Son yayınlanan TÜİK istatistiklerine göre 2017 yılında Türkiye’den göç yüzde 42.5 artmış, dönenlerde ise azalma görülmüş. Yurtdışında daha iyi işler bulanlar, krizden kaçanlar, Türkiye’deki toplumsal iklimden etkilenip umutsuzluğa kapılanlar, soruşturmaya, koğuşturmaya uğrayanlar, KHK’ler eliyle “medeni ölü” kılınanlar… Türkiye’den göçme sebepleri her geçen gün daha çoğalırken, kalanların sabır, direnme ve var kalma yöntemleri ve saikleri de çeşitlilik arzediyor. İki gazetecinin, Gözde Kazaz ve İlksen Mavituna’nın gidenlerle ve kalanlarla söyleşilerinden oluşan kitabı Bu Ülkeden Gitmek, farklı tecrübeleri, ortak hissiyatları bir araya getiriyor…
Bundan henüz birkaç hafta önce, gayet başarılı bir grafik tasarımcı arkadaşımızı, mesleğini bırakıp uluslararası bir sosyal medya şirketinde reklamlarda insanlara sakıncalı olabilecek içerikleri ayıklayacağı bir pozisyonda çalışmak üzere ülkeden uğurluyorduk. Yazın buna benzer sahneleri birkaç kez yaşadık. Kim bilir aranızdan kaçının da başına gelmiştir.
Türkiye’nin bir kesimi nasıl 2016’da çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerle kapanmış otuz yayınevini –kısa bir süreliğine– konuştuysa, 2018 yılında da ekonomik gerekçelerle kapatılan ya da vites düşürmek zorunda kalan yayınevlerini konuşuyoruz. Bir diğer öne çıkan fenomen ise, sanki dalga dalga büyüyen “buralardan gitmek” konusu. Cumhurbaşkanı ve AKP genel başkanı mart ayında partisinin Pendik kongresinde bu ülkeden gitmek isteyenlere “Bilet paralarını da vermeli” diyerek kapıyı gösterdiyse de, eylül ayında Teknofest açılışında yaptığı konuşmada bilim insanlarına “geri dönün” çağrısı yapıyordu. Yani konu iktidarın gündemine girecek kadar ciddi.
İşte bu “gitme” fenomenini gören iki gazeteci, Gözde Kazaz ve H. İlksen Mavituna, tam da Erdoğan’ın dön çağrısını yaptığı günlerde Bu Ülkeden Gitmek: Yeni Türkiye’nin göç iklimini buradakiler ve oradakiler anlatıyor isimli bir kitap çıkardılar.
Gidenlerin değişimi
Kitabın sunuşunu yazan ve kendisi de otuz yıllık bir göçmen olan Londra Regent’s Üniversitesi’nden Prof. Dr. İbrahim Sirkeci, Türkiye’de yalnızca bugünlere has olmayan göç dalgasının katmanlarını anlatmaya başlarken Aleviler ve Kürtlerin zaten uzun süredir yoğun göç eğilimi gösteren gruplar olduğunu anımsatıyor. Onların yanına son yıllarda giriştikleri güç mücadelesi sonucunda Gülen cemaati üyelerinin de katıldığı tespitini yapıyor. Bu “yeni” göç dalgasının farkını ise on altı yıllık iktidarın ardından bazı kesimlerin siyaset ve kamusal alanda temsil edilme konusunda umutlarını yitirmeye başlamasıyla açıklıyor.
Kazaz ve Mavituna, bir gazeteci refleksiyle, etraflarında sıkça dillendirilmeye başlanan bu “yeni” göç temasına kulak kabartmışlar. 2017’de başladıkları çalışma, 27 farklı gitme ya da aksine burada kalma hikâyesini bir araya getirip hikâyeleri müştereklerine göre topluyor.
Önsözden alıntılarsak, 2006-2016 yılları arasında Türkiye’den gelişmiş ülkelere her sene ortalama 6 bin iltica başvurusu yapılırken, 2016’nın ilk on ayında bu sayı 9 bin 600’e çıktı. Ekip bu göç dalgasının artık bildiğimiz orta sınıf / beyaz yakalı şablonunu zorladığını da söylüyor. Göç edenler arasında sosyo-ekonomik olarak avantajlı diyebileceğimiz grubun yanında gazeteciler, akademisyenler, sanatçılar ve kendini prekarya konumunda hisseden çeşitli meslekler var. Önsöz aynı zamanda bu “gitme” söyleminin nasıl tırmanmaya başladığını istatistikler, haber taramaları ve Türkiye’nin güncel tartışmaları üzerinden de okuyor.
Kitap önsöz ve Prof. Sirkeci’nin yazısıyla açılıyor; okuru sırasıyla “Memleket Tahayyülleri”, “Göç Motivasyonları”, “Yeni Hayat” ve “Bir İhtimal Daha Var” adlı bölümler karşılıyor. En sonda da KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır’la yapılmış detaylı bir mülakat kafalardaki soruların bir nebze olsun cevap bulmasını sağlıyor. Fakat bunlar net, başı sonu belli, rijit cevaplar değiller. Yazarlar da kesin hüküm içeren yanıtlardan bilerek ve isteyerek kaçındıklarını zaten belirtiyorlar.
2006-2016 yılları arasında Türkiye’den gelişmiş ülkelere her sene ortalama 6 bin iltica başvurusu yapılırken, 2016’nın ilk on ayında bu sayı 9 bin 600’e çıktı. Ekip bu göç dalgasının artık bildiğimiz orta sınıf / beyaz yakalı şablonunu zorladığını da söylüyor. Göç edenler arasında sosyo-ekonomik olarak avantajlı diyebileceğimiz grubun yanında gazeteciler, akademisyenler, sanatçılar ve kendini prekarya konumunda hisseden çeşitli meslekler var.
İki gazeteci herhangi bir sosyolojik yöntemi takip etmediklerini, kartopu yöntemiyle hikâyesini anlatan isimlere ulaştıklarını belirtiyor. Kitaba, yazarların kafalarındaki soruları toplumsallaştırarak mülakatlarla birlikte düşündükleri bir süreç olarak bakmak mümkün. Kaynakları arasındaki Ekşi Sözlük geniş bir alanı izlediklerini hissettiriyor, ayrıca bu yeni kuşak gazeteciliğin bakma biçimleri hakkında da iyi bir ipucu veriyor.
Kendinden yola çıkan bir hikâye
Önsözde “…bildiğimizi sandığımız şeyleri yeniden gözden geçirdik, bildiklerimizle sınandık… Nihayetinde başlangıçtan farklı yerlere geldik” diyorlar. Elbette ikisinin de gitmeye ya da kalmaya dair kendi gündemleri var. Bu kitabın bakış açısını genişleten şey ise, birinin gitmek, diğerininse gitmemek yönünde farklı iki sınırı temsil eden görüşleri. Gözde’nin gitme hayali yok, İlksen ise gitmeyi bir süreliğine de olsa aklından geçiriyor.
Gözde’nin bahsettiği, “bildikleriyle sınandıkları” şeyin ne olduğunu soruyorum. Kitaptan önce memleketi memleket yapan nedir, göç aslında ne anlama gelir, giden biri geride kalanlarla nasıl bir ilişki kurar gibi soruları pek de etraflıca düşünmediğini anlatıyor. Belli ki birtakım yeni sorular oluşmuş ve belki birtakım yanıtlar bulunmuş. İlksen ise, kitabın başlığında gitmek fikriyle tek bir olguya işaret etseler de, her gidenin kendi hikâyesinin biricik olduğunu söylüyor. Tıpkı kalanların hikâyeleri gibi.
Kitabın bir özelliği de görüşmeleri olduğu gibi, yani deşifre edilmiş haliyle koymamış olmaları. Konusu itibariyle Türkiye’de yapılmış ilk kapsamlı kitap çalışması olma özelliğini bir yana koyalım, bu açıdan da “çağdaşlarından” bir nebze ayrılıyor. Gözde röportajı gazeteciliğin temeli olarak gördüğünü belirtiyor ilk elden; İlksen de deşifre dökümü yayınlamanın mesai açısından daha ekonomik dursa bile, ruh hallerini aktarabilmek için yeterli olmadığını söylüyor. Kitapta son sözü söylemekten kaçınsalar da anlatmak istedikleri olduğunu, safi deşifreleri kitaba koymanın yavan olacağını söylüyor.
Kitabın ortaya çıkış sürecinde ekibi izleme şansım olmuştu, görüşmelerin yer yer umut verici, yer yer depresif geçtiğini söyleyebilirim. Bu depresif hal sizi kitapta boyunca yer yer iplerini gevşeterek çerçeveliyor. Zira tam da yaşadığımız döneme has ve yer yer belki de kaçtığımız gerçeklikler, “başkalarının” hikâyesi aracılığıyla gelip masamıza oturuyor. 15 Temmuz’a uzanan Gezi sonrası süreç, toplumdan gittikçe dışlandığınızı hissettiğiniz günler, sokaklarında yürüdüğünüz memleketiniz, size yabancı gelen bin yıllık yollar, arkadaşların neşeli geçen, ama alt metninde hüzün olan, ilerde bu gidişleri bu dönemle birlikte konuşacağınızı düşündüğünüz vedaları. Bu Ülkeden Gitmek’i okurken de bu hisler dolaştı aklımda. Ekibe sordum: “Yazarken sizin yaşadıklarınız ve bu hisle başa çıkma yönteminiz nasıl gelişti? Ya da tablo sizin için karamsar değil miydi?”
Gözde karamsar olmadığını söylüyor: “İlk iki bölümde ölüm korkusundan toplumsal takdir görmeme hissine uzanan bir ‘karamsarlık manzume’sinden bahsedilebilir, ama sonraki bölümlerde bu his hafifliyor bana kalırsa. Özellikle ‘Bir İhtimal Daha Olsa Gerek’ bölümüne kaynaklık eden söyleşilerden bazılarından İlksen’le ne kadar ferahlamış olarak ayrıldığımızı hatırlıyorum. Bekir Ağırdır’la yaptığımız söyleşiyi de cepte tutarak söyleyebilirim ki, neticede, bu kitaptan tahmin edileceği gibi karamsar bir tablo çıkmadı ortaya.”
İlksen ise “Kitap yeni bir keşifte bulunmuyor. Pek çoğumuzun içten içe seslendirdiği ya da bir buluşmanın belli bir ânında yanındakinin kulağına hafifçe eğilip açtığı konuyu açıkça seslendiriyor. Malûmun ilâmı denebilir yani. Sadece toplu bir ilâm. Belki ilk bölümlerde bu insanı biraz daraltabilir, ama biz olguya işaret etmekten başka, yani bu ülkeden gitmek meselesinin olgusal serimlemesinden başka bir şey yapmaya çalışmadık” diyor.
Gözde haklı belki de. Bekir Ağırdır söyleşisi içinde umuda dair doneler taşıyor. O doneler ele alınıp biraz büyütülmeyi bekliyor. Ağırdır’a göre yeni gelen ‘muhafazakâr’ görünümlü kuşak da örneğin Vikipedi olmadan, yani yasakların olduğu bir toplumda yaşamak istemeyecek. Ya da, darbe girişiminin hemen sonrasında yaptıkları bir araştırmada, “Bu iklimde hangi sorunlara eğilmeli?” diye sormuşlar katılımcılara. Yanıt “kutuplaşma” ve “demokrasi” olmuş. Ağırdır “O beğenmediğimiz, eğitimsiz kitleden bahsediyorum” diyor. Bir başka araştırmada katılımcılara yüz yirmiye yakın sıfat verip içlerinden on tanesini seçerek hayal ettikleri ülkeyi tanımlamalarını istemişler ve yüzde 72’si “adalet” demiş… Ekliyor Ağırdır: “Reçelin köpüğü inince gerçek ortaya çıkıyor. Türkiye’de milliyetçilik ezberlerden ibaret.”
Oğluyla birlikte Almanya’ya yerleşme kararı alan Zümrüt “Çok şey kaybettik” diyor, “mesela umudumuz yok şimdi, en basitinden neşemiz yok. Ufkumuz yok. Türkiye’de şöyle gözlemliyorum herkesi: Ya kaderini bekler bir hali var ya da bir uyuşmuş hali ya da bence insanların IQ’su düşüyor”…
Kalmanın koşulları
Peki bu söyleşiler neden bir kitap haline geldi? Neden bir haber dosyası değil de, bir kitap tutuyoruz elimizde? Gazetecilerin bulunduğumuz dönem içinde kitap yazmaya ağırlık verdiğini gözlemek mümkün. Buna Açık Radyo çatısı altında yürüttüğü Yaz Gazeteci Yaz programının yapımcısı ve bugünlerde Doğan Kitap Genel Yayın Yönetmeni koltuğunda oturan, yıllarca kültür-sanat gazeteciliği yapan Cem Erciyes de katılıyor. Erciyes programında “Gazetecilerin ortamdan ‘faydalanarak’ kitap yazmaya yöneldiği” teziyle hareket ediyor. Örneğin sadece eylül ayında çıkan en az üç çalışmayı arka arkaya sayabiliriz: Mehveş Evin’in Karagarga Yayınları’ndan çıkan A’dan Z’ye nasıl geldik buraya?’sı, İsmail Saymaz’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan Kimsesizler Cumhuriyeti ve nihayet Bu Ülkeden Gitmek isimli çalışma. İçinde bulunduğumuz medya ortamı, medyanın böyle bir yazı dizisi için gerekli alanı veremeyeceği, günümüzün sosyal medya araçlarının geçiciliğe yer açması ve belki de esas ilgilisine derdini ulaştıramadan web sonsuzluğunda kaybolup gitme ihtimali… Bütün bu sorunlar yanında, esas olguyu ele alabilmek için hikâyelerin çoğulluğuna duyulan ihtiyaç, karşımıza kitap formunu çıkarıyor.
O hikayelerin çoğulluğuna biz de biraz göz gezdirelim ve kitabın ikinci bölümündeki “Göç Motivasyonları”ndan birine bakalım. Buradan hareketle Gezi sonrasının orta sınıfta bir tür kırılma yarattığını söylemek mümkün. Gözde ve İlksen kitapta durumu şöyle tarifliyor:
“Gezi sürecindeki orantısız polis şiddetinin yok ediciliği, Gezi’den sonra iktidarın gitgide tırmandırdığı ayrıştırıcı dil ve baskı politikaları, Türkiye’den göç etmek isteyen görüşmecilerin ‘ülkeden umudu kesme’ tutumunu besleyen sembolik araçlar olarak karşımıza çıkıyor.
Görüşmecilerin bazılarının aktardıklarından çıkan bir başka sonuç da şu: Günümüz Türkiye’sinde yaşanan politik sıkışmanın da müsebbibi olan toplumsal kutuplaşma ve sosyal yarılma, ilk kez Gezi sürecinde bu denli ayan beyan biçimde görünür hale gelmiş. Ülkeden ayrılmaya karar verenlerin bir bölümü ise görmezden geldikleri bu yarılmayla Gezi vesilesiyle yüzleşmeye başladıklarını belirtmişler.
Oğluyla birlikte Fransa’ya yerleşmeden önce Kadıköy’ün Moda semtinde sürdürdüğü yaşamı ‘Lay lay lom apolitik bir şekilde yaşıyorduk işte’ diye betimleyen Jale, Gezi’de tanık olduğu şeylerden sonra Türkiye’den ayrılmaya kesin olarak karar vermiş.
‘Ölümler oldu, yaralanmalar oldu, zulümler oldu, polisleri gördük, insanları gördük. Çevremizdekileri gördük, hangi taraftalar… Ben polislere, askerlere eskiden acırdım, emir eri onlar diye düşünürdüm. Eskiden diyorum. Sokakta polis görmeye tahammül edemiyorum şimdi. Ve kendi tepkilerimden emin değilim, iyi değilim. Gezi olaylarından sonra ‘Neden burada uğraşıyorum?’ dedim…”
Kitapta, gitme motivasyonlarından biri muhakkak siyasi belirsizlik olarak anlatılıyor, ama öte yandan duygular da ön plana çıkıyor. Bu duyguların en genel mânâda ifade bulan hali ise “umutsuzluk”: “Oğluyla birlikte Almanya’ya yerleşme kararı alan, kültür sanat camiasında ciddi organizasyonlarda bulunmuş isimlerden Zümrüt ise ‘Çok şey kaybettik, mesela umudumuz yok şimdi, en basitinden neşemiz yok. Ufkumuz yok. Türkiye’de şöyle gözlemliyorum herkesi: Ya kaderini bekler bir hali var ya da bir uyuşmuş hali ya da bence insanların IQ’su düşüyor’ diyor…”
Öte yandan Türkiye’den gitmemek konusunda sebepleri olanlar da yer alıyor kitapta. İstanbul’a yerleşip uzunca bir süre burada yaşayan Alman belgeselci Erika örneğin: “Erika, her şeye rağmen Türkiye’de yaşamayı Almanya’da yaşamaya yeğleyenlerden. Sıradan insan hikâyelerinin izini sürmeye dair bir tür yükümlülük hissettiğini belirten Erika, Türkiye’de yaşayanların dayanıklılığına duyduğu hayranlığı dile getiriyor. Yine de Gezi’nin ardından ve özellikle 2015 yazından itibaren İstanbul’da yaşamakta zorlandığını dile getiren Erika, ‘bombaların patladığı dönem’ diye andığı süreçten şöyle bahsediyor:
‘İlk zamanlar neredeyse 24 saat internetteydim ve sadece okudum, okudum ve çok kötüydüm. Bir noktaya geldim ve arkadaşlarım bana ‘Dur, öyle olmaz,’ dediler ve yeni bir strateji aramaya başladım. İlk olarak medya tüketimimi azalttım, çok iyi geldi. Nihayetinde şanslı olduğumu düşünüyorum, çünkü çevremdekiler, eşim de öyle, çok çok iyi bir insanlar.’
Kitap yayına hazırlanırken Erika ve eşi Almanya’ya belgesel projeleriyle ilgili olarak bir süreliğine gittiler. Ancak durum, Erika’ya göre geçici.”
Kadıköy sakini, beyaz yakalı çift Damla (33) ve Halit (42) de burada kalmaya karar vermişler. Çift, kendilerine Türkiye’de yaşarken bir fanus yarattıklarının farkında ve Türkiye’yi o fanusa rağmen tercih ettiklerini anlatıyorlar: “Dün Esenler’e gittik, işte halkımız bu dedik. Gerçekle karşılaştık diyerek birbirimize baktık. Biz başka bir dünyada yaşıyoruz aslında, konuştuğumuz insanlar hep en nihayetinde bizim birlikte görmek istediğimiz insanlar. Görmek istemediğimiz insanların dünyasında değiliz. Çalıştığımız şirketler bile sol ağırlıklı şirketler. O istediğimiz fanusu yaratmış durumdayız. (…) Ve o fanustan memnunuz.”
Bu durum bugün bizlere tanıdık geliyor. Yine kitaptan aktarırsak durum şöyle tahlil ediliyor:
“Damla ve Halit’in içinde yaşadıkları için memnun oldukları fanus, aslında kendi seçtikleri çevre ve sosyal ilişkilerden örülü, bizzat tasarladıkları bir fanus. Nitekim Damla’nın halihazırda çalıştığı bankanın Avrupa’da bulunan bir şubesinden iş teklif edilince, oturup bir muhasebe yapıyorlar.”
Sonunu şimdiden söyleyelim, gitmemeye karar veriyorlar. Gözde ve İlksen, Damla ve Halit’in hikâyesi doğrultusunda şunu ekliyorlar: “Birbirinden farklı sektörlerde çalışan çift, bir dönem Plaza Eylem Platformu’nda örgütlenmişler. Güvencesiz, prekaryalaştırılmış ve dahil oldukları politik ekonomiden hoşnutsuz beyaz yakalılar açısından Plaza Eylem Platformu, henüz yeterince yaygın ve etkili olmamakla birlikte, bir örgütlenme mecrası olarak son derece kıymetli ve anlamlı.”
Günümüzden bir yayınevi hikâyesi: Metropolis
Metropolis Yayınları da aslında bu hikâyeler içinde ilgi çekici bir yerde duruyor. Onları da “kalanlar” diye nitelemek mümkün zira. Kitabı hazırlama teklifi, 2015 yılında Cansen Mavituna ve Onur Öztürk tarafından kurulan Metropolis Yayınları’ndan geliyor. İlksen “Bu Ülkeden Gitmek, konuya ilişkin yayınlanmış ilk çalışma. Niş olmayan herhangi bir yayınevi bugüne kadar böyle bir çalışmaya kalkışmadı” diyor. Bu fenomeni gören olmadı mı, yoksa herhangi bir ana akım yayınevinde sıra bu konuya gelmedi mi? İlksen kitaba başladıkları günden bu yana ülke gündeminin defalarca değiştiğini, en son yaşanan döviz krizinin onları bir dönem çalışmanın yayınlanamayacağını düşünmeye bile ittiğini ekliyor. Türkiye’de dolar arttıkça kâğıt ve matbaa masrafları da ikiye, yer yer üçe katlandı.
Kadıköy’de kurdukları iki kişilik kadroyla hayatına devam eden Metropolis ekibine, döviz krizinin onları nasıl etkilediğini soruyoruz. Onlara göre butik bile olamayacak kadar küçük bir yayınevinden bahsediyoruz. Zira Cansen de, Onur da bu dönem belki de çoğumuzun yaptığı gibi başka işlerde çalışmaya devam ediyor ve kitap çıkarma işi de yavaşça ilerliyor.
Metropolis’i kurdukları dönem ekonomik şartların bu dönemdeki kadar cesaret kırıcı olmadığını, dolayısıyla yıllardır emek verdikleri yayıncılık alanında daha fazla inisiyatif alıp alamayacaklarını bir denemek istediklerini söylüyorlar. “Bir heves giriştik bu işe” diyorlar. Şimdilik yedi kitap var ortada. Her birinin de uzunca uğraştıkları ve kendi hayatlarına temas eden kitaplar olduğunu vurguluyorlar.
Yayınevi, kurmaca dışı eserler yayınlamayı hedefliyor ve programlarını da üç kanala ayırmış durumda. Birincisi, içinde bulunduğumuz bu dikkat dağınıklığı ve yüzeyselleşme çağında gündelik ve toplumsal hayatın karmaşasına akılcı, pratik, uygulanabilir ve bilimsel temeli haiz çözümler öneren kitaplar. İkincisi, ağırlıkla siyaset felsefesi alanından seçtikleri kuram dizisi, üçüncüsü ise Türkiye’de toplumsal hayatta görünür hale gelmeye başlayan, varlığı sezilen, ancak adı konulmayan fenomen düzeyindeki değişmelerin, gelişmelerin izini doğrudan sahada muhataplarıyla konuşarak süren araştırma dosyalarından müteşekkil bir dizi. Bu Ülkeden Gitmek, bu dizinin ilk kitabı.
İmkânlarının kısıtlı olması nedeniyle, mümkün mertebe geniş bir okur kitlesine hızla erişeceğini düşündükleri, fakat saman alevi gibi kaybolmayıp uzun vadede satacağını umdukları kitapları basıyorlar. “İyi ki öyle yapmışız, çünkü bu sayede şu zor süreci öyle veya böyle atlatabileceğimize dair bir ümidimiz var” diyorlar. Ama Bu Ülkeden Gitmek bu koşullar altında bile kendilerini zorlayarak yayınlayabildikleri bir kitap olmuş. Dağıtım konusundaysa pek çok genç yayınevine nazaran şanslarının yaver gittiğini düşünüyorlar: “Ana Yayın Dağıtım gibi butik yayıncı dostu, halden anlayan bir dağıtım şirketiyle çalışıyoruz, yola devam edebiliyorsak biraz da onların desteği sayesindedir.”
Kitabın cümleleriyle değil, ama kendi varlığının gösterdiği gibi bir “kalma” hikâyesi olan Metropolis, bu açıdan bakınca, yine bu dönemin insanlarına has bir hareketin eyleme geçmiş hali olarak okunabilir. Bu duyguyu belki şöyle formüle etmek mümkün: Evet, her şey şahane gitmiyor, evet, yapmayı sevdiğim bu işten para kazanamıyorum, ama bir yandan da sevdiğim işi yapmaya devam etmeliyim, aynı anda yüz şey yapmak zorunda kalsam bile!
Dönemin ruhu: Kendiliğinden kolektivite
Gözde ve İlksen bu kitaptaki birlikteliklerinin yanında bundan önce Açık Radyo’da mesai ortağı ve 2015’te İletişim Yayınları’ndan çıkan Polis Destan Yazdı: Gezi’den Şiddet Tanıklıkları adlı kolektif kitabın beş yazarından ikisi aynı zamanda. Gözde kolektif işlere yatkınlıkları konusunda şunları söylüyor: “Böyle bir çaba içine girmeden, kendiliğinden kolektif işlerin parçası oldum kendi adıma. Türkiye’nin ilk ve –hâlâ tek– topluluk radyosunda yer almak da böyleydi, Polis Destan Yazdı’da yer almak da. Ne mutlu ki etrafımızda beraber üretebileceğimiz, kolektif emekle yol alabileceğimiz insanlar var.” İlksen ise birlikte çalıştığı insanlara güvenmekten açıyor bahsi: “Birbirinin işine güvenmek ya da gözüne inanmak, tartışma zeminin her zaman açık olması… Bunlar kolektivitenin büyük avantajları. Bu çalışmanın temasını belirleyen yayınevi olsa da, her adımda ortaklaşılmış fikirler var. Bu da kıymetli bir değer sanırım.”
Hepimizin artık malûmu olan –yeni– Türkiye’nin göç iklimini anlatan Bu Ülkeden Gitmek, değindiği alan, gitmek konusunu elle tutulur bir hale getirmesi, gazeteciliğe katkı, butik bir yayınevinin butik bir konuyu görmesi, barındırdığı kendiliğinden kolektivite biçimi ve ülkedeki her şeye rağmen var olan üretimin niteliği açısından bu toprakların önemli işlerinden biri. Bekir Ağırdır, kitabın sonunda gitmek isteyenler/gidenler olduğu kadar bir de ülkesine dönmek isteyenler olduğuna dair kuvvetli bir vurgu yapıyor. Dönenlerin ya da dönmek isteyenlerin de “üretmek” istediğini söylüyor. Herkes biraz çılgınlıkla gerçeklik arası çizgide –adeta Türkiye gibi!– yürüyüp yapmayı sevdiği işleri bir yandan sürdürmeye, yani üretmeye çalışıyor. Bugünlerin aramızda sessizce yükselen popüler konusu da bu.