“ŞİMDİKİ ZAMAN”IN MİNA’SI SANEM ÖGE

Söyleşi: Ayşegül Oğuz
11 Ocak 2021
SATIRBAŞLARI

Sanem Öge’yi tanıdığımızda meslektaşımızdı, tiyatroculuğunu sonradan keşfettik. Sonra baktık ki, Belmin Söylemez’in ilk filmi “Şimdiki Zaman”da sergilediği oyunculukla İstanbul, Ankara ve Frankfurt’ta en iyi kadın oyuncu ödülüne layık görülmüş. “Şimdiki Zaman”ın Mubi Türkiye’de gösterilmesi vesilesiyle, Sanem Öge’yle 2013’teki söyleşimizi naklediyoruz: Oyunculuğu sürdürmenin güçlüklerinden o sıralarda oynadığı “Çehov Makinası” ve Genet’nin “Hizmetçiler” oyununa, Şahika Tekand’ın eğitimciliğinden Müge Gürman’ın rejisörlüğüne, Mina’ya varan oyunculuk macerasını Bir+Bir’in 25. sayısından aktarıyoruz…

 


Şimdiki Zaman
’ın senaryosunu okuduğunda oynayacağın karakter Mina’ya dair ilk izlenimlerin nasıldı?

Sanem Öge: Sevdim. Dedim ki “tamam, ben bu rolü yapabilirim”. Bir senaryoyu ya da teksti okuduğumda korkarım. Yapabilir miyim, yapamaz mıyım, bana uygun mudur gibi endişeler gelir. Sonuçta her yaptığın iş bir meydan okuma, ayrı sancılara gebe oluyor. Bu rolde çok sancılanmadığımı itiraf etmeliyim. Daha ilk sahneyle, biyometrik fotoğraf sahnesiyle birlikte film beni içine aldı. O dönem hayattaki pozisyonumla, bir şeyleri geride bırakmış olmam ve yeni bir şeylere başlıyor olmamla Mina’nın o anda içinde bulunduğu hal çok birbirine benziyordu. Senelerce bir yandan oyunculuk yaparken, oradan hayat idame ettirecek parayı kazanamadığım, kazanacak türlü tiyatro yapmaya da kafa yormadığım için başka işlerden para kazanmak gerekiyordu. Hep çeşitli işler yapageldim. Gazetecilik yaptım, kültür-sanat yazıları yazdım, çevirmenlik, editörlük, yayınevlerinde halkla ilişkiler ve tanıtım işleri yaptım. Son işim de, dört yıl boyunca Can Yayınları’nda yurtdışı telif hakları müdürlüğüydü. Yabancı yazarların telif sözleşmelerini takip ediyordum. Yazarları memnun etmek, sözleşme koşullarına uyulup uyulmadığını takip etmek benim sorumluluğumdaydı. Bir yayınevi için aktif ve stresli görevlerden biriydi.

Kaplumbağaları çok seviyorum. Mina da kaplumbağaların o naif inadını taşıyor. Fazla agresif ve saldırgan olmayan, pasif de olmayan bir hayat direnişi var Mina’nın.

Aynı dönemde Kadir Has Üniversitesi Oyunculuk Bölümü yüksek lisans programını bitirmeye uğraşıyordum. Bir yandan da Özen Yula’nın Stop The Tempo isimli oyununda oynuyordum ve Müge Gürman rejisiyle Hizmetçiler’i çıkartmaya çalışıyordum. Tüm bu işler birleştiğinde beynimde şimşekler çakmaya başladı. Otuz yaşıma geliyordum ve hayatla ilgili birtakım kararlar almam gerekiyordu. Gündüzleri mesaili işim güzeldi, fakat kafa yatırımı yapmam gerekiyordu. Bir karar vermek zorundaydım, cebimde beş kuruş birikimim olmaksızın işi bırakmayı tercih ettim. Bakalım oyunculuk maceram nasıl gidecek dedim. Bu kararları aldıktan biraz sonra film teklifi geldi. Belli bir hayatı, bir işi, şehri, eşi arkasında bırakıp yeni bir hayat kurmaya çalışan, yeni bir ülkeye yelken açmaya hazırlanan genç bir kadının İstanbul’da tek başına ayakta kalmaya çalışmasının hikâyesiydi. Bu da beni biraz huzursuz etti, etmedi değil. Oyuncuların kendilerine yakın rolleri daha kolay oynadıkları sanılır, böyle söylenir, ama buna inanmıyorum, insanların kendilerine yakın rolleri daha zor oynayacaklarını düşünüyorum. Karakterle aranda çok benzerlik olması özdeşlik kurmana, karakterin negatif ve pozitif yönlerini objektif şekilde görememene yol açar. Karakteri ölçüp biçerken birtakım iltimaslar geçebilirsin mesela. Bu, insanın kendini çok iyi görememesinden kaynaklanır, dolayısıyla rolü çok iyi göremez hale gelebilirsin. Tereyağından kıl çeker gibi oynanan bir rol değildi.

Mina karakteri için nasıl bir hazırlık evresi yaşadın?

Yönetmenimiz Belmin’le (Söylemez) ve diğer oyuncularla birlikte okumalar, altyapı çalışmaları, doğaçlamalar yaptık. Oturup kahve falları baktık, fal bakmayı, falla ilişki kurmayı öğrendim. Tiyatrodaki kadar uzun bir prova sürecinden geçmedik ama, bir sinema filmi için güzel, yeterli çalışmayı yaptık.

Filmin başında Mina pasaport için biyometrik fotoğraf çektiriyor. O sahnenin cazibesi neydi senin için?

Pek çok insanın binlerce defa yaşadığı, ama daha önce filme almanın kimsenin aklına gelmediği bir ânı ete kana büründürmesiydi. Minimal ironisi de cabası!

Biyometrik fotoğraf çektirmenin her ülkede farklı kuralları var. Buradan itibaren başka bir ülkede yaşamanın kuralları da kendini hissettiriyor aslında… Başka bir ülkeye gitmek her zaman bir özgürlük vaadi sunuyor mu sence?

İnsanoğlunun istediği ve seçtiği topraklarda yaşamasının temel bir hak olduğuna inanıyorum. Ama başka bir ülkeye gitmenin başlı başına bir özgürlük vaat ettiğini düşünmüyorum. Özgürlük kilometrelerle sınırlı değil; çok tuhaf yerlerde sizi bulabilir. Küçücük bir odanın içinde yazarken ya da kocaman bir orkestranın içinde nota üflerken…

Şimdiki Zaman

Mina’nın Amerika’ya gitmek istemesini nasıl yorumluyorsun?

Amerika daha önce akrabalarından birinin, halasının gençken gidip başarılı olduğu bir yer olduğu için Mina’ya bir kapı olarak görünüyor. Almanya da, İngiltere de olabilirdi. Gideceği yerin Mina için çok da önemli olmadığını düşünüyorum.

Mina’nın bir hayatı bıraktığını biliyoruz, ama o hayatın nasıl olduğunu bilmiyoruz. Mina’nın sınıfsal kökenini de, aldığı eğitimi de ancak tahmin ediyoruz, kimi imalar yoluyla. Burada yaşadığı zorlukların katbekat fazlasını göçmen statüsüne geçtiği zaman yaşayacağının far kında mı, değil mi, onu da bilemiyoruz. Beri yandan gitme fikrine kendini o kadar kaptırmış ki, umutlu olup olmadığını bile anlayamıyoruz. Sadece inancı ve inadı var sanki…

Senaryoda en sevdiğim bu oldu aslında. Kaplumbağaları çok seviyorum. Yolun bir tarafından bir tarafına geçmek için ezilmek pahasına da olsa ciddi, istikrarlı bir inatları vardır, ağır aksak, tehlikeli de olsa tempolarını, kendi kararlarını koruyarak o yolu geçerler. Kimi ölüyor, ama çoğunlukla da geçiyorlar. Göründüklerinden çok daha duygusal, zeki hayvanlar kaplumbağalar. İşte Mina da kaplumbağaların o naif inadını taşıyor. Kaplumbağalardaki o inanç ve inadı Mina’da da görüyoruz. Fazla agresif ve saldırgan olmayan, pasif de olmayan bir hayat direnişi var Mina’nın. Bunu başkasının gözüne sokarak ya da başkasından hıncını çıkartarak, karşılık bekleyerek de yapmıyor. Kendi başına, sakince varoluyor ve gideceği yolda kendi yöntemleriyle ilerlemeye çalışıyor. Senaryonun bir fikri, düşünceyi ya da hikâyeyi dayatmayan yapısını sevdim. Senaryoyu ilk okuduğumda da, filmi ilk izlediğimde de aynı naifliği, tevekkülü gördüm.

“Aman canım, bin dolarla Amerika’ya mı gidilir” diyenler, filmi gerçekçi bulmayanlar oldu. Umut söz konusu olduğunda birkaç şey önem kazanıyor: Birincisi, düşüp ayağa kalkabilme gücü, iki ısrar, üç istikrar. Bu üçü de Mina’da var.

Amerikaya gitmek için Mina’nın para kazanması, bunun için de iş bulması gerekiyor. Bir gün Taksim’de bir ilan görüyor: Falcı aranıyor, ücret dolgun. Ondan beklemediğimiz bir girişkenlikle işe müracaat ediyor ve falcı oluyor.

Her insan için umut etmenin kahramanca bir yapısı var. Umut etmek gereklidir, alttan alta her insana eşlik eden yaşamsal bir güdüdür bu. O yaşamsal güdü kaybolduğunda insanın hayatında bir çöküş oluşuyor. Birçok insan filmi umutsuz, kasvetli buldu, filmden çıkanlar “iyi de sonunda hiçbir şey olmadı” dedi, “gidiyor mu, gitmiyor mu” gibi sorular geldi. Senaryoyu ilk okuduğum andan son çalıştığım âna kadar filmi kasvetli ve umutsuz bulmadım. “Aman canım, bin dolarla Amerika’ya mı gidilir” diyenler, filmi gerçekçi bulmayanlar da oldu. Umut söz konusu olduğunda birkaç şey önem kazanıyor: Birincisi, düşüp ayağa kalkabilme gücü, iki ısrar, üç istikrar. Bu üçü de Mina’da var. Ortada değil, ama öykü ve film boyunca Mina karakterini yürüten bu umut.

Mina kendi yönünü tayin etmeye çalışırken yaşadığı şehirde de bir dönüşüm yaşanıyor. Oturduğu apartman otel olacağı için boşaltılıyor, falcılık yaptığı Beyoğlu’ndaki kafenin bulunduğu Rumeli Han ise gerçekten boşaltıldı.

Mina’nın evinin olduğu Yeldeğirmeni’ndeki o apartman da artık yok. Otel oldu! Mina’nın yaşamsal dönüşüm sürecine kentsel dönüşüm de eşlik ediyor. Dönüşüm ve geçiş aşamaları her zaman tekinsizdir. Sonu, başı belli değildir. Ne kadar süreceğini bilmezsin, nelerle karşılaşacağını bilmezsin. Bir yerden bir yere geçmeye çalışmak her zaman travmatik bir süreçtir insanlar için. Böyle bir his için İstanbul çok uygun bir şehir. Bastığınız zemin sürekli ayağınızın altından kayıyor. Yaşamda da böyle hissettiğin zamanlar vardır. Mina’nın böyle hissettiği zamanlardan biri, ama tutunduğu bir hedef var.


Gidecek olmanın hayali Mina’ya yaşadığı şehirde, gittiği mekanlarda bir “geçicilik” hissi yaşatıyor gibi…

Mina’nın cesur olduğunu düşünüyorum. Radikalce verilmiş kararları var. Değişim güç ve cesaret ister. Herkesin hayat içinde cesaret edebildiği bir şey olmadığına tanık oldum zaman içinde. Benim için de değiştirme gücü kutsaldır, ona inanırım. Tanrıyla aram çok iyi değildir, ama insanın gücüne, insanın değiştirme, değişme gücüne inanırım. Birçok insan kıskaçların içinde sıkışıyor, debeleniyor, ama onu değiştirmek üzere oradan çıkıp bir şeyler yapmak, hareket etmek, eyleme geçmek için çok fazla kafa yormuyorlar ya da kafa yorsalar dahi cesaret toplayamıyorlar. Mina genç bir kadın; evliliği –reklamcı bir kocası olduğunu sonradan öğreniyoruz–, yaşadığı şehri bırakıyor. Bunları bırakmayabilirdi de. Sosyal ve ekonomik güvencesiyle o evin içinde kocasıyla yaşayabilirken büyük bir karar alıyor, cebinde beş kuruş parası olmaksızın hayatını değiştirmeye karar veriyor. Mina’nın hayatındaki eylem ve aksiyonlar o kadar büyük değilmiş gibi, ama burada büyük bir aksiyon var. O aksiyonların oluşmalarını değil de, geçiş anlarını izliyoruz.

O kıskaçların içinde devinen, hayatını değiştirme gücünü bulamayan kadınlar Mina’ya gidip fal baktırıyorlar, öyle mi?

Hayal, gerçeklerden çok sıkıldığımızda, sıkıştığımızda ve üzüldüğümüzde başvurmayı sevdiğimiz bir alan. Fal da önümüze böyle hayali bir alan çıkarıyor. Bu filme kadar fala ilgi duymazdım, horoskoplarla arası iyi olan biri de değilim. Ama yine de birkaç kız oturuyorsak –erkek de olabilir, çok güzel fal bakan erkek arkadaşlarım da oldu– ve ortamda iyi fal bakan biri varsa baktırırsın. Falın peşinden koşmazdım. Belmin’le birlikte falla iştigal etmeye başladım, bana çok güzel fallar baktı. Bana gösterdi: Fal hangi yönden kapatılır, kaç kez çevrilir, kısmet nasıl engellenir, öbürü nasıl olur…

Karakterle aranda çok benzerlik olması özdeşlik kurmana, karakterin negatif ve pozitif yönlerini objektif şekilde görememene yol açar. Karakteri ölçüp biçerken birtakım iltimaslar geçebilirsin mesela. Tereyağından kıl çeker gibi oynanan bir rol değildi.

Kahve falının bir alfabesi var mı?

Bilmiyorum ki! Gözlem ve sezginin hayal gücüyle buluşması fal bakmak. Şu masaya oturduk, iki kahve içtik, birlikte vakit geçirdik, sana baktım, falı kapattık, açtık, telvede bir-iki şekil gördüm, o şekillerin kafamda seninle ilgili oluşan düşüncelerle ilgi kurmasını bekledim, biraz da hayal gücünü işlettim ve sana seni anlatmaya başladım. Fal hakkında böyle düşünüyorum. Üstelik de normalde söylenemeyecek şeylerin söylenebileceği bir rahatlık var, çünkü orada sana legal bir alan sunuluyor, birisi oturup karşına, “bana beni anlat” diyor. Karşındaki insanın kişisel alanına düstursuzca dalma gücü gerekiyor. Bunu hem edepli bir biçimde hem de can acıtmaktan korkmayarak, filmde Mina’nın yaptığı gibi yapmak gerekiyor.

Fal kapatmanın püf noktası neymiş?

Tabağı fincanın üstüne koyduktan sonra üç kere sallayacak ve kendine doğru çevireceksin. Karşı tarafa doğru çevrilirse onun şansı oluyor. Kendi falını kendine, içe doğru çevirmeliymişsin. Fal bakıldıktan sonra hemen yıkamak gerekiyor ki, tez vakitte olacaklar olsun.

Mina karakterini oynamak oyunculuk açısından sana neler kazandırdı?

Mina benim vücudumda hayat bulmuş oldu. Dolayısıyla rol de bana benzedi. Bir yandan buna açık bir rol. Hayatımda fazla konuşmadığım, konuşmayı azalttığım, yaşamaya, eyleme geçmeye karar verdiğim bir dönemdi. Mina karakterinin çok az cümle kullanmasını sevdim. Kararlılığını, kendi içindeki istikrar ve ısrarını sevdim, benim de içimde öyle bir şey vardı. Ben işimi, sosyal güvencesi olan hayatımı bırakırken birçok insan “hop dur”, “aman ne yapıyorsun” dedi. Ne olacağımı bilmeden bu yola girmiştim. Sonrasında bu film oldu, başka şeyler oldu, güzel şeyler oldu. O işi bırakmasaydım bunlar olmayacaktı. Bir karşılığını almış oldum. Mina karşılığını alacak mı, bilmiyoruz, ama önemli olan bu değil zaten. İşte bütün bu duygusallıklar çok örtüşüyordu. Mina’nın yaşadığı tedirginliği, endişeyi daha iyi hissettim, insanlara onun baktığı şekilde bakabildim.
 


Uzun zamandır tiyatro sahnesindesin. Tiyatro yapmak istemenin esas kaynağı neydi?

Ana motivasyon zaman içinde değişip dönüştü, daha doğrusu, zaman içinde yerini buldu. Hiçbir zaman şöhret, para kazanmak olmadı. Bunlar oyunculuk mesleğinin çıkış nedenleri olarak görülebilir, bunda bir yanlışlık yok bence. Ama hayatta bir şeyleri birazcık daha farklı şekillerde gördüğünü hissediyorsan, daha farklı derken daha üstün bir şeyden bahsetmiyorum, ama farklı yönlerden görebildiğini de hissediyorsan, bu gördüklerini anlatmak istiyorsun. Sanatın, sanatçının çıkış noktası bu olabilir: Gördüğünü, hissettiğini anlatmak. Hayatımda insan her zaman önemli bir faktör oldu. Dikkat ettiğim, merak ettiğim bir kavram insan. Herkes için belki böyle ama, benim için daha cazibeli bir şey oldu her zaman. Oyunculuk insan faktörünü fazlaca deşen, hem araç hem amaç olarak kullanan bir sanat dalı. Bu anlamda kıymetli, değerli ve zor bir şey. Benim için temel motivasyon, anlatacaklarımı anlatma yoludur. İnsan zaaflarını, insanı affedebilme gücü önemli. Bir oyuncu olarak insana dört bir taraftan, her yönden bakmaya çalışırsanız, herkesin haklı noktalarını, herkesi olduğu noktaya getiren ve o noktadan da götürecek olan koşulları koyduğunuzda, belirli şartlar altında herkesin her şeyi yapabileceğini görüyorsunuz. Oyunculuk bunları anlamak, bakabilmek için güzel bir alan sağlıyor, hiçbir zaman bitmiyor.

Uğur Yücel’e sormuştum: “Tiyatroyla sinemanın farkı nedir? Kameranın karşısına geçen oyuncu için bir öğüdünüz olur mu?” Şöyle dedi: “Sen işini yap, kamera seni görür.” Fakat tiyatrodan sinemaya geçtiysen, kamerayı düşünmemene imkân yok.

Çok genç yaşında mı oyuncu olmaya karar verdin?

Defalarca cesaretimi kaybettiğim, vazgeçtiğim de oldu. Büyük bir cesaret gerektiriyor. Oyunculuk yaparak çok para kazanan insanlara kimi zaman hasetle bakılır ya, hiç öyle bakmıyorum. Hepsi hak etmiştir. Riskler, güvencesizlikler, psikolojik darbe ve tahribatlar göze alındığında, oyunculukla kim nereye geldiyse hak etmiştir. Buna televizyonu da, sinemayı da katıyorum. Çünkü zor. Bazen işinin olduğu zamanlardan daha fazlasını işsiz geçiriyorsun. O süre boyunca akıl sağlığını koruman gerekiyor.

İlk sahneye çıktığın oyun neydi? Nasıl bir histi?

Profesyonel olarak ilk sahneye çıktığım oyun Şahika Tekand’ın Gergedanlaşma’sı. 1996 sanırım. Çok küçüktüm, 18-19 yaşındaydım. Kolektif bir çalışmaydı. Oyuncu olarak ne olduğunu fark etmek için, bir oyuncu karakteri, kişiliği geliştirmek için erken bir yaştı. Başkalarıyla birlikte varolabildiğim, beraber yapılan bir faaliyetti. Şahika Tekand Stüdyo Oyuncuları’yla başladım, sonra bireysel bir hikâyeye döndü. Şahika’nın söyledikleri benim için çok değerliydi.

Bugün aynı öneme sahipler mi?

Hâlâ öyle, artık yergilere de, güzellemelere de eşit uzaklıkta durmayı galiba biliyorum, öğrendim. Bunu Stüdyo Oyuncuları’nda Şahika öğretti. Ne yaptığını da, neyi yapamadığını da kendin biliyorsun. Sahneden indiğinde hepsi sende oluyor. Dolayısıyla “ay canım, çok güzel olmuş” diye seni tebrik edenlere teşekkür edip uzaklaşabilirsin, eleştirenlere de aynı mesafeyi alabilirsin. Şahika’yla birlikte eğitimime başladığım için kendimi çok şanslı hissediyorum. Oyuncu olmak isteyen arkadaşlarıma ilk gösterdiğim kapılardan biridir.

Nasıl bir hocadır, ne öğretir Şahika Tekand?

Tiyatronun kapısından girerken kimliğini nüfus cüzdanında bırakmanı öğretir. Sahneyle hayat gerçeğinin farklı olduğu ve birbirine karıştırılmaması gerektiğini öğretir. Sahnede ve hayatta dürüst kalmanın bir oyuncu açısından ne kadar önemli olduğunu öğretir. Bu ekol size bunları öğretir, bundan sonra üstüne koyacağınız her şey size bağlıdır. Bence bu, oyuncu adayı için güzel bir temel. Oyuncu olurken yazar ve filozof olmayı da önerir, felsefe okumayı önemser. Stüdyo Oyuncuları kolektif, yönetmen ve tasarım tiyatrosudur. Oyuncuya kendi “parıltısı”nı bir tasarımın içine gömdürüp işin parıltısı içinde varolmayı öğreten bir yerdir. Ama, bundan sonraki yolculuğumda oyuncu parıltısının da önemli ve gerekli olduğunu idrak ediyorum. Çünkü tiyatro yapacaksanız sadece Şahika’yla çalışmıyorsunuz. Birçok yönetmen, farklı ekol, tarz var ve hepsinin içinde çalışmayı öğrenmek gerekiyor, oyuncunun böyle bir şey olduğunu düşünüyorum. Tabii ki seçerek. Yüksek lisans yaparken çeşitli hocalarla, ekollerle tanışma şansım oldu. Tilbe Saran’la Stanislavskiyen, daha konservatuar kalibresinde bir eğitime, oyunculuk bakışına girerken, Müge Gürman’la, Ayşenil Şamlıoğlu’yla grotesk estetik içinde nasıl bir oyunculuk olabileceğini öğrendik. Değişik ekollerin içinde oyuncu olarak nasıl varolabileceğimi gördüm. Kolektiften bireysel bir yola kaydı oyunculuğumun hikâyesi.

Genet’nin “Hizmetçiler”inde önce Claire olmak istemiştim, ama çalıştıkça Solange’ın ağır top olduğunu anladım. Genet pisliğin, çirkinin içindeki güzeli estetize ediyor. Güzel bir kötülük estetiği. Beni bu çekiyor. 

Bu uzun yol sonunda nasıl bir oyunculuk karakterin oluştu? Metin odaklı mısın mesela, beden odaklı mı?

Her insanın farklı konuşma biçimi, konuşma alışkanlıkları, konuşma zaafları, farklı beden kullanım biçimi, farklı temposu, ritmi, farklı ifadesi oluyor. Oyunculukta da insanları resmetmeniz, baştan aşağı yeniden kendi bedeninizde çizmeniz gerekiyor. Bir role hazırlanırken düsturum, her karakterin, insanın farklı bir sesi, tonu, beden kullanım biçimi olduğunu görmektir, çalışmaktır. Tekniğiyle, sesiyle, konuşma biçimiyle, gülüşüyle, oturup kalkmasıyla, gerçekten bir başka bedeni giymeye çalışmaktır hikâye. Çalışma yöntemim keşifle gelişir genelde. Karakterin ana motivasyonlarını çözdükten sonra, onun nasıl bir sesi, gülüşü, bakışı, oturması, kalkması vardır, onu hayal ederim. Müge Gürman “Sen kimsin ki bana beni anlatacaksın, bu kibri nereden buluyorsun?” derdi. Bir oyuncuya sorduğu sorulardan biridir. Bir insanı giyinmek o kadar zor bir şeydir ki. İnsanı kavram olarak düşünelim, o kavramı vücuda gelerek anlatmaya çalışmak için haddini bilmelisin. Çok kolay değildir. Çok kolay görünebilir, ama bahsettiğimiz taklit değildir. Müge Hoca bize haddimizi bildirmiştir hep.

Hayatına bir de sinema girdi. Yoğun tiyatro yaptığın bir dönemde Şimdiki Zaman’ın çekimleri sürüyordu, kamera ve sahne arasındaki farkı nasıl yaşadın o dönemde?

Uğur Yücel’e bir keresinde sordum: “Tiyatroyla sinemanın farkı nedir? Kameranın karşısına geçen oyuncu için bir öğüdünüz olur mu?” Şöyle dedi: “Sen işini yap, kamera seni görür.” En basit haliyle, kamerayı düşünerek oynamamaktan bahsediyor. Fakat tiyatrodan sinemaya geçtiysen, kamerayı düşünmemene imkân yok. Özellikle tiyatroda groteskle çok daha barışığım. Tiyatroda sinema dilini tekrar yaratmanın işe yarayacağını düşünen kesimden değilim. Tiyatro yapmak söz konusu olduğunda, sinemayla yarışan bir iş yapmaktansa, tiyatro olmanın altını çizen işlere daha çok paye verebiliyorum. Tiyatronun canlılık faktörünü güzel kullanan işlerden bahsediyorum. Karnavalesk olabilir, izleyiciyle iletişim halinde olan işler olabilir. Teatralliği kullanalım, madem ki sahnedeyiz, madem ki yüz yüzeyiz, birbirimiz yokmuş gibi davranmayalım. Sinemada zaten bunu yapıyoruz. Aşırı doğalcı, aşırı gerçekçi işler zor ve önemliler, ama gerçeküstü, gerçekdışı ya da gerçekçiliği artık bir üslûp olarak kullanmaktan çıkan, epik, grotesk işler tiyatroda daha çok ilgimi çekiyor. Son zamanlarda Müge Gürman’la daha çok böyle işlerde çalıştım. Şunu da merak ediyordum: Şimdi çok doğalcı bir iş gelse ne yaparım? Sonra bu film çıktı. Bana dediler ki: “Belmin belgeselci ve lütfen çok doğal oyna. Bir belgeselmişçesine doğallıktan bahsediyoruz, yapabilecek misin?” Hadi bakalım dedim. Benim için de bir sınav. Sahnede büyük büyük grotesk oynarken, filmde çok daha küçük, enerjiyi içine hapsederek oynuyorsun. Aynı anda bin tane farklı düşünce geçi- yor zihninden.


Sanem Öge ve Uğur Polat Çehov Makinesi‘nde

Oyunculukta her yeni karakterle birlikte bütün o ekoller, yöntemler, biçimler arasında dolaşma imkânı olur mu? Şu karakter için hadi çağıralım Stanislavski’yi, diğeri için Meyerhold’u demek mümkün mü? Bu da bir oyunculuk marifeti midir?

O yöntemi çağıran yönetmenin yönetiminde onun istediği tarzı, üslûbu yaratabilecek teknik donanıma, özgürlüğe sahip olmaktır oyuncunun görevi. Meyerhold aynı zamanda bir yönetmendir. Oyuncusunu kendi tekniğiyle çalıştırır, sahneler. Bir oyuncunun görevi, önüne bir iş geldiğinde herhangi bir tekniği çağırmazdan önce, yönetmenin ne istediğini anlamak ya da oyunun dramaturjisinin gerektirdiği üslûbu, tarzı anlamak ve ona göre hareket etmektir. Tiyatro oyunları da, filmler de, oyuncuların seçtiği yönteme göre değil, yönetmenin üslûbuyla belirlenir. Yönetmenler oyuncuları seçerken bu esere şu oyuncunun katkısı olacaktır diye seçiyor. Hayal gücüyle, estetiğiyle, birikimiyle yapar oyuncu bunu. Müge Hoca yazar-oyuncu kavramından bahseder; illâ kâğıda yazması gerekmez, bir eser önüne geldiğinde oradaki karakteri kendi gözünden çözümleyebilecek, onun gerektirdiği savı hedef tutabilecek, o sava gidecek yolda doğru hareket, doğru fiziksel ve ruhsal aksiyonları bulacak kişidir yazar-oyuncu.

Bunu becerebilmek adına tiyatro dışında neler en çok yardımcı oluyor sana?

Eser içindeki karakter kafana girdiği andan itibaren birçok çağrışımı kullanıyorsun. Bazen küçücük bir şarkı yola çıkış sebebin olabiliyor. Bazen vapurda gördüğün bir kadın. Geçmişte yaşadığın küçücük bir his. Bir gülüş biçimi. Okuduğun bir kitap, o kitaptan bir karakter… Bütün bu çağrışımlara izin verdiğin bir sürece giriyorsun. Huzursuz bir süreç bu. Bütün bunlara bir felsefe kitabı okuyarak erişemezsin. Oyuncunun insanlarla iç içe olması, bu bağı hiç koparmaması gerekiyor. İnsan ayırt etmem. Bir ara bir dövme yaptırmayı düşünüyordum, bir koluma “Her şeysin”, bir koluma “Hiçbir şeysin” yazdıracaktım. Bu bana kendi bedenimde, varoluşum içinde hem her şeyi taşıdığımı hem de hiçbir şey taşımadığımı gösteriyor. Her an sokakta kalmış evsiz bir insan olabilirsin. Bilmem neyin tepesinde oturan çok zengin bir tip de olabilirsin her an. Bu ikisi arasında insan bazında bir uçurum olmadığını, her ikisine eşit uzaklıkta olduğumuzu fark ettikten sonra, oyunculuğa da öyle bakmaya başlıyorsun.

Dünyanın başka bir noktasında Beyoğlu gibi bir yer var mı, bilmiyorum. Her nevi insan Beyoğlu’nda. Hayatla bağ kurmak demek Beyoğlu. Tüm Türkiye’nin sınıfsal, ekonomik panoramasını buluşturan, barındıran tuhaf bir yer. Gidişata olumsuz bakıyorum.

Bir roman karakterinin sana oyunculuk yaparken el verdiği oldu mu mesela?

En çok şunu hatırlıyorum: Ezel Akay’ın kamera karşısı oyunculuk dersinde bir metin oynamam gerekiyordu. Kamera tam karşınızda, metni kesinlikle ezberlemiyoruz. Okuyarak oynuyoruz. Ayşe Bayramoğlu’nun yazdığı küçük bir monolog. Hiçbir hazırlığımız olmayacak, şart bu. O günlerde vapurda bir kadın görmüştüm. Kendi kendine kafa sesiyle konuşup duruyordu. O monoloğu onu hatırlayarak oynadım.

Taklit yapmadan ama…

O çok ince bir çizgi. O anda o kadını hatırladım. Onun bakışını, ifadesini, sesini hatırladım, o metinle nasıl bir bağ kurabileceğimi düşündüm ve kameranın karşısına geçtim. Ama her zaman böyle olmuyor. Hizmetçiler’deki Solange karakterini çıkartmak için Vecdi abiyi, Hatice ablayı hatırladım deyip oynayamıyorsun.

Jean Genet’ye nasıl girilir?

Ancak Müge Gürman gibi güçlü bir hakemle girilir. Asla tek bir katmanda değerlendirilemeyecek bir yazar Genet. O katmanları iyi tanımlayacak, dramaturjisini iyi çözecek, o çekirdeğe ulaşacak katmanları güzel ayıklayacak bir akılla girilir.

Hizmetçiler’in ardından Çehov Makinesi’yle ikinci kez berabersiniz. Nasıl bir deneyim yaşıyorsun Müge Gürman’la?

Grotesk üzerine çalışıyor, o üslûbu tanımak, seviyor olmak gerekiyor. O üslûpta çalışmayı tercih etmiyorsan, Müge Hoca’yla çalışmamalısın belki de. Merak ediyorsan da Müge Hoca’yla mutlaka çalışmalısın. Çok iyi bir tiyatro insanıdır, tutkuyla bağlıdır. Bazen sahneyle yaşamsal bağlarını kaybetmiş oyuncular için tedavi edici unsurdur. Onunla çalışmak iyi bir oyunculuk eğitimidir. Zordur, çünkü beklentileri yüksektir. Ama bir yandan da, iyi bir şey gördüğünde onu parlatmayı bilir. Hizmetçiler’i çalışırken gece 10’da provaya girip ertesi gün öğlen 12’de çıktığımı biliyorum.

Hizmetçiler’i çalışmaya nasıl başladınız?

Genet, Kadir Has’taki bitirme projemdi. Müge Hoca’nın önerisiyle Hizmetçiler”i sahneye koyduk. Karşı koymama, “Genet Hizmetçiler’i kadın oyuncular için değil, erkek oyuncular için yazmış” filan dememe rağmen Müge Hoca “boşver sen onları” demişti. Hizmetçiler çok güzel bir sınıfsal taşlamadır, başyapıttır. Böyle demek bile bir kısıtlama. Cinsiyeti de sınıflararası bir mesele olarak koyduğunda ve kullandığında, Müge Hoca’nın dediği gibi de oynanabiliyormuş.

Oynayacağın karaktere nasıl karar verdiniz?

Önce Claire olmak istemiştim, ama çalıştıkça Solange’ın ağır top olduğunu anladım. Genet pisliğin, çirkinin içindeki güzeli estetize ediyor. Güzel bir kötülük estetiği. Beni bu çekiyor. Oyunda iki hizmetçi kızkardeşin ev sahipleri yokken oynadıkları rutin bir oyun var. Ev sahiplerini öldürme fantezisini oynuyorlar. Ancak bunu hiçbir zaman eyleme dökemiyorlar. Yine böyle oynadıkları bir gece karakterlerden biri hanımefendi oluyor, diğeri de hizmetçi. Hizmetçinin hanımefendiyi öldürmesi gerekiyor. Bir nevi evcilik oyunu. O sırada tartışmalar çıkıyor. O tartışmalardan birinde Solange şöyle diyor: “Bok boku sevmez.” Kızkardeşine böyle diyor Solange. Birbirlerine hem sevgi hem de iğrenmeyle ve paylaştıkları günahlarla bağlı iki kızkardeşin arasında geçen bir replik bu.

Bir başka tiyatro adamının ölümünün yaklaştığı, son günlerinde oyunlarındaki kahramanlarıyla vedalaştığı bir kurgu içinde, adeta bir retrospektif olan Çehov Makinesi’nde Ivanov’un Karısı Sara’yı oynuyorsun. O nasıl bir macera?

Grotesk üslûbun damgasını vurduğu bir oyun. Rüyamsı bir atmosfer içinde Çehov’un yazdığı karakterler gelip onunla karşılaşıyor. Kendilerini yaratan Çehov’a, babaya karşı gösterdikleri isyanı görüyorsun. Biraz kara mizah barındıran bir eser. Bu karşılaşmalar ve bütün karakterler clown’esk, bir nevi soytarıvari. Bu üslûp Çehov’un eserlerindeki trajikomik yanı vurgulayabiliyor. Çehov’un karakterleri kaybetmiş karakterler. Hepsi problematik. Kendi travmaları içinde debelenen, çıkış yolları arayan, bulamayan, mutsuz, huzursuz karakterler. İnsanı kabul etmenin ya da görmenin en güzel yanı belki de bu trajikomik bakış. Hepimizin trajikomik bir yanı var.

Grotesk teknik için neler gerekiyor?

Vücudunuzu, sesinizi kullanma gücünüz, eğitimiz çok önem taşıyor. O yüzden oyunculuk için çok önemli sınavlardan biri diye düşündüğüm yerlerden biridir grotesk. Aynı zamanda gerçekliği kaybetmemeniz gerekiyor. Grotesk demek bağıra çağıra büyük hareketlerle oynamak gibi algılanıyor bazen, halbuki bütün o bağırma çağırma ve büyük hareketlerin içinde gerçek olanı yakalamakla da çok ilgilidir. Gerçek olanı yakalamadığınız sürece ne trajik ne de komik olursunuz.

Gerçekliğe gelelim: Çok uzun zamandır Beyoğlu’nda oturuyorsun…

On yılı geçiyor, üstelik de göbeğinde, İstiklal Caddesi’nde oturuyorum. Bağımlılık yaptı, pek çok kez başka semtlere taşınma olasılığı doğdu, ama taşınamadım, gidemedim. Artık taşınma zamanımın geldiğini hissediyorum. Dünyanın başka bir noktasında Beyoğlu gibi bir yer var mı, bilmiyorum. Her nevi insan Beyoğlu’nda. Hayatla bağ kurmak demek Beyoğlu. Tüm Türkiye’nin sınıfsal, ekonomik panoramasını buluşturan, barındıran tuhaf bir yer. Sokağa çıkar çıkmaz bir sürü insanın arasına katıldığın, kendini çok fazla yalnız hissetmediğin, senin gibi olan ya da olmayan yüzlerce insanın olduğunu hatırlatan yer Beyoğlu benim için. Artık değişimleri görüyorum. Gidişata olumsuz bakıyorum. Kötü şeyler oluyor, daha da kötüleri olacak. Üç ayın ardından ilk defa İstanbul’a geldim, Taksim Meydanı’na iki kilometrelik beton döktüklerini gördüm. Hükümet babanın bizi sevmediğini zaten anladık. Bir vatandaş olarak sevilmediğimi, öteki olarak görüldüğümü hatırlatıyor artık Beyoğlu.

Uzun süre kitap ve yayıncılık sektöründe de çalıştın. Bu değişimden Robinson Crusoe, Pandora gibi kitapçılar da etkileniyor. Onlar da otel yapılmak isteniyor muhtemelen.

Benim evim Robinson’un tam karşısında. Orada otururken sabah tramvay sesi duymayı, sokağa çıktığımda Robinson’a rastlamayı on sene boyunca çok sevdim. Gitmek istememin temel nedenlerinden biri bu, Robinson’un kapatıldığını görmek istemiyorum. Kapatıldığını görmek özlük haklarıma karşı bir eylemmiş gibi geliyor. Bunları görerek orada oturmayı istemiyorum.

Bir+Bir, sayı 25, Eylül 2013

^