GÖRÜNMEZ YAŞAYAN İNSANLARIN NOELİ: SÜRYANİLER, KELDANİLER, ERMENİLER

Semra Somersan
25 Aralık 2023
Desen: Hakan Karataş
SATIRBAŞLARI

24 Aralık’ı 25 Aralık’a bağlayan gece Gregoryenler (Türkiye’dekilerin çoğu Ermeni) hariç bütün Hıristiyanlar Noel’i kutladı: Katolikler, Protestanlar, Ortodokslar. Türkiye’de nesli tükenen türler arasına girmelerine rağmen, o gece, özellikle İstanbul’daki kiliseler, geleneksel Hıristiyan cemaatleri ve dinli-dinsiz, inançlı-inançsız, Müslüman-“gavur” çeşitli meraklıları ile dolup taştı.

İstanbul’da Keldanilerin bir kısmı şimdi Latin Katoliklerin ayinine de katılıyor. Ortodoks Süryanilerin kimisi ise Protestan Presbiteryenlerle birlikte Noel kutlamaları yapıyor. Diğerleri Metodist bir kiliseye gidiyor. Bu oluşumlar bazen bir tercih meselesi, bazen de kimin kime kucak açtığına bakıyor. Çünkü zor durumda, baskı altında kalan insanlara kimi zaman kucak açan yürekli birileri veya kurumlar bulunuyor; bunda kendi menfaatleri olsa bile, bu kucak açma sonucunda onlar da baskı ve şiddete maruz kalabilir. Benzer konumdaki insanlar, zor koşullarda birbirlerine sokuluyor, hem hayatı göğüslüyor hem de dayanışıyorlar.

Diyarbakır’da ise bugün hâlâ görünmez bir şekilde varolmaya zorlanan bir avuç Hıristiyan, Ermeni, Süryani ve Keldani ise bütün ayinleri paylaşıyor, ayrı-ortak bütün törenlerini birlikte düzenliyorlar. Eskiden ortak olmayan günlerini bile ortak hale getirmişler. Oysa geçmişte Keldanilerin, Süryanilerin ve Ermenilerin kiliseleri hep ayrı. Bugün Diyarbakır’da bunların hâlâ önemli bir kısmı ayakta, ama yıkık dökük durumda. Yönetimleri ise artık bir. Bir kısım eski kilise ise İstanbul’dakilerin akıbetine uğrayıp camiye dönüştürülmüş. Kiliselikleri de gizlenmek isteniyor. Bir ayıp, ikinci bir ayıp ile örtülmeye çalışılıyor. Ama bilen bileceğini, öğrenmek isteyen öğrenebileceğini öğreniyor ve başkalarına anlatıyor…

Son beş yılda kırk Süryani ve Keldani faili meçhul cinayete kurban gitti. Kürtlerle yaklaşık aynı coğrafyada yaşayan Süryani ve Keldaniler, son yıllarda onların kaderini de paylaştılar: 1980 sonrası Türk devletinin buradaki bütün olağanüstü ve vahim uygulamalarından paylarını aldılar. Faili meçhul cinayetlere kurban gittiler. Kaybettirildiler. Tarlaları, evleri yakıldı.

Diyarbakır sokaklarında yürüyoruz: Yazar Mıgırdiç Margosyan, Selma Margosyan, kuyumcu Yusuf Karadayı ve ben. Mıgırdiç Margosyan’ın doğum yeri Hançepek Mahallesi’nin (Gavur Mahallesi) daracık taş sokaklarında iz sürüyoruz. Geçmişin izini, bugüne kalanları, yazarın çocukluğunu, dostlarını, evini, çalıştığı amcasının demirci dükkânını, alışveriş yaptığı baharat dükkânını, yaşadığı evi, yattığı odayı arıyoruz. 35 yıl öncesini…

35 yıldır ayak basmamış yazar Margosyan buraya. Çocukluk günlerinden sonra ilk kez buraya geçmişe saygılarını sunmaya, izlerini kalbine gömmeye, her şeyi anımsayıp yeniden bellemeye, çok sevdiği karısına göstermeye, belki de tümünü yeniden yazmaya gelmiş. Yaşlar gözünün içinde, baktıkça göremiyorum, görmedikçe bakıyorum. Ama boşuna, görmek istesem de biliyorum, göremeyeceğim; sadece duygusunu hissediyorum. Elinde de bir mini teyp, geçmişin peşinde, bugünü yaşayanlarla konuşuyor. İz, insan, duygu, ayrıntı, olay, bilgi, anı istiyor. Karadayı İstanbullu misafirlere eski Diyarbakır’ın taş sokaklarında kılavuzluk yapıyor. Kendi kısa ömründeki mimari tarihi tanımlıyor. Bir yapının ya da öbürünün özelliklerine dikkat çekiyor. Kürtleri, Süryanileri, Ermenileri, Keldanileri anlatıyor. Hayatlarla binaları, yapıları etkileşime sokuyor. Yazar da kendi tarihinden bildikleriyle ufuk açıyor, taşlarla tarihi iç içe geçiriyor. Bunca farklı insan bir arada nasıl yaşardı, onu dillendiriyor. Ama ben şimdilik sadece Süryanilerle Keldanilere kulak dikiyorum.

13 bin civarında Süryani, iki bin kadar da Keldani kaldı Türkiye’de. Süryanilerden sadece 2.500 kadarı eski anayurtlarında yaşıyor. Keldanilerdense 300’den az kişi kaldı bu yörede. Dünyadaki toplam Süryani nüfusu ise 3.5 milyonu buluyor. Bugün Süryani ve Keldanilerin en büyük kısmı Avrupa’da yaşıyor; çoğu da İsveç’te, Hollanda’da, Almanya’da. Son yıllarda 23 Süryani köyü boşaldı veya devletin güvenlik güçleri tarafından boşaltıldı. Son bir yılda ise dört köyün insanları zorla göç ettirildi: Mardin yöresindeki Herbol, Hassane, Geznah köylerinde kimse kalmadı artık. Son beş yılda kırk Süryani ve Keldani faili meçhul cinayete kurban gitti. Kürtlerle yaklaşık aynı coğrafyada yaşayan Süryani ve Keldaniler, son yıllarda onların kaderini de paylaştılar: 1980 sonrası Türk devletinin buradaki bütün olağanüstü ve vahim uygulamalarından paylarını aldılar. Faili meçhul cinayetlere kurban gittiler. Kaybettirildiler. Tarlaları, evleri yakıldı. PKK’ye yardım ve yataklık etmekle suçlandılar. Ve sonunda çoğu, yerini yurdunu terkedip Batı’ya, sonra daha da Batı’ya göç etti.

Semra Somersan (1944-2023)

Oysa, bu yüzyılın başında, 300 bin civarında Süryani vardı. Bu topraklarda üç bin yıldır varolan bir kültür artık kayboluyor. Kaybettiriliyor. Kadim Süryani Kilisesi’nin kayıtlarına göre 1890-1915 yılları arasında 200 bin civarında Süryani öldürülmüş. Bir kısım Süryani de ölümden kaçabilmek için “dönmüş”, yani Sünni Müslüman olmuş.

Mardin’de Mor Gabriel Kilisesi’nde Metropolit Samuel Aktaş “Süryaniler ve Keldaniler İsa’nın dilinden, Aramice konuşuyorlar” diyor. Ama bugün yeni kuşaklar, Türkiye Cumhuriyeti sonrası doğan kuşak Süryaniler dillerini, kültürlerini az biliyorlar. Türkiye Bağımsız Protestan Kiliseleri Basın Danışmanı İsa Karataş “Ben Süryani olduğumu İstanbul’da öğrendim” diyor, “Doğuda Ermenilik, Süryanilik yok şimdi, sadece gavurluk var.” Gavurluk Müslümanlıktan “geliyor” tabii. Kendi kültürlerine ilişkin bilgi eksikliği ise Lozan Antlaşması’nın bir azizliği. Lozan’da Hıristiyanlara ve Yahudilere azınlık statüsü verilirken, Süryaniler Hıristiyan olduğu halde, bu olanak onlara tanınmamış. Dolayısıyla Süryanilerin Aramice öğretilen okulları yok, kültürün paylaşıldığı ve geliştirildiği dernekler, vakıflar yok. Kilise dışında hiçbir kurumları, hiçbir kuruluşları yok. Kültürlerini, dillerini yazıya dökmek, bunun temellerini öğrenmek, tezler üretmek, dünyayla paylaşmak için, Türkiye içinde hiç, hiçbir imkânları yok.

Cumhuriyet döneminde uygulanan asimilasyon politikaları sonucu ayin kitapları da Türkçeye çevrilmiş. Süryanilerle Keldanilerin anadillerini ve dinlerini öğrenebildikleri tek yer kurslarmış. Bunlar da 1978-79 yılları sırasında “terörist yetiştiriyor” gerekçesiyle devlet tarafından kapatılmış. Kürtlerin önemli bir kısmı iki lisan konuşuyor, Süryaniler ve Keldanilerse –eğer anadillerini öğrenme şansı bulabilirlerse tabii– üç lisan: Süryaniceye ek olarak anadilleri kadar Kürtçe ve Türkçe biliyorlar. Ama Süryaniler, Keldaniler ve Aramice konusundaki esas çalışmalar Avrupa’da yapılıyor. İngiltere’de, örneğin, Süryani etüdleri uzmanları, Aramice profesörleri var.

Keldaniler devletten daha da çok baskı görüyor, daha da çok ürküyorlar. Ve çoğu kavgaya savaşa karışacağına görünmez yaşamayı tercih ediyor. Noel ve belki Paskalya hariç, kapalı kapılar, örtülü kimliklerle, sessiz, çekingen yaşamayı, güneş ve gökyüzü yerine karanlık kapalı mekânlarda varolmayı yeğliyorlar.

Bazı kaynaklara göre Hıristiyanlık öncesi varolan Asuriler, Aramiler, Babiller ve Keldaniler Hıristiyanlık sonrası kaynaşarak yeni bir isimle, Süryaniler olarak anılmaya başladılar. Ama bugün Türkiye’de hâlâ Keldaniler var. Bu etnik/dini gruplar, aynı coğrafyayı paylaştıkları diğer halklarla birlikte eski Mezopotamya kültürünü bugüne taşımışlar. Süryaniliği Ortodoks Hıristiyanlıktan farklı kılan, merkezi Antakya’da olan kiliseleriymiş. İstanbul’daki Bizans kiliselerinden böylece ayrı düşen Süryani Kilisesi, aynı zamanda ayrılıkçı kilise konumuna düşmüş. Süryaniler uzun yıllar içinde kimi zaman Araplarla, kimi zaman Osmanlılarla yakın dost olmuşlar. Fakat her ikisinden umduklarını bulamayıp nüfusları giderek azalmış. Oysa Ortadoğu’daki ilk yazılı kültürdü Süryanilik. Yunanlılar ve Latinler, Aramice eserleri kendi dillerine çevirerek bilgileniverdi.

Aramice 15. yüzyıldan sonra etkinliğini kaybetmiş. Ama bugün Batı’da hâlâ Süryanice uzmanları var. Birinci Dünya Savaşı yıllarında, 250-300 bin civarında Süryani ve Keldani varmış Osmanlı topraklarında. Savaş yıllarında, bu gruplar da Ermeniler gibi tehcir edilmiş. Bir kısmı tehcir sırasında hayatını kaybetmiş, bir kısmı da hayatlarını kurtarmak için Müslüman olmak zorunda kalmış. Osmanlılar, Süryanilerle Keldanileri İran, Irak ve Suriye’ye sürmüş. Kimine göre 100 bin, kimine göre 200 bin kişi göç ettirilmiş.

Cumhuriyet sonrasında, Türkiye Cumhuriyeti sınırları çizildiğinde Süryaniler ve Keldaniler üç-dört ülke arasında parçalandılar. Bugün Türkiye’de, geleneksel olarak Mardin yöresinde yaşamış Süryanilerin İran, Irak ve Suriye’de akrabaları var. Süryanilerin ruhani lideri de önceleri Türkiye sınırları içindeyken, 1930’larda herhalde o dönemdeki Türkleştirme fırtınası nedeniyle, önce Hindistan’a, ardından da Şam’a taşınmış.

Süryaniler ve Keldaniler bu toprakların en eski halklarından. Ama artık onlar da Yunanlılar (Rumlar) gibi, Ermeniler gibi, Yahudiler gibi tükenen kültürler, yok olan halklar arasında yerlerini aldılar. Keldaniler devletten daha da çok baskı görüyor, daha da çok ürküyorlar. Ve çoğu kavgaya savaşa karışacağına görünmez yaşamayı tercih ediyor. Noel ve belki Paskalya hariç, kapalı kapılar, örtülü kimliklerle, sessiz, çekingen yaşamayı, güneş ve gökyüzü yerine karanlık kapalı mekânlarda varolmayı yeğliyorlar. Kaybolan onlar, kaybeden biz. Yaşatmak, var etmek için ne yapabiliriz?

Express, sayı 102, 30 Aralık 1995

ERMENİLERİN SESSİZ NOELİ

Bedik, Mihran, Sayad, Melik Can…

Margosyan’a göre, Demirciler Çarşısı Diyarbakır’ın en el değmemiş yeri. Dayısı Haço’nun dükkânı da işte burada, tam bu köşede. Margosyan Diyarbakır’daki bütün çocukluk yıllarını, okul saatleri dışında, dayısının yanında çalışarak, demircilik yaparak geçirdi.

Süryaniler, Keldaniler ve Ermeniler, hepsi birlikte bir hafta birinin, öbür hafta öbürünün kilisesinde toplanıyor, ayrı-beraber bütün ayinleri birlikte yapıyorlar. Toplasan, çarpsan, eklesen sayıları 15’i bulmuyor. İşte 15 kişi bir 24 Aralık gecesi, bir de 6 Ocak sabahı iki Noel kutladı bu yıl Diyarbakır’da.

Birkaç kişi usulca Balıkpazarı’ndaki Üç Horon Kilisesi’nin kapısından içeri girdi. Orada ve İstanbul’da sayıları her yıl eksilen birkaç Gregoryen Ermeni kilisesinde geçen cumartesi sabahı, 6 Ocak günü, Noel ayinleri yapıldı. Aynı saatlerde sebzeciler sebzelerini, balıkçılar balıklarını, Gaziantep baharatçısı baharat, peynir ve tahıllarını, ciğerci ve şarküteriler de kendi mamullerini satmayı, bunun için gerekli yüksek sesle müşterileri çağırmayı sürdürdüler. Sabah erken saatlerde Balık Pazarı müdavimleri, civardaki lokantaların patronları ile birlikte gündelik alışverişini yaptı. Balık Pazarı’nın gündelik belleği bu ayini kaydetmedi.

Gözlerinizle bir şeyin yok olduğunu görmek, tat, söz, koku ve temas ile bunu hissetmenin verdiği hüzün bu. Başka türlü kalkıp gitmezdim belki oraya. Ama bu hüzün dayanılmaz olgular dizisinin hüznü: Yaşayan bir şeyin yavaş yavaş tükendiğini, bittiğini, bizzat Hayat’ın sona ermekte olduğunu görmek. Sadece bir bireyin hayatı da değil, her ne kadar bu da çok kıymetli ise de: Yok olup giden bir koca insanlık! Kaç yüz asırlık bir tarih, tarihe ve öncesine mim koymuş bir kültür. Oysa Ermeni dostlar son derece canlı, hayatın içinde, yaşamak, nefes almak, üretmek, okumak, yazmak, koklamak, sevmek, düşünmek, gülmek, konuşmaktan, müzikten büyük çoşku duyan, yemek yapmaktan ve yemekten keyif alan kişiler. Belki çelişkidir hüznü bunca acı yapan.

Margosyan’a göre, Demirciler Çarşısı Diyarbakır’ın en el değmemiş yeri. Dayısı Haço’nun dükkânı da işte burada, tam bu köşede. Margosyan Diyarbakır’daki bütün çocukluk yıllarını, okul saatleri dışında, dayısının yanında çalışarak, demircilik yaparak geçirdi.

“Babam Sarkis Margos, nam-ı diğer Dişçi Ali. O beni buraya gönderdi: ‘Oku adam ol’ dedi. 1953’te geldim İstanbul’a. Ermeni doğduk, ama Ermeninin ne olduğunu bilmiyorum ki…” Yine Diyarbakır sokakları: Selma Margosyan, yazar Mıgırdiç Margosyan, kuyumcu Yusuf Karadayı ve ben. Yazarın 35 yıldır ayak basmadığı toprak burası: Küstüğü için, içi acıdığı için, bütün çocukluğu burada geçtiği için ve burayı aşk gibi derinbir sevgiyle sevdiği için. Öyle ki bugün bile şu İstanbul rahatını bir kıyıya alıp pılıpırtıyla birlikte Diyarbakır’a, fakir çocukluğuna yerleşmeye hazır. “Ermenice bile bilmiyordum. Diyarbakır’da Süleyman Nazif İlkokulu’na gidiyorum. Ermeni var. Yahudi var. Süryani var. Kürt var. Türk var. Allahım şu öğretmen bari artık değişmese diyordum. Bir tanesi iyi-kötü ismimi öğrendi.”

Elinde teybi, ailece korunabilmek için o zaman öğretilmeyen Ermeniceyi ancak İstanbul’da ortaokulda öğrenen yazar hem anlatıyor hem soruyor. Yolda yakaladığı, gözüne kestirdiği herkesle konuşuyor. Kimini hafif azarlıyor, kimini “aferin oğlum”la şereflendiriyor. Onları imtihan ediyor: Eski Diyarbakır imtihanı. Orayı ne kadar bildiklerini kestirmeye, bilgilerini teybe dökmeye, bilmediklerini onlara öğretmeye çabalıyor. Yaş gözün içinde iken olağanüstü bir çaba. Neyse, eski Keldani baharatçı Kör Yusuf’un yerindeki yeni Kürt baharatçı imtihanı geçen ender kişilerden. Neyse, çünkü bu dükkân çok önemli Mıgırdiç Margosyan için. Çocukluğunda haftada birkaç kez annesinin istediklerini almak için uğradığı yer. Üstelik yeni baharatçı zencefilden kakulaya, “davul tozu”ndan “minare gölgesi”ne, oradan “kırk kapı süprüntüsü”ne kadar bütün bahatların neye yaradığını bile biliyor. Hemen hepsini. Bir takdirname alacak düzeyde.

Burası Diyarbakır’da Ulu Cami’nin (eski Sen Tomas Kilisesi) önü. Az sonra mahalle arasına sapıp Yoğurtçu Pazarı’na, oradan Demirciler Çarşısı’na girilecek. Caminin önünde elinde baston, bir yaşlı bilgeyle karşılaştık, teypli sohbete tarihten bir paragraf aktardı: “Ermenilerin bir kısmı 1915 yılında Ulu Cami’nin avlusunda boğazlarından erimiş kurşun akıtılarak öldürülmüş. Ama kim yaptı bunu, bilmiyorum. Babam anlatırdı.”

Caminin karşısında Eski Kasaplar Çarşısı. “Burada arı ve yılan sokmasına karşı bir Şıh Güzel vardı. Hastaların ağzına tükürüp, bir tokat atıp onları iyileştiriyordu. Ama bunun karşılığında para almazdı. Milletin ağzına tükürüp bir de para mı alacak?”

Lüsye Baco ve Mıgırdiç Margosyan

Margosyan’a göre, Demirciler Çarşısı Diyarbakır’ın en el değmemiş yeri. Dayısı Haço’nun dükkânı da işte burada, tam bu köşede. Margosyan Diyarbakır’daki bütün çocukluk yıllarını, okul saatleri dışında, dayısının yanında çalışarak, demircilik yaparak geçirdi. Yazarlık çok sonra, İstanbul’da, öğretmenliğinden sonra gelecek. Haço’nun dükkânı yüzyılın başından beri neredeyse değişmeden duruyor. Bu açıklamaları İstanbul’da kitaplarını yayınlayan Aras Yayınevi’nde anlatıyor, Diyarbakır’da bu kadar çok zaman yoktu. Eskiden sağlı sollu tüm dükkânlardaki Haçoların yerini yeni kişiler almış. Ama işi Haçolardan öğrendiklerini söyleyecek kadar da hoş insanlar. Oracıkta, yol üstü çay ikram edip demirciliği Margosyan’ın dayısından öğrendiklerini söyleyenler bugün o dükkânın sahibi ve ustası.

“Haa Haço’yu mu soruyorsun? O şimdi New York’ta bahçesinde, Türkiye’den götürdüğü salatalık ve karpuzları yetiştirmekle meşgul. İki yılda bir geliyor. Karpuz, kavun, salatalık çekirdeği götürüp New York’a dikiyor.”

Oradan Yemeniciler Çarşısı’na geçildi. Burada esnafın yüzde 90’ı Ermeniymiş. Kör Yusuf’un baharat dükkânı da şu köşede. Şimdi orası Nalburlar Çarşısı olmuş. Şeh Matar Camii’nin yanındaki Dört Ayaklı Minare’nin (Kürtçesi Minare-i Çarnık) hemen yakınındaki Keldani Kilisesi’ne gittik. Margosyan’ın Diyarbakır’ında bir Keldani, bir Süryani, bir Katolik, Ortodoks ve Protestan, üç de Gregoryen Ermeni Kilisesi var. Süryanilerle Keldaniler, Katoliklerle Protestanlar için Noel 24 Aralık’ın 25 Aralık’a bağlandığı gece, Gregoryen Ermeniler içinse 6 Ocak günü kutlanmalı. Surp Sarkis ve Süryani kiliselerinin yerinde bugün hiçbir şey kalmamış. Orada Noel kutlanamaz. Housep Kilisesi de (Koca Yusuf Kilisesi) şu an bir evle iç içe. İçinde otlar duruyor, yani samanlık olarak kullanılıyor. Yusuf Karadayı duygusallığı örtbas edip “çocukluğum burada geçti” diyor.

Muhteşem Surp Giragos Kilisesi’nin ise upuzun sütunları ve yan duvarları hâlâ dimdik ayakta. Ama çatı çökmüş. Kiliseyi ot-çiçek bürümüş. Etrafta irili ufaklı sevimli hayvanlar koşturuyor. Bahçe ile kilise bütünleşmiş şu an. Yazar, tarihçi ve ünlü arşivci Kevork Pamukçiyan’ın verdiği bilgiye göre 1500’lü yılların başında Aziz Teodaros Ana Kilisesi’nin camiye dönüştürülmesinden sonra, kiliseye ait olan mezarlığın içinde inşa edilmiş Surp Giragos Kilisesi. Esas kilisenin kuruluş tarihi ise epey eskilere gidiyor, ama kesin olarak bilinmiyor. 1881’de tümüyle yanmış. 1883’te yeniden inşa edilmiş. I. Dünya Savaşı sırasında Alman subaylarının karargâhı olmuş. 1915 yılında, bir yıl önce iki bin altın harcanarak yaptırılan Çan Kulesi yıktırılmış. Cumhuriyet döneminde kilise, 1960’a kadar askeri depodan Sümerbank bez deposuna kadar çeşitli şekillerde ardiye işlevi görmüş. 1960’lı yıllarda Ermeni cemaatinin Demokrat Parti’ye verdiği oylar karşılığı kilise cemaate devrolmuş, bir onarımdan sonra 1980 yılına kadar kilise olarak kullanılmış. 1980 sonrasında Diyarbakır’daki Ermeni cemaati hemen tamamen yok olunca kilise bakımsız kalmış.

Surp Giragos Kilisesi’nin yıkıntıları arasında, kilisenin avlusunda tek bir odada, tek bir yatak, tek bir komodin ve tek bir iskemle ile 80 yaşındaki Lüsye Baco yaşıyor. O da bir ara İstanbul’da yaşamayı denemiş. Surp Pırgiç Hastanesi’nde kalmış. Ama sonra dayanamamış, Diyarbakır’a dönmüş. Yusuf Karadayı hikâyenin son bölümünü anlattı. Ama Margosyan sadece Lüsye Baco’yu değil, kocasını bile hatırlıyor: “Dört Ayaklı Minare’den sarkan elektrik tellerinden ölmüştü.” Lüsye Baco şimdi daha çok Ermenice duaları hatırlıyor. Konuşunca da daha çok bu duaları okuyor. “İnanmayan Mıgırdiç Margosyan’ın teybinden dinlesin.” Margosyan epey konuştu Lüsye Baco’yla, avluda tahta bir eğretiliğe çöktü ve konuşturdu daha doğrusu. Çocuğu da yok. Peki nasıl yaşıyor? “Kiliseye gelip gidenler ona bir şeyler veriyor.” Diyarbakır’daki son iki Ermeniden biri Lüsye Baco.

Diğeri, Antranik: Şimdi Diyarbakır’daki bütün kiliseleri 70 yaşında eski kalaycı çırağı, şimdi bir küçük antika dükkânı sahibi Antranik yönetiyor. Süryaniler, Keldaniler ve Ermeniler, hepsi birlikte bir hafta birinin, öbür hafta öbürünün kilisesinde toplanıyor, ayrı-beraber bütün ayinleri birlikte yapıyorlar. Toplasan, çarpsan, eklesen sayıları 15’i bulmuyor. İşte 15 kişi bir 24 Aralık gecesi, bir de 6 Aralık sabahı iki Noel kutladı bu yıl Diyarbakır’da.

Süryaniler, Keldaniler ve Ermeniler, hepsi birlikte bir hafta birinin, öbür hafta öbürünün kilisesinde toplanıyor, ayrı-beraber bütün ayinleri birlikte yapıyorlar. Toplasan, çarpsan, eklesen sayıları 15’i bulmuyor. İşte 15 kişi bir 24 Aralık gecesi, bir de 6 Aralık sabahı iki Noel kutladı bu yıl Diyarbakır’da.

İstanbul’da faal Gregoryen Ermeni kiliseleri ise her biri kendi ayinini yaptı. Saklı, görünmez Noel ayinleri. İlahilerin söylendiği irili ufaklı koroların lirik şarkılarının eşliğinde birkaç saat süren bir dini tören.

Gregoryen Ermeniler Rus Ortodoks Kilisesi ile Noel’i 24 Aralık’ı 25 Aralık’a bağlayan gece değil, her yıl 6 Ocak günü kutlarlar. Ama bu kadar usulca olur mu kutlama? Tören cumartesi sabahı epey erken saatlerde başladı. Hiç olmazsa kamuya açık kısmı 11 civarında bitti. Üç Horon Kilisesi Balıkpazarı ile öyle bütünleşmiş ki, özel olarak aramazsanız, görkemli demir kapısını bile göremezsiniz. Kapı açık aslında. Ama içerisi görünmesin diye bir ufak mermer yapı konmuş avluya. Mermer avlusuna girip kilisenin içine yöneldiğinizde, dikkatliyseniz, herkesin izlediği yolu izleyip çeşitli fiyatlardan bir veya birkaç mum alıp içeride daha az dikkat çekmek mümkün. Belki her yakılan mumun bir dileği var.

Bir zamanlar 300-400 kişi ayin yapıyor olmalıydı bu kilisede. Noel ayininin en renkli, en güzel olduğu, koronun şarkılar söylediği kısım saat 10-11 arası. Saat 10’da 22 kişi var. 14’ü, çoğu orta yaşlarında kadın, tek tük de genç. Yedisi erkek, altısı yaşlı katogorisine sokulabilir herhalde. Genç bir adam babasıyla gelmiş. Kılık kıyafeti, saçı yurtdışında çalışıyor ve/veya okuyor izlenimini veriyor. En kalabalık saatte 35’i aşmadı gelenler. Çoğu yalnız. Noel ailece kutlanmaz mı? Şimdi tek tek terk etmeye başladılar bile salonu. Acele reveranslarını yapıp ritüelin hakkını vererek, ama çabucak ayrılmak istiyorlar sanki. Hem gelmek ihtiyacındalar, hem de burada fazla kalmak istemiyorlar. Ben öyle düşündüm. Belki yanlış. Bir orta yaşlı erkek, İsa’ya, Tanrı’ya saygılarını, şükranını iletmek için belki sekiz-on kere eğildi, selam verdi, haç çıkardı çıkarken. Topu topu on dakika kalmıştı kilisede.

Gregoryenlerde Noel adetleri arasında yaşlıları ziyaret edip el öpmek var. “Aynen sizin bayramlarda olduğu gibi” diyor Aras Yayınevi editörlerinden Payline Tomasyan. Amerika ve Avrupa’da Katolikler ve Hıristiyanlar arasında hediye alıp verilmeyen bir Noel’i düşünmek zor. Ucuz-pahalı, iyi-kötü, herkes yakınlarını hediyeye boğuyor. “Bizde böyle bir adet yok.” Çocuklara da verilmez mi? “Yok, hayır. Onlara üst baş alınır sadece. Hediyeleri yılbaşı gecesi veriyoruz. Noel’de sadece yaşlıları ziyaret ediyoruz.” Her ev halkı, kendinden daha yaşlı olan diğer hane halklarını ziyarete gidiyor. 6 Ocak günü aile beraber büyük bir öğle yemeği yiyor. Baharatlı enfes bir midyeli pilav bu yemeğin en önemli kısmı. İstanbul’da “Ermeni mezesi” olarak nitelenen topik de yılbaşı için yapılıyor. Hem öyle az sayıda da değil, bol bol yapılıyor ve sonra buzlukta saklanıyor. Noel günü de yeniyor. Ermeni mutfağına girerse insan, işin içinden çıkamaz, inanılmaz sayıda meze, zeytinyağlısından etine, oradan çeşitli deniz mahsûlüne kadar akla hayale gelmeyen envai tür yiyecek. Topiğin yanısıra en sevdiklerinden biri zeytinyağlı mercimek dolması (üzüm yaprağı içinde). Nohut pilakisi bile var.

İşte bütün bunları canlı tutmaya çalışan bir avuç Ermeni kaldı Türkiye sınırlarında. 50-60 bin civarında. Dindar olmayanları bile bu eski adetleri yaşatarak hayatla bağ kuruyor. Benim en sevdiklerimden biri, İstanbul’da yaşayan, annesi tarafından ortaokula gönderilmeyişini her hatırlayışında gözleri yaşlanan, akıllı ve güzel insan, 70 yaşındaki kocaman mavi gözlü “Maylink”. İsterdim ki Maylink’in torunları Bedik, Mihran, Sayad ve Melik Can büyüdüklerinde çocuklarını korkusuz yetiştirsinler, istedikleri okula yollayıp her yıl yeniden Ermeni olduklarını okul idaresine ispat etmek zorunda kalmasınlar. İsterdim ki geçmiş yurtlarına özgürce gidip tarihlerini çocuklarına kendi bildikleri gibi öğretebilsinler. Geçmişin acısını unutabilmek için önce o tarihi kabul ettiğimizi, acılarını paylaştığımızı görsünler. İsterdim ki Noel’i, Paskalya’yı ve bilmediğim daha nice günü usulca değil, diledikleri gibi şenlik ve şamatayla kutlasınlar.

Express, sayı 104, 13 Ocak 1996

^