Siirt’teki Newala Qesaban’da toplu mezarların olduğu kayıp yakınları, tanık beyanları, sizin yaptığınız haberler ve 1989’da kısmen yapılan ilk kazıyla ortaya çıkanlar sayesinde açıkça bilindiği halde, bölge bir kez daha yapılaşmayla gündemde. Orada yakınının naaşı bulunan Sıdıka Sevilgen Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi’nin “Tecrübeler ve Tanıklar: Ölüye Yönelik Şiddeti Aileler Anlatıyor” başlıklı panelinde şöyle demişti: “Çocuklarımızın babalarını öldürüp oraya attılar, şimdi üzerine bina yapmak istiyorlar. Ayıbın üstünü mü örtmeye çalışıyorlar?” Neden özellikle Newala Qesaban yapılaşmaya açılmak isteniyor?
Günay Aslan: Çünkü hâkim kültür, inkâr kültürü. Ermeni mezarlarının üzerine işyerleri yaptılar, hatta bir Ermeni mezarlığının üstüne tuvalet yapıldı. Vanlıyım ben, Van’da birçok Ermeni yapısı var. Yedi Kilise de bu yapılardan biriydi ve çok önemliydi. Yıkıp ahır yaptılar. Newala Qesaban da bir toplu mezar olarak kaldığı sürece devleti rahatsız ediyor. Burayı ortadan kaldırmak için üzerine villa veya AVM yapmaları lâzım. Aynı zamanda rant da sağlıyorlar. Ezcümle, toplumdaki ahlaki çöküntü ve çürüme devletin kadim inkâr kültürüyle birleşince böyle bir yapılaşma gündeme geliyor.
Ümit Biçer: Belli mekânların kullanılma ve seçilme şekli semboliktir. Bizlerin “hafıza mekânı olsun” diye talep ettiğimiz yerlere devletin nasıl yaklaştığını anlamak gerekiyor. Bu mekânlar suç delillerinin saklandığı yerler. Suçun üstünün örtülmesi cezasızlık kültürünün devam etmesi demek. Cezasızlık, suçları işleyenlerin sorumlularına da güvence verilmesi anlamına geliyor. Geçmişte işlenen suçların delillerini ortaya çıkarmayarak suçlarla yüzleşilmeyeceğini ve o suçların tekrar işlenebileceğini hissettiriyorsunuz. Öldürülenlere dair aktarılan her tanıklığı, öyküyü ve hakikati yok etmek bir yana, bu tür suçların tekrar işlenebileceği yönünde bir irade ortaya koyuyorsunuz.
Dünyada toplu öldürmelerin meydana geldiği yerler hep benzer özellikler taşır. Ya yapılaşma ya da benzer yollarla üzerleri örtülür. Bu bir unutturma değil. Çünkü şu ya da bu şekilde toplu öldürülmeleri sürekli hatırlamanız isteniyor. Biz orada yaşananlarla ilgili hakikate ulaşamadığımızda aynı öyküleri, endişeleri yaşamaya ve bizden sonraki kuşaklara aktarmaya devam ediyoruz. Mezarsız bırakma fiilinin o güne ait bir mesele olmadığını, ilelebet süren bir şey olduğunu bilmek gerekiyor. O insanların gömülmeyi ve bu dünyada var olmayı hak etmediği fikrini herkese yaymak istediklerini düşünüyorum.
Dereye ilkin 1915’te öldürülen Ermeni ve Keldanilerin bedenleri atılıyor, değil mi?
Aslan: Evet. 1915’teki soykırım döneminde Siirt eşrafından Ermeniler sürgüne giderken o derede tuzağa düşürülüp vahşice öldürülüyor, sonra da oraya atılıyor. Yani 1915’te başlayan bir trajedi var.
Neden Kasaplar Deresi deniyor?
Aslan: Siirtli kasaplar kaçak hayvan kesimini gözlerden uzak bu derede yaparlarmış, ismi oradan geliyor. Yapılan kesimler nedeniyle bölge hayvanların deri, kemik ve kafalarının biriktiği bir yer haline geliyor ve zamanla çöplüğe dönüşüyor.
Geçmişte işlenen suçların delillerini ortaya çıkarmayarak o suçların tekrar işlenebileceğini hissettiriyorsunuz. Toplu öldürmelerin meydana geldiği yerlerin hep ya yapılaşma ya da benzer yollarla üzerleri örtülür. Bu bir unutturma değil. O insanların gömülmeyi, bu dünyada var olmayı hak etmediği fikrini yaymak istiyorlar.
80’lerden itibaren de Kürtlerin ölüleri dereye atılmaya başlanıyor. 80’lerin sonunda haber için bölgeye gittiğinizde nasıl bir ortam, atmosfer vardı?
Aslan: 12 Eylül darbesi Kürdistan’da fırtına gibi esti. Korkunç insan hakları ihlalleri yaşandı, gözaltında ölümler oldu. Siirt Tugayı’nda gözaltında işkenceyle öldürülen, 1984’ten sonra çatışmalarda öldürülerek ele geçirilen PKK’liler bazen tugaya ait çöp arabalarıyla bazen de özel bir araçla götürülüp dereye atılıyor. Üzerlerine çöp dökülüyor, o çöplerin arasına gömülüyorlar. Bunun görgü tanıkları var. 1986’dan sonra bölgedeki çatışmalar yoğunlaşınca, sadece Siirt’te değil çevre il ve ilçelerdeki çatışmalarda öldürülenler de dereye götürülmeye başlanıyor. Yani bu durum rutin bir işleme dönüşüyor. Öldürülenler Siirt Tugayı’na götürülüyor, oradan da çöplüğe atılıyor.
O dönem bu konu kamuoyunun ya da parlamentonun gündemine girmiyor mu?
Aslan: Dönemin ANAP’lı belediye başkanı Siirt Tugayı’na bir yazı yazıyor. “Siz bu insanları sorgusuz sualsiz çöplüğe atıyorsunuz, bize şikâyetler geliyor, bazıları da yörenin insanları, buna çözüm bulalım” diyor. Tugay Komutanı da cevaben şöyle diyor: “Belediye gömsün o zaman, siz alın götürün. Size teslim edelim, bizim sorumluluğumuzdan çıksın.” Belediye bunun üzerine öldürülen sekiz-on kişilik bir grubu götürüyor, ama nereye? Onlar da Kasaplar Deresi’ne götürüp atıyorlar. Bir mezarlığa götürmeleri lâzım, ama yapmıyorlar. Çünkü devlet ölü ele geçirilen PKK’lilerin mezarlığa gömülmesine izin vermiyor. Bu uygulama yoğunlaşınca şikâyetler de artıyor ve olay artık duyulur hale geliyor ve gittikçe yayılıyor. Önce Diyarbakır’daki Hürriyet ve Milliyet gazetesi bürolarına, oradan İstanbul haber merkezlerine gidiyor konu. Ama dönemin egemen medyası bu konuyla ilgili pek bir şey yapmıyor. Çünkü riskli bir konu, sıcak bir mesele.
Siz nasıl duydunuz? Böylesi bir ortamda haberi nasıl yaptınız?
Aslan: Ben çok geç duydum aslında, 1988’in sonuydu. Ankara’da SHP’nin genel kongresi vardı. Zübeyir Aydar o dönem Siirt il başkanıydı. Eşi Evin Çiçek de İHD’nin Siirt il başkanıydı. Onları ziyarete gitmiştim, evlerinde birkaç gün kaldım. Onların ve yine SHP milletvekilleri Turgut Atalay ve Mahmut Alınak ile bazı demokrat-yurtsever çevrelerin katkısı oldu. Koşullar çok ağırdı, ama buna rağmen bir organizasyon vardı. Halk kendi içinde örgütlüydü, koruma sağlıyordu. Bu sayede derede çalışma yapabildim. Fotoğraflar çektim, bölgede görgü tanıklarıyla, derede yakınları olan insanlarla görüştüm. Haber için epey uğraştım. Ama hakkını yememek lâzım, 2000’e Doğru dergisi ile Sosyalist Parti’nin bu konuda hem kamuoyu yaratılmasında hem de haberin arkasında durulması ve bana destek olunmasında çok büyük katkısı oldu.
Soykırım döneminde Siirt eşrafından Ermeniler o derede tuzağa düşürülüp vahşice öldürülüyor, sonra da oraya atılıyor. Yani 1915’te başlayan bir trajedi. 1984’ten sonra öldürülerek ele geçirilen PKK’liler Siirt Tugayı’na götürülüyor, bazen çöp arabalarıyla, bazen de özel bir araçla götürülüp dereye atılıyor.
Görüştüğünüz tanıklar ne hissediyor, ne anlatıyorlardı?
Aslan: Anımsadığım kadarıyla, yakınları derede olan insanların ölümden çok daha ağır bir acı hissettiğiydi. Yakınlarının ölümünü kabullenmişlerdi, ama çöplüğe atılmış olmalarını, bir mezarlarının bile olmamasını kabullenemiyorlardı. Huzursuzlardı, çaresizlik duygusuyla acı çekiyorlardı. O acı insanların içinde birikmişti tabii, konuşmak istiyorlardı. Hiç unutmuyorum, bir kişiyi Balveren’den alıp götürmüşler, işkencede öldürmüş, naaşını dereye atmışlar. Ailesine de “oğlun öldü” demişler. Kadın oğlunun naaşını görmek istiyordu, ama nerede olduğunu bilmiyordu. Dere Şirvan yolunda, 8-10 kilometrelik bir alana yayılıyor. Kadının içi acıyor, çocuğunun cenazesini almak istiyordu. Tek istediği buydu. Yine Kasım Kocaman’ın babaannesi torunu için günlerce gözyaşı döktü. Çünkü öldürülmüş, oraya atılmış. Agit Korkmaz’ın ablası Maşallah Korkmaz 2014’te Diyarbakır’da Kasaplar Deresi’yle ilgili yaptığımız belgesel gösterimine geldi. Aslında nerede gömülü olduğunu dahi biliyorlar, ama buna rağmen çözüm sürecinde bile naaşının oradan çıkarılmasına izin verilmedi.
Kasaplar Deresi adlı kitabınızda geçen isimlerden biri dönemin Siirt Valisi Atilla Koç. 2002 ve 2007’de iki dönem AKP’den milletvekili oluyor, 2005’te de Kültür ve Turizm Bakanı olarak atanıyor. Suçların üstünü örten, dönemin faili diyebileceğimiz bu kişinin daha sonra iktidar partisinde yıllarca siyaset yapması cezasızlığın, faillerin siyasetteki hâkimiyetinin ve sürekliliğin de sembolü gibi. O dönem Vali Koç’la karşılaşmış mıydınız? Bu sürekliliği nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslan: Faillerin ödüllendirilmesi bir devlet refleksi. Devletin işlediği suçun üstünü örten, bu suçlardan ötürü devleti korumaya özel gayret gösteren görevliler bir bakıyorsunuz ya özel sektörde ya da siyaset dünyasında ödüllendirilmiş olarak kamuoyunun karşısına çıkıyor. Devlet kendisine sahip çıkana ölünceye kadar sahip çıkıyor, Atilla Koç da böyle biriydi.
Dönemin Siirt Valisi Koç daha önce Nusaybin kaymakamlığı yapmış, 12 Eylül’de Nusaybin’den Qamişlo’ya, kontrgerilla timlerinin operasyonlarına katılmış biri. Öldürülen JİTEM komutanı Cem Ersever’in yakından tanıdığı bir isim. Benim Kasaplar Deresi’yle ilgili yaptığım haberi savcı kale almamıştı. Oysa haberi ihbar olarak kabul edip, “köyümüzde toplu mezar var, köprüden cenazeler atılıyor, görgü tanıkları da var” diyerek soruşturma başlatması gerekirdi. Ama dava açmadı. Bu benim açımdan bardağı taşıran son damlaydı. Savcılığa gittim ve dava açılmasını talep ettim. Savcılıktan çıkar çıkmaz özel tim beni kaptı, valiliğe götürdü. Savcı ve emniyet müdürü de oradaydı. 2002’de AKP’den milletvekili seçilecek, daha sonra, 2005’te, 59. hükümette Kültür Bakanlığı yapacak olan, dönemin Siirt Valisi Atilla Koç makamında bana hakaret etti, dövmeye kalktı. Etrafımı özel timler sarmıştı. Gazeteci cinayetlerinin başladığı dönemdi, başıma bir şey gelmesinden korkuyordum. Sonunda beni bir temiz dövdüler. Siirt’e girmemek kaydıyla bir otobüse bindirdiler, şoföre emanet ettiler. Otobüs şoförü izlendiğini düşünüyordu, tedirgindi. Diyarbakır’a vardık. Orada arkadaşlarım beni otogarda karşıladı.
Her şeye rağmen haberinizin üstü örtülemedi ve o dönem kısmen de olsa kazılar yapıldı, sekiz kişinin cesedine ulaşıldı, ama akabinde kazılar durduruldu. O süreç nasıl gelişmişti?
Aslan: Evet,haberin üzerinin örtülmesi çabaları sonuç vermedi. Aksine uluslararası medyanın ve dönemin bazı SHP milletvekillerinin katkısıyla konu gündemden düşmedi. O dönem Kürt haberleri nedeniyle yakından izlenen BBC Türkçe servisi de haberi yakından takip ediyordu ve etkili de oluyordu. Sonunda, 22 Nisan 1989 günü bölge valiliğinin talimatıyla derede adeta gizli bir kazı yapıldı. Ancak, bana haber verilmemişti. Vali sadece Hürriyet’in görüntü almasına izin vermişti, ama Hürriyet yerine haber Tempo dergisinde yayınlandı. Haberde fotoğraf da kullanılmıştı. Siirt Belediyesi işçileri battaniyeler içinde dereden çıkarılmış cesetleri taşıyorlardı. Dereden o gün birkaç saat içinde sekiz ceset çıkarılmıştı ve durumun ne kadar vahim olduğu anlaşılmıştı. Valilik kazıyı derhal durdurdu ve bölgeyi “yasak saha” kapsamına aldı. O günden sonra derede bir daha kazı çalışması yapılamadı ve bir bölümü de zaten asfaltla kapatıldı.Konu yavaş yavaş gündemden düşürüldü. Ardından dava açıldı. Yargılandım ve iki buçuk yıl ceza aldım.
Sonra ülkeyi terk etmek zorunda kaldınız…
Aslan: Öyle oldu. 1992 yılında mesleki çalışmalarımdan ötürü aldığım hapis cezaları nedeniyle aranır durumuna düştüm, 1993 yılında yakalandım. 1995’e kadar cezaevinde kaldım. Cezaevinden çıkar çıkmaz yurtdışına gittim.
Yakınları derede olan insanlar ölümden çok daha ağır bir acı hissediyor. Yakınlarının ölümünü kabullenmişlerdi, ama çöplüğe atılmış olmalarını, bir mezarlarının bile olmamasını kabullenemiyorlardı. Huzursuzlardı, çaresizlik duygusuyla acı çekiyorlardı.
1990’ların başlarında adli tıpta uzman olduğunuzda, Kasaplar Deresi’nde yaşananlar adli tıp alanında nasıl yankı bulmuştu?
Biçer: Türkiye’de adli tıp resmi bilirkişi yapılandırılması olarak kurulmuş bir müessese. Dünyada adli tıbbın devlete bağlı resmi bilirkişilik olarak yapılandırıldığı ülkeler genellikle otoriter veya totaliter rejimlerdir. Türkiye’de Adli Tıp Kurumu (ATK) 12 Eylül darbesinin ardından, 1982’de tekrar yapılandırıldı. Bu çerçevede adli tıbbın sorumluluğu ağırlıklı olarak devletin sorduğu sorularla ilgili teknik incelemeler yapmak, çalışmalarını devletin belirlediği sınırlar içinde icra etmek olarak tariflendi. Adli tıbbın Türkiye’de insan hakları çerçevesinde ele alınmaya başlanmasıysa Arjantin’de Mayıs Meydanı’nda kayıplarını bekleyen annelerin başlattığı eylemle ortaya çıkan adli tıp uzmanları ekibini tanımamızla oldu. 1992’de Adli Tıp Uzmanları Derneği’ni kurduktan sonra çalışmalarımızı biraz daha farklı bir biçimde ele almaya başladık. İnsan Hakları Derneği ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın kurulması, insan hakları savunuculuğunun artması adli tıp çalışmalarına önemli katkılar yaptı. 90’larda benim de dahil olduğum Türkiye’den altı adli tıpçıdan oluşan bir grup Bosna’da öldürülen kişilerin mezarlarının saptanması, mezardan çıkarılması, kimliklendirilmesi ve ölüm nedenlerinin araştırılması çalışmalarına dahil olmuştuk. Oradaki tecrübelerimizden sonra Türkiye’deki adli tıp çalışmalarını Bosna’daki çerçevede yürütmeye başladık. Öncesinde de her ne kadar hem insan hakları savunucularının hem adli tıp uzmanlarının sorumlu olması gerektiğini düşünsek de, ne teknik anlamda çaba gösterebilmiş ne de diğer alanlara müdahale edebilmiştik.
Bir yandan 1915 ile 80’lerde öldürülüp Newala Qesaban’a atılan ve hâlâ oradan çıkartılmayı bekleyen insanları konuşurken, diğer taraftan bugün hâlâ tahrip edilen mezarlıklara, cenazesi kaçırılan ölülere, Bitlis Garzan’da olduğu gibi mezarları açılıp kemikleri ülkenin bir başka ucuna sürüklenenlere tanık oluyoruz. Bunlar arasındaki bağı nasıl görüyorsunuz?
Biçer: Mezar evdir, mekândır, yurttur. Üzerinde yaşanan ve ölünen toprak parçasıdır. Mezarın varlığı orada yaşayan insanların kim olduğunu kavramamıza yardımcı olur. Farklı inanç ve etnisiteye ait olduğu düşünülen cenazeleri dünyanın dışına ötelemek için çaba veriliyor. Antik çağlardan beri egemenlerin yürüttüğü bu politikanın iki biçimi var. Bir yandan cenazelere yönelik yok etme girişimi, diğer taraftan mezarların tahrip edilmesi. Bazı mezarların üzerine tuvalet veya AVM inşa edilmesi de buna örnek. Ama bu politika esasen, devletin aslında kim olduğunu, etnik veya inanç olarak nereye oturduğunu politik olarak göstermek istediği bir mesajdır. Bu ikili bir siyaset olarak yürütülür.
Günay: Mezar hayatınızın anlam kazandığı da bir yerdir. Kişinin hikâyesinin mabedidir. Mezarı yok ederek hayatınıza yüklediğiniz anlamı da yok ediyorlar. Yani hikâyenizi yok ediyorlar. 2014’te Faraşin’deki mezarın yapımına gitmiştim. Dağlardan, ovalardan toplanıp getirilmiş cenazelerin mezarlıkları yapıldı. Mezarlığa akın akın aileler geliyordu. Her mezarın başında bir hikâye anlatılıyordu. Barış süreci çöktükten sonra Faraşin, Varto ve Lice’deki mezarlıkları yıktılar. Mezarları yok ederek devlet kendi bekasını sürdürmeye çalışıyor. İnkârın devamlılığı için mezarı yok etmeyi gereklilik olarak görüyor.
Türkiye’de gömülme hakkı konusunda acımasız ihlâller yaşanıyor. Bu konu çok sınırlı bir kesimin gündeminde. Üniversitelerin, sivil toplum örgütlerinin gündeminde değil mesela. Oysa Cumhuriyet’in erken yıllarından başlayarak süren çok pervasız hak ihlalleri yaşanıyor. Geride kalanların yas tutma hakkına bile saygı gösterilmeyen travmatik bir uygulama bu.
“33 Kurşun” da bu uygulamalardan. Siz Sefo Deresi’ndeki katliamı da haberleştirdiniz. Orada ne olmuştu?
Aslan: Türkiye kamuoyu 33 Kurşun katliamını Ahmed Arif’in ünlü 33 Kurşun şiirinden öğrendi, ama öncesinde, 1950’lerde Musa Anter konuyu gündeme getirmişti. 90’larda İsmail Beşikçi hocamız konuyla ilgili bir kitap yazdı. Ben kurşuna dizilen 33 kişinin arasında yakınları olan Kürt köylülerle söyleşiler yaptım. Aradan neredeyse kırk yıl geçtikten sonra ailelerle konuşmuştum. Katliam 28 Temmuz 1943’te, İran-Türkiye sınırındaki Sefo Deresi’nde yapılıyor. 33 yoksul Kürt köylü dönemin Üçüncü Ordu Komutanı, Teşkilât-ı Mahsusa’dan gelme Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın emriyle kurşuna diziliyor. Amaç, sınır bölgelerinde yaşayan Kürtleri sindirmek, gözdağı vermek. Bu yüzden sorgusuz sualsiz kurşuna diziliyorlar. Ne kadar uğraştıysam da oraya giremedim. Sınırın sıfır noktasında olduğu için kimse beni oraya götürmeye yanaşmadı. Bugün bile oraya kimse gidemiyor. Aileler kurşuna dizilen yakınları için Sefo Deresi’nde bir anıt mezar talep etmişti, bu da yerine getirilmedi. Ayrıca, HDP’li Özalp Belediyesi orada öldürülenlerin anısına Özalp’te bir parka 33 Kurşun Parkı adını verdi, ama onu da kaldırdılar.
Dönemin Siirt Valisi Atilla Koç daha önce Nusaybin kaymakamlığı yapmış, 12 Eylül’de kontrgerilla operasyonlarına katılmış biri. Öldürülen JİTEM komutanı Cem Ersever’in yakından tanıdığı bir isim. 2002’de AKP’den milletvekili seçilecek, 2005’te Kültür Bakanlığı’na getirilecekti.
Söyleşinin başında Ümit hocanın “Bu bir unutturma değil. Çünkü şu ya da bu şekilde toplu öldürülmeleri bir şekilde sürekli hatırlamamız isteniyor” sözüyle düşünürsek, sizce neden hatırlamamız isteniyor?
Aslan: Nazilerin toplama kamplarından sonra gelişen bir uygulama var. Biliyorsunuz, insanları gaz odalarında, fırınlarda yakıp kül ettiler. Peki, bu insanlarla ilgili ne yapıldı? Nereden, hangi evden, hangi mahalleden alınmışlarsa oraya plaketler kondu. Sefo Deresi’nde öldürülen Kürt köylüleri için de yapılamaz mı? Onlar Van’daki bir tugaydan gelen emirle götürüldüler. Oraya bir plaket konamaz mı? Gözaltına alındıkları bölüğe de aynı şekilde. “Burada 33 kişi gözaltında kaldı, şu kişiler vardı, sonra götürüldüler” denemez mi? Bundan altı-yedi sene önce CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu o karakola bayram ziyaretine gitmişti. Bayramı orada geçirdi. Ama o karakolun iki kilometre ötesinde o insanların kurşuna dizildiği yere gitmedi. O karakola kocaman bir plaket asılmış olsaydı: “33 yoksul Kürt köylüsü bu karakolda, şu tarihte kurşuna dizildi. Kurşuna dizildikleri dere 2 km. ötededir, sağdan gidin, dereye varırsınız.” Ama yapılmıyor. Ne mezar var ne bir işaret. Kurda kuşa yem edilmiş hepsi.
Şimdi Newala Qesaban yapılaşmayla gündemde, ancak bölge daha önce de yapılaşmaya açılıyor, değil mi?
Aslan: Bildiğim kadarıyla, 1992 sonunda yapılaşmaya açıldı. Daha önce o bölgede devam eden bir yatılı bölge okulu inşaatı vardı. Sonradan duyduğuma göre inşaatı genişlettiler. Ben 30 yıldan fazladır Siirt’e gidemedim ancak, AKP ve sonraki belediye dönemlerinde burada yapılaşma hep gündeme geldi. Sanırım HDP belediyeleri de gerekli duyarlılığı göstermedi ve orası öylece kaldı. Ta ki rantiyeler ve onların arkasındaki inkârcı siyasetçiler dereye göz dikene kadar. Şimdi son aşama ve buna karşı harekete geçildi. Umarım bir sonuç alınacaktır.
22 Nisan 1989’da bölge valiliğinin talimatıyla derede adeta gizli bir kazı yapıldı. O gün birkaç saat içinde sekiz ceset çıkarılmıştı. Valilik kazıyı derhal durdurdu, bölgeyi “yasak saha” kapsamına aldı. Sonra bir daha kazı çalışması yapılamadı ve derenin bir bölümü asfaltla kapatıldı.
Newala Qesaban’da kaç kişinin naaşının olduğu biliniyor mu?
Aslan: Yaptığım bir liste vardı, o listeye birkaç kişi daha eklendi. Ama “şu kadar kişi orada yatıyor” demek mümkün değil. Bunun koşulu da yok. Ben o dönem sınırlı olanaklarla dereye 70’i aşkın insanın atıldığını tespit etmiş, listenin bir kopyasını da Siirt Savcılığı’na vermiştim ancak, araştırma yapılmadı. Gidip bu insanların ailelerine dahi sorulmadı. Bunun yerine bana dava açıldı…
Şu an bölge yeniden yapılaşmayla gündemde. Adli tıp boyutu açısından konuşursak, orada ne olması, ne yapılması gerekiyor?
Biçer: Orada aslında yapılacak çalışma salt bir mezar açma değil. Cenazelere ulaşma, onları ailelere teslim etme ve ailelerin o cenazeleri kendi inandıkları şekilde törenlerini yaparak, ağıtlarını yakarak gömmeleri gerekiyor. Ayrıca yaslarını tamamlamaları için destek olmak gerekiyor. Bunun bir de teknik boyutu var tabii.
Nedir teknik boyut?
Biçer: Türkiye’de bağımsız olarak açılan bazı mezar yerlerine gidip gözlemci olarak bulunduk. Bizzat o çalışmalara dahil de olduk. Burada önemli nokta şu. Böyle bir alanı önce korumaya alırsınız. İddia edilen yerle ilgili tarihsel okumaları yaparsınız. Tanıklıklardan nerenin değerlendirilmesi gerektiğini öğrenirsiniz. Mezarların açılması hassas bir süreçtir. Orada aynı zamanda bazı suç delilleri de bulunduğundan titiz bir araştırma yürütülmesi gerekir. Bu nedenle uzman ekipler adeta arkeolojik kazılarda kullanılan yöntemlerle hareket eder. Yani önce yer radarlarıyla araştırma yapılır. Mezar açmaya iş makineleriyle, greyderlerle, dozerlerle girdiğinizde hem cenazelere zarar verirsiniz hem oradaki delilleri kaybedersiniz. Ayrıca, ölüye ikinci kez saygısızlık yapmış olursunuz. Bu hem ölü bedene kötü muameledir hem de yakınlarına yeniden acı çektirmek demektir. Bu yüzden, cenazelerin açılma umudu, cenazesine ulaşma beklentisi olanlara veya çıkarılan cenazelerle yakınlarına ulaşanlara psikolojik destek sağlamanız da gerekir başlangıçta. Bir mezar yerinin açılmasından önce bütün bunları değerlendirmek gerekiyor.
Devlet sahici bir özür dileme ve yüzleşmeden geçmeden, “bir daha asla” şiarını önüne koymadan bu tür meselelerle baş etmek zor. Kayıplarla ilgili bitimsiz yaslar psikiyatrinin de kolay kolay çözüm bulamadığı konular. Burada hakikaten özür dilemek önemli.
İnsanların bir kısmı kişisel eşyalarıyla gömülmüş olabilir, bir saat ya da yüzük olabilir veya daha önce bir ameliyat geçirmiştir kişi, bu nedenle vücudunda bir ameliyat malzemesi bulunabilir, dişlerle ilgili tedavisi olabilir. Bütün bu bilgileri önceden toplayıp, kaydetmek gerekiyor DNA incelemesi için. DNA incelemesi kıymetli, ama ailelerin bir kısmı şunu da söylüyor: “Evet, DNA bilimsel bir sonuç verecek ama ben bilimsel değil inandırıcı kanıt istiyorum aynı zamanda.” Bazı mezarlar açılırken, “ben onu evden yollarken üzerine şöyle bir şey koymuştum, pantolonunda şurası sökülmüş, ben de orayı şu renk iplikle dikmiştim” deyip, pantolonu ve o renk ipliği gördüğü zaman DNA sonucundan önce onun öldüğünü kabul edebiliyor. Dolayısıyla, başta bilgi toplayacaksınız, iyi bir araştırma yapacaksınız. Orada kaç cenazeye ulaşacağınızı bilerek en yakın yerde onları saklayacağınız teçhizatı bulunduracaksınız. Bazen yakın tarihte öldürülmüş insanlarla ilgili bir çalışma yapabiliyorsunuz ve soğuk hava deposuna ihtiyacınız olabiliyor. Toprağın özelliğine bağlı olarak bazı yerlerde bedenler tamamen kemikleşmeyebiliyor, yumuşak doku ve kaslar korunabiliyor. Böyle bir durumda, yalnızca kemik incelemesi yapmayacağınız için buna uygun düzenek ve mekân hazır edilmeli. Baştan itibaren bütün çalışmaların, orada bulunan kişilerin kayıt altına alınması gerekiyor. Kayıtların değerlendirilmesinin de gün sonunda heyet tarafından yapılması gerekiyor. Ama en önemlisi, çalışmayı kim yaparsa yapsın, hem kamuoyunu ilgilendirecek hem de uzmanların oradaki değerlendirme sonuçlarını görebileceği, bunları tartışabileceği bir ortam yaratmak. DNA örneklerini mezarı açtığınız yerden, örneğin ta İstanbul’a gönderip, diğer taraftan da yakınlarının örneklerini almak için onları bir yerlere yollamak yerine bu incelemeleri yerinde yapmak gerekiyor. Sonra da antropomoetrik ölçümlerle hem giysilerden elde ettiğiniz verileri hem de DNA incelemesinin sonuçlarını birleştirip bunları paylaşmalı, ilgili yerlere bildirdikten sonra cenazeleri uygun şekilde teslim etmelisiniz. Tabii ki kendi inanç sistemine göre, bir posta kolisinin içine koyarak değil. Bir tabutun içinde teslim edersiniz. Hatta onların inancını temsil eden bir görevlinin de bu aşamaya destek vermesini isteyebilirsiniz. Adli Tıp’la ilgili işleri bu şekilde tarif edebiliriz.
Biraz önce Bosna örneğini vermiştiniz. Orada bu süreç nasıl ilerledi, buraya örnek olabilir mi?
Biçer: Bosna’da Birleşmiş Milletler’in (BM) dağılan bir coğrafyada kullandığı erk mezarların açılmasını, suçlarla ilgili araştırma yapılmasını kolaylaştırmıştı. 1996’nın eylül ayında ekip olarak oraya gittiğimizde savaş devam ediyordu. Orada BM devreye girmişti. Arjantin’de annelerin mücadelesinde, orada mezarların açılma sürecinin tam gerçekleşmediğini görürüz.
Yani, otoriter bir rejimde bu işin gerçekleşemeyeceğini mi söylüyorsunuz?
Biçer: Devletin bu suçlarla yüzleşme konusunda çaba göstermesinin, bu yönde kendi sorumluluğunu kabul etmesinin gerekli olduğunu görüyoruz. Tek başına bizlerin yaptığı çalışmalar bir yere kadar geliyor. Devlet sahici bir özür dileme ve yüzleşmeden geçmeden, “bir daha asla” şiarını önüne koymadan bu tür meselelerle baş etmek zor oluyor. O zaman bu tür çalışmalar iğneyle kuyu kazmaya dönüyor.
Newala Qesaban üzerinden düşündüğümüzde en önemli nokta meselenin çok-boyutlu olduğunu görmek, bunun için çaba göstermek. Ama diğer taraftan kayıpların yakınlarına şunu hissettirmek de kıymetli: “Belki travmaları onarma konusunda yeterince destek olamıyoruz ama, evet, böyle bir şey yaşandı, bunu siz yaşadınız ve sizin böyle bir şey yaşadığınızı görüyoruz, sizi dinliyoruz.” Çünkü bir noktadan sonra, insanlar bunları konuşamadığı, anlatamadığı, paylaşamadığı zaman gerçeküstü bir şeyle karşı karşıya olduklarını hissetmeye, bu dünyayla hayal dünyası arasında o travmalarla baş edememeye başlıyorlar. Kayıplarla ilgili bitimsiz yaslar psikiyatrinin de kolay kolay çözüm bulamadığı konular. Burada hakikaten özür dilemek önemli. “Bir şeyler yaşandı ve burada yaşandı, bu insanlar böyle bir fiile maruz kaldılar” diye onların anılarına hürmet eden, ne olduğunu anlatan hakikat tanıklıklarına ve hafıza mekânlarına ihtiyaç var. Bunu destekleyen ve gerçekten sorumluların adalet önüne taşınmasını sağlayacak sistemin varolduğunu göstermek, en azından böyle bir sürecin olabileceği duygusunu yaratmak ve hep birlikte onarmak için çaba harcamak gerekiyor.
Kayıpların fotoğraflarını taşıyarak, her hafta bir kişinin öyküsünü paylaşarak aktarılan “unutmama” ve “unutturmama” söylemiyle yürütülen hareket çok direngen bir mücadele biçimi. Buradaki en temel sözün “vazgeçilen mücadele kaybedilen mücadeledir, onun için vazgeçmeyeceğiz” olması çok çarpıcı.
Aslan: Bu duruma uzun süre maruz kalan insanlarda ciddi travmatik sorunlar ortaya çıkıyor. Ailelerde değil sadece, çevredekilerde de. Hepimiz rahatsızız, rüyalarımıza giriyor, bilinçaltımıza işliyor, kaçamıyorsun… Ailelerden başlayarak bir rehabilitasyon uygulaması da şart. Bir toplu mezarda yakını olan bir insan kendi içinde sürekli ciddi açmazlara düşüyor. Ciddi sıkıntılar yaşanıyor. Yakından bildiğim, tanıdığım insanlar var. Aileler bir parça yalnızlığa da terk edildi. Bu konuda yeterli bir çaba yok, yeni yeni oluyor. Umarım ve dilerim, hiç olmazsa bundan sonra devam eder. Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi’ni yakından takip ediyorum, böylesi organizasyonlar önemli. Güçlü bir yapılanma, organizasyon lâzım; uzman ekipler, komisyonlar, finansal destek… Çünkü büyük ve ağır bir sorun bu.
Almadovar Parallel Mothers (Paralel Anneler) filminde böylesi bir durum karşısında verilecek mücadelenin ne denli uzun soluklu olduğunu anlatıyor. İspanya İç Savaşı döneminde katledilenlerin üzeri örtülmüş isimsiz mezarları gün yüzüne çıkarılmaya çalışılıyor. Geride kalanların anlattıklarıyla, tanıklıklarıyla mezarların açılabilmesi için diplomatik yol zorlanıyor. Mücadelenin bu boyutu için ne dersiniz?
Biçer: Filmi izlemedim, en kısa sürede izleyeceğim. Kendi coğrafyamızda yaşadıklarımıza baktığımızda da benzerlikler kurabileceğimizi düşünüyorum. Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın Galatasaray Meydanı’nda başlattığı, akabinde Diyarbakır’da, Cizre’de, farklı kentlerde devam eden mücadeleler de çok kıymetli. Kayıpların fotoğraflarını taşıyarak, her hafta bir kişinin öyküsünü paylaşarak aktarılan “unutmama” ve “unutturmama” söylemiyle yürütülen hareket çok direngen bir mücadele biçimi. Burada söylenen en temel sözün “vazgeçilen mücadele kaybedilen mücadeledir, onun için vazgeçmeyeceğiz” olması çok çarpıcı. Çoğu alanda örnek alınabileceğini düşünüyorum. Herkes kendi yeteneği, becerisi, kendi alanı üzerinden bağımsız çalışmalar sürdürebilir. Aktarılacak bir öykü, bir ezgi, bir şarkı, bir film, bir kitap, hepsi değerli. Mücadelenin biçimi ne olursa olsun, annelerden öğrendiğim o sözün kıymetli olduğunu düşünüyorum: “Vazgeçilen mücadele kaybedilen mücadeledir.” İnsan hakları savunucuları da bu sözün arkasında duruyor, vazgeçmiyorlar, vazgeçmeyecekler.
Aslan: 2015’te Bitlis-Hizan’a gittim. Hizan belediye başkanı arkadaşımdı. Orada biraz dolaştık, başkan arkadaşın işi çıktı, bizden ayrıldı. Biz Hizanlı arkadaşlarla şehir içinde yürüyüşe çıktık. Arkadaşlardan biri dedi ki, “burada bir toplu mezar var, 11 kişi yatıyor.” İşaret ettiği yer şehrin hemen köşesi, bir çayırın, derenin kenarı. Hizan’da bir çatışmada hayatını kaybedenleri getirip oraya gömmüşler. Kalmış öyle. Sonra bunu İHD’den arkadaşlarla konuştum. Dediler ki: “Bölgede 40’a yakın toplu mezar var, bin dört yüzün üzerinde insan gömülü.” Bin dört yüzün üzerinde insan toplu mezarlarda yatıyor ve tespit edilebilenler bunlar! Muş’ta, Van’da, Bitlis’te, Lice’de… Büyük bir travma, ağır bir şey. Kendimden de biliyorum. Kardeşim de hayatını kaybetti. Mezara gömülmesi teknik nedenlerden ötürü birkaç gün gecikti. O birkaç gün içinde ailem, kız kardeşlerim çok büyük acılar çekti. Ancak bir mezara gittiğinde rahatladılar.
Bu acıyı ve “rahatlamayı” anlatabilir misiniz?
Aslan: Garip bir şey. Acımız büyük, yasımız büyük, sonuçta hayatımızın çok önemli bir insanını kaybetmişiz. Ama bir an önce gömülsün istiyoruz. Onu uzakta da olsa bir mezara götürdükten sonra bir parça da olsa “rahatlama” oldu.Hayatını kaybetmiş biri, onu aslında ölümden sonra korumak istiyorsun. Çünkü bu topraklarda ölülere saygının kalmadığını biliyor, görüyor, yaşıyorsun. Bakın şimdi, o toplu mezarlarda yatan bin dört yüz insanın yakınlarını, çocuklarını, eşlerini, annelerini, babalarını düşünüyorum. Kulp’ta çıktı, JİTEM davasında. Kemikler bulundu, ama hangi kemik kime ait, belli değil. Adli Tıp’a gidiyor, gelmiyor. Cenazeler gidiyor, size kargoyla geri geliyor. Korkunç bir dram. Hocama katılıyorum, bunun filmi yapılır, kitabı yazılır, her şey yapılır. Ama bu konuyu sürekliliği olan, etkili, verimli bir mücadele alanına dönüştüremedik. Bu bizim hatamız. Siyasi olarak da hatamız çok. Bu tür meseleleri siyasetle araçsallaştırmamamız lâzım. Bunun amaç olması lâzım. O insanların oradan çıkartılması her şeyin üstündedir. Dönem dönem gündeme gelir bu mesele, sonra başka bir konu gelir, unutulur, gider. Açıkçası Newala Qesaban’ın başına gelen de bu.
Bugün sizce öncelikle ne yapmalı?
Aslan: Önlemek için ne yapmak gerekiyorsa onu yapmak lâzım; demokratik, sürekliliği olan bir muhalefet örgütlemek, teşhir etmek ve peşini bırakmamak. Türkiye’de dönemsel olarak bir yükseliriz, sonra konu gündemden düşer. Buna izin vermemek gerekiyor. Avrupa’da ciddi sivil toplum örgütleri var, Avrupa medyasının duyarlılığı da var. Bunları birleştirip mücadele etmek lâzım.
Adli tıpla otoriteryanizm arasındaki bağlantıdan söz ettiniz. Pinochet Şili’de darbeyle iktidara geldiğinde “devletin kirli çamaşırlarını yıkamak için bana bir çamaşır makinesi gerekir, bu yüzden Adli Tıp Kurumu’nu oluşturdum” diyor. Türkiye’de de pek çok ihlâlle ilgili ATK’nın “çamaşır makinesi” görevini yerine getirdiğini görüyoruz. Alternatif bir adli tıp mümkün mü? Newala Qesaban gibi yerlerin incelenmesinde alternatif adli tıbbın nasıl bir işlevi olabilir?
Biçer: Türkiye’deki adli tıp yapılanması Fransa’dan örnek alınmış. Ama günümüzde Fransa’da enstitüler ve ana bilim dalları aracılığıyla adli tıbbın bilimsel bir alan olduğu ve bağımsız özerk yapılanmalarla yürümesi gerektiği savunuluyor.
Adli tıp hukukun ihtiyaç duyduğu bilirkişilik desteğini veren, yürüttüğü çalışmaları kamuoyuna ve taraflara aktaran bir disiplin. Devletin ihtiyaç duyduğu ve sorumluluk alanını belirlediği bir disiplin gibi tarif ediliyor, ama öyle değil. Adli tıp alanında çalışanlar hukukun yalnızca devlet için olmadığını, insan hakları kapsamında tüm insanların haklarının savunulması gerektiğini belirterek, bu disiplininin devletten bağımsız varolması için çaba gösteriyor. Devletin dahil olduğu suçları örten değil, insanlık onurunu ve insan haklarını esas alan yapılar oluşturmaya çalışıyorlar.
Türkiye’de Adli Tıp Uzmanları Derneği ATK’ye bağlı olan yapılanmanın dışına çıkmak için BM’nin işkencenin saptanmasında referans kılavuz olarak önerdiği İstanbul Protokolü denilen belgeyi oluşturdu. Adli tıp mutlaka devletten bağımsız, özerk olmalı, üniversiteler ve bağımsız uzmanlardan oluşan bir yapı içerisinde tarif edilmeli. YÖK veya benzeri kurumlar adli tıbbın özgür bir şekilde gelişmesine engel. Ama her halükârda üniversiteler adli tıbbın bağımsız bir şekilde var olabilmesi için önemli. Uzun vadede adli tıp alanında çalışan uzmanların dahil olduğu araştırma merkezlerini kurmaya ihtiyacımız var. Çünkü kayıplarla ilgili bir çalışma yapılacağı zaman hem insan gücü hem de laboratuvar olanakları açısından zaman zaman bağımsız ikincil görüş verecek yapılara ihtiyaç duyuyoruz. Bunlar da devletin mali, bilimsel, akademik sınırları içinde her zaman gerçekleştirilemiyor.
100 yıldır inkâr ve imha siyaseti yürütülüyor. Kasaplar Deresi, 33 Kurşun, Sefo Deresi, Zilan Deresi, Kutu Deresi, Maraş, Çorum, Gazi Katliamı, Roboski… Hepsi bu ırkçı, inkârcı sistemin kendi toplumuna reva gördüğü uygulamaların sonucu.
Son söz?
Aslan: Tarihte muazzam acılar var. Çoğu insanın hatırlamadığı, dünyanın birçok bölgesinde yaşanmış talanlar, soykırımlar, katliamlar… Bizim coğrafyamızda da 100 yıldır bir inkâr ve imha siyaseti yürütülüyor. Kasaplar Deresi, 33 Kurşun, Sefo Deresi, Zilan Deresi, Kutu Deresi, Maraş, Çorum, Gazi Katliamı, Roboski… Hepsi bu ırkçı, inkârcı sistemin kendi toplumuna reva gördüğü uygulamaların sonucu. Bu bir çatışmadır, bu devletle Kürtler, devletle toplumsal dinamikler arasında bir çatışmadır. İnsanlar ülkelerinde kendi değerleriyle özgürce yaşamak istiyor. Sistem insanların bu isteğini tehdit olarak görüyor. Bu talepleri dile getirenleri beka sorunu olarak algılıyor ve ortadan kaldırmaya çalışıyor. Sana bir deli gömleği giydirmeye çalışıyor, “Türk olmayı, Hanefi olmayı, ırkçı olmayı kabul ediyorsan senin yaşam hakkın var” diyorlar. Eğer Kürt, Ermeni, Rum, Asuri ya da Süryani olarak yaşamak istiyorsan da “bana biat edeceksin” diyor. Böyle bir sistemle karşı karşıyayız. Rejim böyle ırkçı bir nefret üzerine inşa edildi. Türk olmayana karşı ırkçı nefret besleyen, onların yok edilmesini isteyen, “ya sev ya terk et” diyen bir anlayış. Günümüz dünyasında konjonktürel dalgalanmalar bunların ömrünün uzamasına fırsat veriyor. Ama, başka yol yok, insanlık kazanacak, bunların failleri de tarih huzurunda mahkûm olacak.