “kapitalizm karşıtı” olmadığı sonucuna nereden varıldığı meçhul. Hiç değilse, “İlerleme Vizyonu”nda kâğıt üzerinde post-kapitalist olduğunu açıkça beyan eden bir girişimin “kapitalizm karşıtı olmadığı” sonucunu çıkaran bir “eleştiri” gerçeğe dayanıyor olamaz. Bizim diskurumuzda yerleşik olmamakla birlikte, “post-kapitalist” terimi Batı’da, özellikle Sovyetler Birliği’nin ve reel sosyalizmin çöküşünün ertesinde, kapitalizm sonrası dünyanın nasıl şekilleneceği konusunda ortaya çıkan müphemlikler dolayısıyla sosyal demokrasi, sosyalizm ve anarşizmin kapitalizm eleştirilerini bir arada kapsadığı düşünülen “kapitalizmsiz bir gelecek” ufkunun ifadesi olarak çok daha yaygın olarak telaffuz ediliyor. Çok kabaca, bunun “kapitalizmi yıkalım, sonrasına bakarız” demeye geldiğini de söyleyip basitleştirebiliriz, ancak gene de İlerici Enternasyonal daha karmaşık bir tarihsel dizilişin ifadesi. İşçi hareketi ve anti-kapitalist dalga içindeki damarları birbirinin karşısına koymaksızın bir arada mütalaa etmeye elverişli bir kavram olarak iş görüyor. Öyle olmasa bunca sosyalistin ve ömürleri kapitalizmle mücadeleyle geçmiş düşünür ve eylemcinin kendilerini böyle bir zeminde ifade etmeleri kolektif bir saçmalık olurdu. O yüzden bunu bir “eleştiri” sayamıyorum.
Öte yandan, şimdi önümüzde duran İlerici Enternasyonal perspektifinin, ima ettiği çoğulculuk itibarıyla, Üçüncü Enternasyonal’den çok Birinci Enternasyonal’in bileşim ve yönelişlerini andırdığını söylemek mümkün. Birinci Enternasyonal 1848 devrimlerinin bastırılmasının ardından başgösteren Avrupa gericiliğine karşı mücadele veren, İtalya cumhuriyetçilerinden Rusya ve Fransa anarşistlerine, Almanya’nın Komünistler Birliği’nden Britanya sendikacılarına, İrlanda ve Polonya milliyetçilerine kadar çok geniş tanımlı, emek ve demokrasi muhalefeti üzerine yükselen bir uluslararası örgütlenmeydi. Tarihi tecrübe sınıf mücadelelerinin belli konjonktürlerinde ortaya çıkan birden çok modeli içinde barındırıyor. Kaldı ki, kimi benzerliklere bakarak akıl yürütsek bile hiçbir tecrübenin tekerrür edemeyeceğini de biliyoruz. Daha çok önümüze ve direnişin nerede odaklandığına ve bu hareketin bir ilerleme ve mücadele imkânı içerip içermediğine bakmamız gerekir. Biz bunu tartmak istiyoruz.
“İlericilik” Türkiye’de çok aşınmış bir kavram, ama başka ülke ve kıtalarda sosyal muhalefeti birleştirmek bakımından en geniş ortak paydayı oluşturduğu anlaşılıyor. Kaldı ki, adlar her zaman hareketlerin nitelikleri hakkında fikir de vermeyebilir.
Ad meselesinde Shakespearevari bir tutumu benimsemek bence daha iyi. Shakespeare’in Juliet’e söylettiği ünlü repliği hatırlayalım. “Bir addan ne çıkar” der Juliet, “gül dediğimiz şeyin adı başka olsaydı da gene bu kadar güzel kokardı.” Ben bu girişimin kokusuna bakıyorum, bana güzel geliyor. Yoksa sizin de dediğiniz, benim de pekâlâ bildiğim gibi, “ilericilik” Türkiye’de çok aşınmış bir kavram, ama başka ülke ve kıtalarda, özellikle Avrupa ve Kuzey Amerika’da sosyal muhalefeti birleştirmek bakımından en geniş ortak paydayı oluşturduğu anlaşılıyor. Kaldı ki, adlar her zaman hareketlerin nitelikleri hakkında fikir de vermeyebilir. “Bolşevik”, “çoğunluk”tan başka hiçbir anlama gelmediği halde, Rus Çarlığı’na ve dünya kapitalizmine karşı o ad altında sürdürülen mücadelenin devrimci içeriği uzun yıllar boyu “Bolşevik” olmayı devrimci marksist olmakla eşanlamlı kılmıştı. Tersine bir örnek vermek gerekirse, Meksika’nın devlet partisinin adı Kurumsal Devrimci Parti, ama o “Devrimci” parti Meksika’nın müesses nizamının alâmeti farikası. Örnekleri çoğaltabiliriz. Buralara takılmadan, harekete kendi rengimizi katmamız ve onun kapitalizm eleştirisinden ve içerdiği toplumsal hareket dinamiklerinden beslenmemiz mümkün olduğu nispette neler yapabileceğimizi esasen eylüldeki Zirve’de göreceğiz. Biz iyimseriz. Kokunun peşinden gideceğiz.
Başlangıç itibarıyla, İlerici Enternasyonal’in iki lokomotifi var. Biri, Yanis Varoufakis ve Srécko Horvat’ın sözcülüğünü yaptığı Avrupa Demokrasi Hareketi, DiEM25, diğeri Bernie Sanders’ın eşi Jane Sanders’ın kurucusu olduğu Sanders Enstitüsü. DiEM25’in andığımız sözcüleri Marx referanslı bir sosyalizm çizgisinde gibi, Sanders Enstitüsü ise Bernie Sanders’ın seçim kampanyasında vurguladığı üzere, İskandinavya tipi “demokratik sosyalizm”den yana. Tarihsel olarak farklı bu iki çizgiyi, tarihin bu evresinde aynı çatı altında buluşturan asgari müşterekler neler?
Aralık 2018’deki ilk deklarasyonlarında bunu açıklıyorlar. Bence bildiri kendisini anlatıyor:
“Muazzam sonuçlara gebe bir küresel mücadele sürüyor. En hafif tabiriyle gezegeninin geleceği tehlikede. Tarihin sonu barış ve küresel refah vaad etmişti. Oysa, toplulukları paramparça etti, işçileri yoksullaştırdı ve çevreyi çöküşün eşiğine getirdi. Memnuniyetsizliklerden beslenen bir sağcı güçler şebekesi insan haklarını erozyona uğratarak, muhalefeti susturarak ve hoşgörüsüzlüğü teşvik ederek sınır tanımaksızın yayılıyor. Dünyanın bütün ilericilerinin örgütlenme zamanı geldi.
Demokrasi, dayanışma ve bolluk vizyonunda ortaklaşarak harekete geçelim. Hep birlikte eşitsizliğe, sömürüye, ayrımcılığa ve çevrenin tahribine karşı duralım. Topluluklarımız, kentlerimiz, ülkelerimiz ve gezegenimiz bizimdir diyelim. Şimdi bütün ülkelerin ilericilerinin birleşme zamanı!”
“Temel yurttaşlık geliri”nin doğru, gerçekleştirilebilir ve işçi sınıfı ve işsizleri finans kapitale karşı korumaya elverişli tek mantıklı öneri olduğu tartışma götürmez.
DiEM25’in ana tezlerinden biri evrensel temel gelir ya da temel yurttaşlık geliri. Evrensel temel gelire nasıl bakıyorsunuz? HDP’nin temel geliri Türkiye gündemine getirmesi söz konusu mu?
Covid-19 krizi sonrasında ilan ettiğimiz acil talepler arasında da yurttaşların temel ihtiyaçlarının kamu güvencesi altına alınmasını en öne koyduk. “Temel yurttaşlık geliri” ve kamu maliyesinin “temel yurttaşlık geliri”ni düzenli olarak sağlayacak şekilde yeniden yapılandırılması doğrultusundaki önlemler üzerinde Ekonomi Komisyonu’muz çalışmaya devam ediyor. Bu süreci hızlandırmak ve kamuoyu gündemine taşımak üzere, TBMM’yi olağanüstü toplantıya çağırdık ve bütçe kanununda değişiklik için önerge verdik. Temel yurttaşlık gelirinin doğru, gerçekleştirilebilir ve işçi sınıfı ve işsizleri finans kapitale karşı korumaya elverişli tek mantıklı öneri olduğu tartışma götürmez.
Sol kamuoyu şunda hemfikir: Covid-19 salgınıyla birlikte sistem çöktü ve bu herkes için görünür hale geldi. Şimdi dünya halkları bir yol ayrımıyla karşı karşıya: Ya çok daha sert faşizan rejimler dönemi başlayacak –bunun birçok işareti var– ya da “başka bir dünya”nın kurulmasının önü açılacak. Bu yol ayrımında İlerici Enternasyonal nasıl bir rol oynayabilir?
İlerici Enternasyonal Danışmanlar Konseyi’ne sunduğum “Vizyon Belgesi” bu sorunun yanıtı sayılabilir:
“Kapitalizmin genel bunalımının Covid-19 salgınıyla daha da vahimleştiği bir evreden geçiyoruz. Bu egemen üretim tarzının insani gelişmeyle bağdaşmazlığı çok çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriliyor. İnsanlık, kapitalizmin kendisi ortadan kaldırılmadıkça çözülemeyecek bir ikilemin kıskacında: Bir yanda bireylerin hayatta kalmak için aralarına ‘sosyal mesafe’ koymalarını dayatan kesintisiz ve durmaksızın ivmelenen salgın döngüleriyle yüz yüzeyiz. Her yeni patojen, doğanın döngülerinin kapitalizmin döngüleriyle tahrip edilmesinin geri döndürülemez bir sonucu olarak, ‘Metabolik Çatlak’ın içinden türüyor. Ama öte yandan, doğamız gereği tür varlığımızı sürdürmek için olduğu kadar toplumsal varlığımızı sürdürmek için de bireyler olarak yakın temasta bulunmaya ve buna uygun olarak yan yanalık ilkesi üzerinde işleyen üretim, tüketim, dolaşım ve ulaşım sistemleri içinde hareket etmeye mecburuz.
Harekete kendi rengimizi katmamız ve onun kapitalizm eleştirisinden ve içerdiği toplumsal hareket dinamiklerinden beslenmemiz mümkün olduğu nispette neler yapabileceğimizi esasen eylüldeki Zirve’de göreceğiz.
Kapitalizmin hâkim tepelerinde bir eğilim, sona ereceği hayal edilen salgının sonrasında çok daha ileri götürülmüş bir toplumsal kontrol rejimine geçiş eğilimi başgösteriyor. Kapitalist sınıf ve seçkinler kendilerini üreticilerin kitlesinden dijital engellerle ayırma planları yapıyorlar. Hastalığa yakalanan işçileri ânında yakalayıp üretim hattı dışına çıkartarak çarkların durmaksızın dönüşünü sağlayacak bir daimi gözetim rejimi altında kapitalist üretim tarzını yeniden rayına sokmaya bakıyorlar. Uzaktan çalışma, uzaktan alışveriş, uzaktan eğitim-öğretime odaklı yeni sektörler ihdasıyla emeğin parçalanmasını daha da öteye götürerek evleri sıfır maliyetli terhanelere çevirme peşindeler. Küresel kapitalizmin ufkunda dünyayı yeni tipte bir baskıcı rejimler şebekesiyle kuşatma hayali beliriyor.
Ancak kapitalizmin bu gelecek perspektifine işçiler kendi deneyimlerinden çıkardıkları sonuçlardan hareketle meydan okuyor. Emeğin sermaye tarafından sömürülmesi, toplumun devlet tarafından baskı altına alınması ve doğanın kapitalist üretim tarzı tarafından harap edilmesi işçilerin ve sıradan yurttaşların gözünde artık altı ay önce olduğunca meşru değil. İşçi sınıflarının salgın sırasında çektikleri sıkıntılar, yurttaşların egemen sınıfların gözündeki ‘değer’inin üzerindeki örtüyü kaldırdı. Burjuvazinin ‘insanlık’ tahayyülü, salgının ‘sürü bağışıklığı’ sağlamak üzere ‘en korumasızlar’ın hayatı pahasına hükümetler eliyle yayılması teşebbüsleriyle birlikte çöktü. Kâr eksenli ekonomik rejimlerin bir halk sağlığı krizi ânında toplumsal ihtiyaçları karşılamaktaki aczi sermaye sınıfının hegemonyasını küresel ölçekte sarsıntıya uğrattı.
İnsanlığın ‘derin düşüncesi’ şimdi salgının ötesine, doğa ile kapitalist toplum arasındaki çatışmanın geleceğine odaklanarak kapitalizm sonrasını tefekkür ediyor. Toplumsal muhalefetin düşünürleri ilk deneyimlerden elde ettikleri sonuçları küresel sınıf mücadelesinin gerekliliklerine tercüme etmekle meşgul.
Gelecek, bu çatışmanın dünyada ve tek tek bölge ve ülkelerdeki eşitsiz sonuçlarının ne olacağına bağlı. Tarihin bizim için zaferi garanti eden bir ‘tunç yasa’sı yok. ‘İnsanlık’, pekâlâ kapitalizmin efsununa kapılarak kendi toplumsal varlığıyla birlikte doğayı da mahva sürükleyebilir. Ancak, iradelerimiz hiçbir zaman sıfıra baliğ olmaz, muhtemel her bileşkede içkindir. Şimdi tarihin gidişini emekçi insanlığın ortak davasına yönlendirmek üzere tahayyül, irade ve eylem zamanı.”
İlerici Enternasyonal’in “İlerleme Vizyonu”nda ortaya koyduğu “Demokratik, Sömürgecilikten arınmış, Adil, Eşitlikçi, Özgürlükçü, Dayanışmacı, Sürdürülebilir, Ekolojik, Barışçı, Kapitalizm ötesi, Müreffeh ve Çoğul” bir dünya amacının perspektifimizle ve çoktandır sürdüregeldiğimiz pratiğimizle mütekabiliyet içinde olduğunu söyleyebiliriz. Şimdi mesele bu adımları birlikte atmakta. İlerici Enternasyonal’in ilk çağrısı ve şimdiye kadarki evrimi daha çok Kuzey Amerika ve Avrupa’nın sosyal ve siyasal mücadeleler ikliminin içinde gerçekleşti. Zirve’yle birlikte Asya, Afrika ve Latin Amerika da kendi deneyim ve bilgilerini, kendi kültür ve renklerini daha etkin bir biçimde sürece kattıkça bizi daha çok ifade edebilen ve bizim de diğerlerini daha iyi anlayabildiğimiz bir düşünce ve eylem evreni oluşacak. Yolumuz açık olsun.