6 ŞUBAT DEPREMİ –İMO BAŞKANI TANER YÜZGEÇ İLE ÖLÜMCÜL NEDEN-SONUÇ ZİNCİRLERİ 

Söyleşi: Ulus Atayurt
11 Mart 2023
Wang Jixin, "Kayıp Görkem" serisinden
SATIRBAŞLARI

Depremin ertesi günü, 7 Şubat’ta bölgeye vardınız. Nasıl bir manzarayla karşılaştınız?

Taner Yüzgeç: Deprem bölgesine Adana’dan girdim. Beş gün boyunca dolaşarak Malatya’ya vardım. Deprem bölgesinin büyük bir kısmını gördüm. Bazı televizyonlar bölgede yaşananları bütün detaylarıyla aktarmaya çalışıyor, ama yaşananların vahametini ancak yerinde görünce algılıyorsunuz. Her açıdan korkunç bir tablo. Yıkılan binaların, yerle bir olan kentlerin ötesinde, derin bir insanlık dramı yaşanıyor. Aynı zamanda, tam bir organizasyonsuzluk hali. Durum halk açısından “devletsizlik” diye özetlenebilir. Bu durum depremden bir ay sonra dahi devam ediyor ne yazık ki. Geçici barınma sorunu hâlâ çözülebilmiş değil. Bugün dahi devam eden dramı düşününce, depremin ilk günlerindeki durumu tahayyül etmek daha kolay hale geliyor.

Şu âna kadar yapılan imar aflarının affedilir tarafı yok, ama 2018’deki en beteri. Zira, dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı, ev sahiplerine para harcatmamak adına, göstermelik de olsa hiçbir denetim yapmayacaklarını, yurttaşların “bina sağlam” beyanının kayıt belgesi almaya yeteceğini alenen söyledi. Bu birinci dereceden cinayete azmettirmektir.

Bölgeye varmadan önce bu kadar sahipsizlik beklemiyorduk. Arada epey cana mâlolan, hasar veren, tekil kentler düzeyinde yaşanan depremler olsa da, Türkiye böyle büyük çaplı bir depremi en son 1999’da yaşamıştı. O günden bu yana gerçekleşen depremlerde, her ne kadar eksiklikler olsa da, kısa süreli bir şaşkınlığın ardından devlet belli ölçülerde organizasyon sağlayabiliyordu. O yüzden, bölgede yaşananları görünce şaşırmamak imkânsız. Hiçbir düzeyde hazırlık yokmuş. Üstelik bölgede bu büyüklükte bir deprem bekleniyordu.

İstanbul’un nüfusu, resmi rakamlara göre, yaklaşık 15 milyon. Daha büyük bir coğrafyaya yayılsa da, deprem aşağı yukarı aynı sayıda insanı etkiledi. İstanbul’da da üç aşağı beş yukarı benzer büyüklükte bir deprem bekleniyor. Yine öngörülere göre, İstanbul’da yaklaşık aynı sayıda bina yıkılacak, en az bu kadar insanı kaybedeceğiz.

Deprem bilimciler İstanbul’da 2029’a kadar büyük bir deprem olma olasılığının yüzde 62 olduğunda mutabık. Bütün bu bilgilerin ışığında, bölgedeki devletsizlik manzarası çok daha ürkütücü. Her 17 Ağustos’ta devlet yetkilileri “Depremlere hazırız, İstanbul depremine çok sıkı hazırlanıyoruz” diyor. Halbuki sadece İstanbul depremine gerçekten hazırlık yapılsaydı, bu depremde, yapı stokunu bir kenara bırakırsak, organizasyon açısından böyle vahim bir tablo ortaya çıkmazdı. Bu kadar insan kaybetmezdik. Hiçbir şey yapılmamış.

Taner Yüzgeç

Bir inşaat mühendisi gözünden bölgede gördüklerinizi nasıl yorumlarsınız?

Teknik açıdan, binalarda gördüğümüz hasarları dört ana başlıkta topluyoruz. Bu tasnifi bundan önceki depremlerde de yapmıştık, değişen bir şey yok. Birincisi, yapılarda malzeme zafiyeti göze çarpıyor. Bundan beton dayanım oranlarının düşüklüğünü ve nervürsüz demir, yani yüzeyi tırtıklı olmadığı için betona tutunmayan demir kullanılması gibi olguları kastediyoruz.

İkinci grupta yapısal zafiyetler yer alıyor. Bunlar daha çok işçilikten kaynaklanıyor. Özellikle kolon kiriş bağlantılarındaki demir işçiliğinde kurallara dikkat edilmemiş. Etriye aralıkları çok geniş bırakılmış. Filiz boyları yeterli derecede değil.

Üçüncü gruptaki zafiyetler ise zeminden kaynaklanıyor. Bölgede zemin sıvılaşması yüzünden yıkılmış ya da bütünlüğünü kaybetmiş birçok bina var. Ayrıca, zemin kalitesinin bozuk olduğu yerlerde hasar çok büyük.

Rantsal yönelim hükümet tarafından teşvik edildi. Birkaç yıllık, hatta birkaç aylık ruhsatlı binalar da imar affına başvurur oldu, çünkü o binalara dahi ek yapılmıştı. Hükümet ruhsat dağıtmaya rant açısından çok hevesli, çünkü ruhsatsız binaların iktisadi açıdan değeri daha düşük. Yani aslında hükümet ruhsat dağıtarak vatandaşa siyasi rüşvet veriyor.  

Son olarak, yapı düzensizlikleri göze çarpıyor. “Yumuşak kat” diye bir ifade vardır. Zemin katları dükkân olarak tasarlanan yapılarda eğer plana yeteri kadar özen gösterilmemişse, kat yükseklikleri açısından bir düzensizlik ortaya çıkar. Böyle yapılarda taşıyıcı elemanların çok düzgün planlanması gerekir. Kısa kolon etkisi de yapısal düzensizliklere neden olur. İki komşu binada katlar arasındaki kat yükseklik farkları çarpışma esnasında her iki binanın da taşıyıcı unsurlarına zarar verir. Bir katın tabliyesi öbür katın kolonunu keser.

Öte yandan, tüm bu inşaatla ilgili teknik sebeplerin ötesinde, en az onlar kadar önemli bir unsur da yapılara sonradan yapılmış müdahaleler. Bugün en çok tartışılan konulardan biri, binaların alt katlarını dükkâna çevirmek için kesilen kolonlar. Bu elbette affedilmez bir müdahaledir, suçtur. Ama yapılara birçok başka müdahale de göze çarpıyor. Sonradan eklenen katlar, imar aflarından faydalanan eklentiler çok fazla. Aynı şekilde, yapı cinsinin, mesela konut olarak inşa edilmiş bir binanın, tıpkı Adıyaman’da olduğu gibi, 65 kişinin yaşamını yitirdiği İsias Oteli gibi otele çevrilmesi ya da yurda dönüştürülmesi vahim müdahalelerdir. Bu dönüşüm için binaların yapısal elemanlarına zarar verilir. Tüm bunlara zaman içinde mesela doğalgaz tesisatı ya da su tesisatı döşenirken boruların bilinçsizce kolonlardan geçirilmesini de ekleyebiliriz.

En nihayetinde bir de binaların bakımsızlığından bahsedebiliriz. Zaman içinde binalar nem, su sızıntıları gibi dışsal etkilerden kaynaklı olarak yıpranır. Bunlar betonun içindeki demiri paslandırıp niteliğini bozar. Bu gibi etkenler, önlem alınmadığı takdirde, tek tek ya da bütünleşik şekilde ağır hasara sebep verir.

Depremden sağ kurtulan Halil İbrahim Demir hasarlı evini izliyor, Nurdağı, Antep. Fotoğraf: Susana Vera / Reuters

Binalara sonradan yapılan eklentilere imar aflarıyla ruhsat veriliyor. Yakın tarihte iki büyük imar affı dalgası var. İlki 1980 darbesi sonrasında, Özal’ın çıkardığı kapsamlı af. Özal bir yandan gecekondulardan tapu tahsis belgesiyle para toplarken, diğer yandan apartmanlaşma yoluyla ranta ve göçe dayalı bir orta sınıf yaratmayı hedeflemişti. İkinci dalga ise 1999 depremi sonrasında gerçekleşti. Bu dönemde yedisi AKP döneminde çıkarılmış sekiz imar affı yapıldı. İmar aflarının konut güvenliği ve depremler açısından sonuçları neler?

İmar afları, cinayetin meşrulaştırılması anlamına geliyor. Peki neden bu kadar çok çıkartılıyor?  Bu daha çok Türkiye’nin sosyolojisiyle, iktisadi tarihiyle alâkalı. 1960’larla beraber, önce büyük kentlere, 1980’lerle orta ölçekli kentlere gerçekleşen göç ülke tarihinde son döneme kadar hiç durmadı. Bu açıdan destabil bir toplumuz.

İnsanlar elbette durup dururken göçmüyor. Bunda tarım ve sanayi politikalarının, plansız sanayileşmenin etkileri büyük. Üstüne gerek ülke içindeki çatışmalar, gerekse bölgesel savaşlar eklenince ortaya ardı arkası kesilmeyen bir göç olgusu çıkıyor. Göçe paralel oranda karşılanmayan konut, arsa ve kentleşme ihtiyacı önce gecekondulaşmayla, ardından oradaki yapı stokunun enformel şekilde tekrar üretilmesiyle giderilmeye çalışılmış. İlk dönemlerde yapılaşmanın büyük oranda ihtiyaçtan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Oysa anayasa devleti vatandaşın barınma ihtiyacını karşılamakla mükellef kılmış. Devlet bunu gerek arsa, gerekse konut üreterek çözmek zorundadır. Bunları yapmayınca yurttaşlar kendi çözümlerini arar. Bu yüzden göç dönemlerinde mevzuat dışı yapıların sayısı artmıştır. Bu süreç barınma sorununa çözüm üretmeyen siyasiler üzerinde bir baskı yaratır, fakat siyasiler bu durumdan imar aflarıyla faydalanmaya da çok meyillidir. Bu kısır döngü 1970’li yıllarda başladı ve Özal döneminde ivme kazandı.

İmar aflarının kaynağında bu tarihsel ve siyasi arka plan var. Ancak, son yirmi yılda durum epey renk değiştirdi. Ruhsatlı binalar dahil, yapılara kaçak kat, bölüm ilaveleri ve binaların niteliklerinin değiştirilmesi çok arttı. Burada ihtiyaçtan çok rantsal sebepler öne çıktı. Mülk sahipleri kentsel ranttan pay almak için metrekarelerini büyütmeye çalıştı. Bu rantsal yönelim hükümet tarafından teşvik edildi. Henüz birkaç yıllık, hatta birkaç aylık ruhsatlı binalar da imar affına başvurur oldu, çünkü o binalara dahi ek yapılmıştı. Hükümet ruhsat dağıtmaya rant açısından çok hevesli, çünkü ruhsatsız binaların iktisadi açıdan değeri daha düşük. Yani aslında hükümet ruhsat dağıtarak vatandaşa siyasi rüşvet veriyor.   

Hükümetler belediyeleri TMMOB’un protokollerinden ve proje denetimlerinden uzak durmaları için sıkıştırırdı. Ancak, odaların proje denetimi fiiliyatta o kadar yerleşmişti ki, 2013’te 3194 sayılı İmar Yasası’nda değişiklikler yaptılar ve uzun mücadelelerle kazanılmış bu fiili hakkı kanunla yasaklamak zorunda kaldılar.

2018’de, cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde çıkarılan son affın boyutları havsalayı zorluyor. 3 milyon 152 bin yapıya ruhsat verilmiş. Bunlardan 294 bin 166’sı deprem bölgesinde. 2018’deki affı, ölçeği dışında, diğerlerinden ayıran özellikler var mı?

Şu âna kadar yapılan imar aflarının affedilir tarafı yok, ama 2018’deki en beteri. Zira, dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki, ev sahiplerine para harcatmamak adına, göstermelik de olsa hiçbir denetim yapmayacaklarını, yurttaşların “bina sağlam” beyanının kayıt belgesi almaya yeteceğini alenen söyledi. Öncekilerde cüzi de olsa birtakım detaylara bakılıyordu.

Devletin birinci sorumluluğu yurttaşların can güvenliğidir. Mal güvenliği sonra gelir. Peki niye sadece beyanla ruhsat dağıtmışlar? Bakan böylece mühendislere ödeyecekleri üç-beş bin liranın vatandaşların cebinde kalacağını söyledi. Bu birinci dereceden cinayete azmettirmektir. “Göz yummak” değil, “azmettirmek”.

Türkiye yapı stokunun dörtte üçü 1999 depremleri öncesinde inşa edildi. Turgut Özal imar aflarını şöyle gerekçelendiriyordu: “Binaları mevcut kanunlara uydurmak değil, kanunları binalara uydurmak şartı vardı. Biz de öyle yaptık.” O dönemde, enformel olsun olmasın, yeni binaların kamu tarafından denetimi, iyileştirilmesi mümkün değil miydi?

Özal’ınki açıklamadan ziyade bir itiraf.  Kendisinin de epey pay sahibi olduğu mevcut durumun fotoğrafını çekiyordu. Bu biraz “tavşana kaç, tazıya tut” demeye benziyor. Elbette tüm binaları denetlemek mümkündü. Nasıl olmasın? Ama denetleme mekanizmalarını atıl hale getirirseniz, gayrı ihtiyari başka rant kapıları aralarsınız. “Ne yapayım, vatandaşımın kaçak bina yapmasına hâkim olamıyorum” demek tam mânâsıyla saçmalık. Arsa, konut ve sağlıklı kent üretme sorumluluğunuzdan kaçmak, rant dağıtmak adına tüm bunlara neden olmuşsunuz. Bu ölçekte bir kentleşme makro ölçekte planlama gerektirir. Her kentin sanayisi, tarımı ve diğer sektörleriyle beraber planlaması, bu plana göre yayılması gerekir. Siz “plan”a “pilav” derseniz ve göçü tetikleyecek işler yaparsanız, bu sonuç kaçınılmaz olur. Yerel belediyeleri teknik eleman kadroları açısından güçlendirmez, yapı denetim mevzuatınızı yenilemez, ruhsat verdiğiniz yapıları aralıklarla tekrar denetlemezseniz, başka ne sonuç bekliyorsunuz ki?   

Fotoğraf: Oğuz Yeter

TMMOB’a bağlı odaların denetim sorumluluğu ve hakkı 2013’te ellerinden alındı. Bu engel, merkezi hükümete yerel yönetimlere geniş müdahale yetkisi veren, sonraki yıllarda rant amaçlı kullanılan ve 2012’de yayınlanan 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un hemen akabinde çıkarıldı. Bu süreç bina güvenliği açısından nasıl bir dönüşüme neden oldu?

Aslında TMMOB’un hiçbir zaman tam mânâsıyla bir denetleme yetkisi yoktu. TMMOB’a bağlı odalar ruhsata giden projelerin denetlenmesine yönelik faaliyet gösteriyordu. Bu da 1970’li yıllardan itibaren odaların fiilen yarattığı bir durumdu. Bu fiili durumun yasada bir tarifi yoktu. Genelde, hükümetler belediyeleri TMMOB’un protokollerinden ve proje denetimlerinden uzak durmaları için sıkıştırırdı. Ancak, odaların proje denetimi fiiliyatta o kadar yerleşmişti ki, 2013’te 3194 Sayılı İmar Yasası’nda değişiklikler yaptılar ve uzun mücadelelerle kazanılmış bu fiili hakkı kanunla yasaklamak zorunda kaldılar. TMMOB’u devreden çıkarmak için belediyelere müfettişler yolladılar ve büyük oranda başarılı oldular.

Ama yine de altını çizelim: Bizim yaptığımız aslında sadece projeleri denetlemekti. Bu elbette nispeten faydalı bir işti, ama çözüm değildi. Yaptığımız denetim ülkedeki imar ve yapılaşma politikasını etkilediğimiz anlamına gelmiyordu. Proje, inşaat sürecinin sadece bir bölümüdür. Projelerin tam anlamıyla denetlenmesi ise en az uygulanması kadar emek gerektiren bir süreçtir. Bu emeğe karşılık gelecek bir mühendislik hizmeti bütçesi gerekir. Odaların yapısı bu işe uygun olmadığı gibi, odaların böyle bir görevi de yoktur. TMMOB’un denetleme sorumluluğunu üstlenmesi Türkiye’ye özgü siyasi şartlardan kaynaklanıyor. Dünyada meslek kuruluşları proje denetleme sorumluluğuna sahip değildir. Ama Türkiye’de imar ve bayındırlık bakanlıkları, belediyeler görevlerini yapmadıkları için, halktan yana tutumuyla bilinen TMMOB bu boşluğu doldurma sorumluluğunu üstlenmiştir. Devam etse çok daha iyi olurdu, ama çözüm tam mânâsıyla buradan geçmiyordu.

Bu kısmi denetimi bile niye kaldırdılar?

Türkiye’de yapılaşma kâr-zarar ekseninde, müteahhitlik ağı üzerinden yürüyor. Siyasetin sermayedarlığını gerek yerelde, gerekse ulusal ölçekte büyük oranda bu ağ yapıyor. Dolayısıyla, en büyük öncelik onların “ihtiyaçları”. Müteahhitlerin TMMOB ile olan sorunları devede kulak kalan proje denetim ücretleri değil. Topyekûn imar hukukunu işlerine bir takoz olarak görüyorlar.

Şantiyeye gitmeden yüzlerce binaya imzasıyla onay veren mühendislik ve mimarlık şirketleri haklı olarak eleştiriliyor. Öte yandan, depremin 19. gününde kontrol mühendisleri Ünal Özdemir ve Eren Türkoğlu Ankara Sincan’da bir binadaki eksiklikleri tespit ettikleri için müteahhit ve ekibi tarafından darp edildi. Şu anda “denetim” sistemi nasıl işliyor? Mühendis ve mimarların çalışma şartları nasıl?

Odamıza bu türden taciz, darp haberleri sıklıkla geliyor. İşini düzgün yapan mühendisler işten çıkarılıyor. Peki buraya nasıl gelindi? Türkiye’de yapı denetim sistemi 1999 depremlerinin ardından, 2001’de yeniden kurgulandı. Sistemin temelleri 2000’de çıkarılan 595 sayılı kanun hükmündeki kararnameyle atıldı. Ardından, Anayasa Mahkemesi bu dönüşümün kanunla yapılması gerektiğine karar verdi. 2001’de çıkarılan 4708 sayılı Yapı Denetim Kanunu baştan ölü doğdu. Kanuna ilk günden itirazlarımızı yükselttik.

Bir projenin üç bileşeni vardır: Projeci, müteahhit ve denetçi. Yatırımcı seçtiği bir müesseseye proje hazırlatır. Denetlenmiş projenin inşaatını bir müteahhide verir. Denetçi de inşaat süreci boyunca hem malzemeleri hem de inşaatın mevzuata uygun yapılıp yapılmadığını denetler. Yasa gereği, müteahhit inşaatta şantiye şefi bulundurmakla mükelleftir. Kâğıt üzerinde tüm bu sürecin masraflarını yatırımcı karşılıyor. Yine kâğıt üzerinde bakınca çok kötü bir kurgu gibi gözükmüyor.

Türkiye’deki yeni yapıların yüzde 70’i yap-satçı dediğimiz müteahhit grubu tarafından üretiliyor. Bu müteahhitler işverene ya da mal sahibine karşı sorumlu değil. Birbirinden ayrı olması elzem proje, inşaat ve denetim bileşenleri müteahhit bünyesinde birleşiyor. 

Ancak, Türkiye’deki yeni yapıların yüzde 70’i yap-satçı dediğimiz müteahhit grubu tarafından üretiliyor. Bu müteahhitler işverene ya da mal sahibine karşı sorumlu değil. “İşveren” denilen arsa ve kat sahibinin aslında parası yok. İster gecekondu, ister imara açılan arazi, isterse ruhsatlı bina olsun, durum değişmiyor. Mal sahipleri müteahhitle daire karşılığında anlaşma yapıyor. Dolayısıyla, otomatik olarak müteahhit işveren pozisyonuna geçiyor, projesini ve denetçisini kendi seçer hale geliyor. Müteahhitlerin hukuken denetim firması sahibi olması mümkün değil, ama eşine dostuna açtıranlar var. Fakat 2001’den beri buna pek ihtiyaç duymadılar, çünkü istedikleri denetim firmasıyla anlaşabiliyor, projeleri kendi ihtiyaçlarına göre hazırlayabiliyorlar. Birbirinden ayrı olması elzem tüm bileşenler müteahhit bünyesinde birleşiyor.  

2000’deki kararnamelerde denetim maliyetleri metrekare bazında yüzde 4 ile yüzde 8 arasında öngörülmüştü. Ardından çıkarılan kanunda yüzde 3’e indirildi. Şimdi ise yüzde 1,5. Sonuçta, verilen mühendislik hizmetinin ücretini bu kadar düşürünce niteliğini de düşürmüş oluyorsun. Başka bir ihtimal yok. Denetim firmasının en önemli, hatta neredeyse tek gider kalemi çalıştırdığı mühendisler ve mimarlardır. Gelirleri azaldıkça giderleri çalışanların vasıflarını düşürerek ya da onları gerçekte çalıştırmadan, imzacı olarak kullanıp azaltıyorlar. Sistem kanunla resmen kâğıt üzerinde denetimsizliğe teşvik edildi.

Denetim firmaları hem projeyi hem de projenin uygun şekilde yapılmasını denetlemekten sorumludur. Firmalar inşa sürecinde bir hata görüp projeyi durdurursa müteahhit sadece para değil, zaman da kaybediyor. Mesela bir kolon çıkmış, tabliye çıkmış, binanın yıkılıp tekrar yapılması lâzım. Müteahhit açısından büyük sorun, çünkü müteahhitlik sistemi açısından en önemli faktörlerden biri de zaman. Binayı bitirip dairelerini satacak, eline geçen parayı tekrar sermayeye dönüştürecek. Müteahhidin temel itkisi budur.

Hatay’da bir asker. Fotoğraf: Yasin AKGUL / AFP

TÜİK verilerine göre, deprem bölgesinde 2018-2022 arasında emlâk fiyatları yüzde 125 artmış durumda. Bu oran İstanbul, Ankara ve İzmir’de çok daha yüksek. Dolayısıyla, müteahhidin proje ve denetim maliyeti devede kulak kalmıyor mu?

Evet. Aslında denetim maliyetleri hiç yüksek değil. “Kaba inşaat” diye tabir ettiğimiz yapı iskeletinin toplam maliyetteki oranı, inşaatın niteliğine göre, yüzde 30-40 arasında değişir. Bir de bunun üzerine çok fahiş satış fiyatlarını ekleyin. Diyelim 100 liraya mâlolan bir daire en az 500 liraya satılıyor. O 100 lira içinde sadece 40 lirayı yapısal harcamalara, can ve mal güvenliğine ödüyorsunuz. Deprem güvenliği açısından en önemlisi o yüzde 40’lık bölüm. Kısacası, 500 liraya sattığınız bir dairede insan hayatını hiçe sayarak o 40 liradan 5-10 lira kaçırmaya çalışıyorsunuz.

Diyelim 100 liraya mâlolan bir daire en az 500 liraya satılıyor. O 100 lira içinde sadece 40 lirayı yapısal harcamalara, can ve mal güvenliğine ödüyorsunuz. Deprem güvenliği açısından en önemlisi o yüzde 40’lık bölüm. 500 liraya sattığınız bir dairede insan hayatını hiçe sayarak o 40 liradan 5-10 lira kaçırmaya çalışıyorsunuz.

Öte yandan, denetçiler işini yapsa müteahhitler sadece kusurlu imalatın getireceği maliyetle karşılaşmayacak, çünkü daha inşaat sırasında projeye kaçak ekler yapılıyor, sonradan çıkılacak kaçak katlar için zemin hazırlanıyor. Denetçi bu rant dalgasının önünde bir engel olarak görülüyor. Bu yüzden müteahhitler denetçileri devre dışı bırakmak için ellerinden geleni yapıyor. Denetçiyle anlaşmazlık çıkınca başka denetçiye gidiyor ya da baştan hiç denetlemeyecek bir denetim firmasıyla anlaşıyor.

Denetim firmaları arasında vahşi bir rekabet yaşanıyor, çünkü resmi açıdan payları yüzde 1,5 olsa da müteahhit şöyle diyor: “Ben sana denetim yaptırmayacağım, o yüzden senin aldığın para fazla, yüzde 0,5 ile idare et.” Yoğun rekabet bu türden bir yozlaşmayı beraberinde getiriyor. Bu durum neredeyse tüm denetim hizmetlerini imzacılığa dönüştürdü. Bataklığın genel görünümü böyle. Bu bataklığı kurutmadan sistem düzelmez. 2019’da tüm yapı stokunun vahameti ayyuka çıkınca müteahhitlerin denetim hakkı kaldırıldı. Bakanlığın havuzundan denetim firmaları atanmaya başladı. Bu gelişmeyi biz de olumlu karşıladık.

Fakat bu korkunç sistemi bir ölçüde değiştirmeyi ancak 2019’da akıl ettiler, öyle mi?

Evet. 2001’den 2019’a kadar tüm projeler bu çarpık sisteme göre yapıldı. O aralıkta yapı stokuna her yıl ortalama 100 bin yapı girdi.

Antakya, Hatay. Fotoğraf: Ozan Köse / AFP

TÜİK’in 2021 verilerine göre, deprem bölgesindeki hane halkının yüzde 51,1’i 2001 sonrasında inşa edilen binalarda ikamet ediyor.

Cumhurbaşkanı deprem sırasında kendi döneminde inşa edilen binaların sadece yüzde 2’sinin yıkıldığını açıkladı. Hatta yapı denetim firmaları yüzde 1 dedi. Bizim gözlemlerimize göre, yıkılan binaların en az yüzde 20’si 2001 sonrası inşa edilmiş. Geri kalanlar zaten riskli bina olarak vasıflandırılıyor. Hepsi 1998’de deprem yönetmeliğinde yapılan köklü değişiklik öncesinde inşa edilmişler.

2001’den itibaren yerinde dökme beton yasaklandı ve betonarme çeliğinin vasıfları yükseltildi. Bu değişiklikler öncesinde inşa edilen binaların yüzde 60-70’inin riskli olduğu düşünülüyor. TÜİK verilerine göre, toplam yapı stoku 10 milyon civarında. Bunun sadece iki milyonu 2001 sonrasında yapılmış. Ama bu konut değil, yapı sayısı. 2001’den sonraki konutlaşma oranı çok daha yüksek. Zira hem nüfus hem de konut arzı hızla artmış. Dolayısıyla, deprem bölgesindeki konut artışı yüzde 50 olabilir. Apartmanların hacmi, dolayısıyla içindeki daire sayısı artmış. Eski yapılarda 10 daire varken, sayı yeni binalarda 40’a, 50’ye çıkmış.

2019’da yapılan değişim yeni binaların denetimi için etkili oldu mu?

Değişikliği çok önemli gibi lanse ettiler, ama hiç yeterli değildi. Evet, kısmen de olsa denetim hizmeti verilmeye başlandı. Metrekare başına yüzde 1,5 pay aldıkları için yapı denetim şirketleri biraz para kazanmaya başladı, ama bozuk düzen değişmedi. Üstelik, 2019’dan bu yana, şantiyelerde mühendislere yönelik tacizler ve saldırılar arttı. Yap-satçı müteahhit birlikleri yüzde 1,5 oranına bile veryansın etmeye başladı. “Yapılanlar piyasaya koşullarına aykırıdır” dediler. Epey de etkili oldular. Atılması gereken birçok adım atılmadı.

Bir projenin yapım aşaması kadar proje ve denetim aşamasının da büyük bir bilgi birikimine ihtiyacı vardır. Oysa mevzuata göre, yeni mezun bir mühendis her tür yapının altına imza atabilir, bir hastaneye, okula, lüks bir siteye onay verebilir. Bu, yeni mezun olan bir doktora her türlü teşhisi, ameliyat yapma yetkisini vermeye benziyor.

Bu düzenin niye kolay değişmediğini anlamak için dönüp gerçek bir mühendislik hizmetinin nasıl olması gerektiğine de bakmak lâzım. Bir projenin yapım aşaması kadar, proje ve denetim aşamasının da büyük bilgi birikimine ihtiyacı vardır. Oysa bugünkü mevzuata göre, yeni mezun bir mühendis her tür büyüklük ve hacimdeki yapının altına imza atabilir, bir hastaneye, okula, havuzlu lüks bir siteye onay verebilir. Bunun dünyada bir örneği yok. Bu, tıp fakültesinden yeni mezun olan bir doktora her türlü teşhisi, ameliyat yapma yetkisini vermeye benziyor.

Halbuki mühendislik de tıp gibi ihtisaslaşma gerektirir. Meslek bilgisi ancak deneyimle gelişir. Bu şartlar altında yeni mezunlar çok istismar ediliyor. Diğer yandan, emekliliği gelmiş, bütçesine biraz katkı yapmak isteyen, aslında hiç yapı sektöründe çalışmamış, kesin hak edişle kamuda ya da yol yapımında çalışmış mühendisler uzman gibi proje ve yapım aşamasını denetleyebiliyor. Böyle bir sistemin imzacılıktan başka bir sonuç verme imkânı yok.

TMMOB’un en önemli görevi, tıpkı dünyada olduğu gibi, hizmet veren kişileri belgelendirmektir. Bunu “yetkin mühendislik” diye tanımlıyoruz. Bu süreci takip edebilecek, gerektiğinde mühendisleri sınavlara sokacak, eğitimden geçirecek, yaptıkları işleri değerlendirecek tek kuruluş biziz. Ama bırakın odalara yetki vermeyi, mühendisle odası arasındaki bağı koparmak için iktidar elinden geleni ardına koymuyor. Bu nitelik yoksunluğu kaçınılmaz olarak yıkım getiriyor.

Yıkılan binalardaki betonun kalitesizliği arama-kurtarma çalışmalarına katılan inşaat ustaları tarafından sıklıkla dile getirildi. Hazır beton şirketlerinin, onların malzeme aldığı taş ocaklarının yıkımdaki sorumluluğu nedir?

Fabrikalarda ya da santrallerde üretilen betonun kaynağının neresi olduğu genel olarak müteahhidi ve denetçiyi ilgilendirmiyor. Beton santralinin teslim etmek zorunda olduğu bir beton kalitesi vardır. Beton dayanımına göre tasnif edilir, C25, C30 gibi. Santral iyi kum, çakıl, agrega, mıcır bulmakla sorumludur. Şantiyeye gelen betonun numunesi alınır ve laboratuvara gönderilir. Orada deneyim testine tabi tutulur, kırılarak dayanımı ölçülür. Uygun evsaftaysa inşaata devam edilir, yoksa inşaat durdurulur.

Ama sistem böyle işliyor mu? Hayır. İnşaattaki işçiler, kalfalar, ustalar betonu kolay yerleştirmek için içine su katıyor. Böylece betonun dayanım eşiği düşmeye başlıyor, misal C25’ten C15’e iniyor. Ayrıca beton ve demirin birbirlerine yeteri kadar kenetlenmesi gerekir. Aksi takdirde, kolon ve kirişlerde sorunlar çıkar. Ayrıca, betonun kürlenmesi, beton yerleştirildikten sonra su kaybını engellemek için uygun şekilde yerleştirilmesi gerekir. Bunu geciktirir, iyi yapmaz ve doğru yöntem olan sarmayı kullanmazsanız, beton hızla su kaybeder. Dolayısıyla iş asla beton santralinde bitmez. Laboratuvara giden ilk numunenin iyi çıkması tek başına bir anlam ifade etmez. Yani yine başa dönüyoruz: Sahadaki uygulamanın denetlenmesi hayati önemdedir.

Antakya, Hatay. Fotoğraf: Sameer al-Doumy / AFP

TOKİ 2001’den beri düşük gelirli mahalleleri rant alanına dönüştürmek için kamulaştırma yapıyor, kamusal arazileri lüks konut ve AVM üreten firmalara tahsis ediyor. 2013’de çıkarılan 6306 sayılı kanundan sonra, İstanbul Tozkoparan örneğinde olduğu gibi, deprem riski taşımayan mahallelere el koydu. Deprem bölgesinde, Antakya’da Emek ve Aksaray mahallelerinde afet riski kisvesi altında rant adına yoğunluğun artırıldığı kentsel dönüşüm projeleri hazırlandı. TOKİ şimdi de deprem sonrası inşaat faaliyetlerinin merkezinde. TOKİ’nin işlevini nasıl görüyorsunuz?

Meslek odalarının Hatay-Akçay’daki binalarını görmesine izin verilmese de, TOKİ’nin kendi ürettiği binaların performansı genel anlamda deprem sırasında çok kötü değildi. Bunun nedeni, TOKİ’nin tarihsel açıdan, öyle ya da böyle, bir ölçüde mühendislik hizmeti alan bir kurumsal yapıya sahip olmasıdır. Ama esas neden yapı üretme tekniğinden kaynaklanıyor. TOKİ inşaatlarda “tünel kalıp” sistemini kullanıyor. Mimaride esneklik sağlamadığı için bu sitem tekil yapılarda kullanılmaz, sadece toplu konut imalatında uygulanır. Böylece toplu konutlar bütünüyle betonarme yapılıyor. Bu yöntemle üretilen yapılar hem detayları hem de vasfı itibariyle büyük ölçüde depreme dayanıklı olur. Tabii bu TOKİ’nin kendisinin alt gelir grupları için ürettiği binalarda geçerli. Ayazma gibi gecekondu mahallelerinin kamulaştırılıp Ağaoğlu gibi firmalara verildiği TOKİ ortaklığındaki projelerde bu yöntem kullanılmıyor. Emlâk Konut ve TOKİ böyle yerlerde aslında arsa pazarlayarak rant üretiyor. Ali Ağaoğlu gibiler böyle arsaların büyük yap-satçısı haline getiriliyor.

TOKİ’nin Samsun Canikli’de yaptığı binaları selde su bastı…

Evet. Samsun’da, 2012’de, TOKİ binalarının bodrumlarında insanlar can verdi. Böyle yanlış yerlere yapılmış örnekler var tabii. Tek afet deprem değil ki. Öte yandan, TOKİ inşaatları belki çok fazla can kaybına neden olmuyor ama, alt gelir grupları için yaptığı konutlar yaşanılacak gibi değil. Birçoğu merkezden çok uzakta, kentleşme mantığının tamamen dışında, getto olarak inşa edilmiş. Mimari nitelikleri, ince işçilikleri çok kötü. Halbuki kullandıkları malzemelerin TSİ standartlarına sahip olması gerekiyor. Piyasada bir süredir artık olumsuz anlamda “TOKİ standardı” diye bir tabir kullanılıyor. Kapılar elinizde kalıyor, tavan akıyor. Mutfak ve banyolar çok kötü malzemeden yapılıyor. Tünel kalıp sisteminin sürdürülmesi sebebiyle belki yapılar ayakta kalıyor, ama içinde barınamıyorsunuz ki. TOKİ’nin lüks konut dışındaki tüm üretimi bu vasıfta.

TOKİ Afet Kanunu ile “kentsel dönüşüm” musluğunun başına kondu. Sitesinde son yirmi yılda 1 milyon 170 bin konut yaptığı bilgisi yer alıyor. Deprem bölgesinde marttan itibaren temelleri atılmaya başlandığı iddia edilen 200 bin konutun örgütlenmesi için TOKİ görevlendirildi. Bu acelenin yaratacağı sonuçları şimdilik bir kenara bırakıp sorarsak, TOKİ’nin böyle bir kapasitesi var mı? 

Her yerde dillendirdikleri, sitelerinde yer alan o rakam yanlış. TOKİ’nin son yirmi yıldaki ihalelerine baktığımızda, sayı 570 bin civarında çıkıyor. Üstelik bu sayıya farklı gelir düzeyleri için yapılmış, Ağaoğlu gibi yap-satçı firmalara arsa tahsis edilerek hayata geçirilmiş projeler, lojmanlar, kamu binaları da dahil. Bu sayıyı TÜİK verileriyle teyit etmek de mümkün. TÜİK’e göre, 2002-2022 arasında, kamu tarafından yaklaşık 770 bin yapı kullanım izni alınmış. Buna belediyelerin aldığı izinler, farklı kurumların ürettiği lojmanlar da dahil. Dolayısıyla, yirmi yılda 570 bin konut üretmiş bir yapının önümüzdeki bir yılda 200 bin konut üretmesi mümkün mü?

24 Ocak 2020 Elazığ depreminin üzerinden üç yıldan fazla süre geçti. Orada taahhüt ettikleri 20 bin konutu hâlâ teslim edemediler. Yaptıkları yapacaklarının teminatıysa, manzara bu. Aslında tüm söylem seçime yönelik. “Bana oy verirseniz, size bu binaları yapacağım” demeye getiriyorlar. Deprem siyasi bir araç haline getiriliyor. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı martta deprem konutlarının temeli atacağını beyan etti. Bazıları ihaleye çıksa da, yeni konutların nitelikleri hakkında hiçbir fikrimiz yok. Bu yeni konutlar, kuvvetle muhtemel, geçtiğimiz sene bir müjdeyle açıkladıkları sosyal konut hamlesinin bir parçası olabilir. O da yapacaklarsa tabii.

Üstlenici firmalara toplamda 150 milyar dolar aktarılmasına neden olacak köprüler, tüneller, şehir hastaneleri, havalimanları gibi mega projeler var. Birçoğunun ÇED raporu şaibeli. Depremde hasar gören Hatay havalimanı ve Akkuyu Nükleer Santrali’nin ÇED raporunu aynı şirket hazırlamış. TMMOB’un, başta İstanbul Havalimanı olmak üzere, birçok projeyle ilgili şerhleri var. Mega projelerin denetim süreçleri ve deprem güvenlikleri açısından ne söylenebilir?

Öncelikle mega projeleri gruplamamız gerekir. Köprü ve tünel gibi yapılar uluslararası müşavirlik firmaları, proje kuruluşları tarafından projelendiriliyor ve denetleniyor. Dolayısıyla, bu grupta bir sorun yaşanacağını sanmıyorum. Ama bu grubun dışında yer alan büyük projeler, mesela İstanbul Havalimanı, hacim itibarıyla “mega” olsalar da aslında üretim tekniği itibarıyla kapkaç yapılar. Zaten bunun ilk sonuçlarını geçtiğimiz yıl kar yağdığında havalimanında hangar binasının çökmesiyle yaşadık. Bunda siyasal iktidarın ve bileşeni müteahhitlik firmalarının bu türden projeleri hızlıca bitirip nakte dönüştürme çabasının büyük payı var.

Bu kadar kısa zamanda, bırakın bu ölçekte bir planlamayı, bölgedeki binaların hangi ölçüde zarar gördüğünü tespit etmek bile mümkün değil.  Tüm bu acele bize aslen şunu anlatıyor: Bu yıkımın sorumlularıyla önümüzdeki devasa sorun çözülmeyecek. Zira, zihniyet her yerde aynı. Kenti konut ve ranttan ibaret görüyor.

Sermaye aktarım sürecinde niteliğin önemi yok. O yüzden dolgu zemin üzerine yapılmış tüm havalimanı pistleri deprem açısından riskli. Öte yandan, tek tehlike deprem de değil. Hatay havalimanının pisti depremde çatladı, ama orayı üç yıl önce de su basmıştı. Hatay havalimanının hem yapı kalitesinin kötülüğü sebebiyle hem de kurutulmuş Amik Gölü üzerine yapıldığı için her türlü felâkete açık olduğu biliniyordu. Yapımına karşı TMMOB olarak baştan beri mücadele verdik.

Sağlık Bakanlığı 2013’te çıkardığı bir yönetmelikle deprem bölgelerinde yer alan, 100’den fazla yatak kapasitesine sahip hastanelere sismik izolasyon şartı getirdi. Bu şartı 2018’de çıkardığı başka bir yönetmelikle destekledi. O tarihten sonra yapılan şehir hastanelerinde deprem izolatörleri var. İzolatörler iyi uygulandığı takdirde işe yarayan ekipmanlardır. Uygulandığı binalarda deprem açısından bir sıkıntı yaşanacağını düşünmüyoruz. Hastaneler çok kritik yapılardır. Depremin büyüklüğü ne olursa olsun deprem akabinde hizmet vermeye yoğun şekilde devam etmek zorundadır.  Tüm kamu binalarının, okulların, spor tesislerinin afetler sonrası hizmet vermeye hazırlıklı olması şarttır.

AB ve Fransa Kalkınma Ajansı’nın finansmanıyla yapılan Dörtyol Devlet Hastanesi dışında Hatay’da kullanılabilir hastane kalmadı. İstanbul Valiliği ise 20 Şubat’ta İstanbul’da 93 riskli okulun boşaltmasına karar verdi. Bunu Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin bazı binalarının ve Kağıthane Hastanesi’nin tahliye kararı izledi. Kamu binaları açısından durum nasıl?  

1999 depremlerinin ardından gerek yerel kaynaklarla, gerekse Dünya Bankası gibi yurtdışı kuruluşlardan alınan kredilerle, başta okul ve hastaneler olmak üzere, kamu binalarının deprem riski ölçülmeye başlandı. Taramaların ardından hangi yapıların güçlendirileceğine, hangilerinin yıkılıp tekrar yapılacağına karar verilir. Hükümet İstanbul’daki hastanelerin büyük kısmını elden geçirdiğini iddia ediyor. Gerçi aynısını okullar için de yaptıklarını iddia ediyorlardı, ama deprem sonrası apar topar boşaltılan okullar aksi yöne işaret ediyor. Yetkililerin beyanları güvenilirliğini çoktan yitirdi. Biz kamu binalarının denetim ve ardından depreme karşı güvenli hale getirilme oranının yüzde 30 olduğunu tahmin ediyoruz. Yirmi yılda yüzde 30! Bahsettiğimiz ülke genelindeki 10 milyonluk yapı stoku ya da riskli olduğu tahmin edilen 6-7 milyon yapı değil. Deprem sonrası ayakta kalması elzem, güvenli değilse katliama sebep verebilecek kamu binaları. Hatay’daki hastanelerin denetlenip denetlenmediğini, binalara güçlendirme adına herhangi bir müdahale yapılıp yapılmadığını bilmiyoruz. Güçlendirilip de yıkıldılarsa bambaşka bir felâket. Bunları yakında öğreneceğiz. 

Fotoğraf: Uğur Çolak

9 Şubat’ta, 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu’nda değişiklikler yapıldı. Deprem bölgesinde yapılacak inşaatlara davet üzerine pazarlık usûlü getirildi. Ardından, 24 Şubat’ta çıkan 126 sayılı kararnameyle, tapu ve kadastro dahil, tüm imar hukuku askıya alındı. Mera, orman ve arkeoloji alanları inşaata açıldı. İnşaat için hızlı bir zemin etüdü yeterli bulundu. Malatya, Osmaniye, Hatay ve Adana’da 23 milyon 426 bin metrekare alanda 85 bin 250 yeni konut için “sermayenin her renginden” büyük taşıyıcı firmalarla anlaşmalar imzalandı. Sizce bu acelenin nedenleri ve muhtemel sonuçları neler olabilir?

Bu kadar kısa zamanda, bırakın bu ölçekte bir planlamayı, bölgedeki binaların hangi ölçüde zarar gördüğünü tespit etmek bile mümkün değil. Tüm bu acele bize aslen şunu anlatıyor: Bu yıkımın sorumlularıyla önümüzdeki devasa sorun çözülmeyecek. Zira zihniyet her yerde aynı. Kenti konut ve ranttan ibaret görüyor. Konut yaparak kent yapmazsın. Konut, imar faaliyetleri içinde sadece bir bölümdür. Evet, bölgedeki insanların hızlı bir şekilde konuta ihtiyacı var. Ancak sosyal donatıları, okulları, kreşleri, ibadethaneleri, kısaca kentleşmeyi planlamadan bina yaparsanız, atıl kalacak devasa alanlar yaratırsınız.

2023’te tüm ülkeyi deprem açısından güvenli hale getirmeyi amaçlayan 2012 Ulusal Deprem Stratejisi ve Eylem Planı’na göre, 2017’ye kadar Türkiye’deki tüm yapılar risklerine göre tasnif edilecekti. Bunun için gerekli bütçe sadece 250-300 milyon dolar arasındaydı. 2023’teyiz, hâlâ ortada bir envanter yok.

Ayrıca, deprem riski sadece zemin etüdüyle engellenemez. Uzmanların üç-altı ay boyunca devam edeceğini söylediği artçı depremleri bir yana bırakalım, iklim krizinin giderek derinleştiği günümüzde afet riski depremden ibaret değil.  Yapacakları şey kent olmayacak. Tabii eğer yaparlarsa, yapabilirlerse. Bunu henüz bilmiyoruz. Şimdilik her şey beyan düzeyinde.

Öte yandan, TOKİ ve Gayrimenkul Yatırımcıları Derneği (GYODER) tarafından hazırlanan Afet Bölgesi Tasarım Alanları Rehberi’nden anladığımız kadarıyla, deprem bölgesinin imar planlarında kent sakinlerine danışmayı, halkın ihtiyaçlarını katılımcı bir şekilde planlara dahil etmeyi düşünmüyorlar. Tıpkı katılımcılık gibi, teknik ve bilim de bir kenara bırakılacak gibi gözüküyor.

Böyle kapsamlı bir uygulamanın afet planları, mikro bölgelendirmesi, ulaşım planlaması, mimari yaklaşımı, bölgenin ekonomisiyle bütünleşik bir yapısı olması gerekir. 126 no’lu kararnameyle konut dışında AVM gibi yapıların da inşa edilebileceği dile getiriliyor. Üstelik, planlar askıya dahi çıkmıyor. Bu kadar kapalı bir yapının kamusal kaynaklara el koyma hedefi olmadığını düşünmek imkânsız. Sonuçta, yaptıkları yapacaklarının teminatı. Yıkımın müsebbibinin ona çare olma ihtimali yok.

2021’e kadar toplanan deprem vergisinin 36.5 ila 42 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor. TMMOB sırf bu bütçeyle 1 milyon 300 bin konut yapılabileceğini söyledi. 150 milyar dolarlık mega projeler, kentsel dönüşüm adına 2018 imar affında toplanan 40 milyar lira, yine geliri kentsel dönüşüm için kullanılacağı gerekçesiyle satılan 2B arazileri hesaba katıldığında, devasa bir kaynağın heba edildiğini görüyoruz. Bu bütçeyle ne yapılabilirdi? 

2023’te tüm ülkeyi deprem açısından güvenli hale getirmeyi amaçlayan 2012 Ulusal Deprem Stratejisi ve Eylem Planı’na göre, 2017’ye kadar Türkiye’deki tüm yapılar riske göre tasnif edilecek, eksiksiz bir yapı envanteri çıkarılacaktı. Bunun için gerekli bütçe sadece 250-300 milyon dolar arasındaydı. Üstelik, bunu yapmak için öngördükleri beş yıl hiç de az bir süre değildi. Çok nitelikli bir envanter çalışması yapılabilirdi.

2023’teyiz, hâlâ ortada envanter yok. Yapı stokunun durumunu bilmeden depreme karşı nasıl politika geliştireceksiniz? Diyelim “deprem riskli” alanlar ilan edeceksiniz. Bunu bina envanteri olmadan nasıl yapacaksınız? Bu mesuliyeti son dönemde yerel belediyelerin üzerine attılar. Onca parayı toplamışsınız, başka yerlere harcamışsınız, işi belediyelere yıkıyorsunuz. Zaten dönemin Maliye bakanı Mehmet Şimşek deprem vergilerini depreme harcamadıklarını çekinmeden söyledi. Karşı karşıya olduğumuz zihniyet bu. 

Önce envanteri çıkaracaksınız. Ardından dönüşümün alan mı, yoksa bina bazında mı yapılacağına karar vereceksiniz, hangi binaların sadece güçlendirilmesi gerektiğini tespit edeceksiniz. Bu ölçüde bir dönüşüm için büyük kaynak lâzım. Kamu yurttaşa destek olmadan bu dönüşüm gerçekleşemez. İşi müteahhitlik sistemine tahvil edersen, müteahhit gider, Bağdat Caddesi ve civarını yeniler. 2001 sonrası inşa edilmiş yapıları da rant adına tekrar dönüştürür. Muazzam bir kaynak israf ettiler, çünkü rant hedeflemeyen bir dönüşümün oy getirisi yok, görünür bir şey değil. AVM’lerle, mega projelerle yaptığın gibi göz boyayamıyorsun, imar affı ile rantı dağıtmıyorsun. Dolayısıyla, deprem güvenliğine dair bir dönüşüme tenezzül dahi etmediler.

Uzmanlar sosyal konut hamlesinin yapılması, konut üretiminin kâr amacı gütmeden gerçekleştirilmesi gerektiğini dile getiriyor. İBB’nin açıkladığı İstanbul Deprem Seferberlik Planı’nda kamu kaynaklarının hızla deprem önlemlerine yönlendirilmesi talep ediliyor. İBB, KİPTAŞ ile Tuzla ve Silivri’de kısıtlı da olsa sosyal konut projeleri yapıyor, KİPTAŞ maliyetine bina yeniliyor. İzmir Büyük Şehir Belediyesi Halk Konut projesiyle kâr amacı gütmeden bina yenilemek için 10 tane kooperatif kurdu. Bu dev dönüşüm gerekliliği karşısında ne yapmalı?

İşin püf noktası, kent rantını kimin kullanacağı. Kent rantını belli bir gruba, müteahhitlere ya da arsa sahiplerine bırakırsanız, bu düzen değişmez. Kent rantının kamuya dönmesi şart. Buna uygun bir vergi sistemi ve konut sahipliği politikaları geliştirilmeli. İzmir’deki kooperatifler mülk sahipleri tarafından kuruluyor ve riskli yapıları dönüştürüyor. Öte yandan, kooperatiflere kat yüksekliği veriliyor. Finans kaynağını bu şekilde bulmayı hedefliyorlar.

Açıkçası, biz buna pek sıcak bakmıyoruz. Zira bu yolla kent yoğunluğunu artırıyorsunuz. Bu da altyapı sorunlarını beraberinde getiriyor. Zaten bu ölçekteki bir dönüşüm belediyelerin iyi niyetli girişimleriyle gerçekleştirilemez. Mutlaka ulusal ölçekte düşünmek, merkezi bir finans kaynağı yaratmak gerekiyor.

Şu âna kadar başka yerlere harcanan meblağlar kullanılabilseydi, bina güçlendirmeleri için yüksek destek verilebilir, finansmanın belki yarısı kamudan karşılanabilir, gerisi için uzun vadeye yayılan faizsiz kredi imkânı sağlanabilir, proje ve denetim hizmetlerinin tamamı ücretsiz yapılabilirdi. Sonuçta Türkiye yeniden kaynak toplayabilir, uluslararası kuruluşlardan kredi alabilir. Ama nihayetinde çözümler pahalı olacak. İçeride yeni bir vergilendirme sistemiyle bütçe yaratmamız gerekecek.   

^