Türkçe basımının editörlüğünü yaptığınız Filistin –Yüz Yıllık Savaş: Yerleşimci Kolonyalizmin ve Direnişin Tarihi kitabının sonunda Rashid Khalidi “adalet, eşit haklar ve karşılıklı tanıma temelinde bir barış ufukta görünmüyor” diyor, ama torunlarının böylesi bir barışı görebileceği umudunu koruduğunu söylüyor. Khalidi’nin 1917’den 2017’ye Filistin tarihini incelediği kitabı üzerinde çalışırken sizi geleceğe dair ümitlendirecek ipuçları bulabildiniz mi?
Osman Kavala: Kitap gerçekten çok öğretici. Khalidi kolonyalizmin ve direnişin adeta röntgenini çekmiş. Filistin halkının bu işgal altında yaşamaya razı olmayacağı bir gerçek. Ama ne zaman, nasıl bir çözüm gerçekleşecek, orası meçhul. Khalidi de İstanbul’da yaptığı konuşmalarda gelecekle ilgili bir tahminde bulunmaktan kaçınmış.
İsrail hükümetinin işgal altındaki topraklarda yeni Yahudi yerleşimlerini destekleyerek Filistin topraklarını adacıklar haline getirmesi, Knesset’in Batı Şeria’yı ilhak kararı alması ve Trump yönetiminin açıkça Filistin devleti kurulmasına karşı çıkması iki devlet temelinde bir çözümün gerçekleşeceğini hayal etmemizi zorlaştırıyor. Khalidi’nin kitapta anlattığı gibi, Filistin savaşına liderlik edenlerin yaklaşımları, izledikleri mücadele stratejileri de oldukça sorunlu. Ancak Netanyahu ve ortakları yerine insani değerlerden nasibini almış siyasetçilerin olduğu bir hükümet kurulabilirse ve Filistin direnişinin saygın ismi, şu anda cezaevinde olan Mervan Barguti veya benzer profildeki birisinin liderliğinde, Filistin’in bütün parçalarında halkın güven duyacağı, Batı ülkelerinin hükümetlerini, kamuoylarını harekete geçirebilecek etkinlikte bir yönetim kurulabilirse elbette daha iyimser olunabilir. Bir de tabii, Mamdani gibi birisinin başkan seçilmesi gerekebilir! (Maalesef ABD doğumlu olmadığı için şansı yok.)
İsrail’in Gazze soykırımı sıklıkla Holokost’la da karşılaştırılıyor. Sizce soykırımdan geçmiş bir halkın devletinin, yüz yılı bile bulmayan bir süre sonra başka bir halka yönelik soykırıma girişmesi iktidara ve insanlığa dair bize ne anlatıyor?
İsrail’de işbaşına gelmiş en gerici, en saldırgan yönetim olan Netanyahu hükümetinin temsil ettiği ittifakın niteliğinden söz etmek gerek. Likud Arap direnişinin “demir bir duvar” çekilerek, yani aşırı güç kullanılarak bastırılması fikriyatını savunan Vladimir (Ze’ev) Jabotinsky’nin önderi olduğu “Revizyonist Siyonizm” hareketinin devamı (“Revizyonist” tanımı burada daha radikal olmayı betimliyor). İttifak ortakları Dini Siyonist Parti ile Otzma Yehudit ise İsrail’in kuruluşundan sonra güç kazanmış, Eski Ahit’te yazılmış olduğu gibi vaat edilen topraklarda yaşayan yabancıların ortadan kaldırılmasını dini vecibe olarak gören köktendinci hareketi temsil ediyor. Netanyahu’nun Gazze’deki vahşeti savunurken Eski Ahit’ten referanslar kullanıyor olması da aralarındaki ideolojik yakınlığa işaret ediyor. Ancak bu tespit sorunuza tam bir cevap değil. Daha derine inen sosyal-psikolojik etkenler var.
Hem silahsızlanmayla ilgili yasal düzenlemelerin hem de Kürt yurttaşlarımızın devlete güvenlerini artırmak için yapılacakların yeni gerilimler yaratmaması için geniş bir toplumsal mutabakatın sağlanması gerekiyor. Aşırı kutupsallaşmış siyasi ortam ve yaşadığımız hukuk ve demokrasi sorunları, toplumsal mutabakatın sağlanmasını engelleyen faktörler.
İsrail’deki Yahudiler seksen yıl önceki Yahudilerden farklı. Kastettiğim, kuşaklar arası bir farklılaşma değil. Siyonist hareket farklı ülkelerde yaşayan, farklı diller konuşan Yahudi topluluklarından modern bir ulus ve ulus-devleti yarattı. Bu ulus ve devlet sadece Filistin’de yaşayanlarla değil, komşu Arap devletleriyle çatışmalar, savaşlar içeren bir süreçte doğdu, gelişti. Filistin halkı ve Arap devletleriyle yaşanan düşmanlık ilişkileri içinde, çatışmalar sırasında Holokost’un hatırlanması, sistematik olarak belleklerde canlı tutulması, devletin şiddet kullanmasını meşrulaştırmaya yarıyor. İsrail devleti ve sağcı siyasi örgütler böyle bir bellek politikası yürütüyor. Açık Üniversite’nin rektörlüğünü yapmış Yehuda Elkana bir makalesinde barışa değer veren bir siyaset kültürü yaratılması için Holokost’un İsrail yurttaşlarının ulusal belleğinde temel unsur olmaktan çıkarılması, bu kadar yoğun biçimde hatırlanmaması gerektiğini söylüyor.
Hamas’ın meşru hedef olarak gördüğü sivillere yönelik saldırıları, sürekli atılan roketler büyük ölçekte can kaybına yol açmadıysa da, İsrail devletinin Filistin direnişine karşı uyguladığı şiddete toplumsal rıza yaratmak için gerekçe olarak kullanıldı. Örgütün kendi mücadele stratejisinde en çok başarılı olduğu son 7 Ekim saldırısı, sözünü ettiğim bellek politikasına hizmet eden en etkili eylem oldu.
Teknoloji şiddet kullanımı konusunda ikiyüzlülüğü olağanlaştıran, kolaylaştıran bir durum yaratıyor. Bomba atarak insan öldürmelerde faille kurban arasındaki uzak mesafe failin saldırgan bir ruh haline girmesini gerektirmiyor, ahlâki değerlerin baskısını da daha az hissetmesine yol açıyor. Buna karşılık Hamas eyleminde görüldüğü gibi, insanların kendi elleriyle savunmasız insanların vücutlarına müdahaleleri çok daha çarpıcı biçimde saldırgan içgüdüleri teşhir ediyor. Khalidi, Hamas militanlarının kültür etkinliğine katılmış olan İsraillilere uyguladığı şiddetin sosyal medyada canlı olarak yayınlanmasının, televizyonlarda tekrar tekrar haftalarca gösterilmesinin pogromlardan Holokost’a kadar Yahudilerin maruz kaldığı zulüm anılarını tetiklediğini, içgüdüsel bir reaksiyon doğurduğunu anlatıyor.
Geçmişte olanları değiştiremeyiz. Ancak, onların nasıl hatırlanacağını, nasıl anlamlandırılacağını belirlemek elimizde.

Sizce Filistin’in kolonileştirilmesine İsrail içinden gelen itirazların giderek zayıflayarak İsrail yönetimini dizginleyemez düzeyde marjinalleşmesi engellenebilir miydi?
Khalidi’nin kitabında ayrıntılı biçimde anlattığı gibi, İsrail her silahlı çatışmayı ve savaşı işgali konsolide etmek, işgal ettiği toprakları genişletmek için kullandı. Larry Collins ve Dominique Lapierre’in Kudüs Ey Kudüs kitabında Ben Gurion’la ilgili bir anekdot anlatılıyor. BM’nin 1947 tarihli taksim planı her ne kadar Yahudi devletine Siyonist hedeflerin oldukça gerisinde bir toprak öngörüyorsa da, Ben Gurion bu plana itiraz edilmesini engelliyor, Arapların bunu reddedip saldırıya geçeceklerini, böylece kendilerinin işgal ettikleri toprakları genişletmelerinin mümkün ve meşru olacağını hesaplıyor. Aynı durum daha büyük ölçekte 1967’deki Arap-İsrail savaşı sonrasında yaşandı. Khalidi Cezayir Kurtuluş Cephesi ile yakın ilişkisi olan, Cezayir bağımsızlık savaşı üzerinde çalışmış İkbal Ahmed’in Filistin’de silahlı mücadele stratejisinin amaca hizmet etmediği değerlendirmesine atıfta bulunuyor. Şiddet, İsrail toplumunda tarihten kaynaklanan, kendilerini kurban olarak görme hissiyatını pekiştiriyor ve Siyonizmin en militan temsilcilerine desteği artırıyor.
Demirtaş’ın önerdikleri, barış mesajı veren ve simgesel anlamı olan eylemlerin yasal düzenlemelerden çok daha etkili olacağına dair inancını yansıtıyor. Bu türden etkinlikler barış kültürünü geliştirmek ve derinleştirmek için gerekli. Ancak, yapılacakların sahici olması, halkla ilişkiler faaliyeti olarak algılanmaması da önemli.
Khalidi Birinci İntifada’nın kolonyalizme karşı savaşta Filistinlilerin kazandığı ilk kesin zafer olduğu değerlendirmesini yapmış. Toplumun her kesiminden katılımın olduğu bu eylemlerde, önceki direnişlerden ve sonraki İkinci İntifada’dan farklı olarak, silah ve bomba kullanılmaktan kaçınıldığını, bunun da hem İsrail hem de dünya kamuoyu üzerinde olumlu bir etkiye yol açtığını vurguluyor.
Filistin’deki örgütlerin, Arap devletlerinin yapıları ve aralarındaki ilişkileri, İsrail devletinin politikalarını ve ABD desteğini göz önüne aldığınızda, “Olaylar başka yönde gelişebilir miydi?” sorusuna kolay cevap veremiyorsunuz. Ancak sanırım şunu söyleyebiliriz: FKÖ’nün müzakere stratejisinin hatalı olmasının yanısıra, İsrail’in içinde ve Batı kamuoyunda destek bulmaya yönelik ciddi bir çabaya girmediği de bir gerçek.

Geçtiğimiz yıl Devlet Bahçeli’nin çağrısıyla başlayan “sürecin” 2015’teki gibi bozulmasının daha büyük sorunlar yaratacağı endişesi var. Sizce Türkiye’de barış ne kadar mümkün, ne kadar zor?
Ben bu aşamadan sonra Suriye’de patlak verecek büyük ölçekli bir çatışma durumu dışında –ki böyle bir gelişme olacağını sanmıyorum– PKK’nın silahlı mücadeleyi terk etme kararından geri döneceğine ihtimal vermiyorum. Uzun süreden beri PKK’nın eylemleri propaganda işlevini kaybetmişti, DEM’in kontrolündeki yerel yönetimlerin etkin biçimde çalışmasına da zarar veriyordu. İlaveten, PKK’nın silahlı mücadeleye devam etmesi Suriye’deki Kürtlerin kurduğu yönetim için varoluşsal bir risk yaratıyordu. Silahlı mücadelenin kendine has bir iç dinamiği var, buna kendilerini adayanlar farklı bir gerçeklik içinde yaşıyorlar. Bu son girişim sanırım PKK yöneticileri ve kadrolarının daha gerçekçi bir değerlendirme yapabilmelerini sağladı. Ancak, Kürt yurttaşlarımızın devlete güvenlerinin artacağı, kendilerini eşit haklardan mahrum kalmış bir azınlık gibi hissetmeyecekleri bir değişimi gerçekleştirmek daha kapsamlı çabalar gerektiriyor. Hem silahsızlanmayla ilgili yapılacak bazı yasal düzenlemelerin hem de bundan sonra Kürt yurttaşlarımızın devlete güvenlerini artırmak için yapılacakların yeni gerilimler yaratmaması için geniş bir toplumsal mutabakatın sağlanması gerekiyor. Bugünün aşırı kutupsallaşmış siyasi ortamı ve yaşadığımız hukuk ve demokrasi sorunları, toplumsal mutabakatın sağlanmasını engelleyen faktörler.
Doğu’dan göç almış Batı’daki şehirlerde Türk, Kürt gençlerin birlikte katılacakları sanat, kültür faaliyetlerinin yaygınlaştırılmasını önemli görüyorum. Bütün bunlar için yerel idarelerle sivil toplum kuruluşları arasında işbirliklerine ihtiyaç var.
Sürecin “samimiyeti” tartışılırken AİHM kararına rağmen Selahattin Demirtaş’ın ve sizin tahliye edilmemeniz de sıklıkla gündeme geliyor. Demirtaş’ın her an tahliye edilebileceği söyleniyor. Türkiye’nin AİHM’in Demirtaş kararına uyup sizin hakkınızdaki karara uymaması sizce muhtemel mi?
Geçtiğimiz günlerde, yerel mahkeme AYM’nin kararına uymayarak Tayfun Kahraman’ın yeniden yargılanmasını reddetti. Böylesi bir olayın yaşandığı bir ortamda herhangi bir şeye muhtemel veya değil diyebilmek kolay değil. İpek Özbey “AİHM kararı uygulanır, Demirtaş tahliye edilirse Osman Kavala da tahliye olur mu?” diye hukukçu Adem Sözüer’e sormuş. Sözüer net bir şekilde “Hayır” diye yanıtlamış. Zira cezaevine yollama ve oradan çıkarma kararları hukuk devleti ilkelerine göre değil, siyasi şartlara göre şekilleniyor. Muhtemelen de Demirtaş AİHM kararının yerine getirilmesi olarak değil, İstinaf Mahkemesi’nin AİHM’e atıf yapmadan vereceği kararla tahliye edilecek.

Selahattin Demirtaş’ın çözüm sürecinin toplumsallaşması konusunda “Sürecin muhasebesi: Neler yapabilirdik ya da yapabiliriz?” başlıklı yazısında toplumsal barış ve diyaloğa yönelik önerileri çok tartışıldı. Demirtaş Amedspor-Trabzonspor arasında kardeşlik maçı düzenlenmesi, Kürt ve Türk gençlerin Anıtkabir’de buluşması, Çanakkale şehitliğini ziyaret etmesi, TRT sanatçıları ve Mezopotamya Kültür Merkezi sanatçılarının aynı sahneye çıkması gibi sembolik önerilerde bulundu. Sizce bu türden adımlar barış sürecine katkıda bulunur mu?
Sayın Demirtaş’ın önerdikleri, barış mesajı veren ve simgesel anlamı olan, birlikte gerçekleştirilecek eylemlerin yasal düzenlemelerden çok daha etkili olacağına dair inancını yansıtıyor. Bu örneklerin bir kısmı bizim Anadolu Kültür olarak yaptıklarımızla paralellik arz ediyor. 2012 yılında Diyarbakırlı kadınlarla Trabzonlu kadınlar ortak çalışmayla bir oyun sahneye koymuşlardı, oyun hem Diyarbakır’da hem de Trabzon’da sahnelendi. Doğu ve Batı illerimizden genç fotoğraf ve video sanatçılarının bir araya gelip birbirlerinin yaşadıkları şehirde çalışma yapmalarıyla ilgili bir program uygulamıştık. Bu türden etkinlikler bundan sonraki süreçte barış kültürünü geliştirmek ve derinleştirmek için gerekli, bunların sivil toplumun katkısıyla süreklilik kazanmaları da. Umarım Sayın Demirtaş özgürlüğüne kavuştuktan sonra bu tür girişimlere öncülük eder. Ancak, yapılacak olanların sahici olması, yüzeysel bir yaklaşımla kotarılan halkla ilişkiler faaliyeti olarak algılanmaması da önemli. Şu anda öncelikli olan silahsızlanma kapsamında ne tür yasal düzenlemelerin yapılacağının, belirlenmişse kamuoyu ile paylaşılması ve spekülasyonların sona ermesi.
İki dilli çocuk kitaplarının yaygınlaştırılmasının ve kullanılmasının olumlu etkisi olur. Anadili Kürtçe olmayan çocukların da bu dilin, dolayısıyla Kürtlerin varlığından olumlu biçimde haberdar olmaları önemli. Ancak, asıl önemli olan anaokulunda ve ilkokulda Kürt ailelerin çocuklarına anadillerinin öğretilmesi.
Hassas bir noktaya değinmek isterim. Kürtlerin maruz kaldıkları adaletsizliklerin bilinmesi, bu bağlamda geçmişle yüzleşilebilmesi önemli. Ancak diğer taraftan, barışma amaçlı olsa da, PKK’nın eylemlerini hatırlatacak, acı anıları akla getirecek simgeler, etkinlikler, özellikle içinde bulunduğumuz kutupsallaşmış siyasi ortamda normalleşmeyi olumsuz etkileyebilir. Bu yüzden bir süre açılan yaraların kabuk bağlamasını beklemek, kanaatimce daha hayırlı olur.
Geçmişle ilgili bir hatırlatma yapayım. 1980 öncesi yoğun bir sağ-sol çatışması yaşanmıştı. Her gün birkaç genç hayatını kaybediyordu. Askeri dönemle birlikte birbirlerini düşman olarak gören ülkücüler ve devrimciler arasındaki ilişki normalleşme sürecine girdi. Ancak, iki cephede de geçmişte olanlarla gerçek bir hesaplaşma yaşanmadı, dolayısıyla yaraları birlikte sarma girişimi de olmadı. Barış içinde birlikte yaşayabilmek için bazen hatırlamamak daha işlevsel oluyor. Kanaatimce Kürt yurttaşlarımızın Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olmaktan mutluluk duymalarını sağlayacak en önemli öğe ülkemizin tam bir demokrasi ve hukuk devleti haline gelmesi. PKK’ya sempati duymuş olan Kürt gençleri için dahi böyle bir ideale katkı sağlıyor olmak anlamlı olabilir. İnsan haklarını koruyan, hukukun egemen olduğu, adaletin teneffüs edildiği bir ülkede kardeşlik hukuku sağlam bir zeminde gelişir.

Anadolu Kültür, sizin de hatırlattığınız gibi, 2000’li yılların başından itibaren “iki tarafı” kültür-sanat üzerinden buluşturmaya, müşterek çalışmalarla bağlar kurmaya odaklandı. Aynı çalışmaları Türkiye-Ermenistan arasında da yürüttünüz. Bugün dışarıda olsaydınız, barış sürecinin toplumsallaşması konusunda ne tür çalışmalar yapardınız?
Silahsızlanma süreci tamamlandıktan sonra bölgede gerçekleştirilecek kültür-sanat çalışmalarının öneminin artacağını düşünüyorum. Yıllar önce filminin galası münasebetiyle Diyarbakır’da konuşma yapan yönetmen Bahman Ghobadi gençlere omuzlarında silah değil, kamera taşımayı hayal etmeleri tavsiyesinde bulunmuştu.
Diyarbakır Sanat Merkezi’ni İstanbul ile Diyarbakır arasında ortak çalışmaları da teşvik eden bir sanat köprüsü olarak tahayyül etmiştik. Aynı zamanda Avrupa kültür kurumlarıyla işbirliklerinin gelişmesine de katkı bulunmaya çalıştık. Bu tür ortaklaşmaları destekleyecek kurumsal düzenlemeler üzerine kafa yormak isterdim. Bir de doğudan göç almış batıdaki şehirlerde Türk, Kürt gençlerin birlikte katılacakları sanat, kültür faaliyetlerinin yaygınlaştırılmasını önemli görüyorum. Bütün bunlar için yerel idarelerle sivil toplum kuruluşları arasında işbirliklerine ihtiyaç var. Daha önce bu modele uygun bazı projeler gerçekleştirmiştik. Deneyimlerimizi başka girişimlerle de paylaşmak isterdim.
Anadolu Kültür’ün kuruluş amacı Türkiye’nin farklı dillerde ve kültürlerde üretilen birikimlerini buluşturmak, ortak bir hafıza zemini yaratmaktı. Kürtçe edebiyatın, sinemanın, tiyatronun bu ortak hafıza içindeki yerini nasıl görüyorsunuz?
Yaşanmış acı olayların, adaletsizliklerin edebiyatla, filmlerle, sergilerle anlatılmasının izleyicilerde daha derin izler bıraktığına, ortak hafızaya katkıda bulunduğuna inanıyorum. Kürtçe edebiyat, sinema, tiyatro çalışmaları, Kürt sanatçıların kendi deneyimlerine anadillerinde sanatsal ifade kazandırmaları, şüphesiz onların yaratıcılık alanını önemli derecede genişletiyor. Ancak, şunu da eklemek gerekir: Yaşanmışlıklarla ilgili eserlerin Kürtçe bilmeyenlerin hafızasına dahil olmaları için onlar tarafından da izlenebilmeleri gerekir. Ortak bir kültür hayatının canlı kalabilmesi için Kürt sanatçıların Türkçe eser vermeleri de önemli.
Geçtiğimiz günlerde Diyarbakır Kitap Fuarı’nda söyleşi yaptığımız Lis Yayınları’nın kurucusu şair Lâl Laleş Kürt çocuklarda asimilasyonun ilkokula başladıkları yedi yaşından üç yaşına düştüğünü söyledi. Daha üç yaşından itibaren çocukların izledikleri platformlarda Kürtçe içeriklerin çok az olması bunun en önemli sebeplerinden biri olarak görülüyor. Anadolu Kültür iki dilli kitaplar yayınladı. Bu tür çalışmalar asimilasyonun önüne geçmekte etkili olur mu?
İki dilli çocuk kitaplarının yaygınlaştırılmasının ve kullanılmasının olumlu etkisi olur. Anadili Kürtçe olmayan çocukların da bu dilin, dolayısıyla Kürtlerin varlığından olumlu biçimde haberdar olmaları önemli. Ancak, bence asıl önemli olan anaokulunda ve ilkokulda Kürt ailelerin çocuklarına anadillerinin öğretilmesi, Kürtçe gramere ve kelime hazinesine hâkim hale gelebilmeleri, zamanla Kürtçe eserleri okuyup öğrenebilmeleri. Müfredata seçmeli Kürtçe edebiyat dersleri eklenebilir.
Irak ve Suriye’de Kürt güçlerinin özerklik kazanma süreçleri buradaki gerçekliği Avrupa’daki bölgesel özerklik uygulamalarından oldukça farklı kılıyor, bölünmeyi teşvik eden örnekler olarak algılanmalarına yol açıyor. Öngörebildiğimiz gelecekte bölgesel özerklik uygulamasının Türkiye için geçerli olabileceğini tahmin etmiyorum.
Anadolu’nun kadim bir halkı olan Kürtlerin etnik kimlikleri ve ayrı bir dile sahip olmaları uzun yıllar boyunca inkâr edilmiş, Kürtçenin kullanımı çeşitli baskılara maruz kalmış. Bu nedenle Kürt ailelerin çocuklarının anadillerini öğrenmelerinin sağlanması konusunda devlete daha fazla sorumluluk düştüğü kanaatindeyim. Bu sorumluluğun yerine getirilmesi yaratılmış olan kültürel hasarın telafisine yönelik bir girişim olarak da anlam kazanacaktır. Çocuklara erken yaşta anadillerini öğrenme imkânı tanınması onların Türkçelerini de paralel biçimde geliştirmelerine engel olmaz. Tersine, çeşitli ülkelerdeki uygulamalar anadil öğrenmenin ikinci dili öğrenmekte ve kullanmakta kolaylık sağladığını gösteriyor. Çocukların erken yaşta iki dili konuşabilir olmaları onlara dilsel avantaj kazandırıyor, üçüncü dili daha kolay öğrenmelerini sağlıyor.
Sınırlarımızın berisinde Irak’ta ve Suriye’de Kürtçe yaygın biçimde öğretiliyor ve kamusal alanda kullanılıyor. Kürt yurttaşlarımızın komşuları gibi dillerini konuşamamaktan, çocuklarına öğretememekten duydukları rahatsızlığın devletle ilişkilerini olumsuz etkileyeceği de değerlendirilmesi gereken önemli bir nokta. Buna karşılık, çocukların erken yaşta anadillerini kamusal bir mekânda öğrenebilmeleri özgüvenlerini, yurttaşlık bilinçlerini artırıcı etki yapar.
12 Eylül’de Kürtçeyi yasaklama politikasına anayasal statü kazandırıldı. Anayasamızın 42. maddesindeki bu dönemden kalma, eğitim kurumlarında anadilin öğretilmesiyle ilgili yasak Lozan Antlaşması’nda ifade bulan azınlık toplulukların kültürel haklarını tanıma anlayışıyla da çelişiyor. Rum ve Ermeni okullarında anadil öğretiliyor, iki dilli eğitim de oluyor.

Türkiye’de “özerklik” kavramı çoğu zaman “bölünme”, “ülkenin bütünlüğüne tehdit” olarak algılanıyor. Oysa Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı gibi belgeler demokratik özerkliği uluslararası bir norm olarak tanımlıyor. Sizce özerkliği demokratik katılımın bir unsuru olarak tartışmak nasıl mümkün olabilir?
Özerklik tanımını farklı düzenlemeler için kullanıyoruz. Bir zamanlar TRT’nin, üniversitelerin özerkliğinden söz ediliyordu. Türkiye 1985 yılında Avrupa Konseyi bünyesinde hazırlanmış olan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı sözleşmesine taraf oldu, sözleşme 1991’de TBMM tarafından onaylanarak yasal hale geldi. Ancak, Özerklik Şartı’nın içeriğiyle ilgili kamuoyunda geniş bir bilgilenmenin olduğu söylenemez.
Türkiye bu sözleşmeyi merkezi devletin tasarrufunda yerel idarelere idari yetkiler vermek şeklinde uyguladı, vesayeti kalıcı olarak azaltacak, özerkliğin yerel idareler için bir hak olarak kabulü anlamına gelecek maddelere şerh koydu. 2011’den sonra da merkezi yönetimin vesayetini artıran gelişmeler yaşandı. En çarpıcı örneği, imar ve planlama yetkisini yerel yönetimlerden alan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın önemli bir aktör haline gelmesiydi.
Kültürel hakların politik risk alanı olmaktan çıkması farklı inançlara, etnik aidiyetlere sahip yurttaşları kapsayıcı bir kültür ortamının var olmasıyla mümkün. Bir de tabii demokrasi ve hukuk değerlerini canlı tutan ortak bir siyasi kültür önemli. Bunun da şartı demokrasi kurumlarının düzgün çalışması, sivil hakları koruyan bir hukuk devleti.
Elbette, yerel yönetim organlarını tamamen işlevsiz hale getiren kayyum uygulamaları Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın lafzına da, ruhuna da tamamen aykırı. Bu sözleşmeye taraf olanlar arasında kayyum uygulamasında bulunan başka bir devlet yok. Şu sıralarda valiliklerin yerel idareler üzerinde denetimlerini artıracak bazı düzenlemelerin olma ihtimali konuşuluyor.
Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın tam mânâsıyla benimsenmesi ve uygulanması özellikle Kürt yurttaşlarımızın yoğun olduğu bölgelerde yerel siyaset alanlarını önemli biçimde genişletecek, çoğulculuğu güçlendirecek, kentlerin kültürel dokusunu renklendirecek bir etki yapar. Geniş bir coğrafi bölgeyi içeren özerklik zaman zaman bu bağlamda tartışılıyor. Ancak, bölgesel özerklik, bütün yerel yönetimlerin yetkilerini ve yönetim kapasitelerini artırmayı amaçlayan genel özerklik ilkesinin benimsenmesinin doğal bir sonucu değil.
Etnik temelli bölgesel özerklik uygulaması siyasi kutuplaşmaların yaşandığı ülkelerde yeni gerilimler, karşıtlıklar yaratma potansiyeli içeriyor. Söz konusu ekonomik açıdan daha dezavantajlı bir bölgeyse, özerklik uygulaması, kalkınma için merkezi devletin fonlarından daha fazla yararlanılmasını da engelleyebilir.

Ülkemizde özerkliğin “bölünme”, “ülkenin bütünlüğüne tehdit” olarak algılanmasının ana nedeni Irak ve Suriye’deki gelişmeler. İlkinde merkezi devletin dağılması, ikincisinde zayıflaması süreçlerinde silahlı mücadele yoluyla Kürt yönetimleri kuruldu. Irak’ta Barzani-Talabani güçleri, ABD desteği ile Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgede tam hâkimiyetlerini tesis ettikten sonra yeni oluşan Irak yönetimi ile anlaşmaya vardı. Suriye’de de aynı süreç yaşanmakta.
Bu açıdan bakıldığında, Kürt güçlerinin özerklik kazanma süreçleri ve muharebe gücüne sahip silahlı güce sahip olmaları, buradaki gerçekliği Avrupa’daki bölgesel özerklik uygulamalarından oldukça farklı kılıyor, bunların Kürtler için bölünmeyi teşvik eden örnekler olarak algılanmalarına yol açıyor. Ülkemizde de hendek olayları sırasında bu talebin gündeme gelmesi, özerkliğin bölünme ile ilişkilendirilmesini pekiştirdi. Bütün bu nedenlerden, kaygılardan dolayı öngörebildiğimiz gelecekte bölgesel özerklik uygulamasının Türkiye için geçerli olabileceğini tahmin etmiyorum.
Türkiye’de de, Suriye’de de kültürel kimliklerin tanınması yönündeki çabalar “beka tehdidi” olarak değerlendiriliyor. Kültürel hakların tanınması, kültürel çeşitliliğin toplumsal zenginlik olarak görülmesi için neler yapılabilir?
Kültürel hakların, kültürel çeşitliliğin politik risk alanı olmaktan çıkması farklı inançlara, etnik aidiyetlere sahip yurttaşları kapsayıcı bir kültür ortamının var olmasıyla mümkün. Bunun için okullarda verilecek kültürel çeşitliliğin zenginlik olarak anlaşılmasını sağlayacak eğitimin yanısıra, gelir düzeyi yüksek olmayan ailelerden gelen gençlerin ortak biçimde katılabilecekleri etkinlikler düzenleyen kültür kurumlarına da ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bir de tabii demokrasi ve hukuk değerlerini canlı tutan ortak bir siyasi kültürü paylaşıyor olmamız önemli. Bunun da şartı hem yerel hem ulusal düzeyde demokrasi kurumlarının düzgün çalışması, sivil hakları koruyan bir hukuk devletine sahip olabilmek.
Kişisel durumunuzla bitirelim. Sağlığınız, moraliniz nasıl? Şu aralar neler okuyorsunuz? Okuduklarınızdan özellikle bahsetmek istediğiniz başlıklar, konular var mı?
Sağlığım, moralim yerinde sayılır. Tanıl Bora’nın elinden çıkan Goethe’nin Seçilmiş Yakınlıklar romanını yeni bitirdim, İsmail Yerguz’un çevirisiyle Montaigne’in Denemeler’inin tam metnini okuyorum. Filistin –Yüz Yıllık Savaş’ı çeviren Utku Özmakas, sağolsun, yaptığı Leviathan çevirisini yolladı. Ona da başladım. Her üç eseri de tavsiye ederim.




